Aşağıda okuyucularımızla, 3 bölümlük bir yazı serisinin ikinci kısmını paylaşıyoruz. İyi okumalar dileriz.
***
Mart 2024 seçimlerinde düzen muhalefetinin çelişkili “zaferi”
Mayıs 2023 seçimlerinde Cumhur İttifakı’nın “zaferinin” çelişkilerle dolu olması gibi, Mart 2024 yerel seçimlerinden CHP’nin birinci parti olarak çıkmasıyla düzen muhalefetinin vermekte olduğu “zafer” havası da çelişkilerle doludur. Bunu ifade ederek, AKP’nin yenilmiş olmasının tarihsel ve politik anlamını ve değerini gölgelemeye çalışmıyoruz; bu yenilgi önemlidir ve AKP’nin Van’da Kürt halkının seferberliği karşısında geri adım atarak DEM Parti’ye mazbatayı vermeye zorlanmış olması ve İsrail’le ticareti sınırlama kararı almış olması, bu yenilginin siyasal fırsatlarla dolu yeni bir dönem açtığını şimdiden ispatlamıştır. Düzen muhalefetinin “zaferinin” çelişkilerle dolu olduğunu söylüyoruz çünkü Türkiye’deki mevcut politik durumu bütün yönleriyle kavrayabilmemiz yaşamsal önemde.
2023 Mayıs seçimlerinde Cumhur İttifakı’nı oluşturan partiler, Mart 2024 yerel seçimlerinde tek başlarına şu oy oranlarına ulaştılar: AKP %35.48, MHP %4.98, YRP %6.19, BBP %0.43, Hüda Par %0.55 (DSP seçimlere katılmadı). Bu oy oranlarını topladığımızda %47.63 etmekte. Mayıs 2023 seçimlerinde Cumhur İttifakı’nın %49.50 oranında oy aldığını hatırlayacak olursak, o zamanki Cumhur İttifakı’nın oy oranındaki düşüsün %2’den az olduğunu görebiliriz.
Dolayısıyla düzen muhalefetinin liderliğindeki CHP’nin 31 Mart yerel seçimlerinden birinci parti çıkmış olmasının bir nedeni de, genel seçimlerde daha sıkı tutulan ittifak politikalarının yerel seçimlerde doğası gevşemiş olmasıdır. Bununla birlikte, başkanlık rejimini savunan ve 2023 seçimlerinde Cumhur İttifakı’nda bulunan partilerin oy oranlarının toplamları bu seçimlerde %47.63’ü bulmuştur (YRP başkanlık rejimini savunmakta, yalnızca %50+1 sisteminin, %40+1 şeklinde değiştirilmesi gerektiğini savunmaktadır). Bu orana, Cumhur İttifakı’nda olmamasına rağmen, “alternatif” bir başkanlık rejimini yine de savunan Saadet Partisi’nin %1.09’luk oy oranını da eklersek, Mart 2024 seçimlerinde başkanlık rejimi taraftarı partilerin toplam oy oranlarının %48.72 olduğunu görüyoruz.
O halde iki sonuç çıkarmak mümkündür: 1.) Seçmenlerin çoğunluğu, başkanlık rejiminden doğrudan bir şekilde yana olan partilere oy vermemiştir ancak 2.) buna rağmen, yerel seçimlerin ardından oluşan sahte “zafer” havasının gösterdiğinin aksine, rejim yanlısı partiler derin bir siyasi ve toplumsal krize sürüklenmemişler, ekonomik ayrıcalıklarından ileri gelen siyasi güçlerinin önemli bir kısmını muhafaza edebilmişlerdir.
Buradaki en önemli olgu, başkanlık rejimi taraftarı partilerin arasındaki bölünmüşlük ve parçalanmışlıktır. Bu yeni bir durumdur: 9 yıl öncesine kadar, yalnızca AKP ile MHP, %48.72’nin çok daha üstünde olan bir oy oranıyla, tek başlarına bu bloğu temsil edebilmekteydiler.
Son olarak, başkanlık rejimi yanlısı partilerin güçlerini büyük oranda korumayı sürdürmelerine rağmen, yine de bu partilerin kitlesel oy kayıpları yaşamakta olduğunu hatırlatmakta fayda var. 2023 genel seçimlerindeki Cumhur İttifakı 26.934.455 oy almıştı. Aynı Cumhur İttifakı partilerinin (AKP, MHP, YRP, BBP, Hüda Par) bu seçimlerdeki oy toplamı ise 21.943.166 oldu. Yerel seçimlerde yurtdışı oyların mevcut olmaması bu düşüsün bir kısmını açıklamaktadır; ancak yurtdışı oyların da haricinde, 2023 Cumhur İttifakı’nın toplamının milyonlarca oy kaybettiği bir gerçektir (2023 cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turunda yurtdışı oyların toplamı 1.895.430’du).
Rejimin yenilgiyi karşılama politikasının değişmesinin anlamı
Erdoğan liderliğindeki başkanlık rejimi, 31 Mart 2024 yerel seçimlerinden önce, seçimlerde başlıca 4 yenilgi almıştı. Bunlardan ilki 7 Haziran 2015 seçimleriydi: Kürt hareketinin antidemokratik %10’luk barajı geçmesiyle AKP meclis çoğunluğunu kaybetmişti. Ardından Suruç ve Ankara Gar katliamları yaşandı, mili güvenlikçi bir şantaj politikası devreye sokuldu, sosyalist haraket üzerinde baskı artırıldı ve 1 Kasım’da seçimler tekrar edildi. Erdoğan 16 Nisan 2017 referandumundaki yenilgiyi ise, YSK eliyle sistematik bir hileye başvurup, mühürsüz oyların geçerli sayılmasını sağlayarak karşıladı. Üçüncü büyük seçim yenilgisi olan 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde AKP’nin İstanbul’u kaybetmesinin ardından ise, tercih edilen politika bu seçimlerin doğrudan doğruya iptal edilmesi ve tekrarlanması oldu. Dördüncü büyük seçim yenilgisi, tekrarlanan İstanbul seçimleriydi. Rejim bu seçimin sonuçlarını, istemeyerek kabullenmek zorunda kaldı.
Dolayısıyla 31 Mart 2024 yerel seçim sonuçlarından önce, başkanlık rejimi, yenilgi aldığı seçimlerin ardından her türlü baskı ve korku yöntemini kullanarak seçimleri kazanmış veya iptal ettirmişti. Erdoğan, bu seçimlerin gecesinde yaptığı konuşmada ise yenilgiyi önden kabul etti ve partisinin gerekli dersleri çıkaracağını söyledi. Seçimlerden sonra “Türkiye’nin sandıkta kurulmadığını” söyleyen MHP lideri Devlet Bahçeli ise partisinin 16 Nisan tarihli grup toplantısında seçim sonuçlarına saygılı olduklarını, sandıktan çıkanın “milletin iradesi” olduğunu söyleyerek, geri adım attı.
Sosyalist basında hiç sorgulanmamış olsa da, bu tutum değişikliğinin nedeni önemlidir ve bu değişiklik, CHP ile DEM’in rejime yönelik siyasal stratejilerinin sağa kaymakta olmasından kaynaklanmaktadır.
CHP başkanlık rejimini meşrulaştırıyor
2019 yerel seçimlerinden önce MHP lideri Bahçeli, ”İstanbul, Ankara ve İzmir’in şer ittifakının eline geçmesi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni tartışmaya açabilir.’’ açıklamasında bulunmuştu. Rejim 2019’dan bu yana İstanbul’u 3 kere, Ankara ile İzmir’i ise 2’şer kere kaybetti. Son seçimlerde rejim bu büyükşehir belediyelerini, büyük ve anlamlı farklarla kaybetti. Ancak düzen muhalefeti buna rağmen, başkanlık rejimini toplum nezdinde tartışmaya açmadı.
Özgür Özel öncesi dönemde, CHP’nin liderliğindeki düzen muhalefetinin temel stratejisi “sessiz geçiş” veya kendilerinin ifadesiyle “helalleşme” idi. Bunun anlamı şuydu: Muhalefet rejime ve onun temsilcilerine, onları yargılamama sözü veriyordu ve bu rejim ile temsilcilerinin, devletin varlık şartlarını tehdit edecek bir hoşnutsuzluk, öfke ve seferberlik dalgası vuku bulmadan iktidarı kendilerine teslim etmesini istiyordu. Bunu Millet İttifakı’nın Akşener’le birlikte önderi olan Kılıçdaroğlu dile getirdi. Kemal Kılıçdaroğlu 27 Mayıs 2021’de Burdur’da şöyle konuştu:
“Burdur’dan bu çağrımı tekrar ediyorum, Sayın Erdoğan halktan korkulmaz, milli irade her zaman başımızın üstündedir. Milli iradeden daha büyük bir irade sosyal yaşamımızda yoktur. Hepimizin milli iradeye saygı duyması lazım. Biz bir hesaplaşma derdinde değiliz, bir ‘devr-i sabık’ yaratmadan yana da değiliz. Biz bu ülkenin güzel, iyi yönetilmesini istiyoruz.”
Kılıçdaroğlu’nun “devr-i sabık yaratmaktan yana olmadıklarını” ifade etmiş olması, rejime hoş gözükme çabası değil, düzen muhalefetinin temel stratejisinin bir parçasıydı. Neydi bu strateji? İktidara karşı mücadelenin sandık siyasetine indirgenmesi. Kitlelere mücadele etmeyi değil, oy vermeyi işaret etmek durumunda oldukları için, bu reformist önerinin mantıksal bir sonucu olarak devr-i sabık karşıtı bir pozisyon almak zorunda kaldılar. Halbuki Türkiyeli egemen blokların gelecek bir tarihte başka bir başkanlık rejimi bina etmeye cüret edememeleri için yapılması gereken en öncelikli politik görevlerden birisi, bugünkü başkanlık Bonapartizminin bütün sorumluları ile yetkililerini, halka karşı işlemiş oldukları suçlardan dolayı yargının önüne çıkarmaktır. Bu bağlamda düzen muhalefeti, demokratik dönüşümün önündeki en büyük engellerden birisidir.
Ancak önemli bir noktayı belirtmek gerekiyor: Düzen muhalefetinin mevcut politikası, devr-i sabık yaratmamaktan yana olan eski politikasının dahi gerisindedir, zira şu anda “devr-i sabık” veya “helalleşme” gibi kelimeler telafuz dahi edilmemekte, yani rejimin “affedilmesi” veya “yargılanmaması” gerektiği dahi belirtilmeyerek, rejim sorunu bilinçli bir şekilde sözde göz ardı edilmektedir. CHP, Millet İttifakı’nın “güçlendirilmiş parlamenter sistem” öneren dokümanını hâlâ sahiplenip sahiplenmediği hakkında herhangi bir açıklamada bulunmamaktadır. CHP, yerel seçimlerden birinci parti olarak çıkmış olmasına rağmen, başkanlık rejiminin meşruiyetini ve doğasını hiçbir şekilde tartışmaya açmamaktadır. CHP genel başkanı Özgür Özel’in bayram tatilinde Erdoğan’la telefonda yaptığı görüşmede “diyalog kanallarının açık tutulmasına” çağrı yapması ve Erdoğan’ın ardından “CHP’nin genel başkanı sayın Özel’e kapımız açık. Ele alacağımız konu başlıklarımız çok, ziyarete geldikleri anda oturur konuşuruz.” yanıtını vermesi, düzen muhalefetinin rejime yönelik değişen politikasının bir ifadesidir. Belirtmek gerekir ki, bu politika değişimi stratejik değil, taktikseldir (çünkü düzen muhalefeti, başkanlık rejiminin meşruiyetini hiçbir zaman tartışmaya açmamıştır). Özgür Özel’e benzer şekilde, İBB başkanı Ekrem İmamoğlu da seçimleri kazanmasının ardından aşağıdaki açıklamayı gerçekleştirdi:
“Hükümete, yerel ve ulusal meseleler konusunda işbölümü, vatandaşımızı ilgilendiren tüm meselelerde işbirliği, dürüst ve adil rekabet öneriyorum. Birlikte çalışalım. Buradan açık ve net söylüyorum. Ne zaman diler ve arzu ederseniz, İstanbul’un geleceğini sayın Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan sizinle konuşmaya hazır bir Ekrem İmamoğlu var, onu ileteyim.”
Yerel yönetimler ile merkezî yönetimin (rejimin) işbirliği yapması gerektiğini ve rejimle diyaloğu savunan bu teslimiyetçi politik çizgi, sadece başkanlık rejiminin kendisini değil ancak bu rejimin ekonomi politikalarını, siyasi tutsak politikasını, baskıcı doğasını, işçi ve Kürt düşmanlığını, partilerini ve kadrolarını da meşrulaştırmaktadır. Bu işbirlikçi çizgi, Cumhur İttifakı’nın partilerinin ve lider kadrolarının, demokratik bir rekabet ortamındaki meşru siyasal aktörler gibi gözükmesine, dolayısıyla da onların meşrulaştırılmasına hizmet etmektedir. Rejime uyarlanan bu çizgi, 7 Haziran – 1 Kasım 2015 arasındaki milli güvenlikçi politikalar ve şantajlarla, 16 Nisan 2017’deki sistematik seçim hilesiyle ve 31 Mart 2019’daki seçimi iptal ederek iktidarı gasp etmiş olan bir oligarşik kliğin siyaset yapma hakkı ile yerel seçimlerde seçilerek işbaşına geçen burjuva aktörlerin siyaset yapma hakkını birbirlerine eşitleyerek, bu oligarşik kliği sanki meşru bir demokratik aktörmüş gibi göstermektedir. Erdoğan ile Bahçeli, yenilgiyi bu nedenle kabullenmişlerdir zira bu yenilgi, çelişkili bir biçimde, Erdoğan ile Bahçeli’nin “yenilebildiğini” göstererek, onlar için bir kazanım olmuştur.
DEM Parti’nin bu yerel seçimlerde CHP’yle gerçekleştirdiği siyasal-örgütsel ittifak, bu bağlamda da önem kazanmaktadır.
YRP: Yeni bir fenomen değil, burjuva önderlik krizinin bir ifadesi
Birçok burjuva liberal analizci ve yorumcu, Yeniden Refah Partisi’nin yükselişini abartılı bir biçimde okumakta ortaklaşıyorlar. Onlar bu partinin “geleceğin AKP’si” olup olmayacağını dahi tartışmaya başladılar. Bu yorumlar ile analizler son derecede hatalıdır.
Öncelikle, YRP’nin oylarındaki yükseliş, yeni bir siyasi fenomene değil, burjuva önderlik krizine işaret etmektedir. Türkiye egemen sınıfları, son bir asırdır farklı tipte burjuva ve küçük burjuva siyasi akımları, işçi sınıfına ve emekçi halka seçenek olarak sundu: Muhafazakarlık-siyasal İslam, milliyetçilik-faşizm, ulusalcılık. YRP bu bağlamda Türkiye işçi sınıflarına ve emekçi halklarına yeni hiçbir şey önermemektedir; o, Türkiye işçi sınıfının 1990’lı yıllarda zaten tüketmiş olduğu olumsuz bir deneyimi, topluma yeniden önermektedir. Zira bu partinin ismi bile, Refah Partisi’ni “yeniden” önermektedir ve bu partinin genel başkanı da, yeniden teklif edilen Refah programının liderinin oğludur. Burada yeni olan hiçbir şey yoktur çünkü oligarşinin Türkiye’ye teklif edebileceği veya sunabileceği hiçbir yeni siyasal programı bulunmamaktadır.
İkinci olarak, YRP’nin şu an bir “AKP’ye tepki” partisi olduğunu ve ona programı ve ilkeleri nedeniyle oy verilmediğini görmek gerekmektedir. Dolayısıyla YRP’nin kısmi gücü, AKP’ye daha güçlü bir “alternatifin” ortaya çıkması durumunda, hızlıca erime olasılığıyla karşı karşıyadır. YRP’nin, şimdilik AKP’ye yönelik tepkileri emen sünger rolü çelişkilidir çünkü ona akan tepki oyları, genellikle işçi sınıfından gelmektedir. Gelecek Partisi ile Deva Partisi, AKP’nin kentli orta üst sınıflarından yaşanan ufak kopuşların politik bir ifadesiydi; zaten tam da bu sebeple, yani temsil ettikleri sosyal sınıfların bağımsız bir politik çizgi geliştirmeye kapasitesilerinin olmaması nedeniyle, önemsiz siyasi aktörler olarak kaldılar. Ancak AKP’ye oy vermekte olan işçilerin AKP’ye tepkilerini duyurmak için YRP’yi bir cezalandırma aracı olarak kullanmaları, farklı bir sonuç yarattı. Birtakım yerellerde, sınıfın bazı sektörleri blok olarak YRP’ye oy verdi. Bu olgunun kendisi de oldukça çelişkilidir: Zira söz konusu işçi sektörlerinin AKP’ye tepki duymaya ve bu tepki konusunda eyleme geçmeye karar vermeleri olumlu ve ilerici bir bilinç kırılmasına işaret ederken, bu tepkinin gösterilmesi için araç olarak YRP’nin tercih edilmesi politik bilinç durumunda hâlâ sürmekte olan hamlığına ve geriliğe işaret etmektedir.
Faşist ve milliyetçi partilerin parçalı ve bölünmüş hali
Milliyetçi Hareket Partisi, İYİ Parti, Zafer Partisi ve Büyük Birlik Partisi’nin Mart 2024 yerel seçimlerinde aldıkları oyların toplamı %10.9 yapıyor. Bu demek oluyor ki, geçtiğimiz yerel seçimlerde en büyük 4 faşist-milliyetçi partinin oy oranlarının toplamları, seçim barajının eski seviyesi olan %10’u geçmekte dahi zorlanmıştır. Bu durum, YRP olgusunun ifade ettiği krizi başka bir biçimde ifade eden farklı bir olgudur: Burjuva önderlik krizi.
Başkanlık rejiminin özellikle Kürt düşmanlığı, güvenlikçi politikalar ve “yerli ve milli devlet” vurgusu üzerinden kendisini ve kitlelerle olan ilişkisini konsolide etmeye çalıştığını düşünürsek, faşist-milliyetçi partilerin kendi aralarındaki bölünmüşlük ve parçalılık, sınıf mücadelesinin lehine olan bir krize işaret etmektedir.
Bununla beraber bu partilerin aldıkları oy oranları küçümsenmemelidir. Zafer Partisi’nin şu anda MHP (Ülkü Ocakları) veya BBP (Alperen Ocakları) gibi bir paramiliter yapılanmaya sahip olmadığı doğru olsa da, bu partinin Türk kapitalizminin ve başkanlık rejiminin yol açtığı bütün toplumsal, ekonomik ve siyasal sorunları mülteci düşmanlığı üzerinden çözmeyi öneren programının gördüğü ilgi, dikkatle takip edilmelidir. Bu bağlamda Zafer Partisi genel başkanı Ümit Özdağ’ın seçim süreci sırasında Lezita grevini ziyaret etmiş olması ve bu greve zenofobik, işçi sınıfını bölücü, ırkçı bir perspektif taşımaya çabalamış olması ve daha sonra da Türkiye İşçi Partisi’ni benzer bir perspektifle “milli” olmamakla suçlamış olması, Türk faşizminin-milliyetçiliğinin hakiki sosyal rolünü bir kere daha gözler önüne sermiştir: Devlete, devletin yönetim şekline ve ekonomik paylaşımın karakterinden ayrıcalık kazananlara karşı doğabilecek olan işçi-emekçi muhalefeti ile seferberliğinin yönünü şaşırtmak, yönünü şaşırtamadığında bu mücadeleleri ve aktörlerini kriminalize ederek bastırılmalarını sağlamak.