Türkiye’de kriz

Şefik Sandıkçı 

Kapitalizmin dünya çapında derinleşen krizi Türkiye ekonomisini de temellerinden sarsıyor. Genelde, sermayenin yatay veya dikey yani bölgesel veya teknik anlamda genişlemesinin olanaksızlaştığı bir durum ile karşı karşıyayız. Kapitalistler kâr oranlarındaki düşüşten, stoklarını eritememekten yakınırken işsizlik ve yoksulluk her geçen gün biraz daha artıyor. Kendilerine olan güvenleri sarsılan egemen sınıflar krizin sorumluluğunu üzerlerinden atmak için dün söylediklerini bugün hatırlamak bile istemiyorlar, kitleleri yanıltmak için her türlü yalanı söylemekten çekinmiyorlar. Ancak endişe dolu çabaları rejimi bir arada tutan ideolojik söylemlerin yıkılmasının önüne geçemiyor. Sınıf uzlaşmazlıkları gerek günlük söylemlerde gerekse fabrika ve atölyelerde kendisini açığa vuruyor. Kriz ile birlikte sınıfların yeniden mevzilenmesi, sınıflar arası bir kutuplaşma ve burjuvazinin söylemlerinin birer birer geçerliliğini yitirmesi gündeme geliyor. Bu bağlamda, sınıf mücadelesinin ön sa arında yerlerini alan devrimci sosyalistlerin yaşadığımız krizin nedenlerini ve olasılıkları analiz etmesi acil bir görev olarak önümüzde duruyor. 

Günümüzde Türkiye’de kriz ne anlama geliyor? Ne gibi yapısal değişiklikler ve düzenlemeler Türk kapitalizmini içinde bulunduğu krizden çıkarabilir? Üretimin yeniden yapılanması ya da yeni bir kalkınma modeli söz konusu mu? Krizin faturasını kim ödeyecek, sistemin çözüm arayışları sonuç vermezse ne gibi bir durum ile karşılaşacağız, dünyada ve Türkiye’de büyük toplumsal altüst oluşlar mümkün mü sorularına yanıtlar ararken sınıf mücadelesinin güncel dinamiklerini kavrayarak, mücadele içinde daha verimli bir rol oynayacağımız açıktır. 

Vereceğimiz yanıt ayrıca rejimin söylemlerinin boş içeriğini göstermemiz anlamına gelir: Yaygın medya tarafından ekonominin magazinleştirilmesi ve karmaşıklaştırılması tüm dünyada gözleyebildiğimiz bir olgudur. Bugün her gazetenin bir ekonomi sayfası, her üniversitenin birkaç televizyon hocası var. Şartlar böyle olunca elbette kriz tartışmasının; dibi görmek veya görmemek, teğet geçmek veya geçmemek, krizin psikolojik olması veya olmaması ve hatta Marx’ın haklı veya haksız olması gibi lafazanlıklardan kurtulmamasına şaşmak da yersiz. 

Türkiye’de kriz üzerine mevcut argümanları üç kategori olarak ele alabiliriz. Bunlardan birincisi elbette burjuva entelektüeller tarafından teorize edilen söylemler bütünü olacaktır. İlginç bir şekilde belirli sermaye gruplarının çıkarlarıyla çakıştığını gördüğümüz bu tahliller ve çözüm önerileri, genel olarak 2008 krizinin Amerika’da fazla fazla verilen konut kredilerinden doğduğu ve neoliberal politikaları daha iyi uygulamanın krizi fırsata çevirmeye yeteceği anlayışında birleşir. Ardından ihracatçıların kârlarını korumak için bir reçete veya işsizlik fonunun kullanımı için yaratıcı öneriler v.s. gelecektir. 

Bir diğeri ise, tahlili neredeyse tamamen Marksist kavramlara dayanan, ancak krize karşı sistem dışı alternatiflerin varlığını yadsıyan statükocu anlayıştır. Buna göre kriz dünya kapitalizminin zorunlu bir aşırı üretim krizidir. Neoliberalizm insanlığı geriye götürmektedir. Çözüm ise milli kalkınmacı ekonomik modellerde bulunur. Güçlü bir milli burjuvazi ve ondan beslenen ayrıcalıklı bürokrasi bu anlayışın hede ediği “ilerici” toplumun temel taşlarını oluşturacaktır. 

Son olarak elbette Marksist analiz vardır. İçinde bulunduğumuz kriz sürecini bir aşırı üretim krizi olarak ele alan, finans piyasasındaki şişmenin, azalan kâr oranlarının yatırımlarda doğuracağı gerilemeyi erteleyen bir tıpa görevi gördüğünü ve patlamanın şiddetini arttırdığını ifade eden ve bir bütün olarak krize giren dünya ekonomisinin, sermaye açısından yeni yayılmalara olanak vermeyeceğinden hareketle tekrar dengelenmesinin uzun bir süre için imkânsız göründüğünü gösteren Marksizm’dir. Bu çalışmada yapmak istediğimiz, dünya krizinin Marksist tahlilini verili kabul ederek, aynı yöntemle bu tahlili Türkiye yereline taşımak ve kriz öncesi koşulların ana hatları üzerinden Türkiye’de krizin etkilerini ve muhtemel sonuçlarını tartışmak olacaktır. 

  1. Türkiye Ekonomisine Genel Bakış

    24 Ocak Kararları ve 12 Eylül Darbesi 

2008–2009 krizinin Türkiye’ye etkilerini analiz edebilmek için, uygulanan ekonomik modelin bir kritiği günümüzün koşullarını tanımlamak açısından gereklidir. Bu bağlamda vurgulanması gereken kilit gelişme, 24 Ocak 1980 Kararları ve bunu izleyen 12 Eylül Darbesi’dir. Bu iki gelişme Türkiye’de uygulanan neoliberal ekonomik modelin şafağını temsil eder. Hiç şüphesiz 2008 krizi ise, neoliberal ekonomik modelin günbatımını temsil etmektedir. 

Kapitalizmin hızla geliştiği İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllar, yerini 1973 yılında başlayarak bir durgunluk ve birbiri ardısıra gelen krizlere bıraktı. 1973 yılında başlayan resesyon, 1950’li yıllardan beri süregelen kapitalizmin altın döneminin kapandığını haber veriyordu. Metropol merkezlerde 1973–1975 yılında borsaların çöküşü, 1974 yılı petrol ambargosu ve petrol fiyatlarındaki artış sonucu özellikle Latin Amerika ve Türkiye dâhil bir dizi ülkenin ödemeler dengesinin bozulması ve dış borçlanma krizleri, 1980’li yıllarda uygulanmaya başlayan neoliberal dönemin arka planında yer aldı. Aynı dönemde gerek metropoller gerekse de çevre ülkelerde yükselen anti-sömürgeci, anti-kapitalist bir dalga vardı. Türkiye ekonomisinin bugünkü çehresini kazanmasındaki dönüm noktasının da ‘80 Darbesi olduğunu söylemiştik. Burada ilgi çeken, birçok ülkede neoliberal politika ve tedbirler tedricen yürürlüğe sokulurken Türkiye’de aynı sürecin Latin Amerika’ya benzer bir şekilde askeri cuntanın müdahalesiyle uygulanmış olmasıdır. 

‘80 Askeri Darbesi ve etkilerini anlamak için Türkiye’de gelir dağılımındaki değişmelere bakmak gereklidir. Burjuva medyanın bugün dahi sıkça ve korkuyla tekrarladığı gibi, ‘80 öncesine dönelim. Aşağıda TÜİK istatistik göstergeler yayınından derlediğimiz tablo, Türkiye’de nominal olarak, ücretler ve sanayi katma değeri rakamlarını ve bunların arasındaki oranın değişimini göstermektedir. Aslında bütün süreç, bu basit tablodan izlenebilir. 

Açıkça görüldüğü gibi, bir an için politik atmosferi göz ardı etsek dahi, katma değer ve ücret ilişkisinden (artık değer sömürüsü) sınıfların ekonomik savaşımının izlediği yol çıkarılabilmektedir. 1980’e kadar, işçi sınıfı, sermaye karşısında kazanımlarını artırmış ve katma değer içindeki ücret oranını yüzde 38’e kadar çıkarmıştır. Darbenin ardından gerçekleşen en önemli değişim de bu orandaki büyük düşüş olmuştur. 12 Eylül’ün en belirleyici nedeni hiç kuşkusuz buradadır. 24 Ocak Kararları ile inşasına girişilen IMF modeli neoliberal ekonomi ‘80 Askeri Darbesi olmaksızın uygulanamazdı. 

İkinci olarak vurgulanması gereken, hâkim sınıfların neoliberal projeyi hayata geçirme konusundaki gayretleridir. Bir önceki dönemin iktisadi politikasına baktığımızda gördüğümüz “uygulanamamış” korumacı sanayileşme stratejisinin, tam da bu uygulanamamışlık yönünden 1970’lerin iktisadi koşullarına etkileri ilgi çekicidir. Öncelikle özel sanayinin biçimlenmesi, doğrudan KİT’lerin üstlendiği ara mal üretimi görevi ve ihracatta devlet teşviklerinden etkilenmiş, bu sürecin sonunda, genelde yaygın tüketim ürünlerini üreten, devletin belirlediği ucuz ara mal fiyatlarından nemalanan ve koşulların gösterdiği gibi bürokrasiyle ilişkilerini sömürme alışkanlığında bir sanayi burjuvazisi oluşmuştur. Korumacı önlemler sayesinde elde ettiği tekelci avantajla iç pazarı sömürme yoluna giden ve büyük kârlar elde eden bu zümre, bugünün Türkiye’sinin büyük sanayicilerini oluşturmaktadır. 70’lerin sonlarına gelindiğine ise, bu koşulları tüketen burjuvazi mevcut kanallardan elde ettiği kârı yatırıma dönüştürmekte zorlanmaya başlamış ve dışa açılmanın yollarını aramaya başlamıştır. 24 Ocak Kararları’nda da ifadesini bulan bu anlayış, burjuvazinin neoliberal ekonomiye yönelik eğiliminde en önemli itkilerden biri olacaktır. 

Değinilmesi gereken bir nokta da, bu dönemde, Türkiye’nin giderek artan dış borçlanma sorunudur. Gerek kamu harcamaları, altyapı yatırımları gerekse de yukarıda bahsettiğimiz özel sanayiyi kollamanın artan maliyeti dış borçlanmanın hızlanması ile sonuçlanmıştır. Bu dönemde hızlı borçlanma ve borçların servisi, döviz rezervlerinin yetersizliği gibi sorunlar yalnızca Türkiye’ye özgü değildi. 1970’li yıllarda yaşanan petrol krizinin de etkisiyle, gelişmekte olan bir dizi ülkede özellikle Latin Amerika’da başlayan dış borç servislerinin yapılamaması sorunu, hızla yaygınlaşarak 1980’li yıllarda uluslararası bir dış borçlar krizi haline geldi. Azgelişmiş ülkelerin bağımlılık ilişkileri içinde şekillenen ekonomik yapıları ve aynı zamanda hem OPEC hem de sanayileşmiş ülkelerden kaynaklanan yüksek fiyatların yol açtığı artan giderler, Türkiye dahil çok sayıda ülkenin giderek artan bir şekilde daha fazla câri işlemler açığı vermesine neden oldu. Bu ülkeler borcu borçla kapatmaya yönelmeleri ve yüksek faiz oranları nedeniyle dış borç çıkmazının içine itilmişlerdir. Örneğin, 1970’li yılların sonlarında, Türkiye üç ayrı dış borç erteleme anlaşması yaparak 5,5 milyar dolarlık borç ertelemesine gitmiştir. Bu dönemde hızla kötüye giden dış ödemeler dengenin düzeltilmesi amacıyla 1979 yılında 16 OECD ülkesi tarafından Türkiye’ye 962 milyon dolarlık yardım taahhüdünde bulunularak, 1 milyar dolarlık dış borç ertelemesi gerçekleştirilmiştir. 1980 yılına gelindiğinde, son on yılda dış borç stokunun artış hızının yüzde 10’dan yüzde 45’e kadar yükseldiğini görüyoruz. Bir borç krizinin ilk işaretlerinin belirdiği 1970’li yılların sonlarında ve 1980’de, borç sağlayanlar dış borç ödemelerini garanti altına almak için bir yandan değişken faiz oranı uygulanması gibi tedbirler alırken, diğer yandan da azgelişmişlik çemberi içine sıkıştırılan ülkeleri dış borç ödemelerini garanti altına almak için, uluslararası bir alacaklılar kartelinin temsilcileri olan IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla ekonomilerini yeniden yapılandırmaya zorlamışlardır. 

24 Ocak 1980’de ilan edilen ve yapısal dönüşümleri içeren program, IMF tarafından hazırlanmış ve Süleyman Demirel, Turgut Özal ikilisi tarafından yürülüğe sokulmuştu. 24 Ocak 1980 kararları ile yüzde 32,7 oranında devalüasyon yapılarak günlük kur ilanı uygulamasına gidilmiş, devletin ekonomideki payını küçülten önlemler alınmış, KİT’lerdeki uygulamaya paralel olarak tarım ürünleri destekleme alımları sınırlandırılmış, gübre, enerji ve ulaştırma dışında sübvansiyonlar kaldırılmış, dış ticaret serbestleştirilmiş, yabancı sermaye yatırımları teşvik edilmiş, kâr transferlerine kolaylık sağlanmış, yurtdışı müteahhitlik hizmetleri desteklenerek, ithalat kademeli olarak libere edilmiş, ihracat; vergi iadesi, düşük faizli kredi, imalatçı ihracatçılara ithal girdide gümrük muafiyeti, sektörlere göre farklılaşan teşvik sistemi ile teşvik edilmiştir. 

Söz konusu kararlar, esasen, IMF’nin yeni kredi dilimleri çıkarmak için alınmasını koşul olarak sürdüğü önlemlerden yola çıkarak alınmıştır. Alınan tedbirlerle devletin piyasaya müdahale olanaklarının ortadan kaldırılması, kur serbestisi, KİT’lerin özelleştirilmesi, teşviklerin bitirilmesi ve yabancı sermaye dolaşımının önündeki engellerin kaldırılması öngörülüyordu. Kararların genel amacı, cari açığı ihracatı artırma yoluyla kapatma olarak ifade edilse de, gerçekte, ihracat için avantaj sağlamak adına yapıldığı söylenen devalüasyonlar ile ücretlere yönelik bir saldırı olmuştur. İlan edilen ihracata dayalı kalkınma stratejisi, düşük ücretlere dayalı ihracat stratejisi olarak da okunabilir. Ücretleri koruma görevini üstlenecek emek örgütlerinin 12 Eylül rejimiyle yok edilmesiyle birlikte, sermayenin emek karşısında büyük avantaj elde ettiği bir sürece girilmiştir. Burada not edilmesi gereken diğer bir gelişme de, sözü edilen yıllarda zorunlu olarak faiz oranlarının artmasıyla, anti-enflasyonist tedbirler de gündeme gelmiş, devalüasyonlar gerçekleştirilmiştir. Böyle bir ortamda ücretlerin korunabilmiş olması, dönemin sendikal ve politik mücadelesinin kapasitesini anlamak açısından da öğreticidir. 

Bağımlılık Modeli 

Gerek 12 Eylül 1980 gerekse de öncesinde izlenen ekonomik modellere baktığımızda, bu modellerin ortak yanının bağımlılık ilişkileri ve azgelişmişliğin gelişmesi olduğunu görüyoruz. Ancak burjuva iktisadı içinde azgelişmişlik olgusuna baktığımız zaman bu gerçekliğin ters yüz edildiği bir açıklama ile karşılaşıyoruz: İkinci Dünya Savaşı sonrası ekonomik paradigmasının bir parçası olarak geliştirilen azgelişmişlik kavramı ve bunun üzerin kurulan kalkınma iktisadı, esasen tümüyle bilimsel olmayan ideolojik bir yapıya sahiptir. Bu tanıma göre kapitalist sanayileşme açısından geç kalmış ülkeler, sosyo-ekonomik olanaklarını verimli olarak kullanamamaktadırlar. Burada gelişmiş ülkeler devreye girer ve bu olanakların verimli kullanılmasına katkıda bulunurlar. Sonuçta her iki taraf da kazançlı çıkar. Burjuvazinin bağımlılık ve sömürü ilişkilerini mantık kaidelerine aykırı düşer bir şekilde gelişme olarak sunmasına ilk kez burada rastlamıyoruz. Elbette azgelişmişlik ve kalkınma kavramları, neoliberal söylemlerin Türkiye’nin sorunlarına çare olarak sunulması örneğinde görüldüğü gibi emperyalist çıkarları gizlemek için kullanılmaktadır. 

Gerçekte, Türkiye gibi azgelişmiş ya da gelişmekte olarak tanımlanan ülkelerin sorunu, metropol ülkelerin “gerisinde” olmak ve onların refah düzeylerine yetişme sorunu değildir. Bu ülkelerin fakirliklerinin nedeni, Batı ülkelerinde olduğu gibi sanayi devrimlerini yapamamak değildir. Sorun, azgelişmiş ülkelerin dünya kapitalist sistemine güç kullanılarak ham madde üreticileri, ucuz işgücü kaynakları olarak entegre edilmeleri ve ürünlerini metropol emperyalist ülkeler ile eşit olmayan koşullar içinde satmaya zorlanmalarıdır. Bu nedenle, tarihsel olarak baktığımızda kalkınma adı altında azgelişmişliğin gelişmesi gibi bir olgu ile karşılaşıyoruz. 

Emperyalizm, hem azgelişmiş diğer bir deyişle sömürge ve yarı sömürge ülkelerin gelişimindeki eşitsizliği, hem de mevcut bağımlılık ilişkilerini yeniden üretmektedir. 

Bu bağımlılık ilişkisi, günümüzde genel olarak sermaye ihracı, dış ticaret avantajı ve üretim tekniğindeki farklar üzerinden kurulur. Burada emperyalist ülkelerin var olma koşulunun azgelişmiş ülkelerin varlığı ya da azgelişmişlik çemberi içinde sıkıştırılmaları olan, adına küreselleşme denilen bir kapitalist dünya ekonomisi vardır. Emperyalizm azgelişmiş ülkelerin ne bağımsız bir kapitalist gelişim gerçekleştirmelerine, ne de emekçi kitleler ve yoksulların ihtiyaçları doğrultusunda üretim gerçekleştirmelerine izin vermez. Günümüzde “dışa bağımlı” olmayan bir büyümeden bahsetmek prensip olarak mümkün olmadığı halde, bu bağımlılığın derecesi ve niteliği yine de büyük önem arz eder. Türkiye’nin kapitalist dünya sistemi içindeki yeri ve bağımlılık ilişkisini esas alarak sistemin yarattığı krizleri, sermaye ihraçlarını, politik kurumları ve ideolojiyi incelemek mümkündür. 

Türkiye açısından bakıldığında bu bağımlılık ilişkisinin merkezinde 1980 öncesinde dış borçlanma çıkmazı ile sonuçlanan ekonomik politikaların, sonrasında ise ihracata yönelik bir model inşası adı altında Türkiye ekonomisinin emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillendirilmesi olgularının bulunduğunu görürüz. 

Türkiye’nin 1980 sonrası büyüme dinamiğini şemalaştıracak olursak, birinci fazda Türkiye sanayisinin temel itkisinin, dış pazara yönelik genellikle fason üretim yapan burjuvazi olduğunu, bu sektörün düşük katma değeri sonucu, tutarlı bir birikimin gerçekleşmesi için gerekli kâr oranlarının ücretlerin düşüklüğü üzerinden sağlandığını, ikinci fazda, sanayi üretiminin ara mal ve yatırım malı ihtiyacını ithalat yoluyla karşılamasından dolayı artan ihracattan elde edilen birikimin zincirleme bir şekilde artan ithalata yol açtığını ve üçüncü fazda bu sistemin yarattığı cari açığın finansman zorunluluğunun başta daha fazla yabancı yatırım çekme gereksinimi olmak üzere daha fazla özelleştirme, daha fazla bütçe açığı, daha adaletsiz vergiler gibi sonuçlara vardığını söyleyebiliriz. 

Yaşanan krizlerin bize öğrettiği, Türkiye ekonomisinin çevrimsel olarak mali krizler ürettiği ve bu krizlerin gösterildikleri gibi yanlış ekonomi politikası yahut çeşitli sansasyonlarla açıklanmasının yanlışlığı olacaktır. Bunun yanında, bahis konusu mali krizlerle daha önce değindiğimiz bağımlılık konusunu ilişkilendirdiğimizde, rahatlıkla uluslararası aşırı üretimin bu süreçteki rolünü görmek mümkündür. Dünya krizinin tahlilinin önemli bir parçası, düşen kâr oranlarının yarattığı kriz eğiliminin çeşitli şekillerde ertelenmesidir. Bu erteleme, yani artık ürünün yeniden dolaşıma sokulması, emperyalizm çağında sermaye ihracıyla gerçekleşir. Sermaye girişlerinin yapıldığı Türkiye ve benzer karakterde ülkelerde gerçekleşen çevrimsel krizler de, uluslararası bunalımı ertelemenin araçlarına dönüşürler. Başka bir deyişle, Türkiye ekonomisi dünya sermayesinin emniyet supaplarından biri işlevini üstlenmekte ve bu durum mali krizleri beraberinde getirmektedir. 

Vurgulanması gereken diğer bir konu da, ABD’nin doların uluslararası bir para birimi olmasından faydalanarak faiz oranlarında yaptığı oynamalarla krizlerini çevre ülkelere ihraç etmesi ve ya sözde serbest ticaret adı altında, metropol ülkelerin pazarlarına girişlerde kısıtlamalar ve borçlanma gibi araçları kullanarak kendi krizlerini IMF ve Dünya Bankası aracılığıyla çevre ülkelere yaymasıdır. Birçok örnekte, örneğin 1998 Asya krizi ve 2001 Türkiye krizinde görüldüğü gibi IMF’nin kriz ile başa çıkmak için sunduğu program ve tedbirler yalnızca krizi daha da derinleştirmekle kalmamış, uluslararası sermayenin kısıtlamalara tabi tutulmaksızın çevre ülkelere girerek gerek finans gerekse de sanayi sektörlerini ele geçirmesine neden olmuştur. 

Sermaye İhracı 

Türkiye’nin dünya kapitalizmi içindeki yerini ve bağımlılık ilişkilerini tartışırken, sermaye ihracının öneminden bahsettik. Bu konuya daha ayrıntılı olarak bakmak gerekir. Sanayinin yapılanmasından dolayı oluşan açıkların finansmanının önemli parçalarından biri, Türkiye’ye yapılan yabancı sermaye yatırımları olmaktadır. Ayrıca çoğu bağımlılık ekolü mensubuna göre bağımlı ülkeyi tanımlarken ihracata dayalı üretim ve yabancı sermaye yatırımlarının en önemli başlıklar olduğunu da göz önünde bulundurmakta fayda var. Son dönemde yabancı sermaye yatırımlarının ne ölçüde arttığını Hazine Müsteşarlığı kaynaklı tabloda görmek mümkün; 

2005 yılında çıkan doğrudan yabancı yatırımlar mevzuatının yarattığı alanın, 2001 krizi sonrası gerçekleşen çıkışların ardından yaşanan geri dönüşlerde ve uluslararası konjonktürün etkisiyle yabancı sermaye yatırımlarında dikkat çekici bir artışla karşılaşıyoruz. Bu artış, AKP iktidarı döneminde daha önce incelediğimiz türden bir krizin gerçekleşmeyişinin en önemli nedeni olmuştur. Buna rağmen uygulanan politikaların öncekilerden farklı karakterde olmayışı ve neoliberal projeyi daha da yoğun şekilde sürdürmeyi amaçlaması, AKP döneminde de bir mali krizin gerçekleşme eğilimini araştırmayı gerekli kılmaktadır. 

Vurgulanması gereken diğer önemli bir konu da, spekülatif sermaye hareketlerinin reel ve finansal kesimde sebep olduğu kırılganlık ve istikrarsızlıktır. Türkiye’de sermaye hareketlerinin liberalleştirilmesi çalışmaları 1980’lerde yürütülen neoliberal reformların bir parçası olarak başlatılmış ve 1989 yılında tamamlanmıştır. Ancak, spekülatif sermaye dahil yabancı sermayenin önündeki kısıtlamaların kaldırılmasından sonra, ekonomik yapının çok daha kırılgan ve oynak hâle gelmesi sonucu üst üste krizler yaşanmaya başlanmıştır. Neoliberal reformlar krizleri çözmeyi vaat ederken, gerçekte yaşanan krizlerin nedenlerinden biri haline gelmiş ya da krizlerin daha sık ve daha sert şekilde yaşanmasına yol açmıştır. İstikrarsız faiz oranları ve döviz kurları ile birlikte yaşanan ekonomideki iniş çıkışlar, bir yandan herhangi bir kalkınma stratejisinden söz edilmesini imkânsız kılarken, diğer yandan da ekonomik faaliyetin ağırlıklı olarak yurt dışından sağlanan, daha çok kısa vadeli sermayeye bağlı olmasına yol açmıştır. Kısa vadeli sermayeyi çeken yüksek faiz oranları, üretici sektörlere yapılan yatırımları olumsuz etkileyerek finansal kuruluş ve ürünlere yapılan yatırımları fiziksel yatırımlardan daha cazip hâle gelmiştir. 

1994, 1998 ve 2001 Mali Krizleri ve Sonuçları 

1980’den itibaren Türkiye ekonomisi, biri görece ha f olmak üzere üç mali kriz geçirmiştir. Bunlar sırasıyla, 1994, 1998 ve 2001 mali krizleridir. Sermaye hareketlerinin serbestleştirildiği bir ortamda 1994 ve 2001 krizlerinin ortak özelliği, kriz öncesi yılda büyük miktarda kısa vadeli sermaye girişinin olması ve kriz yılında da büyük ölçekli sermaye kaçışının ekonominin küçülmesiyle sonuçlanmasıdır. Spekülatif sermayenin temsilcileri olan dış ve iç mali yatırımcılar, dünya piyasalarında belirsizliğin arttığı bir ortamda, Türkiye’de devalüasyon bekleyişleri yükselince, tedirgin olup mali sermayelerini aniden dışarıya transfer etmişlerdir. 

1994 krizinden önceki dönemde, kamu kesimi faiz-dışı dengesi büyük ölçüde açık vermiş, reel kur fazla değerlenmiş ve Merkez Bankası rezervleri düşük düzeyde kalmıştır. Krizle birlikte ekonomi daralmış ve bankacılık sistemi bu krizden olumsuz etkilenerek küçülmüştür: 1994 yılında bankacılık sisteminin toplam aktifleri 68,6 milyar dolardan 51,6 milyar dolara, öz kaynakları ise 6,6 milyar dolardan 4,3 milyar dolara inmiştir. Bankacılık sektöründeki bunalım, tasarruf mevduatına güvence getirilerek aşılmıştır. 1995 yılından itibaren yeniden gelişmeye başlayan bankacılık sektörü ekonomik istikrarın tam olarak sağlanamaması, siyasi istikrarsızlık, Asya’da başlayan ekonomik kriz ve Körfez Savaşı ve Rusya’da yaşanan ekonomik kriz gibi nedenler sebebiyle yeniden istikrarsız bir ortama girmiştir. 1994 yılında, Marmarabank, Impexbank ve TYT Bank tas ye edilmiş, 1997 yılında Türk Ticaret Bankası, 1998 yılında Bank Expres, 1999 yılında Interbank, Esbank, Egebank, Yurtbank, Yaşarbank, Sümerbank, Bank Kapital ve Etibank’a el konularak, TMSF’ye devredilmiştir. Kıbrıs Kredi Bankası ile Park Yatırım Bankasının faaliyet izinleri iptal edilmiştir. 

‘94 krizine ilk baktığımızda, değindiğimiz gibi, büyüyen kamu açıkları ve bunların finansmanı için alınan yüksek faizli borçların yarattığı gerilim sonucu, hükümetin bir hamlesinin (yurtdışından düşük faizli borçlanma üzerine) sonrasında yaşanan patlamayı görürüz. Buradan çizdiğimiz şemaya yapılacak bir itiraz krizin bizim ifade ettiğimiz gibi yabancı sermaye ile ilişki üzerinden tetiklenmediği, iç borçlanma ile ilgili bir politika hatası olduğu yönünde olabilir. Nitekim, burjuva iktisatçılarının yaygın tezi de budur. Burada önem arz eden nokta, söz konusu iç borçlanma gereksiniminin, belirttiğimiz gibi esasen üretimdeki bağımlılık ilişkisinin yarattığı dış açığı karşılamak zorunluluğundan doğmuş olmasıdır. Bunun yanında söz konusu kriz döneminde gerçekleşen, negatif yabancı kökenli sermaye hareketinin milli gelirin yüzde 11’ine ulaşmasından da önemli sonuçlar çıkarılabilir. Ülkeye giriş yapan yabancı sermayenin yarattığı talep büyümesinin de cari açığın artışına katkısı düşünüldüğünde tablo netleşecektir. Sonuçta ‘94 krizi, Türkiye ekonomisinin dünya sermayesine entegrasyonunun aşamalarından biri olarak anlaşılabilir. 

1994 krizi sonrası, 1995–97 arasında, devlet-dışı sektörlerin hızlı dış borçlanmasına dayalı bir büyüme izlenmiş, Merkez Bankası rezervleri güçlendirilirken, reel kurda fazla değerlenmenin önüne geçilmeye çalışılmıştır. Ancak bu dönemde kamu iç borçları artmış ve enflasyon oranında bir artış görülmüştür. 1998’de, 1994 ve 2001 yıllarında olduğu gibi, Asya, Brezilya ve Rusya gibi ülkelerde gözlenen finansal krizlerin etkisiyle değişen risk algılamaları sonucu tekrar mali sermaye kaçışı gerçekleşmiştir. 

Türkiye’nin 2001 kriz deneyiminin belirleyici özelliği, krizin IMF destekli bir programın uygulanma sürecinde çıkmış olmasıdır. 1998’de IMF ve Türkiye arasında imzalanan, “yakın izleme anlaşması” ardından Aralık 1999’da döviz kuru taahhütlerine dayalı bir anti-enflasyon programı, kamusal borçlanmayı da kontrol altına almak amacıyla yürürlüğe kondu. Ancak, programın uygulanmasının üzerinden henüz bir yıl bile geçmeden, 2000 Kasım ayında başlayan mali kriz sonucu geniş çaplı yeni bir IMF müdahalesi yapıldı. IMF’nin müdahalesi, Türk lirası üzerinde yapılan spekülatif hareketleri durduramayınca dışarıya sermaye çıkışı hızlandı. Faiz oranları artırıldı. Bir kez daha ekonomide yüzde 9,5 oranında önemli daralma görüldü. IMF’nın tavsiyesi üzerine Türk lirası Şubat 2001’de serbest piyasada dalgalanmaya bırakıldı. 2001 yılı sonlarına doğru, IMF’nin yeni bir kurtarma operasyonun ardından mali piyasalarda bir istikrar sağlandı. 

2001 krizinin IMF’ye ait olduğu birçok gözlemci tarafından dile getirilmiştir. Mali krizlerin sonuçlarına baktığımız zaman, neoliberal IMF programlarının ne anlama geldiğini daha iyi görüyoruz. İncelediğimiz krizler bağlamında neoliberal modellerin uygulanmasının sonuçlarını kısaca aşağıdaki gibi özetlememiz mümkündür: 

1) Neoliberal politikaların uygulandığı süreçte Türkiye’de kalkınma hızı yüzde 6,9’dan, 1998–2006 döneminde yüzde 3,2 düzeyine düşmüştür. Düşen büyüme hızı ve 2008 krizinin yol açtığı ekonomideki daralma sonucu, Türkiye’de yoksulluğun giderilmesi ve iş imkânlarının yaratılması ancak burjuva partilerin programlarında vaatler olarak kalmaktadır. Resmi rakamlara göre, bir yandan nüfusun en yoksul yüzde yirmisi ile en zengin yüzde yirmisi arasındaki gelir farkı 17 kat artarken diğer yandan Forbes dergisinde yayınlanan dünyanın en zenginleri listesinde 13 Türkün ismi yayınlanmıştır. Türkiye’de vergi sisteminin yapısı ve ekonomide kara para miktarının vardığı boyutlar göz önüne alındığında, gerçek durumun istatistiklere yansıyandan çok daha kötü olduğu açıktır. 

Kamu mal varlıklarının özelleştirilmesi, bankacılık sisteminin kurtarılması ve ihracatın desteklenmesi adı altında uygulamaya konulan bir dizi uygulama ile burjuva sınıfların servetlerine servet katmaları sağlanırken, kamu harcamalarındaki kısıtlamalarla gelir dağılımındaki dengesizlik daha da artırılmıştır. Emekçilerin artık değerden aldığı pay; günlük fiyat artışları, düşen ücretler, işsizlik, esnek iş yasaları ve vergi afları vasıtasıyla daha da azalmaktadır. 

2) Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılacağı vaat edilirken, gerçekte Türkiye ile emperyalist metropol arasındaki bağımlılık ilişkisi daha da artmıştır. Türkiye’nin dünya pazarına entegrasyonu, ister istemez metropol ülkelerde başlayan krizler ve istikrarsızlık ortamından doğrudan etkilenmesini birlikte getirmektedir. 

3) Finansallaşma, bir yandan Türkiye’de mali sektörün metropol ülkelerde üslenen dev finans kurumlarının kontrolü altına girmesine neden olurken, diğer yandan da spekülatif sermayeye milyarlarca dolarlık kazancın kapısını aralamıştır. Finansallaşmanın bir sonucu olarak, Türkiye’nin dış borçlarıyla iç pazardaki tüketici borçları astronomik rakamlara ulaşmıştır. 

4) Türkiye ekonomisinin neoliberal hatlar üzerinde şekillenmesi oldukça uzun vadeli bir süreç olmuş, büyümenin tıkandığı koşulların zorlamasıyla yapılan değişiklikler bu karakteri oluştururken, değişimin kendisi krizin etkenlerinden biri haline dönüşebilmiştir. Bunlara örnek olarak, Özal’ın Demirel tarafından ekonominin başına getirilmesi sonrasında uygulamaya koyduğu finansal serbesti ile gelen banker skandallarını, Çiller döneminde uluslararası engellerden nemalanan ve çok yüksek faizle iç borçlanmaya kaynak sağlayan sermayenin, aslında sermaye için yapılması planlanan değişikliklerden etkilenip yurtdışına kaçmasını, Ecevit döneminde gerçekleşen hortumlama vakalarını verebiliriz. Sonuç itibariyle, kriz fırsatçılığından bahsederken Tayyip Erdoğan’ın hakkı vardır. Sözü geçen krizler kendi fırsatçılarını doğurmuşlardır. 

IMF ve Türkiye Burjuvazisi 

IMF tarafından 1980 sonrası empoze edilen iktisat politikaları yüksek bir cari açık, bunun finansmanı için – farklı ama art arda veya kesişen dönemlerde – yüksek ihracat hedefi, büyük bir borçlanma gereksinimi ve yine yabancı sermayeyi cezp etme ihtiyacı etrafında şekillenmiştir. 

Türkiye ve IMF ilişkileri oldukça uzun ve detaylı bir tarihe sahiptir. Ne IMF’nin 1998 Asya krizi sırasında uğradığı itibar kaybı ne de 2001 mali krizindeki sorumlulukları, IMF’nin önerdiği programların sorgulanmasına neden olmuştur. 2008 krizi ile birlikte IMF’ye sunulan yeni fonlar ve G-20 zirvesinden çıkan kararlar gösteriyor ki; IMF neoliberal sistemin gerek ideolojik gerekse de pratik savunuşunu üstlenerek aktif bir rol oynayacaktır. 

IMF’nin kriz dönemlerindeki rolüne baktığımızda, krizin faturasının, emperyalist ülkeler tarafından IMF’nin etkinlik gösterdiği cari açık veren ülkelere, yani Türkiye’nin de içinde olduğu bir grup ülkeye transfer edilmekte olduğunu görüyoruz. Bunun anlamı, yoksullaşmanın artması ve üst sınıflara ve uluslararası şirketlere servet transferinin hızlanmasıdır. Nitekim, Türkiye’ye önerilen son stand-by anlaşmasına bakıldığında, klasik IMF reçetelerinin bir kez daha takdim edildiğini, kamu bütçesinde kısıntıya gidilmesi ve sıkı bir mali disiplin sağlanarak “kurtarma paketleri uygulamanın” şartlarını ortadan kaldırmanın planlandığı görülüyor. 

AKP hükümeti IMF ile düzenli olarak görüşmesine rağmen halen yeni bir anlaşmaya imza atmamıştır. Uzlaşmazlığın görünen yüzünde, AKP’nin ödemeler dengesi finansmanını dış borç stokunu artırarak sağlama eğilimi ve anlaşmanın buna fazlaca izin vermemesi vardır. Ancak hükümetin dış piyasalarda hazine senetlerini satarak borçlanmayı sürdürebilmesi ve kısa vadeli sermaye akışının devam etmesi, IMF ile anlaşmayı ertelemesini mümkün kılmaktadır. 

AKP hükümetini yeni bir IMF anlaşması imzalamaktan alıkoyan, IMF’nin talep ettiği tedbirlerin uygulanmasının, hâlihazırda gergin olan sınıfsal dengeleri alt üst etmesi korkusudur. Büyük şehirlerdeki işsizler ordusu, Kürt şehirlerinde günde 1 doların altında kazanarak yaşayan milyonların IMF reformlarından ilk olarak etkilenen kesimler olacağı hatırlanırsa, AKP hükümetinin tereddüdünün nedenini anlamak kolaylaşır. Sınıflar arası karşılaşmanın bir kutuplaşmaya dönüşmesi ve ülkenin yönetilemez hale gelmesi olasılığı sanıldığından daha güçlüdür. Görünen odur ki, bir sürelik pazarlığın ardından, krizin faturasını emekçi kitlelere aktarmak için bir IMF anlaşması imzalamaksızın IMF’nin uygulanmasını istediği politikalar, sınıfsal dengeler izin verdiği oranda yürürlüğe konacaktır. 

Neoliberalizm ve AKP 

Kapitalizmin Türkiye’deki krizlerini ve son olarak yaşanan 2008 krizinin analizini yaparken neoliberalizm sık sık önemli bir yer teşkil ediyor. Neoliberal yapılanma programlarını uygulayan burjuva hükümetleri içinde, 2002 seçimlerinde burjuvazinin belirleyici kesiminin desteğini arkasına alarak iktidara gelen AKP, 1980’den bugüne değin, neoliberal politikaların uygulanması açısından en başarılı hükümet olarak görünüyor. Bu başarısı bir ölçüde, 2001 çöküntüsünün ardından gerçekleşmesi zaten beklenen göreli yükselişin üzerine konmasının yarattığı meşruiyete bağlıysa da (reel ücretlerin kriz öncesi konumlarına dönmesi dört yıl sürdüğü, yine kriz süresince dramatik biçimde artan dolaylı vergilerden, dikkate değer biçimde geri adım atılmadığı halde AKP popülist olarak nitelendirilebiliyordu) değerlendirilmesi gereken başka unsurlar da vardır. Türkiye’deki neoliberal söylemin neredeyse tartışılmaz olarak kabul edilir hale gelmesi, muhalefet partilerinin de bu söylemi paylaşması, sendikaların atıl konumları ve hayatın her alanında hissedilen baskıcı devlet uygulamalarının oynadıkları rolü de hesaba katmak gerekir. En agresif KİT özelleştirmelerini gerçekleştiren, üstüne üstlük bunu Kemal Unakıtan’ın şark kurnazı üslubuyla müdafaa eden, yüksek faize dayalı bir ekonomik rejim uygulayan, Türkiye’yi tarihinde görülmemiş bir şekilde yabancı sermaye girişine açan, son olarak asker-sivil bürokrasiye karşı, Menderes döneminden bu yana en saldırgan tavrı takınan AKP iktidarının dengede kalabilmesi nasıl mümkün olmuştur? Cevabı basittir: uyguladıkları politikalar gerek uluslararası sermaye gerekse de yerli burjuva sınıfların ihtiyaç ve taleplerinin iyi bir şekilde özümsenerek uygulanmasını ifade etmekte, aynı zamanda, emekçi sınıfların muhalefetinin ve Kürdistanlı kitlelerin mücadelesinin kontrolünde gösterdikleri başarı önem kazanmaktadır. 

AKP’nin gerek ulusal gerekse de uluslararası sermayenin ihtiyaç ve çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini belirttik, bunun en iyi örneği, dünya kapitalizminin kriz eğiliminin akıldışı boyutlara ulaştırdığı finansallaşma olmuştur. Oyunu kurallarına göre oynamak için, yüksek faizlerle her zamankinden agresif olan yabancı sermaye ülkeye çekilebilmiştir. Esasen bu faiz oranlarından zarar görmesi beklenecek Türkiye burjuvazisi ise tersine bu süreçten faydalanma yolunu seçmiş, büyük sermaye gruplarının neredeyse hepsi kendi bankalarının yüksek faizden elde ettiği kârlarla işletmelerini desteklemiş, geri kalan kaynaklarla kayda değer bir birikim temposu yakalayabilmiştir. Öte yandan milli sermayenin bu şekilde finansallaşması cari açığın daha da büyümesine yol açmış, yine daha fazla dış kaynak gereksinimini doğurmuş ve bir sarmal yaratmıştır. Bu gerilim, yukarıda özetlediğimiz politikaların hem sonucu hem de nedenidir. 

II. Türkiye’de 2008 Krizi ABD politikalarının etkisi 

Dünya ekonomilerini resesyonla karşı karşıya bırakan 2008 krizinin finans bunalımıyla başladığını biliyoruz. Bu süreçte ABD, hızla çöken mali sistemini kurtarmak ve ekonomik çöküntüyü engellemek için bir dizi düşük faiz temelli politikaya yönelmiştir. Yurtiçi yatırımların canlandırılması ve artmasını amaçlayan tedbirler yürürlüğe sokulmuştur. 

2008 krizinin sonuçlarından bir tanesi, uluslararası finansal kaynakların Amerika’ya çekilmeye başlamasıdır. Yani sermaye ihracının tersine dönmesi. Uluslararası mali sistemin ve reel ekonominin karşılaştığı kriz, faiz düşürme zorunluluğunu diğer ülkelerin merkez bankalarına doğrudan dayatmıştır. Böylece kısa vadede gerçekleşen sermaye akımlarından pay kapma yarışı başlamıştır. Bu durum ABD’de faiz oranlarının düşme sınırına, yani mevcut enstrümanların kullanım kapasitesine göre, ilen sıfır faize kadar sürmüştür. Sonuç olarak, doğrudan sermaye ihraçlarının bu süreçten etkilenerek ,yeniden metropol merkezlerde yoğunlaşması yönünde bir eğilim rahatlıkla gözlenebilir hale gelmiştir. 

Yaşanan kriz yalnızca mali bir kriz değil ve bu nedenle de ABD’nin para politikaları aracılığıyla krizden çıkması mümkün değildir. Finansal sorun özünde finans kârının realizasyonu sorunudur. Atıl kapasite, kar oranlarındaki düşüş ve üretim fazlalığı gibi sorunlar mali sektör ile reel (gerçek) sektörler arasında uçurumu ortaya çıkarmıştır ve ister istemez mali piyasanın şişirilmiş değerleri bu boşluk içinde kaybolma tehlikesiyle karşılaşmışlardır. Demir-çelik ve enerji sektörlerinin kapasite düşürme yoluna gitmesiyle başlayan reel sektör krizi, hızla tüketici ürünleri sanayisine dek yayılmış; dünya ölçeğinde, dış ticarette yoğun bir küçülmeye olanak hazırlamıştır. Bu gelişmelerden, uluslararası sermayenin merkeze çekilmesinin sürdürülebilir bir büyüme yaratma amacından ziyade, krizin etkilerini daha da ertelemenin umutsuz çabalarını temsil ettiğini çıkarmak mümkündür. Dünya pazarındaki daralma ve dış ticaret oranlarındaki düşüş, uzun süreli bir durgunluk ve resesyon ile karşılaşıldığını göstermektedir. 

Bir diğer önemli başlık, aynı zamanda neoliberal iktisadi paradigmayı baş aşağı eden devlet müdahaleleridir. Açıkça görüldüğü gibi ABD seçimleri öncesinde ve sonrasında, zor durumda bulunan şirketlerin ufak tartışmalar göz ardı edilirse genel bir mutabakatla çöküşten kurtarıldığını, toksik olarak ifade edilen, aslında krizin finansal analizinin temelini oluşturan aşırı spekülatif kârlılığın temel araçları olan fonların çoğunlukla devlet güvencesine alındığını ve spekülatif karlılığın önüne geçmesi planlanan önlemlerin – türev ürünlerin kontrol altına alınması gibi – geniş ihtilaflara rağmen uygulandığını görüyoruz. Bu gelişmelerin uluslararası karşılığı IMF’nin yeniden sahneye çıkarak, kriz ile birlikte, ABD hegemonyasının sarsılmamasını sağlamak için bir dizi ülke ile görüşmeler içine girmesi olmuştur. Bu gelişmenin azgelişmiş ülkeler açısından anlamına ve IMF’in buradaki rolüne daha sonra değineceğiz. 

Mali Kriz 

2007–2008 yıllarında ABD ve metropol merkezlerinde başlayan mali kriz, kısa bir zaman içerisinde Türkiye’yi etkilemeye başladı. Wall Street gölge bankacılık sisteminin çöküntüsüyle birlikte gelen finansal gerileme, oldukça ateşlenmiş olan rejim tartışmalarının kısa zamanda önüne geçerek, hükümet yetkililerini gazetecilerle karşı karşıya getirmiştir. 

Yukarıdaki grafikte görüldüğü gibi, Ağustos ayından Aralık 2008 ayına kadar İMKB 100 endeksinde neredeyse yarı yarıya bir azalmayla karşılaşılmıştır. Tayyip Erdoğan’ın kriz üzerine popüler konuşma salvosunun bu grafikle ilginç bir bağıntısının olduğu gözlenmektedir. Kendisi krizin psikolojik oluşu, ardından Türkiye için zararsız olacağı hakkında Ekim ayında sekiz, Kasım ayında on üç konuşma yapmıştır. Şurası açıktır ki, 2000 krizinden alınan derslerden dem vuran Başbakan Erdoğan, asıl dersi 94 krizinden alarak, ekonomi profesörü Çiller gibi finansal kırılganlığın had safhada olduğu sırada demeçlerini “bir bilene danışmadan” vermemiştir. Burada karikatürize ettiğimiz gibi, hükümetin krizin ilk dalgalarına karşı genel eğilimi, süreci yok saymak ve yok saydırmaya çabalamak olmuştur. Zira omuzlarında kısa vadeli yabancı fonları ülkeden kaçırmama sorumluluğu vardır. Ayrıca, Merkez Bankası’nın doları baskı altında tutma politikası zora girmekle beraber devam ettirilmiştir. 

Mali istikrarsızlığı önlemek için gösterilen bütün çabalara rağmen, krizin mali etkileri oldukça sert olmuş, özellikle bütçe dengesi bozulmuştur. İç ve dış borçlanma artmış, bütçe açığı derinleşmiştir. Portföy yatırımları geri çekilmiş ve doğrudan sermaye akımları hız kesmiştir. Mali denge sorunu, aslında AKP dönemindeki ekonomi yönetiminin temel algısını oluşturmaktadır ve AKP söyleminin temel taşlarından biri olan istikrar da dar anlamıyla finansal istikrardan başkası değildir. Bu politikanın genel hede finansal dengeyi sağlamak olduğundan, bunun araçlarını yaratmak elzem olmuştur. Bunlardan biri IMF ile yapılacak anlaşmadır. Yine Türkiye’nin 2001 krizinden sağlam bir mali yapıyla çıktığı ve bundan dolayı krizin mali etkilerinin sürekli olmayacağına yönelik anlayış da bu dengeye güvenden kaynaklanmıştır. Ancak 2001 krizinde bankaların geçirdiği – maliyeti çok büyük olan – ayıklanma, güncel süreçte ENRON skandalı gibi olayların yaşanmasına engel olduysa da, Türkiye’de finans piyasalarını besleyenin 2002 sonrası beş yılda 97 milyar dolar gibi büyük bir kütleyle giriş yapan portföy yatırımları olduğunu unutmamak gerekir. Kısa vadeli fonların geri çekilmesi mali istikrarsızlığa yol açarak mali krizin derinleşmesi sonucunu verecektir. 

Reel Sektör Krizi 

Dünya ticaret hacmindeki küçülme ve artan atıl kapasite oranı mali sektördeki krizin reel sektörlere yayılarak resesyona dönüşmesini ifade etmektedir. Tüm dünyada ihracat hadlerinin 2005’ten bu yana değişimini gösteren Dünya Ticaret Örgütü grafiğine baktığımız zaman uluslararası dış ticaretin, 2008’in son çeyreğinden başlayarak dramatik bir şekilde düştüğünü görüyoruz. 

Yazımızın ilk bölümünde vurguladığımız gibi 1980 sonrası yıllarda izlenen ekonomi politika yüksek ihracatı hede iyordu. 2009 yılına geldiğimizde yoğun bir şekilde AB ve Rusya’ya, bunların yanında hatırı sayılır miktarda Ortadoğu, Kafkas ve Balkan ülkelerine ihracat yapmakta olan bir Türkiye karşımıza çıkıyor. Ancak Türkiye’nin ithalatının yaklaşık %77’sinin ara mal ithalatı ve yaklaşık %15’inin ise yatırım malları ithalatına tekabül ettiğini düşündüğümüzde, uluslararası dış ticarette gerçekleşen düşüşten en çok etkilenecek ülkelerden birinin Türkiye olduğu görülüyor. Nitekim dış ticaretteki düşüş, bir ay içinde sanayi üretiminde önemli bir küçülmeye yol açmış, kapasite kullanım oranları %60 seviyelerine düşmüştür. 

Sanayi üretiminin %85’ini oluşturan imalat sanayinin önemli kalemlerine tek tek baktığımızda; 2009’un ilk çeyreğinde, imalat sanayisindeki payı %13 olan tekstil ürünleri üretiminin %25,6, payı %8,5 olan kimyasal madde ürünleri imalatının %15,9, payı %9 olan ana metal sanayinin %24,7, payı %4 olan metal eşya sanayinin %31,7, payı %6,5 olan makine ve teçhizat imalatının %25,7 ve payı %10 olan taşıt araçları ve karoseri imalatının %57,3 düştüğü görüyoruz. Bu sektörler Türkiye sanayisinin önemli bölümlerini, teşkil etmekle kalmayıp; aynı zamanda ihracat kalemlerinin en önemlilerini üretmektedirler. Özellikle AB pazarındaki talep noksanlığı ve daralma nedeniyle hızlı bir düşüşe giren bu sektörler, ara mal ve yatırım malları imalatının hem dünyada, hem de Türkiye’de hızla düşüşü sonucu rekabet ve yüksek maliyetlerle karşılaşacak ve sanayi üretiminde uzun süre kayda değer bir yükseliş olmayacaktır. Ayrıca 2008’in ilk 5 ayında 7 milyar 498 milyon dolar olan uluslararası doğrudan yatırım girişinin, bu yıl 3 milyar 584 milyon dolara düşmesinin de krizin şiddetini büyük ölçüde artırdığını söylemek mümkündür. 

Bu nedenlerden dolayı, Türkiye’de işsizlik oranının artacağı ve uzun yıllar bir sorun olarak kalacağını öngörmek gerekir. 

Krizin reel sektördeki etkilerinin inkâr edilemez hale gelmesi ve başta TÜSİAD olmak üzere işveren örgütlerinin tedbir paketleri için baskıya başlaması sonucunda, hükümet aldığı bir dizi tedbiri uygulamaya girişti. Öncelikle doğrudan yabancı sermaye yatırımının önünü açmak ve iç pazarda talebi canlandırmak amacıyla gösterge faizleri oldukça yüksek olan %20’ler seviyesinden %13 seviyesine çekildi. Vergi indirimleriyle devam eden bu tedbirler, esasen kârlılığın arttırılması yoluyla işletmeleri kapasite kullanımlarını azaltmaktan alıkoymayı hede iyordu. Bu tedbirlerin belki de en dikkat çekici olanı işsizlik sigortası fonu üzerinden uygulananlardır. DPT verilerine göre; hükümet, işsizlik sigortası fonunun kullanımında sigorta giderleri kalemine dâhil olan işsizlik maaşının payını dikkate değer biçimde artırmayı planlamamış, tersine diğer giderler kaleminde gördüğümüz yaklaşık %75’lik artışın da gösterdiği gibi, fon kaynaklarını kısa çalışma ödeneği gibi tedbirlerle işverene açma yolunu seçmiştir. 

İşsizlik ve Yoksullaşma 

Yazımızın birinci bölümünde 2001 sonrası ekonomik büyüme trendinin, aslen finansal itkilere dayanan karakterinden bahsetmiştik. Bu tarz bir büyümenin istihdam yaratma kapasitesine sahip olmayışı da, 2008 krizi öncesi Türkiye ekonomisinin kırılgan ve istikrarsızlık üretme eğiliminin önemli bir unsuru olarak gösterilebilir. AKP döneminde tarım teşviklerinin zayı atılması, fiyat baskısının tarımsal üretimde küçülmeye yol açması ve ortaya çıkan işsizlerin sanayi üretiminde istihdam olanağı bulamaması işsizler ordusunun büyümesine büyük bir katkı yapmıştır. Mevcut sorunların yarattığı gerilim dünya kriziyle de birleşince, Türkiye ekonomisinin istihdam formasyonunda iki önemli etkiyle karşılaştık. Nisan 2008-2009 TÜİK verilerine baktığımızda; 

Sanayi üretimindeki ve ücretlerdeki, dolayısıyla alım gücündeki düşüşün tipik sonuçları olarak işgücüne katılım oranı artmış, işsizlerin sayısı özellikle tarım dışı sektörlerde dikkat çekici biçimde yükselmiştir. İşgücüne katılım oranında gördüğümüz yükseliş, esasen alım gücündeki düşmeye işaret ediyor: ücretlerdeki genel bir düşüş, hane halkının diğer bireylerini, (örneğin ev eksenli çalışan kadınları ve çocukları) işgücüne katılmaya zorlamıştır. Elbette bu katılım, genel olarak kayıt dışı işletmelerde, iş güvencesinden ve sosyal haklardan yoksun bir istihdamın kapısını açmaktadır. Ayrıca vurgulamak gerekir ki, resmi verilerin – sadece değişim oranları açısından dahi – işsizlik sürecini tamamıyla gösterdiğini söylemek mümkün değildir. 

Kriz sürecinde işsizlik, hızlı küçülme gösteren imalat sanayi ve inşaat sektörlerinde yoğunlaşmış ve dolayısıyla en çok, sanayi şehirlerinde görülmüştür. Özellikle Bursa, İzmir ve İstanbul gibi şehirlerde toplu işten çıkarmalar yaygınlaşmış, bunun yanında ücretsiz izinler ve ücret indirimleri oldukça artmıştır. En bilinen direnişlerin de metal ve petro-kimya sektörlerinde gerçekleştiği göz önüne alınılırsa, bu sektörlerde de “uzlaşmalı” ücret indirimleri oldukça çarpıcıdır. Söz konusu ücret indirimleri, her şeyin ötesinde krizin emek pazarındaki etkilerinin en uzun vadeli etkileri olacağını ve bu öngörünün, sadece burjuvazi için değil; sendikalar ve işçiler için de en yoğun gerçekliği ifade ettiğini bize göstermektedir. 

Ücretlere gelince, TÜİK verileri göz önüne alındığında, 2008’in son üç ayı ve 2009’un ilk üç ayı boyunca kişi başına düşen reel ücretlerin %2 kadar azaldığını görüyoruz. Ancak bu rakam gerçek düşüşü ifade etmekten uzaktır. Çünkü kayıt dışı çalışanların, ücretleri hiçbir şekilde korunmaz ve onlar ücretlerindeki büyük indirimleri kabul etmek zorunda kalırlar. Kayıt-dışı oldukları için de bu rakamlarda görünmezler. Tarım eksenli çalışanların çoğu da benzer durumdadır. Yığınların gelir düzeyindeki düşüş, aynı zamanda borçlanma gereksinimlerini de artırmaktadır. Kriz öncesi, konut ve otomobil alımına yönelik kredilerde bir artma görülürken, kriz sırasında temel ihtiyaçları karşılamak için borçlanma artmıştır. Düşük ücretler ve işizlik ortamında ödenmeyen borçların oranında önemli bir artış olması kaçınılmazdır. 

Sürmekte olan kriz Türkiye’de hali hazırda bozuk gelir dağılımını daha da bozmaktadır. Türkiye’de yaşanan 1994 krizi ile 2001 krizi sonrasına tekabül eden 2003 yılları sırasında sağlanan büyümenin en fakirleri daha da fakirleştirirken, en zenginleri daha da zenginleştirdiği görüldü: Şöyle ki, 1994 yılında en zengin %5 ile en fakir %5’lik hane halkı gelirleri arasındaki fark Türkiye genelinde 239 kat iken, bu oran 2003 yılında tam 280 kata çıkmıştır. Yani gerek kriz; gerekse de kriz sonrası büyüme sürecinde emekçi sınıfların değil; burjuvazinin gelirlerinde bir artış görülmüştür. 2008 krizi ve sonrasında bu eğilim tekrarlandığı takdirde, sınıflar arası uçurumun daha da genişleyeceği açıktır. 

Krizin etkilerinin en ağır hissedildiği bölgeler günümüzde AKP hükümetinin açılım politikaları ile kısmen gündeme gelen Kürt halkının yaşadığı topraklardır. Kriz döneminin en önemli gelişmelerinden biri kirli savaşın akıbeti olacaktır. Göründüğü kadarıyla burjuvazinin önünde iki seçenek vardır; bunlardan biri Kürt halkı üzerindeki baskıları arttırmak ve savaşın kızışmasını sağlamak, diğeri ise bu meseleyi bir süreliğine yavaşlatıp Başbakanın Davos’taki tutumundan da çıkarabildiğimiz, Ortadoğu’ya “barış” getirmekteki hevesinin peşinden gitmek. Tabii ABD’nin müttefiki olarak! 

Yine Türkiye’deki asker polis rejiminin ve bunun varlığını mümkün kıldığı statükonun, meşruiyetini temelde Kürt ulusunun ezilmesi üzerine kurduğu gerçeğinden hareketle, Kürt meselesinin süreçteki öneminin altını çizmek zorunludur. Neoliberal hükümetin, resmi ideolojiden farklılaşan bir politika yaratma gereksinimi de buradan doğar. Kürt emekçilerin Türkiye kapitalizmine özgül eklemlenişleri ve Kürtlerin ulusal mücadelelerinde vardıkları nokta atılacak adımları acil olarak gündeme getirmektedir. Türkiye, tabiri caizse kendi içinde bir göçmen işçiler ordusu bulundurmaktadır. Bunlar da Kürt işçilerdir. Gerek Türkiye’nin önemli kapitalist sektörleri olan inşaat ve tekstilde, gerekse mevsimlik tarımda Kürtleri ucuz işgücü haline getiren yine rejimin ayrımcı, şovenist Kürt aleyhtarı politikalardır. Kürdistanlı milyonları etkileyen yoksullaşma, devlet baskısı ile birleştiğinde, bir yandan yaşanan yıkımın etkilerini artırırken; diğer yandan da burjuvazinin cehenneminin kapılarını aralayabilir. Bu olasılık ile karşı karşıya gelen ve ayrıca bölgenin mevcut kaynaklarını değerlendirmek isteyen burjuvazinin ‘’çözüm’’ arayışlarına girmesi kaçınılmaz gözükmektedir. Bu bağlamda AKP’nin önünde duran görev, Kürt halkını, ekonomik ezilmişliğinin büyük ölçüde devam ettiği koşullarda uzlaştırmak ve Kürt işçileri kapitalist boyunduruğa daha da çok bağlamak olacaktır. Son dönemde gündeme gelen Güneydoğu’daki mayınlı tarım alanlarının değerlendirilmesi tartışması da bu çerçevede okunabilir. Savaş ve yoksulluk sonucu sorunlarına bir an önce çözüm bulunmasını talep eden kitleler ve PKK’nin bir adım ileri iki adım geri atarak formüle ettiği demokratik cumhuriyet politikaları ile bu uzlaşma mümkün olabilir. 

Kriz ve Sınıf Mücadelesi 

İşçi sınıfının yoğun saldırılarla karşılaştığı, yoğun hak kayıpları yaşadığı bu dönemde birkaç noktada gerçekleşen tekil direnişler dışında hareketlilik olmamıştır ve bu beklenmedik bir şey değildir. Boratav’ın ifadesiyle, “Kapitalist ekonomide krizden kaçınma esnekliğine hiçbir şekilde sahip olmayan tek sınıf işçi sınıfıdır”. İstatistiklere bakıldığında kriz dönemlerinde grev ve direniş sayılarında bir düşüş gözlemlenmektedir. 

İşçi sınıfı mücadelesinin gidişatına baktığımız zaman kriz zamanlarında grev sayılarında düşüş olacağını varsaysak bile, mümkün olandan daha da alt düzeyde bir sınıf hareketliliği olduğu sonucuna varabiliriz. Bu olgunun çeşitli nedenleri vardır: öncelikle Türkiye’de sendikal mücadele ciddi sorunlarla karşı karşıyadır. Örneğin, Çalışma Bakanlığı’nın pek de güvenilir olmayan verileri bir yana bırakıldığında, Türkiye’de toplu sözleşme yapma yetkisine sahip, yani ilen sendikal mücadele yapması mümkün işçi kesimi, neoliberal yaptırımlardan ve 80 sonrası politikalardan dolayı çok küçüktür. Bu nedenle, politik ve sendikal örgütlülüğün zayıf olduğu bir süreçte, işçi sınıfından krize karşı örgütlü direnişler beklemek en nazik dille iyimserliktir. Ancak, işçi ve kitle mücadelesinin göreceli zayıflığı, ileriki dönemlerde meydana gelecek yeni toplumsal mücadeleleri yok saymamız anlamına gelmemelidir. 

Gerçekleşen hareketliliklere baktığımızda da, sendikal bürokrasilerin kılavuzluğunda ilerleyen ve hukuksal yollarla kazanım arayan, mücadeleyi sektörel ve ulusal bazda yayma çabasında olmayan ve politik bir perspektiften yoksun direnişlerle karşılaşıyoruz. Bütün bunların gösterdiği gerçek, işçi sınıfını kriz sürecinde kendi eylem programına kazanacak politik ve sendikal önderliklerin yokluğudur. Ancak önderlik sorununu mekanik bir şekilde değil de; kitle mücadeleleri çerçevesi içinde kavramakta yarar vardır. Önderlik sorunundan söz ettiğimizde anlaşılması gereken generalleri olmayan bir ordu değildir, sözü edilen işçi sınıfı ve ezilen kitlelerin bir eylem programı etrafında mücadelelerini yükseltmeleri ve örgütlenmeleridir. Sınıfa karşı sınıf perspektifinden baktığımızda, sendikal örgütlülüğün artmasının yanı sıra kriz içerisinde fabrikaları kapanan işçilerin fabrika işgalleri gerçekleştirerek fabrikalarına el koymaları; gerek işyeri, gerekse de işçi mahalleleri ve gecekondular düzeyinde direniş komitelerinin kurularak örgütlenilmesi; işsizler, evsizler ve topraksızların örgütlü mücadele içinde yerlerini almaları işçi sınıfının mücadele içerisinde öne çıkarak bir çekim merkezi haline gelmesi anlamını taşır. 

Önderlik ve eylem programı sorununun önemine işaret eden diğer bir gelişme de burjuvazinin ideolojik hegemonyasının sarsıldığı dönemlerin aynı zamanda belirsizliklere gebe olmasıdır. Kriz ile birlikte milyonların yaşam düzeylerinde gerçekleşen düşüş, özellikle işgücüne katılım oranlarının artışında emarelerini gördüğümüz küçük burjuvazinin, işçileşme eğilimindeki yoğunlaşma, son olarak krizin kısa vadede aşılmasının mümkün olmadığının anlaşılması, kitleleri tepki göstermeye itecektir. Ancak bu tepki, tıpkı Avrupa Parlamentosu seçimlerinde gördüğümüz gibi, “umudun partilerinden daha çok umutsuzluğun partilerinde” ifadesini bulma eğilimindedir. Zira faşizan ve gerici hareketler, örgütlenmek için tutarlı bir programa veya örgütlenme mekanizmasına ihtiyaç duymazlar. Tek gereken, kanalize edilmiş sınıf kini ya da bütün sınıflara yönetilmiş bir reddi ifade eden ve kapitalizmi destek için kolayca kanalize edilen lümpen proletaryanın ruh halidir. Bu bağlamda, Kürtlere, etnik azınlıklara ve işçi örgütlerine karşı saldırıların artması söz konusu olabilir. Yeni pogrom teşebbüsleri, linçler ve cinayetlerle karşılaşabiliriz 

Aşırı üretim krizinin hemen aklımıza getirdikleri içinde kuşkusuz savaş ekonomisi de vardır. Mesafe’nin bu sayısında yayınlanan söyleşisinde José Martins’in ifade ettiği gibi, burjuvazi için en iyi kriz reçetesi savaştır. Çağımızda en azından teknik koşulları düşünüldüğünde emperyalist burjuvazi için dahi, şimdilik uygun görünmeyen topyekûn savaş olasılığını gözardı etsek bile, ABD savaş makinesinin daha da saldırganlaşacağını kestirmek son derece kolay. Silahlanma bütçelerinin ve bölgesel savaşların artma eğiliminde olduğu bu koşullardan elbette Türkiye de etkilenecektir. Burada vurgulanması gereken bir nokta vardır: İsrail-Filistin sorunu kadar önemli olan ve halen çözüm bekleyen Kürt ulusal sorunu Ortadoğu’da dengelerin bir kez daha sarsılmasına neden olacak dinamikleri içinde barındırmaktadır. 

Öncelikle, buraya kadar ortaya koyduğumuz sonuçlar ve olasılıklar, işçi sınıfı için hayatın her alanında, ekonomik, politik, demokratik her mevziiye burjuvazinin geniş ve uzun vadeli saldırıları ve bu saldırılara karşı emekçilerin direniş ve mücadeleleri bağlamında anlaşılmalıdır. Burjuvazi, saldırılarını gerçekleştirirken elinde her türlü imkan vardır: Hâkim sınıflar, kitleleri gerektiği yer ve zamanda milyarlar harcamak dâhil her türlü yöntemle bastırmayı denemekte; en önemlisi de saldırılarını planlı bir şekilde yapmaktadırlar. İşçi sınıfının plansız ve gelişigüzel örgütlenmesi ve direnmesi de bu nedenle bir başlangıç teşkil ediyor, ancak tek başına yeterli olmuyor. Burada ihtiyaç duyduğumuz aynı ölçüde ve geniş bir yelpazede talepleri içeren, koşulların sürekliliğine paralel biçimde süreklilik arz eden bir eylem programıdır. 

Sözü edilen eylem programı, hem kitlelerin günlük ihtiyaçları için verdikleri mücadeleleri; hem de adil bir sistemin kurulması ve sosyalizm için verilen mücadelenin taleplerini birleştirerek geliştirir. Örneğin bir yandan sendikal haklar savunulurken, diğer yandan sendikal uzlaşmacılığa karşı çıkılarak, daha fazla işçinin, öz talepleri çerçevesinde sendikalara yöneltilmesi hedeflenir. Bu bağlamda, günlük yaşamsal ihtiyaçların savunusu örneğin, işsizlik fonu çok önemlidir. İşçi kitlelerinin bilinçlenme sürecinde en önemli durak, işsizlik fonunun idaresi üzerinden gerçekleşecek seferberlikler olacak; sürecin politizasyonu bunun üzerinden gerçekleşecektir. Üretim alanları içindeki yerel özdenetimlerin, bu sürecin bağrından doğması pekâlâ mümkündür. 

Kürt emekçilerinin ve ezilenlerinin mücadelesi, kriz sonrasında dönüşüme uğrayacak; önderliğin tutumuna göre, yeni arayışlar gündeme gelecektir. Kürt halkının talepleriyle pratik bir ortaklık kurmak, mücadelenin asli görevlerinden biri olacaktır. Bugün ve daha uzun bir zaman boyunca, Türkiye’deki sınıf mücadelesinin çehresini değiştirecek en büyük görev, Kürt halkının seferberliğinin sağlanması, asker polis rejimi karşısında demokratik talepleri yükseltmek ve bütün bunlarla ekonomik mücadeleyi aynı potada eritmek olmalıdır.