Yeni devrimci dalga ve olasılıklar

2019 yılının son aylarında 2008 kriziyle birlikte başlayan sistem karşıtı mücadelelerin en azından üçüncü büyük dalgasını yaşıyoruz. İlk dalgayı neokapitalizmin küreselleşme evresinin başlangıcında, 1990’larından 2000’lerin ortalarına kadar süren ve çoğunlukla IMF’ye, Dünya Bankası’na, G8 toplantılarına, Dünya Ticaret Örgütü’ne karşı sürdürülen kitlesel protestolar oluşturmuştu. Bu seferberlikler dünya emekçi kitlelerinin bilincinde önemli sıçramalara yol açıp pek çok iktidarı (özellikle Latin Amerika’da) alaşağı etmeyi başarmıştı. Bu dönemin uluslararası siyasi arenadaki yansıması ise Chavizm’in yükselişi olmuştu. Venezuela’nın yanı sıra Ekvador ve Bolivya’da halkçı liderler iktidara yükselmiş, Chavez’in ağzından “21. Yüzyıl sosyalizmi” nerdeyse ideolojik bir referans haline gelmişti.

İkinci büyük dalga ise 2008 dünya kriziyle birlikte önce Avrupa ülkelerinde ve ABD’de kendini göstermişti. Başta İspanya’daki “Öfkeliler” hareketi (Indignados) olmak üzere, Portekiz, İtalya, Fransa ve Yunanistan’daki yaygın grev hareketleri; ardından ABD’deki “Wall Street’i İşgal Et” (Occupy Wall Street) seferberliği, neokapitalizmin kemer sıkma politikalarına, bunun yol açtığı yoksulluğa ve finans kapitalin diktatörlüğüne karşı Kuzey dünyasını ayağa kaldırmıştı. Ama bu dalganın dünya ölçeğinde yaygınlaşması Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da patlayan halk ayaklanmaları oldu. Tunus, Mısır ve Libya’da diktatörlükler devrildi; Suriye, Bahreyn ve Yemen’de devrimci seferberlikler gerçekleşti.

Her iki dalganın karakterini ve yol açtığı siyasi, sosyal ve askeri sonuçları pek çok çalışmamızda değerlendirdik, çeşitli sonuçlar çıkardık; incelemeye de devam ediyoruz. Ama bugün, sadece genel bir tanım olarak üçüncü dalga diye adlandırabileceğimiz, 2019’da başlayan kitle ayaklanmalarının özelliklerini ve olası sonuçlarını, bunları önceki mücadelelerden ayırt eden özelliklerini ele almamız gerekiyor. Ama önce 2019 içinde patlak veren bu seferberlikleri hatırlayalım.

Seferberlikler, isyanlar

İki Kuzey Afrika ülkesinde, Sudan ve Cezayir’de gerçekleşmekte olan kitle seferberlikleri Nisan ayında önemli politik sonuçlara yol açtı. Sudan’da 2018 sonunda patlak veren infiali başlatan nedenler gıda maddelerindeki devlet desteğinin çekilmesi, ekmek ve akaryakıt fiyatlarının artırılmasıydı. Bu taleple yola çıkan emekçi halk, sorunların çözümünü politik sistemin değişmesinde aramaya yöneldi ve Ömer el Beşir iktidarını sorgulamaya başladı. Sonuçta 1989’da darbeyle devlet başkanı olan el Beşir, 30 yılın ardından gene ordu tarafından görevden alındı. Cezayir’de ise protestolar dalgası Şubat ayında, 82 yaşındaki devlet başkanı Abdülaziz Buteflika’nın o yıl içinde yapılacak olan başkanlık seçimlerinde bir dönem daha aday olma niyetinde olduğunu açıklaması üzerine patlak vermiş, daha sonra Buteflika’nın adaylıktan vazgeçtiğini açıklamasına rağmen seferberlikler rejimin kendisine yönelmişti. Bu noktada ordu (tıpkı Sudan’da olduğu gibi) rejimi kurtarabilmek için Genelkurmay Başkanı Ahmed Gaid Salah’ın ağzından, “krizden çıkılabilmesi için” Buteflika’nın görevden alınmasını istemiş ve yaşlı başkan böylece görevinden istifa etmişti.

Haziran ayında da önemli kitle seferberliklerine tanık olundu. Nisan’da Çin’in bir Özel İdari Bölgesi olan Hong Kong halkı suçluların Çin’e iadesi tasarısına karşı ayaklanmıştı. Başlangıçta yönetimin sert baskı yöntemleriyle durdurmaya çalıştığı protestolar dinmedi; öyle ki 9 Haziran günü 7 milyonluk nüfusun neredeyse dörtte biri sokaklara dökülerek mücadeleyi sürdürdü. Tasarının ertelenmesi seferberliği dindiremedi ve kitlelerin talebi yeni demokratik sloganlarla, bu arada Çin’den bağımsızlık istemiyle çeşitlendi. Eylül başında Hong Kong lideri Carrie Lam’ın Çin’e iade düzenlemesinden vazgeçtiği açıklandı. Gene Haziran’da Puerto Rico’da genel vali Ricardo Rosello’nun diğer yöneticilerle gazetecileri, kadınları, homoseksüelleri ve 2017 Maria Kasırgası kurbanları alaya alan yazışmaları ortaya çıkınca halk yozlaşmış yönetime karşı sokaklara döküldü ve valinin istifasını talep etmeye başladı. İkinci haftanın sonunda Rosello görevinden istifa etmek zorunda kaldı. Honduras’ta Nisan sonlarında devlet başkanı Juan Orlando Hernández’in ABD desteği ile gerçekleştirmek istediği reformlar ve özelleştirmelere karşı öğretmenler, öğrenciler ve doktorlar, sağlık ve eğitim hizmetlerinin özelleştirilmesine karşı grev ve protesto eylemlerine giriştiler. Hükümetin reformları askıya aldığını açıklamasına karşın bunu yeterli bulmayan emekçiler, özelleştirme planının tümden iptalini talep ettiler. Pek çok kentte düzenlenen kitlesel protestoların yanı sıra on binlerin sokağa çıktığı başkent Tegucigalpa’da ABD büyükelçiliğinin giriş kapısı lastikler yakılarak ateşe verildi. 

Yılın son çeyreğinde sahneye birden Güney Amerikalı kitleler çıktı: Ekvador, Şili, Kolombiya, Haiti. Ekvador’da devlet başkanı Lenin Moreno’nun IMF ile kemer sıkma uygulamaları ve özelleştirmelerle dolu anlaşmayı imzalamasının ardından 2 Ekim’de ilk grev ve protestolar dalgası patlak verdi. Protestolara CONAIE’nin (Ekvador Yerli Uluslar Konfederasyonu) katılması gösterilerin bir halk ayaklanmasına dönüşmesine yol açınca Moreno hükümeti başkentten kaçtı ve nihayet 13 Ekim’de Moreno IMF anlaşmasını yürürlüğe sokacak olan 833 sayılı kararnameyi iptal etti. Şili’de ise 18 Ekim’de devlet başkanı Sebastian Piñera ulaşım ücretlerine yapılan zam sonrası öğrencilerin başlattığı protesto gösterileri büyük ölçekli bir halk ayaklanmasına dönüştü. Piñera’nın olağanüstü hal ilan edip orduyu kitlelerin karşısına sürmesine rağmen devam eden seferberlikler sonuçta tüm bir rejimi sorgular hale geldi ve diktatör Pinochet döneminden kalma anayasanın tümüyle değiştirilmesi talebini güçlü bir biçimde gündeme soktu. 21 Kasım’da Kolombiya’da devlet başkanı Ivan Duque hükümetinin ücretler ve emeklilikle ilgili planladığı değişikliklere karşı on binlerce işçinin katıldığı bir genel grev gerçekleştirildi ve seferberlik eski Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri (FARC) ile yapılan barış anlaşmasının tam olarak uygulanmamasının ve toplum liderlerine yönelik gerçekleştirilen suikastların protestosuyla devam etti. Haiti’deki dördüncü ayaklanma ise 15 Eylül’de başladı. Bu kez bardağı taşıran ise devlet başkanı Jovenel Moïse’nin de dahil olduğu büyük bir yolsuzluk skandalının açığa çıkması oldu. Haiti’de, ilk kitlesel protesto gösterileri 16 ay önce, başta ekmek olmak üzere gıda fiyatlarındaki artışlardan ve devlet ve hükümette açığa çıkan yolsuzluklara karşı başlamıştı ve halen de sürmekte.

Latin Amerika ülkelerindeki taşların yerinden oynamasıyla hemen hemen aynı zamanda Ortadoğu halkları da isyandaydı. 17 Ekim günü Lübnan’da kitleler hükümetin WhatsApp ve benzeri internet aramaları sağlayan uygulamaları günlük 0,20 dolar vergilendireceğini açıklaması üzerine sokaklara döküldü. Ama bu sadece isyanı patlatan ateşleyici unsurdu. Tüm etnik ve dinsel kesimlerden oluşan protestocular kısa sürede hedeflerine, ülkede yaşanmakta olan ekonomik krizin faturasını emekçilere ödetmeye yönelik kemer sıkma politikalarını gündeme getiren Saad el Hariri hükümetini koydular. Kitleler bununla da yetinmeyip meclisin ve tüm partilerin feshedilmesini, geçici bir teknokratlar hükümeti eliyle mezhepçi olmayan, laik bir anayasa hazırlanarak seçimlere gidilmesini ve halktan çalınan milyarlarca doların geri alınmasını gündeme getirdiler. Ve emekçilerin kararlı mücadelesinin sonucunda 29 Ekim’de başbakan Hariri istifa etmek zorunda kaldı. Iraklı kitleler de Ekim ayının başlarında işsizliği, yolsuzluğu ve İran’ın ülkenin içişlerine müdahale etmesini protesto amacıyla uzun erimli bir mücadeleye atıldılar. Ülkedeki sendikaların da desteklediği son derece çatışmalı seferberliklerin etkisiyle Cumhurbaşkanı Berham Salih, göstericilerin taleplerinin karşılanması için çalışmaların yapılacağını ilan etti. Başbakan Abdülmehdi, “üniversite mezunlarına iş sözü” verirken parlamento Başkanı Muhammed el Halbusi de protestocuların taleplerini karşılamak için reformların kısa sürede uygulanacağını açıkladı. 

15 Kasım’da bu kez İran halkı hükümetin benzine 3 kat zam yapıldığının açıklanmasının ardından ülkenin birçok kentinde sokağa çıktı. Doğrudan hükümet karşıtı gösteriler sırasında 731 banka ve 140 kamu kuruluşu kundaklandı. Güvenlik güçleri tarafından kullanılan 50’den fazla üs ve 70 civarında akaryakıt istasyonu da saldırıya uğradı. Mollalar rejimi ayakta kalabilmek için resmi ve paramiliter güçlerle ayaklanmayı bastırma çabasına girişti. 2 Ocak 2020 günü ABD’nin İran Devrim Muhafızları Ordusu’na bağlı Kudüs Gücü Komutanı Süleymani’yi, Irak’ın başkenti Bağdat’taki havalimanına düzenlediği bir hava saldırısıyla öldürmesi ve İran’ın buna bir hafta kadar sonra ABD’nin Irak’taki Ayn el Esad hava üssüne ve Erbil’de Amerikan askerlerinin bulunduğu noktalara füzeler atarak yanıt vermesi, İran rejimi açısından ülkede antiemperyalist milliyetçi bir ruh hali yaratarak muhalefeti ezme fırsatı tanıdıysa da, füze atışları sırasında bir Ukrayna uçağını düşürerek 176 kişinin ölümüne neden olması, mollalara karşı protestoları yeniden canlandırdı, özellikle üniversite öğrencileri eylemlerini tekrardan yaygınlaştırmaya başladılar.

Avrupa’daki seferberliklere ise İspanya ve Fransa öncülük etti. İspanya’da Katalan bağımsızlık hareketi, ülkenin diğer kesimlerindeki ulusal sorunları da (Bask, Galiçya) yeniden canlandırmanın yanı sıra, giderek tüm İspanyol devleti ölçeğindeki monarşi karşıtı güçlerle birleşerek demokratik bir tsunamiye dönüşmeye yöneldi. Fransa’da ise sarı yeleklilerin bir buçuk yılı aşkındır süren demokratik seferberliğine, devlet başkanı Macron’un emeklilik yasasında gerçekleştirmeye çalıştığı karşıreforma karşı işçi sınıfının muazzam ve sürekli genel grev hareketi de eklendi. Başka Avrupa ülkelerindeki kısmi grevlerin yan sıra Finlandiya’da sanayi işçilerinin grevle sözleşmedeki “yılda 24 saat ücretsiz çalışma” maddesini kaldırtmalarının ardından, memur sözleşmesinden de aynı maddenin çıkarılması talebiyle işçi ve memur sendikaları 27 Ocak’ta iki haftalık grev kararı aldılar.

Bütün bunlara 8 Ocak’ta Hindistan’da sanayinin yanı sıra bankalardaki, limanlardaki, ulaşım hizmetlerindeki, devlet dairelerindeki kamu çalışanları, çiftçiler ve tarım işçileri iş bıraktı. Modi hükümetinin ekonomi politikalarını ve ayrıştırıcı siyasetini protesto etmek üzere yaklaşık 250 milyon işçi, çiftçi ve tarım emekçisi, tüm zamanların en büyük grevini gerçekleştirdi.

Neokapitalizmin sonu mu?

Kitle mücadelelerindeki bu küresel ve hızlı yükseliş her kesimde neoliberal politikalara dayalı neokapitalist evrenin sonunun mu geldiği sorusunun yaygınlaşmasına yol açtı. Gerçekten de küreselleşmeyle birlikte el ele yürüyen neokapitalizm, 20. Yüzyılın son çeyreğinde ülke ekonomilerinin, tabii onunla birlikte dünya ekonomisinin belirleyici gerçekliği olmuştu, ama şimdi bir yandan emekçi kitlelerin neoliberal politikalarının sonuçlarına sert bir biçimde direnmeye başlamaları, öbür yandan emperyalist sistemin motor gücü ABD’nin korumacı politikalara yönelerek dünya ekonomisinde yeni bir “içe çekilme” eğilimi yaratması yaklaşık kırk yıllık bir dönemin kapanıp kapanmadığı sorgulamasına zemin hazırlamış durumda.

Aslında liberalizm, yani “serbest piyasa” anlayışı her daim kapitalizme içkin bir unsur olagelmiştir. Bazı dönemlerde ve bazı coğrafyalarda devlet kapitalizmi veya “devlet eliyle kalkınma” politikaları uygulanmış olsa bile, kapitalizmin rekabet ögesi en azından ulusal sınırlar içinde geçerliliğini korumuştur. Yeni liberal anlayış (neoliberalizm) ise, kapitalizmin 1970’lerden başlayarak içine sürüklendiği yapısal krize (kârlılık oranlarının düşüşü ve sermaye birikimi krizi) burjuvazinin bulduğu ve uygulamaya koyulduğu bir ekonomi politikası olarak gelişti. İlk aşamada elbette emeğin özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında elde etmiş olduğu mevzilere saldırıldı. Özel sektörde yaratılan sermayenin büyüyebilmesi için ekonomik faaliyetin üzerindeki tüm sınırlamalar ve düzenlemeler kaldırıldı, “emek gücünün esnekleştirilmesi” uygulamalarıyla işçi sınıfının bir sınıf olarak varoluşunu olanaklı kılan mevzileri tahrip edildi. Üretim, kişisel kazanç ve şirket kârları üzerindeki vergiler tüketici halk kitlelerinin sırtına yüklendi. Kamu harcamaları en aza indirildi, kamu yatırımlarında ve hizmetlerinde yaygın özelleştirmeler gerçekleştirildi ve sermaye dolaşımının önündeki engeller kaldırıldı.

Neokapitalizmin ayırt edici ve belirleyici ögesi de ulusal sınırların dış piyasalara açık hale getirilmesi ve yerel üretim ve iç pazarlar üzerindeki her türlü korumacılığın ilgası oldu. Bu neoliberal uygulamaların dünya ölçeğinde yaygınlaşabilmesinde, daha doğrusu emperyalizm tarafından diğer uluslar üzerine dayatılmasında Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve Uluslararası Para Fonu (IMF) etkin olarak kullanıldı. Bu örgütlerin, emperyalizme bağımlı olmakla birlikte korumacı politikalar izleyen ülkeleri özellikle borçlandırmalar yoluyla “ikna” edemediği veya neoliberal politikaların uygulamasında iç direnişlerle karşılaşılan durumlarda faşizan darbelerle hükümet ve rejim değişikliklerine gidildi (örn. Türkiye ve Şili). Irak gibi bazı bağımsız ülkelerde ise doğrudan askeri operasyonlara ve savaş stratejisine başvuruldu.

Neoliberalizmin ideologlarının savunusu, bu sistem altında devletin ekonomik alandan çekilerek küçüleceği (küçülmesi gerektiği) ve böylece piyasaların tam bir serbestliğe kavuşacağı oldu. Hatta bunun bireyin demokratik alanının genişlemesiyle özdeş olduğunu savundular. Buna inanan pek çok sözde sol kesim de vardı, özellikle de işçi hareketi üzerinde hâlâ belirli bir nüfuza sahip olan sosyal demokrat akımlar. Böylece önde gelen bazı sosyal demokrat ve/veya sosyalist partiler aracılığıyla işçi hareketi neokapitalist dünyaya entegre edilebildi (Şili, Arjantin, Brezilya, İngiltere, Fransa, Almanya, İspanya… vb.). Oysa bu büyük bir yalandı ve bu yalan özellikle 2008’deki yapısal çöküntüyle birlikte görünebilir hale gelmeye başladı.

Neoliberalizmi, zaten mutlak anlamda asla işlememiş olan herhangi bir sektöre ayrıcalığın tanınmadığı veya set çekilmediği serbest piyasa anlayışına dayalı klasik liberalizmden ayırt eden en önemli özellik, belirli uluslararası burjuvazilere ayrıcalık tanınmasını olanaklı kılan ekonomik ve stratejik politikalar bütünü olmasıydı. Bunun gerçekleştirilmesi için de emperyalizm tüm askeri, ekonomik, politik ve kültürel aygıtlarını harekete geçirmekte tereddüt etmedi. 

Bugün ise neoliberalizmi belirleyici politikalar olarak benimsemiş olan aynı sosyal demokrat hatta bazı sol çevrelerde, özellikle Trump’ın korumacı gözüken ekonomi politikalar izlemeye çalışıyor olmasından hareketle, küreselleşmeyle birlikte neokapitalizmin sonunun geldiği veya gelmekte olduğu ileri sürülmekte. Bu görüş sahiplerinin kalkış noktası, neoliberalizmin sınıflar mücadelesinin bir ürünü olmasından ziyade, bu mücadeleden neredeyse mutlak derecede bağımsız ekonomi yasalarının zorunlu bir sonucu olduğudur. Örneğin, onlara göre dünya ekonomisinin bir küreselleşme evresinde olduğunun göstergesi, dünya ticareti hacmindeki büyümenin dünya mal ve hizmet üretiminden daha büyük olmasıdır. Bu fark ne kadar büyükse dünya ekonomisi daha entegredir; sınır ötesi ticaret ve doğrudan dış yatırımlar, iç piyasaya yönelik olarak yapılan mal ve hizmet üretiminin üzerine daha fazla çıkmaktadır. 

Gerçekten de 2008 çöküntüsünün ardından dünya ticaret hacminde ve doğrudan dış yatırımlarda bir yavaşlama söz konusudur ve küresel ekonomi ölçeğinde çoğu Çin’e karşı konulan 7 bini aşkın korumacı önleme başvurulmuştur. Öte yandan o döneme kadar özellikle “gelişmekte olan” ülkelere doğru akmakta olan sermaye hareketliliği ani bir dönüşle, krizin merkezi olan küresel finans merkezlerini oluşturan ülkelere yönelmiştir. Son OECD raporlarına göre küresel ölçekte doğrudan dış yatırımlar 2016’da yüzde 7 oranında azalmış ve küresel yurt içi hasılanın yüzde 2,2’sine, yani küreselleşmenin en yaygın dönemindeki oranın yarısına inmiştir.

Bu ve benzeri yaklaşımlar ve ölçümler ekonometrik açıdan doğru olmakla birlikte genel eğilimleri göstermek ve izlemekle sınırlıdır ve bu eğilimlerin neden ve nerden kaynaklandığına ilişkin bir bilgi sunmaz. Evet rakamlar küresel mal ve hizmet üretiminde ve sermaye akışlarında bir içe yönelişe işaret ediyor, ama bunu küreselleşmenin ve neokapitalizmin sonu olarak okumak yanlış olur. Söz konusu olan dünya ticaret ilişkilerinde bir parçalanma ve yeniden şekillenmedir. Trump’ın çoğu ülke içi seçim kaygılarıyla gündeme getirdiği ve “küreselleşme mağdurları” olarak görülen çalışan kesimlerin (ve onların sendikal örgütlerinin) desteğini sağlama amacına yönelik korumacı önlemleri, esas olarak bu emperyalist merkezin dünyadaki ekonomik ilişkiler kartlarını yeniden dağıtma çabasının ötesine geçmemektedir. Nitekim Trump, bir yandan Kanada ve Meksika ile, öte yandan da Çin’le karşılıklı ekonomik ve ticari anlaşmalar imzalamıştır. İngiltere de Brexit ile birlikte aynı doğrultuya yönelmiştir. ABD’nin uyguladığı korumacı önlemlerin, ABD’den ziyade diğer küresel ekonomik güçlere zarar vereceği de ortadadır.

Bugün neoliberal politikalar uygulayarak ekonomilerini şekillendirmiş ve sermaye birikimi stratejisini bu politikaların üzerine yerleştirmiş olan emperyalist veya gelişmekte olan hiçbir ülkede ne yeniden devletleştirmelere gidilmekte ne merkezi ekonomi planları uygulanmakta ne de iğdiş edilmiş emek yasalarında bir geriye dönüş gerçekleştirilmekte. Tam tersine, neoliberalizmin “ilkeleri” ağırlaştırılarak uygulanmaya devam ediyor. Neokapitalizme son verecek olan burjuva ekonomi yasaları değil sınıf mücadelesidir. Marksizm bize ekonomik krizleri bizzat kapitalizmin kendi işlerliğinin sonucu doğurduğunu, ama krizlerden çıkışın sınıf mücadelesine bağlı olduğunu göstermiştir. Çözüm politiktir.

Rejim sorunu

Neoliberalizm altında devlet gerçekte ne küçülüyor ne de tamamen ekonomik alandan çekiliyor. Tam tersine emek karşıtı yeni düzenlemelerle, devam eden özelleştirmelerle, tercihli sektörlere dağıtılan teşvik ve kredilerle, şirket kurtarmalarıyla, yatırım tercihleriyle, vb. ekonomik alanda daha da müdahaleci bir işlev üstleniyor. Bu kadar da değil. Neoliberal rejimler gerek uluslararası emperyalist şirketler gerekse uluslararası sermaye ile bağıntılı ulusal sanayi ve finans sektörleri çerçevesinde yaptığı tercih ve seçimlerle o ülkelerde devlet korumalı oligarşik kesimlerin oluşmasını olanaklı kılıyor. Eskiden bağımlı ve yarısömürge ülkelere özgü olarak görülen yozlaşmış, yolsuzluklarla çürümüş “klasik” yönetimler küresel düzeyde yaygınlaşarak kayırmacı (clientelist) oligarşik rejimler haline geliyor. Gerek gelişmiş gerekse bağımlı, yarısömürge ülkelerde neoliberal rejimlerde görülen Bonapartistleşmenin maddi temeli burada yatıyor.

Neoliberal politikaların uygulanması, yürütme gücünün geleneksel devlet bürokrasisinin üzerinden atlayarak ayrıcalıklı sektörlerin ve şirketlerin önünün açılmasını, kredilerin ve diğer olanakların bu kesimlere tahsis edebilmesini gerektirdiğinden, yürütmenin klasik burjuva demokrasisine özgü güçler ayrılığı ilkesinden uzaklaşmasını olanaklı kılan düzenlemeleri zorunlu hale getiriyor. Yasama ve yargı denetiminden mümkün olduğunca bağımsızlaşmış, hatta o erkleri bizzat kendisinin denetleyebildiği ve yönlendirebildiği rejimlerin inşası ise, bir yandan anayasal ve/veya yasal değişikliklerle bir yandan da kendisine biat edilebilecek, “güvenilir”, “inanılır” burjuva önderlerin üretilip öne çıkarılması mekanizmasıyla gerçekleştiriliyor. Halk kitlelerinin neoliberal politikaların sonuçlarına karşı gelişen direnci de gene klasik demokratik mekanizmalar yerine Bonapartist baskıcı ve/veya sahte halkçı ve milliyetçi demagojilerle bastırılması zorunluluğunu doğuruyor.

Neoliberalizmin rejimlerde Bonapartistleşmeye yol açan bu mekanizmaları dikkate alındığında, çoğu ekonomik taleplerle patlak veren yeni seferberlikler dalgasının neden kısa sürede rejimlere karşı demokratik taleplerle dolu isyanlara dönüştüğü anlaşılabilir. Sudan, (gıda maddelerine getirilen zamlar), Honduras (emek karşıtı reformlar ve özelleştirmeler), Ekvador (kemer sıkma politikaları ve özelleştirmeler), Şili (ulaşım ücretlerine yapılan zam), Kolombiya (ücretlere ve emeklilik hakkına yönelik saldırı), Haiti (yolsuzluklar), Lübnan (Internet iletişiminin vergilendirilmesi), Irak (işsizlik ve yoksulluk), İran (benzine zam), Hindistan (emek karşıtı düzenlemeler) gibi ülkelerde doğrudan neoliberal politikaların yol açtığı sonuçlara karşı patlayan seferberlikler hemen hepsinde sadece işbaşındaki hükümetlere değil, ama bu ülkelerde giderek daha baskıcı hale gelen rejimlere karşı ayaklanmalar halini aldı. Sudan’da devlet başkanı, Lübnan’da başbakan iktidardan düştü. Ekvador’da devlet başkanı Lenin Moreno başkentten kaçtı. Öte yandan Şili’de seferberlikler Pinochet anayasasının bir kenara atılması ve egemen bir kurucu meclis aracılığıyla emekten yana yeni bir anayasanın hazırlanmasını gündeme yerleştirdi.

Bazı ülkelerde ise isyanlar doğrudan demokratik ve siyasi taleplerle patlak verdi. Hong Kong’da suçluların Çin’e iadesi yasasına karşı direniş sürekli bir demokrasi ve bağımsızlık mücadelesine dönüştü. Puerto Rico’da genel valinin erkek egemen, ırkçı ve halk düşmanı söylemine karşı başlayan protestolar valinin istifasını getirdi. Cezayir’de, iktidarda kalmakta ısrar eden rejimin sembolü Abdülaziz Buteflika, onunla birlikte rejimin batmasından korkan ordu tarafından saf dışı bırakıldı. İspanya’da Katalan ulusunun iki yılı aşkın bir zamandır süren bağımsızlık mücadelesi monarşiye karşı demokrasi kavgası haline geldi. Bu arada, uzlaşmacı bağımsızlıkçıların desteğiyle sosyalist parti ve alternatif sol koalisyonundan oluşan yeni bir hükümet kuruldu.

Bütün bu demokratik ve devrimci isyanların oluşturduğu yeni seferberlikler neoliberal evrenin ölüm çanlarının çalmakta olduğuna işaret ediyor olabilir mi? Bu olasılığı olanaklı kılacak olanın yukarıda değindiğimiz gibi neokapitalist rejimleri süpürecek devrimci dönüşümler olduğunu dikkate alacak olursak bu soruya ancak belki diye yanıt verebiliriz, ama buna karar vermek için henüz çok erken. Mücadelelerin neoliberal iktidarları devirerek yerine emekten yana yeni devrimci bir düzenin yolunu açabilmesi, onların sınıf içeriklerine, hedeflerine ve örgütlenme düzeylerine bağlı olacak. Bu bakımdan bu ana kadarki seferberlik dalgasının kısa bir radyografisini çıkarabilmemiz gerekiyor.

2008 krizinin ardından özellikle Avrupa ülkelerinde bankalara ve finans kuruluşlarına karşı sokaklara dökülenler, bir önceki görece gelişme döneminde gelirleriyle gene görece bir tüketim düzeyini yakalayan, ama krizle birlikte yaygın olarak zaten güvencesiz işlerini kaybeden, işleriyle birlikte gelecek planlarını, ipotekli evlerini, hatta ailelerini yitiren, yoksulluktan uzaklaştıklarını sanıp ani bir ekonomik çöküşe uğrayan ücretlilerden; işsiz genç meslek sahiplerinden; geleceğe dair umut besleyemeyerek düzen karşıtı haline gelen öğrenci kitlelerinden oluşuyordu. Bugün yaşadığımız seferberliklerde ise bunlara kentlerin varoşlarına itilmiş yoksul işsizler; geçinmeye bile yetmeyen güvencesiz kısa süreli işlerde çalışan emekçiler; yoksulluğa ve işsizliğe isyan edip bunun nedenini tamamen yozlaşmış iktidarlarda gören gençler de katılmış durumda. Bir bütün olarak baktığımızda, küresel ölçekte yaygınlaşan ayaklanmalara damgasını vuranların yoksul emekçiler olduğunu görmekteyiz.

Seferberliklerin bir diğer karakteri de bunların “kendiliğinden” biçimde patlak vermiş olması. Bu sözcüğü tırnak içinde kullanmamızın nedeni, esasen hiçbir kitle hareketinin tamamen kendiliğinden, yani kimsenin çağırmasına gerek kalmadan doğmadığına işaret etmek istememiz. Yeni isyanlardaki kendiliğindenlik, Ortadoğu ve Kuzey Afrika devrimleri sürecinde olduğu gibi, mücadelelerin örgütlü güçlerin (partiler, sendikalar, vb.) çağırıları ve yönlendirmeleriyle başlamamış olması. Ama elbette bugün de mücadele çağırıcıları vardı ve onlar esas olarak yoksul ve işsiz gençler ve öğrencilerdi. İsyan çağırılarında sosyal medya araçlarından önceki Arap devrimlerinde olduğu gibi gene yararlanıldı, bunun en gelişkin örneğini Şili’de tanık olduk; ama örneğin Irak’ta, Haiti’de veya Ekvador’da yoksul gençlerin sokaklarda toplanması bile başlı başına bir ayaklanma çağırısı oluşturuyordu.

Ayaklanmaların hepsi devrimci karakter taşıyor, ama sınırlı bir devrimci karakter. Kendiliğindenliğin (yukardaki anlamıyla) seferberliklere verdiği özellik, bunların mevcut kapitalist düzenleri bilinçli bir yıkıma sürükleme ve yerine yeni bir düzen kurma perspektifinden yoksun olması. Ayaklanmalar Sudan’da el Beşir’i, Cezayir’de Buteflika’yı, Puerto Rico’da Rosello’yu, Lübnan’da el Hariri’yi iktidardan indirmekle birlikte rejimler yerlerinde kalmayı başarabiliyor. Kitleler genellikle yeni bir dünya inşasına girişmekten çok, iktidarlardan kendilerini yoksulluktan kurtaracak önlemlerin alınmasını ve devlet içindeki baskıcı ve yozlaşmış özelliklerin giderilmesini talep ediyorlar. Kuşkusuz yönetimlerin zorlanmasına yönelik bir ayaklanma ile kitlelerin iktidara gelmesiyle sonuçlanacak bir devrim arasında aşılamayacak bir olanaksızlık yoktur. Bu olanağa kitlelerin bilinci açısından en fazla yaklaşılan mücadeleler herhalde Lübnan ve Şili isyanları oldu. Lübnan’da kitleler “hepsi gitsin; hepsi derken hepsi” sloganlarıyla bütün bir rejimi sorgulamanın eşiğine geldiler; Şili emekçi yığınları “30 peso değil, otuz yıl” sloganıyla Pinochet anayasasıyla kendini sürdüren rejimde köklü bir dönüşüm talep ettiler ve yeni bir demokratik Anayasa istemlerini gündeme getirdiler.

Ayaklanmaların rejimler karşısındaki politik açıdan sınırlı karakterinin en önemli nedeni ise proletaryanın mücadelelere henüz örgütlü bir biçimde katılmıyor olması. Başta petrol ve metal olmak üzere önemli üretim merkezlerinin, ulaşımın ve kamu hizmetlerinin “gündelik” yaşamı idame ettirmesi, kitleleri sokaklarda güvenlik güçleriyle ve rejimlerin manevralarıyla baş başa bırakıyor. Piñera ve Macron önce orduyu protestocuların üzerine salıyorlar, ardından bazı yasal vaatlerle kitle basıncını eritmeye yönelebiliyorlar. Lübnan ve Irak’ta Şii milisler halka saldırabiliyor, ardından parlamentolarında sekterizme ve yozlaşmaya karşı önlemler alınacağı sözü veriliyor. Sudan’da insanlar sokaklarda öldürülüyor, ardından ordu ayaklanmacıların temsilcileriyle aynı masaya oturup bir “ulusal hükümet” kurulması için pazarlıklara girişiyor.

Proletaryanın seferberliklere katılabilmesinin önündeki en büyük engellerden birisi kuşkusuz onları mücadelelerden dikkatle uzak tutmaya çalışan sendikal ve politik önderlikleri. Örneğin Fransa’da sadece sağcı CFDT değil, ama CGT önderliği de örgütlü işçi sınıfının Sarı Yelekler hareketine kendi bayraklarıyla katılmamaları için elinden geleni yapıyor. İspanya’da ne sosyalist UGT ne de “solcu” CC.OO. konfederasyonları sokaklara dökülen milyonlarca Katalana birkaç demokratik bildirinin dışında destek verdi. Şili’de halk sokaklarda “Piñera defol!” sloganları atarken sendika bürokrasileri, Komünist Parti’yi de yanlarına alarak Piñera ile birlikte bir “Sosyal Birlik Masası” etrafında toplandılar. Ekvador’da mücadelenin en kritik anında CONAIE kısmi bir kazanımla yetinerek yerli halkı sokaklardan geri çekti. 

Örgütlü proletaryanın mücadelelere katılıp onlara yön kazandıramadığı koşullarda, seferberlikler sürekli ve kalıcı bir örgütlülüğe ulaşamıyor ve bir tür “yurttaşlar hareketi” olmanın ötesine geçemiyor.

Olasılıklar

Devrimci dalganın bu sınırlı karakteri devrimci dönüşümlere asla yol açmayacağı anlamına gelmiyor elbette. Arap devrimleri sürecinde bunun örneklerine Tunus ve Mısır’da tanık olmuştuk. Bu açıdan incelendiğinde Sudan’da bugünkü mücadele ilginç bir gelişmeye işaret ediyor.

Bu ülkede 2016 yılında öğretmen, gazeteci, doktor ve diğer mesleklerden bir grup Sudan Meslekler Birliği (SMB) adlı bir sendikal örgüt kurup yeraltı çalışmaları başlatmışlardı. Aralık 2018’de ayaklanmalar başladığında bir dizi işçi sendikası da SMB’nin yarattığı ağa katıldı. Böylece SMB’nin önderliğinde 9 Haziran’da son derece güçlü bir genel grev örgütlendi, ülkenin pek çok kentinde üç gün boyunca üretim ve hizmetler (ulaşım, sağlık, eğitim, vb.) durdu. Buraya kadar her şey son derece umut vericiydi; ama bunun ardından bir işçi-emekçi iktidarının yolu açılmadı, tam tersine devrimci gelişimin önü tıkandı. Önderlik SMB’nin elindeydi, ama işçi sınıfı SMB’nin belirleyici gücü değildi. SMB, bir dizi burjuva ve küçük burjuva partiyi ve grubu da çevresine alarak Özgürlük ve Değişim Bildirgesi Güçleri (ÖDBG) adında bir politik yapının oluşmasına önderlik etti. ODGB üç günün arından greve son verme çağırısı yaptı ve Geçici Askeri Konsey ile bir “Anayasal Bildiri”” anlaşması imzaladı. 

Sudanlı emekçi yığınların mücadeleleri sürecinde ve özellikle de genel grev sırasında bir yanda kitleleri temsil eden SMB ile diğer yanda rejimi temsil eden askeri konsey arasında de facto bir ikili iktidar durumu doğmuştu. Mücadelelere aktif olarak katılmakla birlikte proletaryanın SMB içinde ikinci planda kalması, öte yandan SMB önderliği ile ÖDBG’yi oluşturan politik yapıların reformist karakteri, bu çelişkili ikili iktidar halinin bir işçi-emekçi hükümetinin kurulması doğrultusunda gelişmesini engelleyen temel etmen oldu. ÖDBG’nin rejimle imzaladığı anlaşma uyarınca ortak bir “Egemenlik Konseyi” kuruldu, Orgeneral Abdulfettah el Burhan liderliğindeki bu konseyde Abdullah Hamduk başbakan olarak atandı ve üç yıllık bir geçiş döneminden sonra seçimlerin yapılması kararı alındı. Bu gelişmeler, Sudan’da proletarya yeni bir atılım yapmadığı sürece, Tunus’ta olduğu gibi görece demokratik bir burjuva rejimin kurulması kadar, Mısır’dakine benzer bir biçimde ordunun muhalif güçleri bertaraf ederek iktidarını yeniden konsolide edebilmesi olasılıklarının varlığına işaret etmekte.

Sudan’dakine benzer gelişmeler yaygınlaşan ayaklanmaların her birinde olasılık dahilinde. Orada ÖDGB’nin başını çektiği küçük burjuva muhalefet, örneğin Şili’de de Komünist Parti ve Geniş Cephe rejimle pazarlıklar yolunu seçerek sosyal bir devrimin yolunu kestiler. Bir an için farz edelim ki, kitleler her iki muhalefeti de zorlayarak rejimin saldırısının üstesinden geldiler ve bu uzlaşmacı partileri iktidara ittiler, bir tür emekçi hükümeti kurulmasını sağladılar; bu, tarihte görülmemiş, imkansız bir durum değil. O andan itibaren her şey yeni iktidarın neoliberalizme ve emperyalizme karşı vereceği mücadeleye bağlı olacaktır. Temel üretim araçlarının devletleştirilmesi, merkezi bir ekonomik planın uygulanması, dış ticaretin devlet tekeline alınması, emperyalizmle olan tüm ekonomik ve askeri anlaşmaların iptali, dış borcun ödenmemesi, devrimci kitlelerin silahlandırılması, devrimin diğer ülkelere yaygınlaşması için enternasyonalist politikaların izlenmesi… Geçmişte Şili’de Allende bunu yapmamıştı, Pinochet’nin faşist darbesine yenildi; bunu Chavez de yapmadı, ne de Evo Morales. İlerlemeyen, kesintiye uğrayan devrimler yenilgiye mahkum oluyor.

Bir başka olasılık da kitlelerin reformist ve bürokratik önderliklerin üzerinden aşarak neoliberal rejimi devirme ve bir işçi-emekçi hükümeti kurma yolunda ilerlemeye başlamaları. Bu durumda kuşkusuz rejimin bütün güçleri kitlelerin üzerine saldıracak, bu doğrultuda emperyalizmin de desteğini alacaklardır. Arap devrimleri sürecinde Mısır ve Tunus’un ardından emperyalizmin ve diktatörlük rejimlerinin nasıl demokratik gericilik stratejisinden vazgeçip iç savaş yoluna başvurduklarına özellikle Libya ve Suriye örneklerinde tanık olmuştuk. Devrimci önderlikten ve kitlesel örgütlenmelerden yoksun halk yığınlarının devrimci isyanlarını bir devrimci iktidarla taçlandırmaları mümkün olmuyor.

Bütün bunlar dikkate alındığında kitlelerin devrimci süreçlerde üç noktada hazırlıklı olmaları gerekecektir: Birincisi, proletaryanın mücadeleye aktif ve örgütlü katılımı; onun seferberlik halindeki tüm kitleleri rejime alternatif organlarda birleştirebilmesi. İkincisi, başta işçi sınıfı olmak üzere kitlelerin uzlaşmacı değil devrimci bir program doğrultusunda mücadele eden güvenilir ve kararlı bir devrimci önderliğe sahip olmaları. Ve üçüncüsü, rejimin ve emperyalizmin saldırılarına karşı hazırlıklı olunması, bu doğrultuda uluslararası emekçi ve halk yığınlarının desteğinin sağlanması. Kuşkusuz bu üç unsurun bir arada bulunması bile kitlelerin başarısının garantisi değildir, ama öte yandan devrimci süreçlerin ani sıçramalarla dolu olduğunu ve örneğin ikili iktidar organlarının gelişmesi durumunda devrimci partinin hızla kitlelerin desteğini kazanabileceğini veya sağlam bir devrimci partinin varlığı halinde kitle mücadelelerinin çok daha örgütlü bir karakter kazanabileceğini ve uluslararası dayanışmanın genişleyebileceğini de biliyoruz. 

Yukarıda da söylediğimiz gibi, en arı kendiliğindenlik gibi görünen mücadelelerde bile öncü unsurlar vardır. İşte bu nedenle önemli olan, her şeyden önce günümüzdeki devrimci dalganın çağırıcılığını yapan genç kadın ve erkek işçileri, güvencesiz işlerde çalışan ve işsiz emekçileri, kent yoksullarını burjuvazinin her gün yaymaya çalıştığı ham hayallerden uzaklaştırarak devrimci bir programın etrafında toparlayabilmektir. Aynı zamanda proletaryanın devrimci süreçlere örgütlü olarak katılmasının önünü kesmeye çalışan sendikal bürokrasilere ve rejimlerle uzlaşmaya hevesli reformist siyasi akımlara karşı verilecek sistematik mücadele yaşamakta olduğumuz yeni devrimci dalga içindeki en önemli görevlerimizden birini oluşturacaktır. Neoliberal dünyaya ve onların oligarşik, çürümüş ve diktatoryal rejimlerine ancak böyle son verebileceğiz.




Küresel protesto dalgası Türkiye’ye ulaşır mı?

Başlıktaki soruyu yanıtlayacak olan kitlelerdir. Ama küresel ölçekteki mücadelelere yol açan nedenlere bakıldığında, Türkiye’nin bu dalganın dışında kalması için herhangi maddi, nesnel bir gerekçenin olmadığı görülebilir.

Örneğin Şili’de neoliberal politikalar Pinochet’nin faşist darbesiyle birlikte yürürlüğe konmuştu ve bu politikaların hukuki temeli gene onun zamanında hazırlanan anayasa ile sağlanmıştı. Türkiye’de de neoliberal uygulamalar 1980 askeri darbesiyle yürürlüğe kondu ve gene cuntanın hazırladığı ve bugüne kadar (kısmi tadilatlarla) yürürlükte kaldı.

Irak’tan Ekvador’a kadar uzanan bir coğrafyada kitlelerin sokaklara çıkıp hükümetleri ve rejimleri sorgular hale gelmelerine neden olan ise hemen hemen aynı: neoliberal uygulamalar sonucunda yaygınlaşan zamlar, özelleştirmeler, işsizlik, yoksulluk ve devlet düzeyinde çığırından çıkan yolsuzluklar ve kurumlarda görülen çürüme. Bu açıdan incelendiğinde, Türkiye’de yıllardan beri süren ve gerçekte yüzde 20’lerin altına inmeyen enflasyonun etkisiyle kitleleri perişan eden hayat pahalılığı; ülke ekonomisindeki oligarşik sömürü düzeninin, özelleştirmelerin ve süreğen ekonomik krizin etkisiyle yaygınlaşan işsizlik; bunlara ek olarak reel ücretlerdeki düşüşlerle birlikte yaygınlaşan yoksulluk ve sefalet; üniversite mezunlarının en az üçte birinin işsiz kalması, öğrenci gençliğin gelecekten umudunu kesmesi ve gözlerini yurt dışına göçe dikmesi… bunların hepsi ülke halkının yaşam koşullarındaki hızlı kötüleşmenin, ayaklanmaların yaşandığı ülkelerdekinden hiç de farklı olmadığına işaret ediyor.

Rejimin baskıcı karakteri ve demokrasi konularında da aynı şeyler yaşanıyor. Protestoların yaşandığı ülkelerin hepsinde rejimler derhal baskı yoluna başvuruyorlar. Şili ve Fransa’da bile hükümetler kitlelerin karşısına orduyu çıkardılar. Pek çok ülkede insanlar iktidarda kalmaya çabalayan baskıcı “tek adam”a veya “tek parti”ye ve onların etrafında şekillenen diktatoryal rejime karşı sokaklara döküldü. Türkiye’de de halkın neredeyse yarıdan fazlası demokratik ortamın yetersizliğinden, baskılardan, hukuksuzluktan, keyfi yönetimden şikayetçi. Özellikle İran, Irak ve Lübnan’da halk devlet yönetimindeki sekterizmin yok edilmesini talep ediyor. Türkiye’de de laiklikten uzaklaşılarak devletin İslamlaştırılmakta ve devlet kurumlarına tarikatların yerleştirilmekte olduğu yönündeki eleştiriler yaygınlaşmakta.

Bunlar maddi temellerdeki benzerlikler. Bundan sonra ise işin içine öznel koşullar giriyor. Sözünü ettiğimiz ülkelerde neoliberalizmin sonuçlarına karşı ayaklanan kitlelerin bunun hemen ardından rejimleri sorgulamaya yönelmelerinin başlıca nedeni, içine sürüklendikleri sefalet koşullarını yaratanın neoliberal politikaları uygulamaya koyan hükümetler ve rejimler olduğunu görmeleri. Belki henüz onlara karşı yeni seçenekler geliştirebilmiş değiller, ama bunu görüyorlar. Yani, ünlü deyişle “eskisi gibi yönetilmek istemiyorlar”.

Türkiye’de öznel etmen böyle mi? Yapılan farklı araştırmalara göre, ülke emekçilerinin çalışıp yaşadıkları havzalarda en önemli sorun olarak görülen de ekonomik koşullar. Ama öte yandan neoliberal politikaların asıl uygulayıcısı olan AKP’nin oylarında önemli bir düşüş olmakla birlikte hâlâ yüzde 40 dolaylarında. Yeni bir cumhurbaşkanlığı seçimi yapılması halinde de RTE kendi partisinin üzerinde oy alacakmış gibi görünüyor.

Sınıf mücadeleleri açısından bakıldığında da, örneğin kamu çalışanları ve emekçilerinin son derece yetersiz toplu sözleşmelere mahkûm edilmeleri veya asgari ücretin sefalet koşulları altında belirlenmesi halinde bile genel bir emekçi sınıflar seferberliğinin gerçekleşmemesi; veya yoksul ve işsiz gençlerin, gelecekten umutları kesilen öğrenci gençliğin önemli bir protesto hareketliliği yaratmamaları, rejimden olan beklentinin henüz tam olarak kesilmediğine işaret ediyor.

Öznel koşullardaki yetersizliğin nedenlerine elbette rejimin baskılarla yarattığı korkuyu, muhalefetin seferberlik yaratmaktan dikkatle uzak duran politikalarını ve emek örgütlerindeki bürokrasilerin uzlaşmacı karakterini de eklemek gerekiyor.