COVID-19 salgını, dünya ekonomisi ve Türkiye
Dünya ekonomisi 2008 yılından beri yapısal bir kriz içinde olsa da bu krizin gidişatı zikzaklı ilerledi. Ülkeden ülkeye farklılık gösteren bu krizin, 2020 yılına gelindiğinde dünya genelinde aşılamadığı görüldü. Fakat herkesin dilinde -Covid19 salgını henüz peyda olmamışken- 2020’nin küresel resesyon yılı olacağına dair söylenceler vardı. Çeşitli veriler ışığında 2020’nin ekonomik açıdan umut vadetmediği anlatılıyorken, küresel ölçekte bir virüs salgınının tüm dünyada arz ve talebi şoka uğratıp neredeyse durduracak düzeye indireceğini kimse hesaba katmamıştı. Oysa böyle bir salgının SARS ve MERS gibi korona tipi virüs epidemilerinin ardında çok olası olduğu dillendiriliyordu. Bu tip bir salgının pandemiye yol açma ihtimalinin yüksekliği yıllardır bilim dünyasında konuşuluyorken bununla ilgili hiçbir önlem almayan kapitalizmin kendisidir. Dolayısıyla bu pandemi kapitalizmin krizine dışsal bir etki olarak değerlendirilemez. Bizzat kapitalizmin kendi yapısal bir sorunu olarak çıkmış ve yayılmıştır. Bu nedenle pandemi ile mücadele kapitalizmle mücadeleden ayrı düşünülmemelidir. Aynı şekilde pandeminin ekonomiye etkilerini yeni bir kriz olarak değil, 2008 krizinin bir aşaması olarak okumak ve analiz etmek gerekir.
Fukuyama’nın “tarihin ve işçi sınıfının sonu” tezi, Huntington’ın “sınıf mücadelesi yerini kültür ve din çatışmasına bırakmıştır” gibi argümanların hepsi sadece son 12 yılda yaşanan iktisadi ve politik değişimlerle gerçek anlamda tarih oldu. Sadece pratikte değil teorik olarak da parçalanan bu argümanların üzerine pandeminin etkisinin sınıfsal olduğu gerçeği eklenmiş ve bir kez daha işçi sınıfının ve sınıf mücadelesinin ölmediği ortaya çıkmıştır. Salgının sosyoekonomik etkisinin derinliği pandeminin uzunluğuna bağlı olsa da mutlaka birtakım sonuçları olacak; bunların politik değişimlere yol açıp açmayacağı ise tamamen sınıf mücadelesinin şiddetine ve gidişatına bağlı. Dünya Sağlık Örgütü’nün pandemi ilanından Nisan ayının ilk haftasına kadar ki süre içinde bile ekonomik gidişat dünya genelinde hızlanarak bozuluyor.
Petrol savaşı
Yılın ikinci çeyreği tamamen kaybedilmiş durumda, üçüncü çeyreğin akıbetini ise salgının tepe noktasına ne zaman ulaşacağı belirleyecek. Fakat bundan önce yılın ilk çeyreğinde önemli bir ekonomik değişim oldu. Rusya’nın ABD kaya gazı üreticilerine zarar vermek için dünya petrol üretiminin kısılmasına yanaşmaması ve Suudi Arabistan’ın petrol üretimini daha da artırması petrolün varil fiyatını 25 dolara (%60) kadar gerileyerek son 18 yılın en düşük fiyatları görüldü. Bu fiyatlara müdahale edilmediği takdirde salgın atlatıldıktan sonra bile petrolün bu kadar ucuz olmasının ekonomiye etkisi çok daha uzun vadeli olacaktır. Dolayısıyla dünya ekonomisi zaten bir petrol şoku altın pandemiye girdi. Ancak şu an görülüyor ki petrol düşüşünden en çok etkilenen ABD’deki kaya gazı üreten şirketler Trump üzerinde baskıyı artıyor. Suudi Arabistan ve Rusya’nın petrol üretimini yaklaşık 10 milyon varil düşürmelerini beklediği ile ilgili açıklamasından sonra petrol fiyatlarında bir miktar yükseliş oldu. Fakat yükselişin asıl sebebi dünyanın en büyük petrol ithalatçısı olan Çin’in petrol rezervlerinin doldurmak için petrol alımını arttırmış olması. Petrole olan Çin talebi arttığı için şu an fiyatlarda (35 dolar) bir yükselme var. (Grafik: Son 3 ayda Brent petrol fiyatlarının seyri).
Bu büyük fiyat düşüşü altında iktisadi nedenlerden çok ülkeler arası politik sürtüşmeler yatıyor. Bir emperyalist kartel olan Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC) zaten petrol fiyat kontrolünü elinde bulunduruyor. Fakat bu kontrol sınırsız değil, politik olayların belirleyiciliği altında şekilleniyor. Örneğin Libya iç savaşı ya da Rusya’nın OPEC üyesi olmaması fiyatları uzun vadede belirleyici dışsal etkenler. OPEC’nin en fazla petrol satan ülkesi Suudi Arabistan’ın petrolünü ABD doları üzerinden satması ve elde ettiği dolar geliriyle ABD devlet tahvili almasının yarattığı finansal döngü ABD-Suudi ortaklığının iktisadi temelini oluşturuyor. Fakat ABD’nin 2008-2018 yılları arasında günlük petrol üretimi iki kattan fazla artırarak günlük üretimde Rusya ve Suudi Arabistan’ı geride bırakması ardından 2019 yılının Eylül ayında ABD’nin petrol ihracının ithalatını geçmesi en fazla Rusya ve Suudi Arabistan’a rahatsızlık veriyor. Dünya petrol üretiminin %20’sini tek başına tüketen ABD’nin aynı zamanda kendi kendine yeter bir üretim kapasitesine sahip olması OPEC ülkeleri ve Rusya için büyük kâbus.
Covid19 salgını ile dünya petrol talebi hızla aşağı iniyor. Uçaklar havalimanlarında gemiler de limanlarda bekletiliyorken ve sanayi üretiminde büyük düşüşler yaşanırken, petrolün bu göreli ucuzluğuna rağmen talep edilmemesi çok olağan. Üstelik bu durum petrol arzı artmışken yaşandı. Çin’in salgını kontrol altına alıp petrol ithalatına hız vermesi kısa vadede fiyatları yukarı baskılasa da uzun vadede Rusya ve Suudi Arabistan’ın üretimlerini maksimum düzeyde tutma çabası daha belirleyici olacaktır. TÜPRAŞ’ın yıl başında 26 Mart’a kadar %38 değer kaybetmesi de gösteriyor ki bu durum Türkiye için üretim maliyeti açısında olumlu olsa da üretimin düştüğü salgın ortamında bir anlam ifade etmiyor.
Tahribatın boyutu
İlk etapta tüm ülkeler sınır geçişlerini önce zorlaştırdı sonra tamamen durdurdular. Hatta birçok ülke, şehirler arası geçişleri bile durdurmuş durumda, buna Türkiye de dahil. Bu durum dünya turizminin tamamen durduğunu gösteriyor. Sektörel tahribat sadece Fransa, İtalya, İspanya ve Türkiye gibi bol turist çeken ülkelerde değil, salgının henüz yaygınlaşmadığı tropik ülkeleri dahi vuracak. Seyahat kısıtlaması olmasa bile insanların seyahat etmekten korktuğu bir dönemde turizm lüks haline geliyor. Dünya Turizm Örgütü’ne göre 2020 yılında Turizm sektörü %30 küçülecek. Bu tıpkı Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) dünyada 25 milyon insanın işsiz kalacağını söylemesi gibi iyimser bir tahmin olarak duruyor. Yine de bu oran çok büyük bir küçülme anlamına geliyor. Bu, 2019 yılı boyunca toplam turizm geliri olan 1,5 trilyon doların yıl için 450 milyar dolarının kaybı demek. Öyle ki, pandemi öncesi 2020’de toplam gelirin 2 trilyon dolar olması beklenirken, tahmin edilen turist sayısı ise 1 milyar 600 milyon idi. Türkiye ise geçen yıl turizmden 35 milyar dolar gelir elde etmişti. Bu yılki beklenti ise 41 milyar dolarken bu rakamın yanına bile yaklaşmak hayal olacak gibi duruyor. Elbette sektörde çalışan milyonlarca işçinin akıbeti ise belirsiz. Özellikle hizmet sektörünün kayıplarını telafi edecek bir yapısı yok. İnsanlar bir yıl tatil yapmadılar diye ertesi yıl iki kez tatil yapmazlar. Her kayıp, kayıp olarak kalacaktır.
Gelirleri hızla azalan ve azalmaya devam edecek olan insanların ev ve otomobil almak gibi bir önceliği olmayacaktır. Türkiye’de üretilen Avrupa sermayeli birçok otomobil modeli yine Avrupa’ya ihraç ediliyor. Salgının binek otomobil ihracatına Mart ayı etkisi çok yüksek oldu. Endüstrinin en büyük pazarı olan Almanya’ya Mart’ta %25 azalmayla 292 milyon dolar ihracat yapıldı. Fransa’ya %46 düşüşle 183 milyon dolar, Birleşik Krallık’a da %26 düşüle 181 milyon dolar ihracat gerçekleştirildi. Sektörün genel ihracatı mart ayı için bir önceki yılın mart ayına göre %28 düştü. Ocak-Mart ayılarını kapsayan ilk çeyrekteki düşüş ise %10. Aynı düşüş trendinin nisan ayı içinde de süreceği rahatlıkla söylenebilir.
Genel olarak salgın sürecinde hizmet sektörünün (konaklama ve yiyecek hizmetleri, seyahat acentesi, tur operatörü, rezervasyon hizmetleri, gösteri sanatları ve eğlence hizmetleri; kütüphane, arşiv, müze ve diğer kültürel hizmetler, spor hizmetleri ile eğlence ve dinlence hizmetleri son olarak hava yolu taşımacılığı hizmetleri) topyekûn etkileneceği açık. Türkiye işçi sınıfının %56,5’i bu sektörde yer alıyor. Sadece Türkiye’de değil dünyanın büyük bir bölümünde bu sektörün olumsuz etkileneceği düşünülürse önümüzdeki aylarda genel işsizlik, pandeminin yaratacağı en büyük problem olacak. Ayrıca özel sektörün yurt dışından aldığı kredilerin borcu 193 milyar dolar. Bu kredinin 66 milyar doları sadece hizmet sektörünün. Dolayısıyla iş yapamayacak olan bu sektörün ödemesi gereken milyarlarca dolar da cabası.
ABD’den gelen veriler karşı karşıya olacağımız işsizliğin boyutunu çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor. ABD’de pandemi öncesi işsiz sayısı 5,8 milyon kişiydi. Mart ayının 3. haftası 3,3 milyon kişi daha işsizlik başvurusu yaptı. Fakat mart ayının 4. haftasında 6,6 milyon kişi daha işsizlik başvurusunda bulundu. Bu artış hızı ABD tarihinde daha önce hiçbir kriz döneminde görülmedi. (Grafik: 60’ların sonlarından günümüze kadar ABD işsizlik başvuruları.)
Sadece iki haftalık bir artışla işsiz sayısı sadece ABD’de 15,7 milyon olmuşken, ILO’nun dünya genelinde 25 milyon işsiz beklemesi çok ama çok iyimser bir tahmin. Elbette işsizliğin yaratacağı tahribatın boyutunu pandeminin süresi belirleyecek. Yine de işsiz kalacak kitlelerden dolayı dünya genelinde büyük bir talep düşüşü gözlemlenecektir. Bu durum hali hazırda salgından etkilenmekte olan arz miktarını daha da aşağı çekecektir. Küresel ticaretin aksaması, her ülkenin mevcut iktisat politikalarına etki ederek iç talebe dönük ve kendi kendine yetmeye çalışan devlet eliyle kurumsal iktisadın yeniden yapılandırıldığı bir ara dönem gelebilir ki bu salgın sonrası “toparlanmayı” da kapsayacak şekilde ilerleyebilir. Bu süreç ülkeden ülkeye farklılık gösterecek ve o ülkenin politik eğilimleri ve sınıf mücadelesi tarafından belirlenecektir. Çünkü pandeminin 3 ay sürmesi ile 6 ay sürmesi arasındaki maliyet farkı iki kat değil, logaritmik artan oranlı olacaktır. Bu süreçte dünya işçi sınıfının en önemli mücadele talebi ise “İşten atmalar yasaklansın” olması gerekmektedir.
Finansal çöküşe karşı sınırsız para basma
Uluslararası Finans Enstitüsü’nün raporuna göre 2020’nin sadece ilk çeyreğinde dünya borsalarının kaybı 18 trilyon dolar oldu. Finansal alanda yaratılan balon ne kadar fazla ise kayıplar da o denli fazla oluyor. Yarattıkları değerler sanal olduğu için o finansal araçların değerleri de hızlı düşüyor. Zaten dünya ekonomisinin 2008’den beri toparlanamamasının asıl sebeplerinden biri ekonomideki finansallaşma. Kâr oranları düşen sermayedarlar daha fazla kâr için finansal alana yöneldikçe, olmayan parayı döndürmekle meşgul oluyorlar. Bu sırada sanayi ve tarımsal sıkıntılar daha da artıyor ve zincirleme olarak iktisadi buhranlar peyda oluyor. Çünkü iktisadi hayat son derece gerçek, sınıflara dayalı ve nihayet sosyolojiktir. Finansal araçların iniş çıkışlı seyri içinde yaratılan balon, bir fabrika işçisinin şalterleri indirmesi karşısında tuzla buz oluveriyor. Finansın devasa rantı reel sanayi işçilerince yaratılan artı değer karşısında bir anda buharlaşıyor.
Çıkarları gereği bu irrasyonelliği sürdüren dünya burjuvazisi, yine irrasyonel kararla tüm dünyaya para pompalamaya başladı. ABD, Avrupa ve Japonya merkez bankalarının kısa sürede basmayı taahhüt ettiği para miktarı 3 buçuk trilyon dolara yaklaşıyor.
Türkiye ekonomisi de bu salgına çok güçsüz yakalandı. TL’nin dolar karşısındaki değerinin bu denli düşük olduğu bir ortamda turizmin ve ihracatın (2019 ihracat geliri 180 milyar dolardı) 2020 yılında rekor kıracağı konuşuluyorken şimdi salgından en çok etkilenecek sektörler bunlar olacak. Ayrıca Türkiye borçlanma maliyeti en yüksek olan ülkelerden biri kredi sigortası olarak özetleyebileceğimiz kredi riski primleri (CDS) 300’ün üzerinde olan ülkelere borç verme riskli olarak kabul edilirken, Türkiye’nin CDS primi 3 Nisan 2020 itibariyle 666,8’e dayanmış durumda. Borç bulmak bu kadar zorken para ihtiyacını Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB) elindeki dövizleri takas ederek de sağlayabilir, fakat TCMB’nin net rezervleri 20,8 milyar dolar olarak gözüküyor. Piyasadan takas yoluyla alınan döviz borçlarının çıkartırsak geriye eksi 5 milyar dolar kalıyor. Yani rezervler bitmiş.
Bir başka para bulma yöntemi de ABD merkez bankası FED’in kapısını çalmak. Salgın nedeniyle ellerinde ABD tahvili bulunan ülkelere o tahvil miktarı kadar dolar vereceğini açıklayan FED verdiği kağıtları toplamaya başladı. TCMB’nin elinde ise 2,8 miyar dolarlık ABD tahvili var. Beş yıl önce bu rakam 80 milyar dolardı. Rahip Bronson, Halk Bank davası, S-400’ler gibi gerilimler neticesinde TCMB ABD kağıtlarını hızlıca enden çıkarmaya başladı. Dolayısıyla bu kapı da kapalı. FED, 2 trilyon dolar basıp piyasaya saçmasının ardından birçok ülkenin merkez bankasıyla takas anlaşması yaptı. Örneğin Brezilya MB’si ile 60 milyar dolarlık takas antlaşmasına karşılık Türkiye kapsam dışı bırakıldı. Geriye iki seçenek kalıyor. TCMB’nin para basması ya da Türkiye’nin IMF’nin kapısını çalması. Neredeyse tüm burjuva iktisatçılar IMF’nin en risksiz seçenek olduğunu söylüyor. Para basmayı dillendirenler de var. Para basmak iyi yönetilebilirse kısmi zararla atlatılabilir. Ama mevcut iktidarın para basıp Kanal İstanbul gibi inşaat projelerine girişme ihtimali birçok sermaye yanlısı iktisatçıyı bile korkutuyor.
İşsizlik fonu artık hazine bonosu
IMF’nin kapısının çalma seçeneğinin düşük olması rejimin IMF karşıtı olmasından kaynaklanmıyor. Bu durumun sebebi ekonomik olmaktan çok politik. Tüm ekonomiyi, hatta bağımsız olduğu söylenen TCMB’yi bile yönlendiren, iktisadi alanı iktidarını pekiştirmek ve güçlendirmek için elinde tutmaya çalışan bir iktidar IMF bürokratlarına bir şeylerin kontrolünü devretmek istemez elbette. Sayıştay’ın bile çalışamadığı bir ülkede birtakım kalemlerin IMF komiserlerinin denetimine girmesi rejim için kabul edilemez.
Geriye sadece para basma seçeneği kalıyor. Para birimi rezerv para olmayan Türkiye gibi ülkelerin para basması Almanya’nın ya da ABD’nin para basmasından çok daha riskli. Emperyalist ülkeler para basmanın yarattığı enflasyonist baskıyı paralarını diğer ülkelere dağıtarak aşabiliyorlarken Türkiye’nin böyle bir şansı yok. Yine de TCMB para basmaya karar verdi. Basılacak paraya bir karşılık göstermek gerecekti. O da tüm işçilerin ürettikleri değerle oluşturulmuş olan İşsizlik Fonu oldu. 130 milyar TL’nin biriktiği İşsizlik Fonu hazine bonosu olarak TCMB’ye verildi. Bu kağıtlar karşılığında para basarak hazineye borç olarak verilmiş olacak. Eğer para kullanıldıktan sonra tekrar TCMB’ye döndürülmez ve yok edilmezse, dolar, faiz ve enflasyon yeniden çok hızlı bir şekilde artacaktır. Paranın hazineden çıkıp tekrar TCMB’ye dönmesi için kamu harcamalarının ve bütçenin kısılması yani ekonomide salgın dışında küçülmelerin yaşanması gerekiyor. Nereden bakılırsa bakılsın en iyi ihtimaller bile kötü senaryo.
Bu ortamda “biz bize yeteriz” söyleminin ekonomik değil siyasi olduğu da ortaya çıkmaktadır. Para zaten yaratılıyorken, insanlardan 10’ar lira toplamanın hiçbir iktisadi getirisi yok. Salgının yarattığı buhran içinde popülist politikanın bir parçası olmaktan öteye gidemiyor. Biz ise en başından beri dış borç ödemelerinin durdurulması ve bankaların birleştirilmesiyle çok rahat kaynak yaratılabileceğini söylüyoruz. Para ve mali politikaların birleştirilmesi, tüm köprü ve oto yolların ve kritik önemdeki sanayi kollarının acil olarak kamulaştırılmasıyla, işten atmaların yasaklanarak, kitlesel işsizliğin önüne geçilmesi gerektiğini belirtiyoruz. Para basmak gibi uzun vadede hiçbir anlamı olmayan kapitalist önlemlerin yerine son derece gerçekçi ve acil önlemleri ortaya koyuyoruz.