Yüzyıllık “tehlikeli sınıf”: Sınıfın karşı tarihi, kolektif varoluş pratikleri

Bu yazının daha kısa bir versiyonu, ilk olarak Yeni Yaşam gazetesinin internet sitesinde yayımlanmıştır. Metin bu haliyle ilk defa trockist.org‘da yayımlanmaktadır.

***

Her ne kadar Cumhuriyetin yüzüncü yılı tartışmaları sönümlense de aslında başta işçi sınıfı ve ezilen halkların, sömürü, şiddet ve diskriminasyona maruz kalan sınıf ve kesimlerin gözünden yüzyıllık pratiğin değerlendirilmesi devam edecek ve etmesinde yarar var. Hrank Dink’in katilinin ödüllendirici bir şekilde serbest bırakılması bu konunun en aktüel biçimi olarak ele alınabilir. İşçi sınıfına yönelik stratejik saldırıların tarihsel istikrarı için de benzer şeyler söylenebilir. Örnekler çoğaltılabilir. Tartışmaların sürmesi karşı tarih ve karşı hegemonyanın oluşması, inşası açısından da önem taşımaktadır.

Bu manada yüzyıllık cumhuriyet tarihi ve sınıfın karşı tarihi ve kolektif varoluş pratikleri üzerine bazı vurguların yapılması yararlı olacaktır.

Sürekli karşıdevrim tarihi

İşçi sınıfı ve tüm ezilenler için son 100 yıllık tarih sürekli karşıdevrim olarak değerlendirilebilir. Türkiye Cumhuriyeti, işçi sınıfını “tehlikeli bir sınıf” olarak görmüş, her düzeydeki örgütlenmesini dağıtmış, sınıfın atomizasyonu yönünde stratejik hamleler yapmıştır.

İşçi sınıfının nesnel ve öznel şekillenişi ve kudreti cumhuriyetin ontolojik korkusudur. Özellikle Ekim Devrimi’nin muazzam etkisi ve devrimin soluk alıp verişlerinin duyulması (Rusya’yla yakınlık ve Kafkas halklarının devrimci ayağa kalkışı) bu korkuyu beslemiş ve tetiklemiştir. Ve bu korku egemenler için sahici bir korkudur.

1919-1923 momenti bu manada önemlidir. Fakat bu momentin öncülleri üzerine kısaca durmakta yarar var.

Osmanlı-Türkiye işçi sınıfı tarih sahnesine geç çıkmış ama genç bir sınıftır. Geç çıkmadan kaynaklı sorunlar yaşamasına karşın, genç bir sınıf olmanın avantajlarını da yaşamıştır. Pozitivist, oryantalist ya da ters oryantalist yorumlara rağmen işçi sınıfı kapitalist transformasyona uygun bir biçimde aktif bir özne olarak şekillenmiş ve Batı işçi sınıfına benzer gelişim seyri göstermiştir. Batı işçi sınıfının gelişimini üç parametre üzerinden ele alabiliriz: Taban örgütlenmelerin inşası, grev ve genel grevlerle şekillenme ve Ludist deneyimlerle sınıfsal öfke ve arayışlarını dışa vurması. Bu topraklarda 1894-95’te İstanbul Tophane Fabrikası’nda kurulan Osmanlı Amele Cemiyeti ilk taban örgütlenmesi olarak önem taşır. Ayrıca bu örgütlenmenin illegal olarak kurulması ve faaliyet yürütmesi dikkate şayandır. 1872’deki Beyoğlu Telgraf işçilerinin grevi, ilk grev olarak tarihe geçer, çok fazla bilinmeyen Ludist deneyimler ise 1834 yılında başlar, 1845 ve 1851 arasında proletaryanın gelişme gösterdiği her bölgeye başta Rumeli olmak üzere Bursa ve Beyrut’ta kadar yayılır.

Diğer taraftan bu topraklarda sosyalizmin kökleri güçlüdür. Genellikle 1920 TKP’nin kuruluşuyla başlatılan bu tarih, köklü ve enternasyonal bir geçmişin görülmemesini hatta yok sayılmasını beraberinde getirmiştir. Bu yaklaşım bir boyutuyla komünist hareketin burjuva lejimitasyona dikkat etmesi ve lejitimasyona uyumlu davranmasının bir göstergesidir.  Osmanlı’da sosyalizmin kökleri Ermeni ve Rum devrimcilerine dayanır. Bu noktada iki siyasal oluşum dikkat çeker. 1887 yılında kurulan Sosyal Demokrat Hınçak Partisi bu coğrafyada kurulan ilk Marksist oluşumdur. Kurucuları arasında bir kadının bulunması önemlidir. Aynı tarihlerde Narodnik hareketin kurucu ve önder kadrosunun ağırlıktaki kısmının kadın olması da dikkat çekicidir. İlginç paralelliklerdir. 1890 yılında kurulan Ermeni Devrimci Federasyonu ise sol, sosyalist yönelimlerine rağmen daha ulusalcı bir karakterdedir. İki yapı II. Enternasyonal’in üyesidir. Rus devrimci hareketinden etkilen ve Rus devrimci hareketiyle temas halinde olan iki örgütlenme Plehanov ve Vera Zasuliç’le birebir görüşmeler yürütür. Plehanov ve Zasuliç sınıf mücadelesi ve ulusal taleplerin rezonansı üzerine tavsiyelerde bulunmuştur. Kafkasya’da gelişen devrimci hareket bu yapıların oluşum ve gelişim süreçlerini etkilemiştir. Hınçakların, Taşnaksutyunlara göre kitle içinde örgütlenme düzeyi daha zayıftır Yine Hınçaklar, Jöntürk muhalefetine başından itibaren daha mesafelidir. Ermeni Devrimci Fedarasyonu Jöntürk muhalefetine, 1902 ve 1907 Paris Kongre’lerinde olduğu gibi, daha angajedir.

1887 yılında Beyazıt Meydanı’nda 19 arkadaşıyla asılan Paramaz, Enternasyonalist bir devrimci ve Sosyal Demokrat Hınçak üyesidir.  Aynı süreçte Osmanlı topraklarında ilk Anarşist düşünce ve oluşumlar ortaya çıkar. Aleksander Atabekyan dönemin önemli kimliklerinden biri olarak iz bırakır. Bulgar ve Yunan devrimci hareketinde de önemli gelişmeler yaşanır. Üsküp, Selanik, İstanbul, Zonguldak, Bursa, Sofya, Beyrut, Adana proletaryanın geliştiği kentler olarak dikkat çeker. Selanik işçi hareketinin ve sosyalizm düşüncesinin ideolojik ve örgütsel merkezi işlevini görür.

Böylesi bir kökün, tarihin ve pratiğin yok sayılması Türkiye’de sosyalist hareketin tarihsel köklerinden kopmasını ve sınıfsal ve enternasyonal temellinin zayıf olmasını beraberinde getirmiştir. Ve bu yok sayılan tarih bir yanıyla da Türkiye Cumhuriyeti’nin makul gördüğü bir tarihtir.

1908: Geç ve kadük kalmış 1789

Yakın siyasal tarihin en önemli tarihsel momenti 1908’dir.

1908 kısa ve konsantre olarak şöyle tanımlanabilir: 1908, geç kalmış 1789’dur. Geç kaldığından dolayı da kadük kalmış 1789’dur. Çok milletli ve çok sınıflı bir hareket olarak gelişmiş ama ömrü kısa sürmüştür. Aslında 1908 akademide ve sosyalist çevrelerde tek boyutlu ve spekülatif bir şekilde ele alınmıştır. En başta 1908 momenti küresel düzeyde yüksek bir konjonktürün yansımasıdır. Özellikle bu yönün ihmali hareketin dinamiklerinin kavranmaması ve içeriğinin anlaşılmamasının yol açmıştır. 1873-1896 krizi kapitalizmin ilk yapısal/sistemik krizi olarak önem taşır. Aynı süreç emperyalizm çağına geçişi simgeler. Ayrıca kapitalist transformasyonda bir sıçramayı ifade eder. Altyapıdaki bu olağanüstü alt üst oluş, kapitalizmin entegrasyon sürecini hızlandırmış, uluslararası işbölümünün yeniden inşasının önünü açmış, kapitalizmin dikey ve yatay bütünleşmesini, yayılımını kendi karmaşıklığı içinde hızlandırmıştır. Özellikle çevre ülkelerin bu süreçten etkilenmemesi kaçınılmazdır. Rosa Luxemburg bu süreci kapitalist olmayan coğrafyalara yönelme üzerinden kurar ve sermaye birikimi için bu adımların kaçınılmazlığı üzerinde durur. Rosa, kapitalizmin sömürgeci bağımlılık ilişkilerini geliştirmediği sürece varlığını sürdüremeyeceğini vurgular. Hilferding kapitalist genişleme sürecini sermaye, emek dinamiği/ hareketleri ve korumacı devlet politikaları üzerinden açıklar. Lenin emperyalizmi kapitalizmin yeni bir evresi/aşaması olarak ele alır ve en başat karakterinin tekelleşme ve agresyon olduğunu ifade eder ve finans kapitalin ekonomik ve nüfuz alanı politikalarını analiz ederek küresel düzeyde kapitalizmin hızlı ve yıkıcı yayılımının üzerinde durur. Emperyalizm çalışması yeni evrenin karakteri ve ağırlıkta iktisadi temellerinin analizlerini içerse, Lenin, konuya ilişkin diğer makalelerini Emperyalizm Defterleri adlı çalışmasında toplar. Bu çalışmada Lenin, emperyalizmin siyasi muhtevası üzerinde durur. Aslında iki çalışma birbirini tamamlayan içeriktedir.

Kısaca bu gelişmelerin Osmanlı İmparatorluğu dahil çevre ülkelere yansıması, altyapıdaki büyük alt üst oluşa bağlı üstyapıda yeni ve radikal düzenlemeleri içeren sonuçlar yarattı. Farklı özgünlükte politik devrimler yaşandı. Rusya, Polonya, Mısır, Portekiz, Meksika, Çin gibi ülkelerde 1903-1911 arasında benzer gelişmeler görüldü. 

Tatil-i Eşgal Kanunu’nun çıkışı (1909) atmosferi boğan bir etki yarattı. 6 ay süren özgürlük ortamı hızla dağıldı. Özellikle 1912 Balkan Savaşı yeni bir momentum oldu. Bu süreç şiddetli gerici bir dalganın başlamasını ve İttihat ve Terakki’nin proto-faşist bir karaktere/yapıya dönüşmesinin önünü açtı. İdeolojik yönelim olarak Osmanlıcılık yerini Türkçülüğe bıraktı. Ardından Babıâali Baskını’yla (1913) İttihat ve Terakki iktidarı eline geçirdi. İttihat ve Terakki 1913-1918 arasında tek politik güç olarak hareket etti.

Bu süreç aynı zamanda sermayenin ve mülkün Türkleşmesi yönünde operasyonların gerçekleştiği yıllar olacaktı.

1915 sonrası Anadolu’nun kadim halkalarına yönelik tehcir, sürgün ve katliamlar bu eksende yürütüldü. Bir anlamda B. Anderson’un ifadesiyle Hayali Cemaatin inşasına başlandı. Bu noktada I. Paylaşım savaşına İttihat ve Terakki’nin emperyal arzularla aktif iştirak ettiğinin altı özellikle çizilmelidir. Balkanları kaybetmenin yarattığı şok ve ontolojik korku, Rusya’nın yenilgisi üzerinden Kafkasya ve Orta Asya’nın ele geçirilmesi şeklinde pan-Türkist politikalara evrildi. Bu amaçla geç kalan ve bu yönüyle agresyonu şiddetlenmiş Alman emperyalizminin Doğu politikalarına tam angaje oldu.  Ve emperyalist savaşta bir emperyal blokun aktif unsuru olarak tutum aldı. Anadolu’nun homojenleştirilmesi, demografik arındırılması ve sermayenin ve mülkün Türkleştirme operasyonları bu emperyal arzuların ve proto-faşist uygulamaların bir yansıması ve vücut buluşudur.

1919-23 momentini bu arka plan üzerinden okumak gerekir.

Özellikle Ekim Devrimi’nin yarattığı ve dünyayı sarsan atmosfer, savaşın yenilgiyle sonuçlanması, yıkım ve işgal Anadolu coğrafyasında başka bir tarihi olanaklı kılabilirdi. Bunun zeminleri de doğdu.

Başka bir tarih mümkündü

1919 yılında Şefik Hüsnü’nün önderliğinde kurulan Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası; kendisi eski İttihatçı olan, daha sonra sosyalizmden etkilenen ve müthiş bir karizma sahibi, Mustafa Kemal’in en tedirgin olduğu kimlik Çerkez Ethem ve mobilizasyon gücü yüksek, gerilla taktikleri uygulayan ağırlıkta Adigelerden oluşan pratik içinde şekillenmiş Kuvayıseyyare ve içindeki 700 kişilik Bolşevik taburun varlığı; Çerkes Ethem ve Kardeşleri Tevfik ve Reşit beyin kurucuları arasında olduğu İslami sosyalizm tasavvuru içinde olan ve sosyalizmin kurulması hedefiyle hareket eden Yeşil Ordu; Halk İştirakiyun Fırkası ve Meclisteki Kalpaklılar; Ekim devriminin etkisiyle Erzincan’da kurulan Şura (o dönemde Dersim, Bayburt ve Erzincan’ı kapsayan bölge Erzincan Vilayeti olarak anılıyordu ve Çarlık Rusya’nın kontrolündeydi) ve 1920’de TKP’nin kuruluşu; bütün bunlar Anadolu ve Mezopotamya topraklarında başka bir tarih ve geleceği mümkün kılabilirdi. Ne yazık ki, nesnel zeminlerine rağmen bu gerçekleşmedi. Bence bunun iki nedeni bulunuyor: Dönemdeki devrimci ve alternatif güçlerin koordineli olmaması ve bir devrimci programa uygun hareket etmemeleri ya da daha geniş manada bir iktidar perspektifiyle hareket etmemeleri, ciddi ve etkili bir güç olmalarına rağmen (dönemin olağanüstü koşulları içinde) kolayca etkisizleştirilmelerine yol açmıştır. İkincisi Mustafa Kemal’le simgelenen gücün ise hızlı, son derece reel politiker, oportünist ve petro-politik olarak şekillenen küresel jeopolitiğe uygun hareket edip, güç toplayıp, olası alternatifleri devre dışı bırakmasıdır. Bu manada Türkiye Cumhuriyeti kurtuluş üzerinden değil, gerçek manada bir kuruluş/inşa süreci yaşamıştır. Dönemin olağanüstü konjonktürü, emperyalizmle Bolşevizm arasında bir tampon ülke olarak şekillenen, Ortadoğu’yla bağı kopmuş, Misakımilliyle sınırlanmış bir ülkeyi tolere etmiştir. Mustafa Kemal’in performansı ise bu jeopolitiği fark etmesi ve buna göre konumlanmasıdır. Kuvayımilliye güçlerini de yekpare görmemek gerekir. 1923 öncesi ve sonrası sert ve kanlı iktidar savaşları yaşanmıştır.

1919- 1923 arası bu manada bir iç savaş süreci olarak ele alınabilir. Kadim halkların tasfiyesi devam etmiş, 1921 Koçgiri İsyanı bastırılmış, devrimci sosyalist potansiyel acımasızca tasfiye edilmiş, Maria Suphi’yle 16’lılar katledilmiştir. 1921 yılı kritik bir tarih ve dönemeç olarak dikkat çeker. Bir anlamda kırılma anıdır. Kısaca süreç karşıdevrimci bir dalga olarak yaşanmıştır. 1913-1918’in bir anlamda özgün bir devamıdır. 1923 sonrası işçi sınıfına uygulanan politikalarda benzer şekilde biçimlenecektir.

“Mali oligarşinin Bismarkizmi”

Militarist bir modernleşme şeklinde gelişen bu süreç işçi sınıfı ve ezilenler açısından sistematik bir karşıdevrimci süreç olarak kendini dışa vurdu. Türkiye Cumhuriyeti’nin tampon ülke olarak konumlanışı, TC’nin I. jeopolitiği olarak tanımlanabilir. Bu süreç aynı zamanda kuruluş zeminlerini oluşturdu. Savaş sonrası kurulan Yeni Dünya Düzeni Kemalizmin toplumsal-maddi zemini yarattı. Kıvılcımlı Kemalizmi “Ağa, tefeci, banker sistemi” olarak değerlendirir ve ekler “Kemalizm mali oligarşinin Bismarkizmidir”. İbrahim Kaypakkaya son derece yıkıcı bir teorik argümantasyon geliştirir. III. Enternasyonalin, Lenin dahil dönemin Bolşevik çizgisinin ötesinde Kemalizmi karşıdevrimci olarak tanımlar. Bu yüksek teorik sezginin oturduğu bağlam, İbrahim’in sınıfsal antagonizmanın tarafı olması ve tarih tezini proletaryanın tarihsel özneliği üzerinden kurmasıyla ilintilidir.

II. Paylaşım savaşına doğru Ebedi Şef yerini Milli Şef’e bırakacaktır. Bu dönemde de tehlikeli sınıf olarak proletaryaya yönelik baskı ve korporatist devlet uygulamaları devam etmiş, rejimin toplumsal temelini genişletmek için kuruluş döneminden başlayan köycü bir söylem ve pratik sürdürülmüştür. Halk Evleri’nin kuruluşu, Çiftçiyi Topraklandırma Reformu, Köy Enstütülerinin kuruluşu bu sürecin yansımalarıdır. Benzer uygulamaların erken tarihte İtalya’da Mussolini faşizmi ve 1932 sonrası Almanya’da Nazizm tarafından hayata geçirildiğini hatırlatmak gerekir.

Faşizmin yenilgisi ve savaş sonrası dönem iki kutuplu dünyanın kuruluşunu simgeledi. Dönem Soğuk Savaş dönemi olarak şekillendi.

Döneme sınıf açısından damgasını vuran gelişme ise 1946 Sendikacılığı oldu. Hareket sınıfın nesnel ve öznel şekillenmesinde çok önemli bir gelişme olarak dikkat çekti. Bu noktada hareketin gelişmesi ve şekillenmesinde hatta somut örgütsel biçimlenişinde sınıf içinde ısrarlı çalışan (Tarihsel TKP’nin sınıf içinde stratejik bir konumlanışı hiçbir zaman olmadı. TKP ağırlıkta bir aydın hareketi olarak biçimlendi. Yine de az sayıda özellikle Balkan göçmeni işçi kadroları bulunuyordu) komünist işçiler çok önemli rol oynadı. 1952 yılında kurulan Türk-İş, ilk başta bir Soğuk Savaş aparatı olarak konumlandı. Sınıfın korporatist bir yapı içinde ehlileşmesi ve kontrol altında tutulması amaçlandı. Benzer uygulamalar daha küçük ölçekte Milli Şef döneminde ve DP’nin ilk iktidar yıllarında devlet güdümlü kurulan işçi bürolarıyla yapılmak istendi.

İşçi sınıfının nesnel ve öznel şekillenişi

27 Mayıs 1960 darbesi kapitalist transformasyonun aktüel ihtiyaçlarına uygun üstyapıdaki değişimleri içerdi. Darbe ve sonrası adımlar Weberyen anlamda öz olarak rasyonal kapitalizmin yönünde düzenlemeleri kapsar. İktidar bloku içinde silahlı bürokrasinin bu hamlesi finans kapitalin ağırlığını artıran ve hegemonyasını yayan sonuçlar yarattı. 27 Mayıs ve özellikle 1961 Anayasası devrimci hareket içinde ciddi yanılsamalara yol açtı. Özünde rafine bir burjuva diktatörlüğünün inşasını ifade eden bu gelişmeler, aynı zamanda MGK’ya önemli misyon yükleyerek yürütme erkinin belirleyiciliğini artırmaktaydı. Bir manada bu anayasal düzenlemeler 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerinin hukuksal zeminlerini hazırladı. Aslında 27 Mayıs 1960 üzerine yapılan analizlerde en çok ihmal edilen boyut, kapitalizmin bir dünya sistemi olduğu ve interkonnekte bir karakter taşıdığıdır. 1960 konjonktürü küresel düzeyde aynen 1903- 1911 momentine benzeyen tarzda, periferide kapitalist yeni uluslararası işbölümüne uygun üstyapıdaki düzenlemeleri içirir. Başta anayasal düzenlemeler bu iş bölümünün gereği ve kapitalist rasyona uygun hamlelerdir. Bu noktada yapılan ilericilik vurguları düşündürücüdür ve Kemalizmin devrimci hareket üzerindeki ağırlığını dışavurur. Ayrıca Soğuk Savaş konjonktürü ve ABD’de Kennedy’nin başkan olma faktörü ve dönemde izlenen emperyal konsept yani İlerleme için İttifak politikaları önemlidir. Konsept ABD’nin küresel hegemonyasını yayan, başta Latin Amerika olmak üzere aşağıdan gelen devrim tehdidine karşı, kapitalist entegrasyonu derinleştiren, bu yönde adımlar atan ayrıca toprak sorununa yönelen, bu noktada kısmi toprak reformlarını programına alan ve pre-kapitalist unsurların tasfiyesini içeren politikaları kapsıyordu. İran’da Ak Devrim süreci bu paraleldeki gelişmelerden biridir. Latin Amerika’nın birçok ülkesinde farklı özgünlük ve yoğunlukta benzer gelişmeler yaşanmıştır.

1960’lı yıllar başka bir bağlamda sınıf savaşlarının yeni bir momentini simgeledi. Sınıf hareketi açısından muhteşem bir döneme geçiş oldu. Aslında şöyle bir yorum yapılabilir: 1835’le (Feshane Fabrikası’nın kuruluşu genel olarak işçi sınıfın doğuş tarihi olarak kabul edilir)-1960 arasını sınıfın uzun süreli mayalanma yada biriktirme süreci olarak tanımlayabiliriz.

1960 sınıfın toplumsal-maddi güç olarak ortaya çıkışını simgeler. Bu manada 1961 Saraçhane Mitingi bu çıkışı gösteren pratik olarak dikkat çeker. Aynı yıl işçi ve sendika önderleri tarafından kurulan TİP, emekçi yığınların siyasal arayışını ve sosyalizmle kurduğu bağı ortaya koyar. 1963 Kavel Direnişi ve Grevi, sınıfın haklarını kopara kopara alma geleneğini gösterir. 1965 Kozlu Direnişi ve 1966 Paşabahçe Grevi işçi sınıfının kendi sendikasını aradığı pratiklerdir. 1967’de DİSK kurulur. 1968-1969 Fabrika işgal eylemleri sınıfın kapitalizmin acıyan yerine vurma deneyimleri olarak önem taşır. 1969 Alpagut, 1970 Günterm özyönetim deneyimleri işçi sınıfının nasıl bir dünya istediğinin manifestolarıdır. Aslında vurgulanan kısaca şudur: “Üreten Biziz, Yöneten de Biz Olacağız” ya da “Fabrikalar, Tarlalar, Siyasi İktidar Her Şey Emeğin Olacak”. 1970, 15-16 Haziran ise antikapitalist bir ayaklanma olarak bir kopuşu simgeler. Sınıfın nesnel ve öznel şekillenişinin doruğudur.

Bu eylemlerin bütünü aslında devrimci komünist hareketi ana rahmine çağırma eylemleridir. Devrimci komünist hareketin nerede ontolojisini kuracağını göstermektedir. Rusya’da bu süreç farklı şekillenmiş/seyretmiştir. Devrimci komünistler yani Bolşevikler zaten işçi sınıfın içinde var olmuşlar, inşa olmuşlardır. Parti öncülü dönemde ve partinin ilk kuruluş döneminde Gece Dersleri, Ajitasyon Komiteleri daha sonraları Fabrika Hücreleri, Fabrika Parti Komiteleri gibi örgütlenmeler Bolşevizmin orada/(sınıfın içinde oluşlarını) ve o/(işçi komünistleri) olmalarını simgeler. Türkiye’de bu süreç farklı şekillenmiş işçi sınıfı, eylemleri ve pratikleriyle devrimci komünistleri ana rahmine çağırarak tarihsel rollerini oynamıştır. Yukarıda belirtiğimiz eylemlerin her biri bu manada işçi komünizmi için bir manifesto içeriğindedir.

’71 Devrimcileri sınıfın bu çağrısını duymuş, kulak vermiş ve sınıfla bütünleşmeye çalışmıştır. ’71 Devrimcilerinin en ayırt edici özelliği, bilinenin aksine bu yönleridir. Zaten ancak ihtilalci bir çizgi sınıfın çağrısını duyabilir ve harekete geçebilirdi. Sürecin hızlı ve sert geçmesi, hazırlıksız olunması, devletle açık çatışma ve yeterli örgütlülüğün olmaması istenen sonuçları yaratmamıştır.  Ama THKP-C, THKO’nun işçi sınıfına yöneldiği, bu yönde çalışmalar yürüttüğü ve kadrolarını seferber ettiği bilinmektedir. TKP-ML benzer faaliyetleri daha yoğun gerçekleştirmiştir. Özellikle İbrahim Kaypakkaya İstanbul’daki işçi eylemlerinin birçoğu içinde yer almış, iştirak etmiş, bazı fabrikalarda spesifik çalışmalar yürütmüş, fabrika komiteleri kurma girişimleri olmuş, hatta işçi çalışmalarında sınıfın profilini çıkarmıştır. Kendi sözleriyle “sınıfın en barbar kesimleri”/en yoksul, hızla harekete geçen ve radikalleşen kesimlerini tespit ederek bu kesimlerle organik bağlar kurmaya çalışmıştır. İbrahim aynı zamanda siyasal görev olarak işçi çalışmaları yürütmekle sorumludur. Şartlar sınıfla ontolojik ilişki kurmaya ve derinleştirmeye olanak vermemiştir. Ama arayışları ve yöntemleri son derece dikkat çekicidir. Benzer yaklaşımı yoksul ve topraksız köylüler içinde göstermiştir. İbrahim, en barbara ulaşma ve onu örgütleme arzusuyla hareket eder.

Kapitalist devlet özellikle 15-16 Haziran Ayaklanmasıyla alarma geçmiş, tarihsel ve ontolojik korkusu şiddetlenmiş ve ’71 Devrimcileriyle sınıfın kuracağı rezonansın yıkıcılığının farkında olarak hareket etmiştir. Karşıdevrim şiddetle saldırır.

’71 Devrimcileri imha edilmiş, işçi sınıfı ise bir nevi açlıkla ve işsizlikle terbiye edilmeye çalışılmıştır. 15-16 Haziran sonrasında hareketin taşıyıcı kadroları işten atılmış ve kara listeye alınmıştır. Sınıf bir nevi işsiz ve aç bırakılmıştır. Bütün bu süreçte DİSK sözünü ettiğimiz doğal işçi önderlerini korumak ve desteklemek noktasında son derece tutarsız tavır sergilemiştir.

12 Mart faşizmi kısaca yıkıcı sonuçlar yaratarak, sermayenin diktatörlüğünü pekiştirdi. Ve devletin yeniden yapılanmasının önünü açtı.

Devrimci dalganın yükselişi, sınıfın siyasal arayışları

Dalganın geri çekilişi 1973 sonrası önce toparlanma ve sonra hızla gelişme olarak kendini dışa vurdu.

1970’li yılların ikinci yarısından sonra Türkiye’de bir başka alemin yaratılma şansı olmasına rağmen bu şans değerlendirilememiştir. Aynı dönemde antifaşist mücadelede ciddi gelişmeler yaşanmış ve devrimci hareket olağanüstü güçlenmiştir. Ne yazık ki işçi sınıfıyla stratejik bir ilişki kurulamamıştır. Bu yön aslında devrimci hareket içinde sol popülist çizginin ağırlığını ve küçük burjuva devrimciliğin belirleyiciliğini ortaya koymaktadır. Bu durum ve olgu aynı zamanda bir tercih ve negatif bir Maeksizm “okumasıdır.” Alan bütünüyle CHP ve TKP’ye bırakılmıştır.

Özellikle sınıf 1970’lerin ortalarından sonra nesnel ve öznel olarak ciddi gelişmeler gösterir. 1976 1 Mayısı bu noktada önemli bir çıkıştır. Bir anlamda 12 Mart’ın yarattığı atmosfer bütünüyle dağıtılır. Pasifikasyon kırılır. 1976 DGM direnişi sınıfın siyasallaşma hamlesi olarak dikkat çeker. 1977 1 Mayısı, sınıfın çıplak gücünü ortaya koyar. MESS Grevleri sınıfın açıkça finans kapitale kafa tutuşunu gösterir. 1978 16 Mart, 1 Mayıs, Maraş Katliamları faşist dalganın şiddetleneceğini gösterir ve askeri darbeye giden sürecin kapıları aralanır. 16 Mart sonrasında sınıfın Faşizme İhtar Eylemi sınıfın siyasallaşmasının ve faşizme karşı kolektif duruşun simgesidir. Ve mobilizasyon gücünü ortaya koyması açısından son derece önemlidir. Benzer adım görkemli ve öfkeli bir şekilde Kemal Türkler’in cenazesinde atılır.

1980 Tariş Direnişi lokal düzeyin dışına çıkabilse, çıkartılabilseydi Türkiye’ye yayılan bir genel ayaklanmayı tetikleyebilirdi. Ya da gerçek manada yenilsek bile bizim Komünümüz olabilirdi, ama hazırlıksızlık, politik perspektifsizlik, strateji ve program yoksunluğu, sınıfla kurulan ilişkinin içeriği ve sınıfın yıkıcı gücünün gerçek manada farkına varılmaması bu fırsatın da kaçmasına yol açtı.

Kısacası Tehlikeli Sınıf güç topluyordu ve siyasal arayış içindeydi ve her görkemli eylemiyle devrimci komünistleri ana rahmine çağırmaya devam ediyordu. Toplumsal muhalefetin olağanüstü gelişmesi ve uluslararası konjonktür (İran’da Şah Rejimin yıkılması ve devrimin gerçekleşmesi, Afganistan’ın Sovyetler Birliği tarafından işgali, emperyalizmin ekonomik ve nüfuz alanlarında daralma ve yaşadığı sorunlar), 12 Eylül Askeri Faşist diktatörlüğünün önünü açacaktı.

12 Eylül faşizmi ve sınıfın muhteşem eylemleri

Neoliberalizm, 12 Eylül faşizminin ekonomi politiği oldu. Neoliberal kapitalizmin inşası periferide ağırlıkta faşist ve askeri diktatörlükler aracılığıyla inşa edildi. Latin Amerika bir laboratuvar işlevi gördü. 1970’lerin ortasında kapitalizmin yaşadığı yapısal kriz, kapitalizmin yeniden yapılanmasının ve yeni despotik emek rejimlerinin önünü açtı. 1983 yılında imzalanan Washington Uzlaşısı finans kapitalin yol haritası olacaktı.

Türkiye’de 1980 ortalarından sonra işçi sınıfı mobilize oldu. Özellikle Netaş Grevi (1986), Kazlıçeşme, Migros Grevi (1987), Laspetkim-İş’in eylemleri sınıfın korku duvarını yıktığını ve harekete geçtiğini gösterdi. 1988-1989 1 Mayısları toplumsal muhalefetin şekillenişini ortaya koydu. Ardından gelen 1 Mayıslar tam bir kafa tutuş olacaktı. 1989 Bahar Eylemleri yaygın taban örgütlenmeleriyle sınıfın kolektif ayağa kalkışını simgeledi. 1990-91 Zonguldak Madenci Yürüyüşü bir kent grevi olarak muazzam bir eylem oldu. Bir kentin başkente yürüyüşü işçi sınıfı mücadele tarihinde de silinmez izler bırakacaktı. İşçi sınıfı bu eylemiyle siyasal iktidar değişikliğine yol açtı. Eylem dünyada bir ilk örnek olarak dikkat çekti. Birkaç yıl içinde benzer bir eylem Romanya’da yaşanacaktı. 1991 Paşabahçe Grevi bir semt, özgün bir havza grevi olarak önem taşıdı.

1995 sonrasında kamu çalışanların fiili, meşru, militan sendikal örgütlenme arayışları sınıf hareketine güç ve mücadele azmi verdi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinden başlayarak hayata geçirilen korporatist uygulamaların bir yansıması olarak sınıfı içinde ayrıcalık bir kesim yaratma politikası uzun yıllar son derece etkili olmuş, ancak 1990’ların ortalarında tarihle randevu gerçekleşmiştir. Ancak aradan 30 yılı yakın zamanın geçmesine rağmen, kamu çalışanların nesnel ve öznel şekillenme sürecinin devam ettiğini söyleyebiliriz.

2000’li yılların başı özelleştirmelere karşı sınıfın etkin eylemlerine tanıklık etti. Seydişehir (2005), Seka (2005), Telekom (2007) gibi özelleştirmelere karşı fabrika işgali eylemleri ve farklı radikal eylemler yapıldı. Tekel Direnişi (2010) sınıfın sarsıcı ve muhteşem pratiklerinden biriydi. İşçi sınıfı başşehri işgal etti. Hava-İş Grevi (2013) stratejik işkollarında önemli şeylerin yapılabileceğini gösterdi ama geç kalınmış ve hazırlıksız yakalanılmıştı. Washington Uzlaşısı devrimci hareket tarafından iyi analiz edilebilse ve sınıf içinde stratejik konumlanma esas alınabilse ve bu perspektifle kuluçkaya yatılabilse ve uzun soluklu bir mücadelenin örülmesi yönünde hareket edilebilseydi, bu eylemlerin her biri antikapitalist kopuş pratiğine dönüşebilirdi. Uzlaşı çok erken bir dönemde küresel finans kapitalin sınıfa yönelik yıkıcı saldırılarının hangi stratejik sektörlerden başlayacağını alenen açıklamıştı. Sorun sınıfa bakış ve sınıfın yıkıcı ve devrimci enerjisinin görülmesi ve sınıflar mücadelesinin ritminin parçası olmaktı. 2013 Gezi Ayaklanması olağanüstü bir deneyimdi ve devrimin imkanını gösterdi. Sloganda ifade edildiği gibi “Sanki devrim göz kırptı”. Sınıfın yeni segmentinin ayağa kalkışını gösteren ve geniş yığınları mobilize eden hareket, yukarıda bahsettiğimiz hazırlıksızlık ve stratejik konumlanma eksikliğiyle geri çekildi. 2015 Metal Fırtınası bir havza, kent ve bölge grevi olarak dikkat çekti. Daha sonraki yıllarda özellikle 2022 Ocak-Şubat aylarında gerçekleşen yaygın lokal eylemler sınıfın diriliğini ve arayışlarını ortaya koydu. Yukarıda saydığımız görkemli eylemleri bir bütün olarak sınıfın devrimci komünist hareketi ana rahmine çağırma eylemleri olarak değerlendirebiliriz.

Maalesef bu çağrılara yanıt üretilemedi. Çünkü sorunun sadece örgütsel bir sorun değil, aynı zamanda ideolojik-teorik bir sorun olduğu çıplak bir biçimde ortadadır. İçinden geçtiğimiz süreçte ideolojik ve teorik ve politik-pratik bir rönesansın gerçekleşmesi yaşamsaldır. Aksi, yaşanan likidasyonun ve çürümenin derinleşmesi anlamına gelecektir.

Bu sürecin bir başka boyutta karşıdevrimci gelişmeleri tetiklemesi kaçınılmazdır.

Küresel fabrikanın atölyesi Türkiye

Son çeyrek asırda Türkiye kapitalizmi küresel kapitalizmin önemli tedarik merkezlerinden birine dönüştü. Bir anlamda Anadolu ve Mezopotamya coğrafyası küresel fabrikanın atölyesi haline geldi. Bu süreç bir başka boyutuyla modern çitleme ve proleterleşme süreci olarak yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor. 400’e yakın organize sanayi bölgesi, 40’a yakın özel bölge ve yine 40’a yakın serbest bölge proletaryanın yeni merkezleri olarak stratejik önem taşıyor. Artık Kürt illeri dahil hemen hemen her il proleter kentlere dönüşüyor. Örneğin Gaziantep ve Batman küresel tedarik odakları olarak işlev görüyor.

AKP iktidarı bu adımlarıyla ve hayırsever kapitalizm uygulamalarıyla bütünüyle finans kapitalin arzularına hizmet ediyor. Siyasi iktidar kültür ve kimlik politikalarını derinleştirerek sınıfın kolektif aksiyon yeteneğini massetmeye çalışıyor. AKP iktidarını siyasal İslamın yarattığı olanaklarla cumhuriyet tarihinde en etkin rıza mekanizmaları inşa eden ve finans kapitalin kâr açlığına en radikal çözümler bulan bir siyasal oluşum olarak değerlendirmek abartı değildir. Cumhuriyetin yüzüncü yılında işçi sınıfı tam anlamıyla bir abluka ve kuşatılmış içinde. Despotik emek rejimleriyle ağır sömürüye maruz kalıyor. Şiddetli atomizasyon yaşıyor. Yüzyıllık burjuva cumhuriyetin tarihinde işçi sınıfı için değişen bir şey yok.  Diğer ezilenler ve yok sayılanlarda olduğu gibi. Gelecek işçi sınıfın kendi eyleminde… Gelecek işçi sınıfının bağımsız, birleşik, örgütlü mücadelesinde…