Yeni sürecin dünya sınıflar mücadelesindeki kaynakları
Lübnan’dan Şili’ye patlak veren yeni kitlesel devrimci seferberliklerin, uluslararası güç ilişkilerinde hangi dinamiklerin neticesinde sosyopolitik olarak mümkün kılınabildiğini kaydetmek önemli. Evet, söz konusu ülkelerdeki kitlelerin, kapitalizmin sınıflar arası diyaloğa veya şiddete dayanan geleneksel ikna ve sindirme metotlarını sineye çekmediği ve bu nedenle devrimci dalganın yeni bir boyut kazandığı doğru. Ancak bu yeni yükselişi mümkün kılan iki önemli sınıf mücadelesinin yaşanmış olduğunun üzerinden atlamak hata olurdu.
Dünya devriminin yeni bir döneminden bahsetmemizi mümkün kılan dinamiğin ilk ayağı, Mursi’yi deviren İkinci Mısır Devrimi’ni ezen gerici askerî Sisi darbesinin, bölge ülkelerinde karşıdevrimci bir bariyer bina etmiş olan jeopolitik etkilerinde, Sudan Devrimi ve Cezayir seferberlikleriyle açılan gedikler sonucunda kendini var etti. Sudan-Cezayir devrimci süreçleri çapları ve sonuçları itibariyle inisiyatifi bölgedeki Bonapartist rejimlerden, İran-Rusya benzeri yayılmacı kapitalist kuvvetlerden ve ABD-AB emperyalizminden koparamamış olsa da, kitlelerin psikolojilerinin geri çekilmeye ve atalete eğilimli olan dönemsel yönelişini, anlaşıldığı kadarıyla, geri çevirebilmiş veya en azından durdurabilmiş gözüküyor. Rejimlerin kolluk kuvvetlerinden oluşan korku duvarını bir arada tutan harç, yağan ilk yağmurun ardından işlevini kaybeden bir çamura dönüştü. Bu yağmur Ortadoğu karşıdevriminin merkezlerinden olan darbeci Sisi yönetiminin kalbinde yeni Mısır seferberliklerini tetikledi ve Irak ile Lübnan ayaklanmalarını mümkün kıldı. Hem de kuzeyde Türk Silahlı Kuvvetleri, bölge proletaryasının canına kasteden karşıdevrimci güçler uğruna askerî bir operasyon organize etmişken.
Bahsini ettiğimiz dinamiğin, Latin Amerika’da kıtasal bir devrimci hareketliliğe yol açan ikinci ayağı, sadece burjuva dünya medyasının değil sol basının da ilgisine konu olamayan Porto Riko devrimiydi. Temmuz ayının sonunda başlayan kitlesel mücadele, ABD tarafından ülkeye atanan Porto Riko valisinin (20. yüzyıldaki popüler deyişiyle sömürge valisinin) istifasını beraberinde getirdi. Nahuel Moreno’nun kullanmayı sevdiği tabirle bu süreç devrim karakterine, karşısında konumlandığı nesneyle olan ilişkisindeki göreliliğe göre kavuşuyordu: Devlet ve rejim karşısında bir devrim olmayan bu seferberlik, hükümetin kafası ve biçimi karşısında bir devrimdi çünkü bunları, kitlelerin mücadelesi aracılığıyla değiştirmeyi başarmıştı. Bu, Orta Amerika ile Latin Amerika’da, Venezuela’da Maduro ve Nikaragua’da Ortega’ya karşı gelişmiş bulunan geniş çaplı seferberliklerin polisiye baskılar ve sağcı tehditlerle basınç altına alınmasının ardından, kıta devriminin ciğerlerini açan ilk zaferdi.
2019’un Sudan ve Porto Riko devrimleri, bugün içinden geçtiğimiz yeni sürecin öncülüğünü gerçekleştirdi. Mısır, Irak, Lübnan, Katalonya, Hong Kong, Haiti, Ekvador, Şili, Honduras ve Uruguay seferberlikleri, politik ve ekonomik hedeflerine ulaşamamış olup kısmî kazanımlar elde etmiş olan bu iki devrimin uluslararası arenada gündeme getirdiği devrimci krizin vekâleti altında cisimleşti.
Bu sebeple dünya devriminin veya dünyada patlak veren öndevrimci ve devrimci süreçlerin yeni bir döneme girmiş olduklarından söz ederken, bu girişin, iki önemli politik devrim aracılığıyla yaşanmış olduğunu ve bu politik devrim karakterinin, yeni dönemin parmak izi olabileceğini unutmamalıyız. Bu parmak izine kendi karakterini veren dinamik, uluslararası ölçüde asgari ekonomik ve demokratik istemlerin, kapitalist siyasal üstyapıların toplumsal acizlikleriyle yüzleştiklerinde, yıkıcı bir rejim veya hükümet değişimi seferberliğine kanalize oluyor olmasıdır. Böylece gündelik olan hızla politikleşmekte, politikleşen de hızla tarihsel gündemlerin yeni biçimlerini gündeme getirerek iktidar sorununu/krizini ortaya koymaktadır.
Troçkist Geçiş Programı mantığının ikirciksiz bir nesnel doğrulanışı
Seferberliklerin rejimleri ve kapitalist ekonomik altyapıyı sarstığı bütün ülkelerde ortak olan, bu ülkelerin hepsinde istisnasız olarak gerçekleşen bir ilişki biçimi söz konusu: Kitlelerin pasif uykularından ilk uyanışları, oldukça asgari bir istem düzeyinden kalkıp, doğrudan doğruya ülke yönetiminin burjuva tarzını politik olarak sorgular bir nitelik kazanmakta. Uluslararası devrimci seferberlik dalgasının alamet-î farikası, son derece gündelik olan anlık taleplerin, kapitalizmin geleneksel sosyal tortularının ağırlığı altında tarihsel bir muhteva kazanarak iktidar sorununu gündeme getirmesiydi. Kitlelerin gündelik/anlık olarak sahip oldukları ilksel mücadele refleksinin kaynağı ise ya ekonomikti, ya da demokratik.
Lübnan’da öndevrimci durumu ateşleyen Whatsapp aramalarına getirilen bir hükümet vergisiydi. Şili’de rejimin orduyu sokaklara çıkarmasına sebep olan devrimci mücadeleleri %4’lük bir metro zammı yarattı. Ekvador’u kasıp kavuran devrimci fırtınayı, yakıtlara yapılan zam ve IMF’nin yeni kemer sıkma paketi çıkardı. Irak’ta kamu hizmetlerinin doğru işlemeyişi halkı ayaklanmaya götürdü. Görülebileceği üzere bunlar, asgari ekonomik talepler üzerinden ayağa dikilen ulusal isyanlardı. Başlangıç noktaları salt iktisadi çelişkilerle belirlenmişti ancak ekonomik kurtuluşun devlet aygıtının devrimci ilgasıyla iç içe giren programatik özü, seferberlikleri kendiliğinden bir biçimde siyasallaştırdı ve iktidar sorununu gündeme getirdi.
Tanık olduğumuz yeni olgunun kaynaklarından bir diğeri de demokratik istemlerdi. Devrimci seferberlikler Mısır’da Sisi’nin askerî Bonapartist diktatörlüğüne, Hong Kong’da yayılmacı kapitalist Çin’in ülke içi işleyişe müdahale etmesine ve Barcelona’da ise, Franco’nun bayrağının devlet dairelerinde dalgalandığı İspanyol monarşisinin Katalan politikacıları tutuklamasına karşı patlak verdi. İlk örnekte kitleler bir diktatörlük rejimi altında yaşamak istemediklerini, ikincisinde siyasal yönetimlerinin bağımsız olması gerektiğini, üçüncüsünde de ulusal bağımsızlık talebinin politik yaptırımlara tabi tutulmasına karşı olduklarını ifade etti. Programatik düzlemde yaklaşıldığında, bu üç talep de burjuva demokratik bir karakter taşıyordu. Ancak taleplerin somutlanması, çapları gereği kapitalist birikim yasalarıyla yapısal bir çelişki yaşadığı için ve dahası uluslararası finans kapital ile onun ulusal ve yerel bölükleri olan egemen sınıfların bu talepleri gerçekleştirebilecek herhangi hiçbir siyasal kapasitesi bulunmadığı için, burjuva demokratik istemler hızlıca proleter devrimci çözüm metotlarının tartışılmasını gündeme taşıdı. 21. yüzyılda diktatörlük rejimlerinden, politik ve diplomatik bağımlılıktan ve ezen ulus baskısından çıkışı organize edebilecek olan biricik sosyal kesimin işçi sınıfı olması ve bu sınıfın bu demokratik sorumlulukları ancak bir sürekli devrim programıyla silahlanmış bir vaziyette yerine getirebilecek olması, yeni devrimci dalganın en ileri çıkan taraflarındandı.
Uluslararası kitlesel devrimci seferberliklerin gelişim eğrisini, finans kapitali mülksüzleştirecek ve burjuva devlet aygıtını yıkacak yeni bir Ekim’e doğru götürebilecek olan politik metodolojinin, Geçiş Programı mantığında cisimleştiği, bu seferberliklerin doğası, hedefi ve bilinç durumu karşılaştırıldığında, bir kere daha anlaşılacaktır.
Bir yandan, II. Enternasyonal’in çeperinde toplanan eski sosyal demokrat partiler ve Syriza-Podemos-Corbyn-Sanders hattında kendini konumlandıran yeni reformizm, geçişsel bir programatik yöntemin ışığında devrimci alternatifi bina etmekte değil ama kapitalizmin sözde demokratik sınırlarının içinde kalmayı tercih ediyor. Diğer taraftan, yeni reformizmin karşısında olduğu iddiasındaki sekterizm ve goşizm de, kitlelerin bilinçlerinde karşılaştıkları aşamaları kendi politik hatlarında zaten aştıklarını ileri sürerek, Geçiş Programı’nı reddediyor.
Yeni devrimci süreç, teoride birbirlerine karşıt olan bu iki uç kutbu da pratikte yan yana, kol kola getiriyor: Oportünizm de sekterizm de mevcut durumla iktidarın fethi arasında bir köprü oluşturacak olan devrimci geçiş rehberinin inşasına karşı. Bu iki akım da nesnel sürecin devrimci olanakları karşısında öznel olarak karşıdevrimci veya devrimci olmayan bir rol üstleniyor.
Yeni dönemin kendisi eşitsiz ritimlerle ve bileşik gelişimlerle karakterize oluyor. Zizek, tıpkı birkaç sene önce Lenin’i yeniden keşfettiği gibi, dünya devrimci sürecinin son atılımlarının ardından enternasyonalist bir perspektife ihtiyaç duyulduğu yönündeki beyanıyla, yine inanılmaz bir keşfe imza attı. Ancak çeşitli ulusal yerellerdeki özgün ayaklanmaların karşılıklı olarak sahip oldukları programatik farklılıklar ve tam da bu farklılıklardan doğan birbirlerine dönük karşılıklı politik bağımlılıkları, enternasyonalizmin ancak ve ancak bir uluslararası Geçiş Programı biçiminde yeniden ve yeniden kurulmasıyla kendi devrimci sentezine erişebilir. George Novack, 1971 Ağustos’unda Sosyalist İşçi Partisi (ABD) kadrolarına verdiği Geçiş Programı üzerine olan eğitiminde, aşağıdaki noktaya parmak basıyordu:
“Marksizm, daha az radikal olan aşamayı daha çok radikal aşamaya dönüştürmekte yardımcı olması adına Geçiş Programı’nın unsurlarının içine yerleştirilebileceği açılımlar için sürekli alarm halinde kalır. Bu sebeple o, sınıf mücadelesinin bir aşamasını bir diğer aşamasıyla bağlamak için olduğu gibi, bu mücadelenin değişik sektörlerini bir araya getirmek için de bir zincir işlevi görür. Yetenekli bir önderlik üzerinden Geçiş Programı’nın zamanında müdahalesi olmaksızın, kitlelerin bütün eylemler zinciri havada asılı kalıp sallanabilir, zayıflayıp yolunu kaybedebilir ve başarısız olabilir. Geçtiğimiz yarım yüzyıl boyunca bu defalarca olmuştur.” (George Novack, Devrimci Süreçlerde Geçiş Programı’nın Rolü – Geçiş Programı’nın Arka Planı ve İşlevi, Sosyalist İşçi Partisi [SWP] Ulusal Eğitim Bölümü , Ocak 1972)
Bugünkü durum, Novack’ın ifade ettiği yasadan muaf değildir; ulusal devrimci seferberlikler arasındaki bilinçli enternasyonalist politik-örgütsel bağlar, iktidarın fethine dönük uluslararası bir stratejinin cisimleşmiş biçimi olarak Geçiş Programı’nda somutlaşmadığı müddetçe, “zayıflayacak” ve “yolunu kaybedecektir”.
Sağa yöneliş teorilerinin yumuşak karnı olarak kitle mücadelelerinin nesnel boyutu
Nesnel durum tahlillerinin odak noktası olarak sınıflar arası mücadelelerin içsel dinamiklerini ve bunların politik, ekonomik, kültürel düzlemde yaşadıkları kırılmaları değil, yalnızca parlamenter veya kurumsal arenada yaşanan gölge oyunlarının yanılgılara ortam yaratan izlenimlerini alanlar, 2011 devrimci dalgasının geri çekilmeye yüz tutmuş akıbetini ve Avrupa ile Latin Amerika’da yükselen faşizan güçlerin çapları ötesinde görünürlük kazanmalarını, uluslararası bir sağa kayışın mevcut olduğu argümanıyla okumuştu. Bu analiz, kitlelerin seçim sandıklarında ifade ettiği yarı kendiliğinden hareketin içsel yasalarını yanlış değerlendirerek ve bu hareketin hangi nesnel ekonomik süreçler karşısında ve hangi politik seçenekler arasında vuku bulduğunu göz önünde bulundurmayarak, yanlış sonuçlara ulaştı. Bu yanlışlığın en net göstergesi, dünya devriminin yeni dönemidir.
Öncelikle, kitleler devrimci bir seçenek ile karşıdevrimci bir taarruz arasında yapmak durumunda kaldıkları tercihlerin hiçbirisinde, henüz karşıdevrimci taarruzu seçmiş değiller. Bu, 2008 yıkımının sorumlusu olarak gözüken ve öyle de olan burjuvazinin, proleterleşen küçük burjuva katmanları henüz, özel mülkiyetin kutsallığını programı ilan etmiş olan bir faşist veya faşizan hareketin ardında toplayamadığını veya şu an için toplama ihtiyacını hissetmediğini gösteriyor. Ek olarak ayaklanmalar ile seferberliklerin işaret ettiği olgu, mevcut durum altında kentli orta sınıf sektörlerinin hâlâ yoksul sınıfların mücadele iradesine dönük belirli bir sempatiyi taşıdığıdır (bunun en net göstergesi, tam bir sene önce Ekim sonunda ve Kasım başında patlak veren Fransa’daki Sarı Yelekliler seferberliğinin, karakter olarak proleter olsa da orta sınıfları, esnafları ve hatta küçük patronları kendi etki alanına çekmesi, en kötü durumda tarafsızlaştırmasıdır).
O halde sağa kayışın en temel sınıfsal temellerinden birisi eksiktir. Ancak belirtmek gerekir ki, sağa kayış teorilerinin ezici bir çoğunluğu zaten kendilerini sınıflar arası güç ilişkilerinin sosyopolitik bir bilançosuna değil, siyasal görünümlere ve izlenimlere dayandırmaktadır.
Bu izlenimlerden ilki ve en önemlisi, sağın yükselişinin bir sembolü olarak Trump’ın seçilmesiydi. Ancak Trump’ın seçilmesi (tıpkı Bolsonaro’nun seçilmesi gibi), tek başına hiçbir şey ifade etmez. Trump, ABD içindeki orta ölçekli sanayi ve ticaret erbabının korumacı ekonomik taleplerinin ve dolayısıyla sağa kayışa uygun politik önkabullerinin bir temsilcisi olarak seçildi. Sorun Trump’ın, bu kesimlerin temsilcisi olarak ABD işçi sınıfını ve göçmen emekçileri ne kadar ezebileceği sorunuydu. 2018 senesinde ABD’de yarım milyonun üzerinde işçi greve çıktı; bu, son 30 yılın en yüksek oranıydı. Özetle ABD işçi sınıfları, ancak 30 sene önce Reagan’ın neoliberal ajandası sınıf hareketini dümdüz etmeden önce, bu denli militan bir sene geçirmişti.
Bu noktada karşımıza epistemolojik bir yol ayrımı çıkıyor: 2016’da Trump’ın Beyaz Saray’daki koltuğa oturmuş olmasının bir izlenim/görünüm olarak ele alınmasını mı, yoksa Hillary Clinton’da cisimleşen tekellerin diktatörlüğünün bir nefret objesine dönüşmesini, bu dönüşümün sağlıksız bir sonucu olarak Trump’ı başkan olarak seçen hoşnutsuzluğun, son 30 senedir en militan eylemlilik sürecine girmiş olmasını mı bilgi teorimiz ve dolayısıyla politik üretimimizin yöntemi olarak belirleyeceğiz? Devrimci Marksizm’in tercihi ikincisidir.
Bu yüzden Brezilya işçi sınıfı henüz Bolsonaro’yu seçmemiştir ama kendi yaşam şartlarını senelerdir yağmalayan neoliberal İşçi Partisi’ni (PT) seçmemezlik yapmıştır. Bu yüzden Bolsonaro, otantik politik ajandasının uygulama maddelerinin tümünün hayata geçirilmesine henüz kalkışamamaktadır.
Lyon sanayi havzasında çalışan bir işçi Le Pen’e oy atıyorsa ancak bir yandan da greve çıkmayı sürdürüyorsa, sağın yükselişi henüz söz konusu değildir. Çünkü bu durumda işçinin maddi eylemiyle manevi tercihleri arasında aşılmaz bir çelişki vardır ve bu çelişkinin çözümü yeryüzünde yaşanacaktır. Ya işçinin içinde konumlandığı maddî süreçler onun bilinci üzerinde etkide bulunacaktır, ya da bu maddî süreç yenilgiye uğrayarak hatalı bilincin içinde rahatça yetişeceği ve güçleneceği bir gerici fanus yaratacaktır. Bugün faşizan önderliklerin siyasal arenada görece bir görünürlük kazanmasıyla, kitlelerin devrimci hareketinin yeni bir döneme girmiş olması benzer bir eşitsiz ve bileşik gelişim süreci doğurmuştur. Hiç şüphe yok ki kitlelerin bilinç durumları, kalkıştıkları eylemlerin arkasından gelmektedir. Ancak bilinç ve eylem, kendi mantıksal hedeflerinin ortaklığı üzerinde tam bir sentez yaşamadığı müddetçe, muhafazakâr olan (hatalı bilinç) galip gelmeyi sürdürecektir. Biri ötekini fethetmelidir; birinin ötekini fethetme olasılığı var olduğu sürece, kitlelerin nesnel eylemlilik süreci, onların hatalı öznel seçimlerinin sonuçlarına baskın olmayı sürdürecek ve devrimci alternatifin yaratımına olanak sağlayacaktır. Dünya devriminin açılan yeni döneminin karşılaşacağı en ciddi zorluklardan biri, bilinç-eylem çelişkisinin diyalektik çözümü olacaktır. Bu çözümün ismi, devrimci önderliğin inşasıdır.
Moreno’nun Devrimci Birleşik Cephe taktiğinin şartları mevcut
Yeni devrimci dönemin öne çıkan en mühim taraflarından biri, hiç şüphe yok ki önderliksiz karakteri ve bir yabancı sınıf önderliğinin bir diğeriyle değiştirilmesine dönük süreklileşmiş bir itirazı benimsemiş olmasıdır. Sudan devrimi, El-Beşir’in devrilmesinin ardından iktidara el koyan cunta rejimini bir kazanım olarak yorumlamadı ve askerî diktatörlüğe karşı seferberliğini sürdürdü. Hariri’yi deviren Lübnan devrimi, Lübnan’daki kitlesel 2005 devrimci seferberliklerinden farklı olarak, bu sefer çeşitli burjuva siyasal partilerin, çeşitli etki alanlarına göre içeriden bölünmedi (2005’te hareket, Hizbullah önderliğindeki 8 Mart Koalisyonu ile Gelecek Partisi’nin liderliğindeki 14 Mart Koalisyonu arasında, sınıfsal olmayan yapay bir bölünme yaşamıştı). Benzer bir biçimde Irak’taki geniş çaplı isyan, bütün dinî ve politik elitlere karşı bir konum aldı ve herhangi bir “alternatif” Şii veya Irak ulusalcısı önderliğin politik etki alanına girmedi. Şili’de eski Allendeci partiler, Şili Komünist Partisi ve Hristiyan Sol benzeri geleneksel yapılar, seferberlik içinde hiçbir karşılık görmedi (özellikle de taleplerini yeni bir anayasanın hazırlanmasıyla sınırladıkları için). Haiti’de öndevrimci süreç kesintisiz olarak sistemin bütününe ve onun tüm temsilcilerine karşı cephe aldı.
Bu tablo bize şunu gösteriyor: Yalnızca kitlelerin karşısında ayaklandıkları rejimler değil, bu rejimleri seferberliğin içinden veya dışından yeniden üretebilecek olan sistemin bütün geleneksel aygıtları da bir krizle yüz yüzeler. Rejimlerin aygıtlarla beraber yaşadığı yönetim krizi, devrim ve karşıdevrim kamplarının üzerindeki tozu silkiyor ve bütün toplumun önünde onları iki kesin karşıt kutup olarak ortaya seriyor.
Devrim ile karşıdevrim arasındaki, 21. yüzyılda şu ana dek olan en keskin ve nesnel ayrım olan bu moment, aslında kitle hareketinin oluşturduğu sosyolojik panoramanın politik ve kurumsal düzeyde bir tezahürü. Kitle seferberliğinin sosyolojik sınır hatlarından kastımız, yeni devrimci süreci oluşturan eylemliliğin öznesinin henüz birleşik bir işçi cephesi olmaması, ancak açık ve net bir şekilde birleşik bir antiburjuva blok olarak kendini var etmesidir. Dünya devriminin yeni dönemini yaratan ve onu derinleştiren uluslararası ayaklanmalar dalgasının ulusal çaptaki çeşitli bölükleri, saf proleter kamplaşmalar ile bu kamplaşmaların yarı proleterlerle oluşturduğu taktiksel ittifaklar biçiminde değil, ancak -ve hâlâ oldukça ilerici bir dışavurum olarak- antiburjuva bloklar, yani ulusal egemen sınıflar ile onların aygıt düzeyindeki bütün temsiliyet biçimlerinin reddi biçiminde hayat buldu. Seferberliklerin tarafında olduğu izlenimini verip onları içeriden fethetmeye meyleden (2011 Arap devrimci sürecinde görece bir şekilde olduğu üzere) hiçbir “alternatif” burjuva önderlik veya sınıf işbirlikçisi reformist sol öneri, kitleler tarafından kabul edilmiş değil. Anlaşılan karşıdevrimci cephe bunu onlara dayatmak zorunda kalacak.
Bu bağlamda, bu antiburjuva bloğun, kendiliğinden bir şekilde karşısına aldığı emperyalizm ile egemen sınıflar dolayısıyla, kendiliğinden bir şekilde ve bilinçsizce nesnel bir devrimci pozisyonu işgal etmesi, bu bilinçsiz tutuma program aşılayacak olan bir önderliğin veya birleşik cephenin aciliyeti sorununu tartışmaya açmaktadır. Bu sorunu Nahuel Moreno, 1983’teki LIT-CI (Uluslararası İşçi Birliği-Dördüncü Enternasyonal) kongresinde aşağıdaki gibi ele almıştı:
“Bizim için devrimci birleşik cephe, diğer konjonktürel taktiklerle birlikte, devrimci kitle partilerinin inşasında kullanılacak bir başka taktik değildir. Bize göre DBC, giderek ciddileşen ve şiddetlenen ve karşıdevrimci aygıtların kriziyle birleşen mevcut aşamada en öncelikli taktiktir. Karşıdevrimci aygıtların giderek genişleyen krizleriyle beraber kitlelerin giderek yükselen geniş devrimci kabarışlarını görüyoruz. Bizim aşırı zayıflığımızla da kaynaşan bu durumla yüz yüzeyken, devrimci birleşik cephenin öncelikli bir taktik olduğunu düşünüyoruz, çünkü devrimci pozisyonları benimseyen farklı gruplar ile savaşçı akımlar kaçınılmaz olarak ortaya çıkacaktır.” (Nahuel Moreno, Uluslararası İşçi Birliği-Dördüncü Enternasyonal Birinci Kongre Konuşmaları, Editorial Crux, Buenos Aires, 1991)
Moreno bu önermesinin, dünya devriminin objektif gelişiminin politik ihtiyaçlarının mantığı gereği doğduğunu ve onun temellendiği alanın devrimci kabarış, karşıdevrimci aygıtların krizi ve Troçkizmin görece zayıflığının kesiştiği nokta olduğunu ileri sürüyordu. Moreno, özgün bir örgütsel forma sahip olması gerektiğini tahayyül ettiği bu devrimci birleşik cephenin, asgari devrimci program üzerinde yükselmesi gerektiğini düşünüyordu. Neydi bu asgari devrimci program? Aslında bu, son talebi bir işçi-emekçi hükümeti (yani proletarya diktatörlüğü rejimi) olan ve karşısında konumlandığı gerçekliğe göre içeriğinin belirleneceği bir sosyalist geçiş talepleri sistemiydi. Devrimci ilkelerin geçiş mantığının formunda bir talepler sistemi haline getirilmesiyle mevcut durumlara uygun olarak güncellenip uygulanmasını öngören bu strateji, mevcut durumla bir Ekim arasındaki açının kapatılması noktasında öznel bir sıçramanın gerçekleştirilmesini hedef olarak güdüyordu.
Uluslararası veya ulusal bir DBC’nin ilkesel bir zeminde söz konusu edilebilmesi, elbette onun dünya devriminin yeni dönemine dayanmasını gerektirmektedir. DBC’yi maddi bir gereksinim olarak, karşıdevrimci aygıtların görece kriziyle de birlikte gündeme getiren, kitlelerin seferberlik durumuna geçmeleri oldu. Bu dalgayı politik ve örgütsel olarak göğüsleyebilecek bir devrimci perspektifte ortaklaşabilmek ise hiç şüphe yok ki, bahsini ettiğimiz ilkesel zeminin içeriğine dair soru işaretleri doğurmaktadır.
Uluslararası bir proletarya diktatörlüğü stratejisine doğru
Uluslararası devrimci seferberlik sürecinin Moreno’nun DBC önermesini güncel bir somut ihtiyaç haline getirmesi, nesnel olarak devrimci pozisyonlarda ısrar eden veya edecek olan akımların ve programların taktiksel veya stratejik yan yana gelişlerinin ne gibi bir eylem planına dayanacağını, dayanması gerektiğini bir tartışma başlığı haline getiriyor.
Bu sorun burada oldukça kısıtlı ve yetersiz bir şekilde ele alınabilir. Ancak yine de yığınların devrimci hareketinin enternasyonalist karakterinin ona bahşettiği birtakım ortak istemler üzerinden, bu eylem planının ve programının siluetinin politik önkabullerini kabaca belirleyebilmek mümkün olacaktır.
Hiç şüphe yok ki ilkesel zeminin en önde gelen kabullerinden biri, yeni devrimci dönemin özneleri olan kitlelerin eylemlerinin kendiliğinden sosyalist niteliğini doğru değerlendirerek, hiçbir burjuva hükümete veya programa (sosyal demokratından İslamcısına, Allendecisinden Baascısına, Chavezcisinden liberal demokratına dek) destek vermemek olacaktır. Bu ilkenin mantıksal devamı bütün ülkelerdeki burjuva iktidar biçimlerinin politik ve ekonomik olarak yıkılmasını ve ulusal sermayelerin mülksüzleştirilmesine dayanan bir planlı ve merkezî ekonominin inşa edilmesini hedeflemektir.
Bu perspektif kendi içinde, tek tek bütün ülkelerde işçi demokrasisi rejimlerinin ve kıtasal veya coğrafik boyutlarda da bu işçi demokrasilerinin kendi aralarında oluşturacağı federatif birlikteliklerin kurulmasını öngörür. Örneğin, Porto Riko devrimi ile süreklileşen Haiti seferberliklerinin yarattığı programatik ihtiyaç üzerinden vuku bulabilecek bir Devrimci Birleşik Cephe’nin ilkesel zemini, Sosyalist Karayip Cumhuriyetleri Federasyonu olacaktır. Bir benzer asgari devrimci pozisyon Sudan, Cezayir, Mısır, Irak, Lübnan seferberlikleri üzerinden Sosyalist Ortadoğu Cumhuriyetleri Federasyonu talebinde kristalize olmaktadır.
Görülebileceği üzere, devrimci konumların ve fetihlerin nesnel temsili, dünya devriminin yeni döneminin öznel politik gereksinimlerini mantıksal programatik sonuçlarına ulaştırabilecek biricik seçenek olarak, kendi ifadesine bir uluslararası proletarya diktatörlüğü stratejisinde kavuşabilir. İşçi sınıfının iktidarı ele geçirişine dair enternasyonalist bir perspektifin geliştirilmesi, yeni devrimci dalganın kısa zamanda elde edilecek olan sonuçlarını kapitalizmin yıkımına yönlendirme konusunda, Marksizm’in cephaneliğindeki biricik silahtır.
Uluslararası bir proletarya diktatörlüğü stratejisini eylem programına atfeden bir hareket, doğrudan doğruya yabancı sınıf önderlikleriyle kendisi arasında kategorik bir ayrımın doğmasını sağlayacaktır. Bu, öncelikle kapitalist gelişimin katalizörü olacak bir demokratik aşamanın yaşanması gerektiğini vaat eden sınıf işbirlikçisi programlar (Irak Komünist Partisi, Sudan Komünist Partisi, Mısır Komünist Partisi, Tunus Emekçiler Partisi) karşısında ve aynı zamanda, demokratik sloganların oportünistçe kullanımıyla hareketi sistem içi mevzilerde tutmaya çabalayan anlayışlara (Şili Komünist Partisi, eski MIR ve benzerleri) karşı, yeni devrimci dönemin bir sosyalist devrimle derinleştirilmesini öngörenlerin üzerinde anlaşabileceği bir enternasyonalist strateji olacaktır.
Partinin inşası
Devrimci programın bu asgari şartı (hiçbir sınıf düşmanının desteklenmemesi ve proletarya diktatörlüğünün hedeflenmesi), Moreno’nun da belirttiği üzere “bizim kimlik kartımızdır. İşçi hareketinin birincil ilkelerini bugün savunanlar, yalnızca gerçek Troçkistlerdir.” (Nahuel Moreno, agy.) Bu bağlamda, yeni dönemin öznel ihtiyaçlarının devrimci bir şekilde karşılanabilmesine olanak yaratılmasını öngören Devrimci Birleşik Cephe’nin, Leninist-Troçkist partinin inşası amacından kopuk veya bağımsız olarak düşünülmesi hatalı olurdu. Eğer DBC kendi başına ve bir fanus içinde ele alınırsa, bu durumda Troçkist inşanın tehlikeye girme riski kendini var eder ve ilkelerin terki ile kitlelerin kendiliğindenliğine uyarlanma baş gösterebilir.
Bu sorunla ilgili olarak Nahuel Moreno, Dördüncü Enternasyonal Uluslararası Komitesi’nin Leeds’de (Büyük Britanya) toplanan kongresine 1958’de sunduğu tezlerinde, DBC ile parti inşasının karşılıklı olarak sahip oldukları ilişkiyi, aşağıdaki gibi ele alıyordu:
“Troçkist hareketin Devrimci Birleşik Cephe stratejisinin yaratımı için sahip olduğu temel sebepler, bir yandan, eylem sloganlarımızı önerdiğimiz kitle hareketine ulaşımda çok daha dinç bir kaldıraca sahip olmak, diğer yandan da uluslararası hareketimizi ve onun seksiyonlarını daha da güçlendirmektir.” (Nahuel Moreno, Theses of Leeds – Theses on the Revolutionary United Front, Centro de Estudios Humanos y Sociales, Buenos Aires, 2016)
Dünya devriminin yeni dönemi ile onun tartışmaya açmaya davet ettiği Moreno’nun DBC önermesi, parti inşasının politik-programatik iskeletinde, önceki döneme oranla çok daha yoğun bir biçimde ısrarcı olunmasını gerektiriyor. Ancak kitlelerin yeni devrimci dalgası göz önünde bulundurulduğunda, bunun yanında partinin inşasını örgütsel bir fetişizm olarak gözlemlememek gerekir (ki aslında bu, yani önderliğin inşası, olumlu anlamıyla bizim büyük sapkınlığımızdır, öyle olmak zorundadır). Dünya devriminin yeni dönemine paralel olarak Troçkist partinin inşası, aslında bu yeni dönemin iktidarın fethine dönük olarak yeniden örgütlenmesinin inşasıdır. Birbirlerini besleyen, birbirlerine bağımlı olan ve birbirlerinin gölgesi olan bu iki dinamiğin yine birbirlerine indirgenmesi dışında herhangi bir çıkış yolu mevcut değildir.