1.) 6 Şubat depremleri Türkiye’yle birlikte çevre ülkelerin de sınıflar mücadelesini, toplumsal yapısını, siyasal dengelerini, ekonomik göstergelerini, demografik hareketlerini, rejimlerin işleyiş biçimlerini orta ve uzun vadede derinden etkileyecektir. Bu deprem, sadece doğal bir afet değil, tıpkı savaşlar, krizler ve pandemi gibi, büyük bir tarihsel-politik olaydır. Bu tarihsel-politik olayın çapını kavrayabilmek önemlidir. Modern Türkiye’nin kurulmasıyla sonuçlanan ve 1919-1923 yılları arasında yaşanan Kurtuluş Savaşı boyunca, yaklaşık 14 milyonluk bir nüfusa sahip olan Türkiye, yaklaşık 38.000 kayıp vermişti. 6 Şubat depremlerinden ise yaklaşık 15 milyon insan etkilendi ve ölü sayısı 43.000’i geçti. Depremden etkilenen bölgelerde, deprem dolayısıyla işsiz kalan ve işgücü piyasasının dışına itilen sigortalı işçiler, bütün Türkiye’deki sigortalı işgücünün %10,4’üne denk geliyor. Bu demek oluyor ki, bugün, Türkiye’de 10 sigortalı işçiden biri depremzededir. Bu verilerin anlatmakta olduğu, yaşanmakta olanın bir epizot değil, siyasi bir trajedinin tamamı olduğudur. 6 Şubat depremlerinin yarattığı toplum durumu, bir doğal afetin doğal sonucu değil, Türk kapitalizminin çürüme ve çöküş evresinde oluşunun korkunç bir ifadesidir.
2.) 6 Şubat depremlerinde verilen kayıplar ve ortaya çıkan sosyal enkaz, Türkiye burjuvazisinin işçi sınıfına dönük sürdürdüğü “iç savaştan” bağımsız düşünülemez. 2002 ile 2022 yılları arasında, işçi sağlığı ve güvenliği önlemlerini değil, ancak kâr oranlarını merkeze koyan neoliberal politikalar neticesinde, en az 30.000 işçi iş cinayetlerinde hayatını kaybetti. Mart 2020’de Türkiye’de de patlak veren pandemi sonucunda, gerekli kapanma önlemleri alınmadığı, fabrikalar ve işyerleri açık tutulduğu, işçiler üretim bantlarında virüse maruz bırakıldığı için 101.000 insan hayatını kaybetti. Ve bugün, inşaat sektörünün oligarklarının palazlanması uğruna yasal ölçütlere bağlı kalınmadan gerçekleştirilen yapılaşma nedeniyle, 43.000’in üzerinde insanın hayatını kaybetmiş olmasıyla karşı karşıyayız. Bunlar münferit olaylar değil, ama emekçi halkın kaynaklarına parazit gibi yapışmış olan ve toplumsal olarak azınlıkta olan sömürücü bir asalak sosyal kesimin, kendi ayrıcalıklarını muhafaza etmek ve derinleştirmek için sürdürdüğü kanlı sınıf savaşının çeşitli veçheleridir. Hiç şüphe yok ki Türkiye, uzun yıllardır olduğu üzere bugün de binlerce insanın hayatının kurtarılabilmesi ve milyonlarca insanın sömürüden ve baskıdan özgürleşmesi için, bu asalak toplumsal katmanların bütün ayrıcalıklarıyla yetkilerinin ellerinden alınmasını zorunlu kılan tarihsel bir virajdadır. Dolayısıyla önümüzdeki siyasal görevler yalnızca 6 Şubat depremlerinin yol açtığı toplumsal durum ile değil, aynı zamanda bir iktidar mücadelesi anlamına gelen bu tarihsel viraj tarafından da belirlenmektedir.
3.) 6 Şubat depremlerinin yarattığı sosyal enkaz, on yıllar boyunca, doğrudan doğruya uluslararası emperyalist işbölümü ve Türk kapitalizmi tarafından hazırlandı. Depremin ardından yaşanan toplumsal ve ekonomik çöküş, emperyalist işbölümü gereği Ortadoğu kapitalizminin elitlerinin ranta dayalı bir servet biriktirme metodunu uygulayarak ülke altyapılarını ve sanayisini niteliksel bir seviyeye çıkarmak noktasında gösterdikleri siyasal acizliğin bir ifadesidir. Bu durum, dünya kapitalizminin işleyiş yasalarından biri olan eşitsiz ve bileşik gelişimin ülkemizde ve bölgemizde yaşanan en net ifadelerinden birisidir. Petrole, inşaata, silah ticaretine, finansa ve borçlanmaya dayalı bir sermaye birikim modeli benimsemiş olan Ortadoğu ve Türkiye rejimleri, böylece bölgedeki halkların bağımsız ulusal gelişimlerini engellemiş, bu ülkeleri daha fazla dışarıya bağımlı kılmış, sonuç olarak bu tip doğal ve toplumsal yıkım anlarında bu ülkelerin kendi kaynaklarıyla ve bağımsız ulusal deneyimleriyle söz konusu afetlerle yüzleşme kapasitesini neredeyse yok etmiştir.
4.) Türkiye’nin ve Suriye’nin dış kaynaklara ve yabancı sermayeye daha da bağımlılaşmasını ve böylece bu ülkelerin çeşitli sosyal felaket anlarında aciz kalmasını sağlayanlar, doğrudan doğruya bu ülkelerin rejimleri olmuştur. Her iki ülkedeki rejim de temsil ettikleri oligark blokların varsıllaşması uğruna rantiye, finansal spekülasyon ve kamu kaynaklarının yağmalanmasına dayanan bir sermaye birikim yöntemini hayata geçirdi ve böylece, en yakıcı anlarda emekçi halkın yaslanabileceği herhangi bir bağımsız ulusal ekonomik güvencenin zeminini yok ettiler. Şirketlerin ve bankaların Türkiye işlemlerinde 2022 yılı için açıkladıkları rekor kârlar ile 6 Şubat depremlerinin etkilediği illerde yaşanan sosyal ve ekonomik çöküş, birbirlerinden bağımsız olgular değiller. Bunlardan birincisi, bütün yönleriyle ikincisinin toplumsal şartlarını hazırladı.
5.) Bir kere daha görmekteyiz ki çağdaş küresel kapitalizmin, özel mülkiyet merkezli üretim ilişkilerinin muhafaza edilmesi uğruna hayatta tutmaya çabaladığı siyasal üstyapı biçimi olarak ulus-devlet yapılanmaları, afet anlarında en temel ve yakıcı insani ihtiyaçların karşılanması noktasında kolaylaştırıcı değil, aksine engelleyici bir rol oynamaktadır. Türk rejiminin bütün afet yönetimi koordinasyonunu kendi devlet organlarında birleştirmeyi dayatması ve bu dayatmanın, işçi-halk inisiyatifleriyle bir çatışma yaşamış olması, yaşayan ölü olan kapitalist devlet aygıtının tarihsel miadının dolmuş olduğunun bir göstergesiydi.
6.) Sınıf bağımsızlığı politikasının geçerli olmadığı veya silikleştiği herhangi bir konunun veya alanın olduğu kanaatinde değiliz. Bu ilkemiz, 6 Şubat depremlerinin ardından ortaya çıkan vahim tablo için de geçerlidir. Saray rejimi ile Türk kapitalizminin doğal afet durumları karşısında verdiği cinai refleksleri düşündüğümüzde, sınıf bağımsızlığı politikası bu konuda daha da yaşamsal bir karakter kazanmaktadır. Bu bağlamda Nisan 2021 tarihinde Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ve İç İşleri Bakanlığı arasında imzalanan 2021 Afet Eğitim Yılı Kapsamında İşbirliği Protokolü’nü hatırlatmayı gerekli görüyoruz. İç İşleri Bakanlığı’nın internet sitesinden “Bakanımız Sn. Soylu ve DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu Tarafından 2021 Afet Eğitim Yılı Kapsamında İşbirliği Protokolü İmza Töreni Gerçekleştirildi” başlığıyla duyurulan bu haberde şu satırlara yer verilmişti:
“Bakanımız Sn. Soylu, 2021 Afet Eğitim Yılı kapsamında yürütülecek faaliyetlerin AFAD ile eş güdümlü olarak yürütülmesini amaçlayan protokol kapsamında, bugüne kadar 13 bakanlık, 172 üniversite, 9 sendika ve oda, 11 kamu kurumu, sivil toplum kuruluşu ve banka ile iş birliği sağlandığını belirterek, bu sayıyı sürekli artırmaya çalıştıklarını ve tam bir seferberlik halinde olduklarını söyledi.”
Biz, bu sınıf işbirlikçi politikayı, partimizin 2022 Ağustos’unda yaptığımız kongresinin başlıca politik dokümanında, aşağıdaki satırlarla eleştirmiş ve doğal afetlerin toplumsal sonuçları karşısında işçi örgütlerinin başındaki bürokratik kastın rejimle ortak çalışmayı kabul etmesinin, proletaryanın siyasal bağımsızlık ihtiyacına ihanet eden ve yaşanması muhtemel ölümlerin karşısında rejimin sorumluluğunu hafifleten bir çizgi olduğunu ifade etmiştik:
“Sedat Peker’in ifşalarıyla birlikte rejimin İçişleri Bakanlığı’nın başında bulunan Süleyman Soylu’nun yaşadığı ve daha sonra da rejimin geneline yayılan krizi hatırlayalım: Bu krizden henüz bir ay önce DİSK Genel Başkanı Arzu Çerkezoğlu, DİSK Genel Sekreteri Adnan Serdaroğlu, DİSK Genel Başkan Yardımcısı Remzi Çalışkan ve DİSK YK üyesi Seyit Aslan bu İçişleri Bakanı ile aynı fotoğraf karesinde pozlar verdi (Nisan 2021). Türk Stalinizminin çeşitli partilerinin temsilcileri de olan bu isimler, rejimin bu önde gelen temsilcisiyle bu pozları verirken, valilikler 1 Mayıs gündemli toplanmaları yasaklıyordu. Soylu ile yapılan toplantının gündemi olarak belirlenen olası doğal afetler, rejimin belki de Kürt sorunuyla birlikte en büyük sıkıntıları yaşadığı yumuşak karnıydı. (…) [Sendikal bürokrasinin] bu doğal afetlerin sosyal sonuçlarının sorumlusu olan rejimin üst düzey temsilcisiyle aynı fotoğraf karesine girmesini rejim, kendisine sendikalı işçilerin gözünde soldan meşruiyet sağlamak için kullandı.”
7.) Düzen muhalefeti ve liberal eleştirmenler 6 Şubat depremlerinin ardından bilim, akıl ve liyakat merkezli bir yeniden inşa politikası önermeye başladı ve iktidarı halihazırdaki bilimsel uygulamaları hayata geçirmemekle suçladı. Ancak sorun tek başına, doğal afetlere karşı bilimsel uyarıları dikkate alacak siyasal basirete sahip kadroların yetiştirilmesi veya yönetim kademelerine gelmesi değildir. Sorun, bilim ve akıl merkezli politikaların hayata geçirilmesinden hangi sınıfın çıkarı olduğu ve hangi sınıfın bu politikaları uygulama kapasitesine sahip olduğudur. Kapitalist sınıfların egemenliği altında bilim ve teknoloji toplumların ihtiyaçları ile refahını değil, ancak serbest piyasanın ve dünya pazarının ihtiyaçlarını merkeze alarak gelişmektedir. İşçilerin ve yoksul halkın hayatlarının korunmasını sağlayabilecek olan bilim merkezli politikaların hayata geçirilmesinden çıkar sahibi olanlar, yine işçiler ile yoksul halktır. Depremlerin yaşanmasının ardından bölgeye akın eden ve sahada sınıfsal konumlarından kaynaklanan pratik yeteneklerini seferber eden çeşitli emekçi sektörleri bir kere daha göstermektedir ki, çeşitli doğal ve sosyal kriz anlarında toplumun genelini koruyabilecek liyakate ve yeteneğe sahip olan bir tane sınıf vardır ve o da işçi sınıfıdır.
8.) Depremlerin ilk anlarından itibaren enkazların başında madenciler, inşaat işçileri ve vinç operatörleri oldu; devletin giremediği şehirler ile köylere motokuryeler girdi; sokaklarda ve çadırlarda sağlık emekçileri yardım için seferber oldu. Proletarya, üretim sürecinde edindiği pratik bilginin kendisine kazandırdığı ve sadece kendisinde olan sınıfsal yetenekleri her alanda kullandı ve binlerce hayat kurtardı. Sadece bu durumun kendisi dahi, neden, 21. yüzyılda küresel kapitalizmin dayattığı barbarlığın ilga edilerek, yerine bir işçi sınıfı iktidarının kurulmasının gerektiğini açıklamaktadır. Ancak Türkiye işçi sınıfının hayatları kurtarmak için başlattığı seferberliğin birtakım sınırlılıkları da vardı. Bu sınırlılıklar, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetten ve kafa emeği ile kol emeği arasındaki tarihsel ayrışmadan kaynaklanıyordu. Vinçler kolektif mülkiyet olmadığı için, günlerce onların bölgeye gönderilmesi ve enkazlar için çalıştırılması beklendi. Madenler kolektif mülkiyet olmadığı için, deprem bölgelerine gitmek isteyen binlerce maden işçisinin üretim sahalarını terk etmesine izin verilmedi. Emek gücü ile entelektüel mülkiyet arasındaki tarihsel bölünme, birçok teknik ve teknolojik olanağın işçi sınıfının otoritesi altında kullanılmasına engel oldu. Üretim araçlarının üzerinde sosyal mülkiyet ilişkilerinin kurulması ve insanlığın bütün teorik, bilimsel, teknik bilgi havuzunun işçi sınıfının kullanımına ve hizmetine açılması, dün olduğu gibi bugün de yakıcı bir gereksinim olmayı sürdürmektedir. Proletaryanın elinin altındaki pratik sınıfsal yetenekleri, üretim araçlarının kontrolü ve teoriyle sentezlenmelidir. Zira hayatları kurtarma kapasitesine sahip olan biricik sınıfın, hayatı üreten sınıf olduğu bir kere daha ispatlanmıştır.
9.) İddiamız şu: Üretici güçlerin mevcut gelişmişlik düzeyi, 6 Şubat depremlerinin ardından ortaya çıkan toplumsal yıkımın ve krizin doğmamasını sağlayabilirdi. İnsanlığın elinin altında depremin yıkıcı sonuçlarını önleyebilecek kültürel ve bilimsel birikim, teknik ve teknolojik yeterlilik, verimli üretim olanakları, uluslararası koordinasyon şansı, siyasal ve ekonomik planlama yeteneği vardı. Bunlar mevcuttu ama kullanılamadı. Neden? Çünkü bunların kullanılabilmesi için üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması, piyasa rekabetinin sonlandırılarak bilimsel, merkezî ve insan ihtiyaçlarına cevap veren rasyonel bir ekonomik planlamaya geçmek gerekir. Kapitalizm kendisinin yıkılmasındansa bir bütün olarak insanlığın yıkımını yeğliyor. İnsanlık uygarlığının ayakta kalabilmesi ise, kapitalizmi yok edecek olan işçi sınıfının tüm emekçi halk ile birlikte iktidarı kendi ellerine alabilmesine bağlıdır.