Türkiye en geç üç yıl içinde başkanlık seçimleri için bir kez daha sandık başına gidecek. Burjuva muhalefet (CHP-İmamoğlu?) seçimleri kazanırsa muhtemelen son başkanlık seçimleri yaşanmış olacak. Şaftı kayan sistemin yeniden inşası süreci başlayacak. Burjuva güçler ayrılığının (yasama, yürütme, yargı) yeniden tesis edileceği, kurumların (Anayasa Mahkemesi, Yargıtay vb.) yeniden işler hale getirileceği, denetim mekanizmalarının (Danıştay, Devlet Denetleme Kurulu vb.) yeniden işlerlik kazanacağı bu süreç çok muhtemeldir ki devamında bir yeni “sivil-demokratik” anayasa ile tamamına erdirilmek istenecek. Böyle mi olacak gerçekten? Tek Adam rejimini ve onun temsil ettiği keyfilik, adaletsizlik ve eşitsizlik dolu bütün çürümüş, yozlaşmış değerler dünyasını değiştirmeye aday olan burjuva muhalefetin çizdiği resim en azından böyle!
Emperyalizme bağımlı, (tüm oyun kurucu, alt-emperyalist vs. tanım ve iddialara rağmen) yarısömürge bir ülke olan Türkiye’de, üstelik Bonapartizmlerin bunca revaçta olduğu mevcut çok kutuplu dünya konjonktüründe, böylesi bir burjuva demokratik restorasyon ne derece mümkün olabilir? CHP-İmamoğlu’nun başını çektiği burjuva muhalefet gerçekten böyle bir dönüştürücü kapasite, niyet ve program sahibi mi? Sosyalist bir perspektifle; kurum olarak CHP’nin, kişi olarak İmamoğlu’nun da ötesinde sınıfsal nedenlerle, bunlara rahatlıkla hayır diyebiliriz. Diğer yandan ekonomik açıdan yıkılmış, politik açıdan nefes alamaz hale getirilmiş geniş kitleler söz konusuyken herhangi bir burjuva muhalefet böylesi bir değişim vaat etmeksizin iktidar adayı olmaya kalkamaz. Kalkar ise bu sadece iktidar koltuğunda oturacak kişiyi seçmek anlamına indirgenir. Gerçek sınıfsal sorunlar ve ihtiyaçlar değil kültürel-sosyal-psikolojik faktörler ön plana geçer. O durumda seçim sonuçları, iktidarın bunca yıpranmışlığına rağmen, bir kez daha öngörülemez hale gelir. Tokmağı elinde tutan bir kez daha galebe çalabilir.
Burjuva muhalefet
Burjuva muhalefetin niyet ve programı bir yana, çeyrek asır boyunca devlet içinde temayüz etmiş, başta yargı ve güvenlik bürokrasisi olmak üzere, rejimi kendi parti aygıtına yedeklemiş, hatta iç içe geçirmiş bir iktidar pratiği koşullarında, burjuva demokratik temayüller içinde bir değişim ne oranda mümkün olabilir, göreceğiz. Tüm burjuva geçiş ve yeniden yapılanma süreçlerinde olduğu gibi olası böylesi bir sürecin de devri sabık yaratmadan, büyük oranda belirli uzlaşma ve anlaşmalarla, “suhulet” içinde çözüme kavuşturulmaya çalışılacağını söyleyebiliriz. Tarih, söz konusu burjuva restorasyonlar olduğunda retoriğin değil sınıfsal uzlaşma ve çıkarların belirleyici ve ön planda olduğunu defalarca gösterdi. Aksi bir durumda, burjuva kamplar arası bir “iç savaş” yaşanırsa, geçici rahatlama ve kısmi de olsa çözüm bir yana, burjuva önderlik ve birikim krizi derinleşerek devam edecek. Lakin Türkiye’de bir dönem çokça aksi iddia edilse de, topyekûn batıcı-laik, doğucu-İslamcı bir sermaye bölünmesi olmadığı, günün sonunda “Anadolu kaplanları” (MÜSİAD) ile “İstanbul sermayesinin” (TÜSİAD) ve bunların çevresinde kümelenmiş TOBB ve benzeri sermaye örgütlerinin ortak sınıfsal çıkarlar temelinde kaynaştığı aşikâr.
Diğer yandan Erdoğan bir kez daha seçimleri kazanırsa başkanlık sistemi, kendi krizini de derinleştirerek, en azından bir dönem daha yürürlükte kalacak. Lakin Türkiye’de mevcut başkanlık sisteminin sopa dışında ülkeyi idaresi mümkün değil. Bonapartist rejim, doğası gereği ülkeyi ancak olağanüstü koşullar içinde tutarak yönetmeye devam edebilir. Bu açıdan, böylesi bir rejim için dünya konjonktürü oldukça elverişli olsa da, Türkiye’de başkanlık sisteminin Erdoğansız sürdürülmesi, yaşayarak göreceğiz ki, sayısız denge ve anlaşma ile kurulmuş kırılgan politik-ekonomik-sosyal ittifaklar nedeniyle, mevcut haliyle, söz konusu olamayacak. Gerek de yok! Kişiye özel bu sistem, tüm iddiasına rağmen, işçi sınıfına ve emekçi halka yoksulluk ve baskı dışında hiçbir şey vermedi.
Türkiye yedi yıllık başkanlık döneminde tarihinin en karamsar, zor ve belirsiz dönemlerini yaşadı. Evet, sermaye sınıfına çokça kazandırdı ve şu ya da bu şekilde patronların desteğini hep aldı. Bununla birlikte sermaye için de, özellikle pastanın küçüldüğü, kâr paylarının gerilediği günümüz benzeri koşullarda, mevcut denetimsiz, aşırı güç biriktirmiş haliyle Tek Adam rejimi öngörülemez durumda ve sürdürülebilirliği ve maliyet tehdidi giderek artmakta. TÜSİAD’ın iktidara yönelik son “eleştirel” çıkışı sonrasında jet hızıyla yüksek istişare başkanına soruşturma açılması, AKP sözcüsünün “eski vesayet rejimi bitti” söylemiyle aba altından sopa göstermesi bu gerilimli tabloyu yeterince iyi izah etmekte. Tek gövde görünümüyle Tek Adam rejimi çok başlılığını gizlese de iktidar blokunun farklı çıkar ve önceliklere sahip bir koalisyon olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Dolayısıyla rejimin içinden (örneğin Anayasa Mahkemesi) ya da dışından (TÜSİAD) farklı bir karar/ses çıktığında verilen tepki en üst perdeden oluyor. Bu, rejimin ve onu ayakta tutan iktidar blokunun çorap söküğü misali önsezisi ile ne derece gerilimli ve diken üstü bir zemin üzerinde durduğunu gösteriyor.
Bu, şaşırtıcı da değil. Türkiye’de sistem tamamlanmamış, tamamlanması da mümkün olmayan bir ara dönem içine sıkışmış durumda. Bu haliyle bir geçiş sürecinden öte arafta sıkışıp kalmış bunalımlı bir yapı söz konusu. Yaşanan bir geçiş süreci değil çünkü geçiş süreci iyi kötü bir hedef-plan dahilinde hareketi gerektirir. “Önce yap, düzenleme arkasında gelir” anlayışıyla, mevcut olan yıkılsa da, geçen onca süreye rağmen, gündelik olanın ötesinde bir kurumsallaşma sağlanamadı. Kaldı ki çeyrek asırlık AKP pratiği iktidarın yeni bir düzen inşa etmekten öte eski sistemde işine yaramayanları yok ettiği, ama eskinin işine yarayan unsurlarını da, örneğin 12 Eylül’ün baskıcı-yasakçı bütün yasal mevzuat ve uygulamalarını da olduğu gibi benimseyip kullandığı bir oportünist pratik üzerine kurduğunu gösterdi. Tam da bu nedenle Türkiye bir dediği bir dediğini tutmayan, ilkenin değil çıkarın yön verdiği dissosiyatif bir mürettebatın yönetiminde adeta bir gemi yolculuğunda. Öyle bir gemi ki ne pusulası var ne de öngörülebilir gerçek bir gelecek planına sahip. Rüzgâr nereden eserse oraya doğru sürüklenen, rotası günlük olarak değişebilen bir gemi!
Sistem mi, kişi mi?
Mayıs 2023 seçimlerinde dahi Erdoğan ikinci dönemini tamamladığı için ancak bir erken seçimle aday olabiliyordu. Sonrasında da artık yasal olarak aday olması mümkün olamayacaktı. Yasalar büküldü. 2023 seçimlerinde de aday olması için bir imkân oluşturuldu. Lakin şimdi Erdoğan’ın yeniden aday olabilmesi için mutlak suretle bir erken seçim olması gerekiyor. İktidarın mevcut ekonomik kriz ve politik belirsizlik ortamında erken seçimin olası en geç tarihte olmasını arzulayacağı sır değil. Bununla birlikte kendini hazır, muhalefeti dağınık ve güçsüz gördüğü ilk anda da bir erken seçim kararı almaya yöneleceği de kesin. Olay şu ki iktidar blokunun bir erken seçim kararı almak için meclis yeterliliği şu an için yok. Bu yeterlilik sağlanamaz ise bir erken seçim olamaz. Erken seçim olmaz ise Erdoğan da aday olamaz. Erdoğan aday olmaz ise iktidarın kazanma ihtimali sıfır. Erdoğan’ın aday olması için gösterilen bunca çabanın nedeni işte bu!
İstanbul ve Ankara yerel seçim sonuçlarının 2019 ve 2024 yıllarında gösterdiği üzere iktidar adına Erdoğan dışında hiçbir adayın artık muhalefet adaylarını yenmesi mümkün görünmüyor. Nitekim son iki yerel seçim dışında son başkanlık seçiminin de gösterdiği üzere iktidar büyükşehirlerde sistematik olarak artık kaybediyor. Mayıs 2023 seçimleri sadece büyükşehirlerde yapılmış olsaydı Kılıçdaroğlu başkan olmuştu. Gençler ve kadınlar söz konusu olduğunda muhalefet iktidardan daha fazla oy topluyor. Mayıs 2023 seçimlerinde sadece gençler ve kadınlar oy vermiş olsaydı Erdoğan kaybetmiş olacaktı. İktidar Türkiye ölçeğinde ancak küçük Anadolu kentlerinde ve kırsalda muhalefetin önüne geçebiliyor, toplumsal düzeyde ancak emekliler ve 50 yaş üstü erkekler içinde çoğunluk sağlayabiliyor ki son seçimler bu makasın da muhalefet lehine oldukça kapandığına işaret ediyor. Tam da o nedenle Mayıs 2023 başkanlık seçimleri ikinci tura kaldı ve Erdoğan ancak ikinci turda küçük bir payla kazanabildi.
Mayıs 2023 seçimlerinin ikinci turunda dahi özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde Kürt seçmen sandığa daha fazla oranda gitmiş olsa, büyükşehirlerde katılım oranı sadece birkaç puan daha yukarı çıksa farklı bir seçim sonucunu konuşuyor olabilirdik. Niçin gitmediğini Millet İttifakı’nın niteliği ve ekonomi programı, Altılı Masa’nın ikircikli ve espiyonaj tutumları ve en nihayetinde Ümit Özdağ ile girilen ilkesiz ittifaklar açıklıyor. Bugün gündemde olan Öcalan Açılımı bir yanıyla aynı zamanda başkanlık seçimleriyle de doğrudan ilintili bir mesele durumunda.
Doğum sancısı!
İktidarın yıkıcı ekonomik faktörlere rağmen büyükşehirlerde hatırı sayılır bir oy alabilmeye devam etmesi esasen ideolojik-politik alanda mütedeyyin yoksulların beklentilerine cevap üretmiş görünmesinden kaynaklandı. Seçimin son düzlüğünde milyonlarca ihtiyaç sahibine birebir uzanan sosyal destek uygulaması da sandıktaki birkaç puanlık farkın iktidar lehine oluşmasına imkân sağladı. Bir nevi, ahde vefa tutumu, korkunç karnesine rağmen iktidara yine de sandıkta desteğe dönüştü. Bugün ise çeyrek asır AKP’yi iktidarda tutmuş mütedeyyin yoksulların ve özellikle onların çocuklarının azımsanmayacak bir kısmında diyetin fazlasıyla ödendiği duygusu hâkim. Bu duygunun köklü bir değişime henüz yol açmamış olmasının tek nedeni ise muhalefetin vasatlığı. Görünen o ki değişim muhalefete rağmen hiç olmadığı ölçüde mümkün hale gelmiş durumda. İnsanlar samimi, sahici, haysiyetli bir çıkış ve umut arıyor.
Bu umudu ve haysiyetli çıkışı burjuva düzen muhalefeti veremez. Türkiye’de burjuva siyaset çok sayıda parti ve eğilim yönünde bölünmüş durumda. Bununla birlikte bölünmenin politik-programatik olmaktan öte kişisel/yöntemsel tercih ve çıkarlara dayalı olduğu çok açık. Son çeyrek asırda müesses nizam dağıldı. Geleneksel burjuva siyasi merkez çöktü. Burjuva siyasi partileri birbirlerine göre siyasi yelpazede doğru konumlandırmak zorlaştı. Bugün iktidar blokunu oluşturan AKP-MHP birçok partinin kozasıydı. AKP ve türevi partilerle (Deva Partisi, Gelecek Partisi vb.) MHP ve türevi partiler (BBP, İYİ Parti, Zafer Partisi, Anahtar Parti vb.) ideolojik-politik olarak aynı dünya görüşünü paylaşıyor. Nitekim bu partilerin birkaçı dışında çoğu başkanlık seçimlerinde Cumhur İttifakı’nı destekledi. Halihazırda bu partilerden birçok milletvekili ve belediye başkanı, seçildikleri partileri terk ederek AKP’ye katıldılar. Bu adaylara AKP-MHP’den farklı olduğunu düşünerek oy veren seçmen yanıltılmış, aldatılmış oldu. Bu partilerin ekonomiden siyasete temelde iktidardan farklı bir tutum ve programa sahip olmadığını görüyoruz.
Burjuva muhalefetin ana üssü olan CHP’ye de bu partilerden milletvekili ve belediye başkanı katılımları olduğu gözlenmekte. İktidar adayı olması hasebiyle CHP-İmamoğlu’nun çekim merkezi olma özelliği daha da artacaktır. Bunların dışında Saadet Partisi gibi küçük ama belirli ve sahici bir toplumsal karşılığı olan eski geleneksel milli görüş siyasetini devam ettirmeye çalışan partiler de mevcut. Yeniden Refah Partisi de bu ekolün içinde sayılmalı. Diğer yandan Saadet Partisi Millet İttifakı üzerinden CHP ile, Yeniden Refah Partisi de Cumhur İttifakı üzerinden AKP ile başkanlık seçimlerinde ortak hareket etmek zorunda kaldı. Başkanlık sisteminin yüzde 50’ye endeksli iki adaylı yapısı ve yüzde 7’lik seçim barajı burjuva siyasetinde ana parti dışındaki küçük partileri de işlevsizleştirmekte. Bu açıdan bakıldığında burjuva muhafazakâr sağ siyaset alanı özellikle AKP ile monoblok bir yapı kazanmış gibi görünse de hem parti içinde hem parti dışında çok sayıda irili ufaklı klik ve eğilim için iktidar yaşam alanı haline geldi. Bunlar kaynaşmış yapılar olmaktan öte çıkar birliğiyle bir araya gelmiş unsurlar. İşler iyi giderken hepsi güç, para, mevki kazanmak için iktidara yamandı. Bütün bu asalak tayfanın varlığıyla sorunun koltukta oturanın değişmesinin ötesine geçtiği, bizatihi sistemin değişmesinin gerektiği bir noktaya geldiği ortada. Bu bir doğum sancısı ve bu dönüşümü burjuva siyaset yapamaz. Sosyalist politik strateji devrede olmalı.
Sol ve politik strateji
Güncel sorunlara politik müdahale etmeyen bir sol anlayış olamaz. “Sosyalizm gelecek, sorunlar bitecek” türü öteleyici ve aşamacı anlayışlar sekterliği aşılar, apolitizm yaratır. Gerçek sorunların çözümü ancak mücadele ve seferberlikler içinde öğrenilir ve test edilebilir. Sosyalist perspektif, doğası gereği somut sorunlara çözümler üreterek program ve yöntemini inşa eder. Gündelik sorunların çözümü kaçınılmaz olarak kısmi, geçici, yerel başarı ve kazanımlarla sınırlanır ve bir dizi taktiksel hamleyi içerir. Ama bütün taktiksel tutumlar daima genel bir politik stratejiye bağlı olarak devrede olur. Bugün ve gelecek arasındaki bağın kopmaması ancak sosyalist bir strateji ve perspektifle mümkün olabilir. Ehvenişerin kalıcı bir politik programa dönüşmesi, kötünün iyisini seçme üzerine kurulu bir siyasetin yerleşik hale gelmesi, yarını öncelemeyen, sadece bugüne odaklı bir siyasetin belirleyici olması politik stratejiyi ve sosyalist perspektifi öldürür. Ne yazık ki son yıllarda bu yanılgı siyaseti giderek daha fazla derinleşerek belirleyici hale geldi. Neden?
Tek Adam rejimi Türkiye’yi iki kutuplu bir politik iklimin içine hapsetti. Bu ikili alan dışında siyaset yapmayı bir karikatüre dönüştürdü. Bu dayatma, seçim dönemleri dışında siyaseti imkânsızlaştıran ve değersizleştiren bir ortam yaratırken seçim dönemlerinde de var olan en güçlü seçeneği destekleme siyasetini zorunluluk haline getirdi. Her şeyi burjuva siyaset alanına hapseden bu köleleştirici egemen siyaset karşısında zamanında ve güçlü bir sosyalist perspektif üretilemedi. Bu alanın dışında görece bağımsız bir tutum almak gerektiğini hisseden ama nasıl yapacağını bilmeyen gruplar sekter ve sıfır toplamlı bir pratik içine gömüldü. Tersinden, daha fazla sayıda sol/sosyalist parti eklemlenme siyaseti içinde görünmez hale geldi. Sonu gelmeyen “bu en hayati seçim” söylem ve curcunası içinde sosyalist perspektif tamamıyla devre dışı kaldı. Oysa işçi sınıfı için, emekçiler ve ezilenler için en acil ve gerekli ve tek gerçekçi çözüm bir sol politik strateji içinde hayat bulabilir. Emek İttifakı çağrısı böylesi bir ihtiyaca karşılık gelmeye devam ediyor. Sosyalistler için mücadele uzun erimli, tuğla tuğla, sabırla inşa edilecek bir süreçtir.
Yanlış anlamayı baştan engellemek gerekir. Emek İttifakı sol/sosyalist partilerin ve emek örgütü temsilcilerinin yana yana fotoğraf vermesi değildir. Sadece bir tutum ve irade beyanı değildir. İki burjuva kamptan hangisinin daha ilerici olduğunu tespit edip ona destek ve oy çağrısı yapmak hiç değildir. Somut sorunlara emekçilerin ve ezilenlerin acil ihtiyaçlarından hareketle, emek eksenli, sınıfsal bir yanıt üretmektir. Tam da bu nedenle ekonomiyle siyaset arasına kalın bir çizgi çizen burjuva siyaset anlayışına karşı ekonomik ve demokratik sorunların çözümünün doğrudan siyasal mücadele alanında olduğunu göstermektir. Asgari ücretin, emekli aylıklarının, çoğu emekçilerden toplanan vergilerin kimlere, hangi oranlarda verildiğinin ve nerelere harcandığının politika tarafından belirlendiğini mücadele içinde anlatmaktır. Bunu yapabilmek her şeyden önce emperyalist kapitalist sistemden kopuşçu bir devrimci program ve siyasetle mümkün olabilir. Kaçınılmaz olarak böylesi bir kopuşçu siyaset, iddiasının gereği, önüne bir işçi-emekçi hükümeti hedefi koymalıdır.
Bugün Türkiye’de hiçbir sol/sosyalist parti-oluşum tek başına etkin ve inandırıcı şekilde böylesi bir siyasal mücadele sürdürme güç ve örgütlülüğüne sahip değil. Buna sahip olmadığı gibi sekterizme, hareketçiliğe, propagandizme, ikameciliğe düşmeden bağımsız bir sınıf siyaseti inşa etme pratiğine de çoğunlukla uzak. Bilmemek ya da inanmamaktan değil. Güncel politik ihtiyacı es geçmeksizin, asıl belirleyici olanın, bilmem hangi seçimleri hangi burjuva aday ya da partinin kazandığı değil de sınıf içinde bağımsız bir sol/sosyalist seçeneği inşa etmek olduğunu göz ardı etmekten. İkisi arasında bir denge kurabilmenin mümkün ve belirleyici olduğunu kavrayamamaktan…
Sadece Türkiye’de değil dünyada da kapitalizm kaynaklı toplumsal yıkımın ve sistemsel çürümenin yarattığı yok oluş dinamiklerini tersine çevirebilecek, Gordion düğümünü çözebilecek tek toplumsal güç işçi sınıfıdır. Emekçiler ve ezilenler adına dengeli, uyumlu, demokratik, eşit ve özgür bir hayat ancak emek eksenli bir mücadele ve programla mümkündür. Yaş ağacın çivisi kendine batarmış! Sosyalistler birbirleriyle didişmekten, çözümü sınıf mücadelesi dışındaki kimi ittifak arayışlarında aramaktan bir an önce vazgeçmeli; tarihin “ya yok oluş ya sosyalizm” dışında başka bir seçenek bırakmadığı bir dünyada aslına rücu etmelidir.