Tarihinin en derin ekonomik bunalımını yaşamakta olan Lübnan’da, 4 Ağustos günü Beyrut limanında gerçekleşen şiddetli patlamanın açığa çıkarttığı, devasa bir yıkım ve kitlelerin dizginlenemez hiddeti oldu. 2013 yılından bu yana ülkenin en önemli limanında bir depoda bekletilmekte olan 2 bin 750 ton amonyum nitratın patlaması sonucu 200’ü aşkın kişi hayatını kaybederken, 5000’den fazla kişi yaralandı ve 300 bine yakın Lübnanlı evsiz kaldı. Yıkımın boyutlarını gözler önüne seren bu rakamlara patlamanın yaratacağı orta ve uzun vadeli ekonomik ve toplumsal sonuçlar da eklendiğinde Lübnanlı emekçiler için tablo çok daha vahim bir hale bürünüyor.
Öte yandan, patlamanın gerçekleştiği konjonktür, 2019 yılı Ekim ayından bu yana ülkenin içerisinden geçmekte olduğu devrimci sürece tekabül etmekte. Ekonomik çöküşe karşı mücadeleleri mezhepçi rejime karşı öfkeleriyle birleşen Lübnanlı emekçiler dokuz ayı aşkın bir süredir seferberliklerini sürdürürken yaşam koşulları zaten COVİD-19 pandemisiyle daha da kötüleşmişti. Böylesi bir süreçte gerçekleşen patlama kitlelerin rejime karşı hiddetlerinin zembereğinden boşanmasına yol açtı.
Hükümet, patlamanın ardından kendisine yönelecek olan öfkenin önünü kesebilmek adına bir yandan sorumluların tespiti için bir komisyon oluşturulacağını söylese de diğer yandan olağanüstü hal ilan edip Beyrut sokaklarında orduya geniş yetkiler vererek kitleleri sindirmeye çalıştı. Ancak Lübnan emekçi halkının gözünde patlamanın sorumluları belliydi ve “Halk rejimin yıkılmasını istiyor” sloganlarıyla sokakları terk etmediler. Seferberliklerin altıncı gününde Hasan Diyab hükümeti, birçok bakanının görevinden ayrılması sonucunda istifasını sunmak zorunda kaldı. “17 Ekim Devrimi’nin” alaşağı ettiği Saad Hariri hükümetinin (Hariri hükümeti 29 Ekim 2019’da istifa etmişti) ardından, 21 Ocak tarihinde göreve gelen, demokratik gerici karakterli teknokrat hükümet altı ayın sonunda, bir kez daha kitlelerin seferberliği sonucunda görevini bırakmak zorunda kaldı.
Kitleler hükümeti istifaya zorlayarak önemli bir kazanım elde ettiler. Ancak Diyab istifasını sunarken iki ay içerisinde erken seçim yapılacağını açıkladı: Yani çürümenin eşiğindeki Lübnan kapitalizmi, yolsuzluğa bulaşmış, yozlaşmış, mezhepçi rejimini ayakta tutabilmek adına Diyab hükümetinin ardına saklanıp, kendi paçasını kurtarmayı deneme yoluna gitti.
Yozlaşmış bir rejim, çürümüş bir kapitalizm
Tek başına Beyrut limanında gerçekleşen patlama dahi ülkedeki düzenin yozlaşmışlığını ve çürümüşlüğünü gözler önüne sermeye yeterli bir örnek niteliğinde. 2 bin 750 ton amonyum nitratın altı yıldan fazla bir süre limanda bekletilmesi, çeşitli uyarılara rağmen taşınması adına herhangi bir adım atılmaması, patlamanın sorumluluğunun oldukça geniş bir çepere yayıldığının kanıtı. Ve bu sorumluluk, yöneticilerin “ihmali” ya da “beceriksizliği” gibi bireysel düzeylere indirgenemeyecek vaziyette. Karşımızda duran, kapitalizmin insan hayatı yerine kârlılığı ön planda tutan vahşi, sömürücü düzeni ve bu düzeni temsil eden Lübnanlı mezhepçi politik liderlerin tamamı. “Ortadoğu’nun İsviçre’si” sıfatıyla emperyalizmle işbirliği içerisinde kayırmacı, mezhepçi bir düzen inşa eden, neoliberal politikalarla, özelleştirmelerle Lübnan halkının birçok kamusal hizmete erişiminin yolunu kapatan, ülkedeki bankaların hissedarları olup kârlarına kâr katan, ekonomik krizle birlikte emekçi halkın bankadaki parasına erişim kısıtlaması getirip, kendi servetini yurt dışına kaçırmaya çalışan bir rejimin temsilcileri…
2019 yılından bu yana Lübnanlı emekçiler derin bir ekonomik krizle mücadele içerisindeler. 2019 yılı Ekim ayında ülkedeki devrimci süreci başlatan da kitlelerin krizin faturasını ödememek ve kemer sıkma politikalarına karşı durmak için sahneye çıkışlarıydı. COVİD-19 pandemisiyle birlikte kriz daha da derinleşti. Ülkenin dış borç miktarının GSYH’nin (Gayri Safi Yurtiçi Hasıla) yüzde 170’ine tekabül eden 92 milyar dolara ulaşmasının ardından, hükümet mart ayında temerrüde düştüğünü açıklamıştı. Bankalar emekçilerin hesaplarındaki paralarına erişimlerine sınırlandırmalar getirirken, enflasyonun yüzde 400’lere yükselmesi, Lübnan halkının alım gücünü yerle bir etmiş durumda. Çalışabilir nüfusun yüzde 55’e yakınının işsiz olduğu ülkede, toplam nüfusun yüzde 60’a yakını yoksulluk sınırının altında bir yaşam sürdürmeye çalışıyor. Emekçi halkın elektrik ve temiz su gibi temel kaynaklara erişiminde ciddi eksiklikler söz konusuyken, pandemiyle derinleşen krizle beraber buğday ve ilaç gibi can alıcı maddelere ulaşımda da önemli sorunlar açığa çıkmıştı.
Böylesi bir atmosferde gerçekleşen patlamanın ekonomik ve toplumsal sonuçları itibariyle ülkedeki koşulları daha da kötüleştireceği aşikâr. Üretimden ziyade ithalata dayalı bir ekonomik modele sahip olan Lübnan’ın birincil önemdeki limanı yok olmuş durumda ve diğer limanlar ise iktidar tarafından gerekli yatırımlar yapılmadığından, aynı kapasiteyi taşıyabilecek durumda değil. Patlama öncesinde buğday ve ilaç gibi temel ihtiyaç maddelerine erişimde aksaklık yaşanırken, Beyrut limanında yer alan buğday ambarının patlama sonucu yok olması ve yine Beyrut’un iki önemli hastanesinin patlamadan ağır hasar alması, önümüzdeki süreçte, pandemiyle birlikte olası bir gıda ve sağlık krizi tehlikesini de beraberinde getirmiş oldu. Ek olarak da 300 bini aşkın Lübnanlının evsiz kalmış olması, şehirde birçok binanın yıkılması ve önemli bir miktarının da ciddi hasar görmüş olması tabloya eklendiğinde hem ekonomik krizin hem de rejimin yönetememe krizinin sonuçlarının ağırlığı gözler önüne seriliyor.
İşte, 1975-90 yılları arasında ülkede gerçekleşen iç savaşın ardından, 1989 yılında imzalanan Taif Anlaşması sonucunda emperyalizm ve İran (Hizbullah) ortaklığında, Lübnan’da inşa edilen dışa bağımlı ve mezhepçi rejimin ülkeyi sürüklemiş olduğu kapitalist enkaz. Sınıf çatışmalarını kapitalist sömürü lehine, mezhepçi temellerde görünmez kılmayı hedefleyen rejimin ulaştığı nokta; Şii, Sünni ya da Hristiyan mezhep liderlerinin ve politikacıların azılı kapitalistler haline gelerek, en zengin 100 listelerine girmesi, servetlerine servet katmaları ve emekçi halk nezdinde mezhepçi perdenin aşınmaya başlaması.
Lübnan’ın içinden geçmekte olduğu böylesi derin bir toplumsal ve ekonomik kriz ortamında emperyalist kapitalist akbabalar ise ellerini ovuşturarak bir yandan kitle seferberliklerine rağmen rejimi ayakta tutarak kendi çıkarlarını garanti altına almanın, öte yandan da ekonomik krizin ve patlamanın yarattığı çöküşten Lübnan’a “ekonomik yardım paketleri” iletip, Beyrut’un yeniden inşasında rol kaparak kârlarını yükseltmenin peşindeler. Kısacası, borçlandırma yoluyla ülkenin dışa bağımlılığını pekiştirme arayışındalar. Patlamanın ertesi günü Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un ülkeye yaptığı ziyaret tam da bu düzleme oturmakta.
Lübnanlı emekçi kitleler, dışarıdan gelecek herhangi bir “ekonomik yardım paketinin” kendilerine “ekonomik kesinti planı” olarak yansıyacağının bilincinde olarak Macron’un ziyaretine karşı yeniden seferber oldular. Patlamanın yıkımına, ekonomik enkaza, mezhepçi, kayırmacı, yolsuz rejime karşı öfkelerini birleştirdiler.
“İlmikleri hazırlayın”
Lübnan’ın içerisinden geçmekte olduğu devrimci sürecin başlangıcında olduğu gibi, kitleler ekonomik ve rejim karşıtı demokratik, toplumsal talepleri uğruna bir kez daha ayaklandılar: “Halk rejimin yıkılmasını istiyor!”, “Defolun, hepiniz katilsiniz!”, “İlmikleri hazırlayın!”
İktidarın kitle hareketini bastırmak adına olağanüstü hal ilan ederek orduya geniş yetkiler tanımasına ve kolluk kuvvetlerinin plastik mermi, göz yaşartıcı gaz ve gerçek mermi kullanarak seferberliklere sert müdahalesine rağmen emekçi halk sokakları terk etmedi. 8 Ağustos günü için ilân edilen “öfke günü” kapsamında Şehitler Meydanı’nda toplanan Lübnanlı emekçiler mezhepçi siyasetçilerin idam sehpasındaki maketlerini taşıyarak, patlamanın ve ülkedeki ekonomik çöküşün sorumlularının, yani mezhepçi rejimin temsilcilerinin, yargılanmasını talep ettiler. Enerji, Dış İşleri ve Ekonomi Bakanlıkları ile Lübnan Bankalar Birliği’nin ofisleri ve birçok bankanın genel müdürlükleri kitleler tarafından işgal edildi.
Patlamanın sorumlularının araştırılması için bir komisyon kurulacağını duyuran Diyab hükümeti kitlelerin basıncı karşısında erken seçim başvurusunda bulunacağını açıklasa da bu Lübnanlı emekçilerin sokaklardan çekilmesine yol açmadı. Seferberliklerin devamıyla birlikte, Maliye, Enformasyon, Çevre ve Adalet Bakanları’nın istifasının ardından Hasan Diyab hükümeti de iki ay içinde erken seçim yapılacağını açıklayarak istifasını sundu.
“17 Ekim Devrim’inin” başlattığı sürecin ardından Saad Hariri hükümetinin istifasının sonrasında, çıkarları mevcut rejimin devamını garanti altına almakta yatan Lübnanlı kapitalistler ve mezhepçi liderler, Hasan Diyab önderliğinde bir teknokrat hükümetin kurulmasında fikir birliğinde bulunmuştu. Egemenlerin temel amacı, kitlelerin rejim karşıtı taleplerini, düzen içerisinde yapacakları kısmi demokratik düzenlemeler –örneğin, daha demokratik bir seçim yasasının hazırlanması– vasıtasıyla soğurarak, ekonomik ve toplumsal dönüşüm taleplerini erteleyip, kapitalist sömürü politikalarının sürekliliğini sağlamak idi.
COVİD-19 pandemisinin başlangıcı ve bunun sonucunda kitle hareketinin geri çekilişiyle birlikte Diyab hükümeti bu plan doğrultusunda zaman kazanmış olsa da salgının ekonomik ve toplumsal koşulları ağırlaştırması nisan ayında Lübnanlı emekçilerin yeniden seferber olmasının önünü açmıştı. Gelir dağılımındaki eşitsizliğin, işsizliğin, mezhepçi rejim temsilcilerinin yolsuzluklarının, yani temel taleplerinin çözümü yerine derinleşerek sürdüğünü gören emekçi halk, patlamanın açığa çıkardığı yıkım ile birlikte devrimci seferberliğine ivme katarak Diyab hükümetinin de sonunu getirdi.
Ancak Lübnanlı kapitalistler ve mezhepçi liderler, erken seçim çağrısının ardına sığınarak, emperyalizmle işbirliği içinde yeniden rejimlerini ayakta tutma çabasındalar. Bunu yapmaya çalışırken dayandıkları en temel faktörler ise, devlet aygıtı eliyle kitlelere uyguladıkları baskı, “ulusal birlik hükümeti kurulsun” benzeri demokratik gerici çağrılar ve belki de en önemlisi, kapitalist sömürü politikaları sonucunda ne kadar aşınmış olsa da ülkede halen varlığını sürdüren mezhepçi bölünme.
Erken seçim çağrısına karşı, Lübnanlı emekçilerin rejimden ve kapitalist sömürü politikalarından kopuş doğrultusunda sürdürmekte oldukları mücadelelerinde de en belirleyici olacak unsur, emperyalizm ve ülke egemenleri tarafından devamlı olarak kullanılmaya çalışılan mezhepçi ayrımlar karşısına, emekçilerin, kadınların, gençlerin ve tüm ezilenlerin sınıfçı birliğini yerleştirmek ve onu inşa etmek olacak.
Hepsi gitsin: Erken seçim değil! Bağımsız ve egemen bir Kurucu Meclis!
Bu birliği oluşturmanın temeli ise emperyalizmin ve Lübnanlı kapitalistlerin rejimi muhafaza etmek adına başvurabilecekleri tüm manevraların karşısında seferberlikleri sürdürebilmekten ve mücadele içinde özyönetim örgütlenmelerini hayata geçirebilmekten geçiyor. On ayı aşkındır kendiliğinden bir şekilde sürmekte olan seferberliklerin içinde bu tip organların henüz tam anlamıyla açığa çıkamamış olması ve ayaklanmanın önderlikten yoksun bir şekilde seyrediyor oluşu mevcut rejimden kopuşta bir alternatif noksanlığına işaret ediyor olsa da, Lübnan emekçi halkının ekonomik ve toplumsal çöküşe karşı direngen mücadelesi sürüyor.
Bu noktada, mücadele halindeki kitlelerin ve Lübnanlı sosyalistlerin, kendi özyönetim organlarını, rejimden ve kapitalist sömürü düzeninden kopuş yönünde bir acil eylem planı ile birlikte açığa çıkartmaları devrimci sürecin seyrinde sömürülenler ve ezilenler lehine büyük bir ileri adım olacaktır.
Bu yolla, egemenlerin rejimi ayakta tutmak adına başvurdukları seçim manevrasının karşısına, ülkenin içerisinden geçmekte olduğu tüm sürecin sorumlusu mezhepçi, yozlaşmış ve yolsuz rejimden ve onu ayakta tutan anayasadan keskin bir kopuş için, “hepsinin gitmesi” için, bağımsız ve egemen bir Kurucu Meclis’in oluşturulması hedeflenebilir.
Tabii Lübnanlı kitlelerin seferberliği daha ileri bir düzeye sıçrayarak bağımsız ve egemen bir Kurucu Meclis talebini aşan bir noktaya erişirse, yine bu vasıtayla, emperyalist kapitalist sömürü politikalarından kopuş ekseninde, dış borç ödemelerinin iptali, bankaların ve özelleştirilen tüm kamu kuruluşlarının tazminatsız kamulaştırılması yönünde, merkezi ve planlı bir ekonominin oluşturulması adına bir işçi-emekçi hükümetinin inşasına ivme kazandırılabilir.
COVİD-19 pandemisinin küresel krizi derinleştirmesiyle birlikte, “sosyalizm ya da felaket” tanımlaması yapabileceğimiz bir dünya durumu içerisinden geçmekteyiz. Böylesi bir dünya konjonktüründe mücadele halindeki Lübnan emekçi halkının, rejimden ve kapitalist sömürü düzeninden çıkabileceği bir alternatif yaratabilmesi, dünya emekçi halklarına önemli bir örnek teşkil edecektir. Biz enternasyonalist devrimcilere düşen ise, Lübnanlı kitlelerin bu mücadelesini politik ve örgütsel olarak desteklemek ve onunla dayanışmanın yollarını geliştirmektir.