Recep Maraşlı
Prof. Ahmet İnsel, Prof. Baskın Oran, Dr. Cengiz Aktar ve gazeteci Ali Bayramoğlu’nun öncülüğünde 2008 Aralık ayında başlatılan “Ermeni kardeşlerimizden özür diliyorum” başlıklı imza kampanyası geniş bir akademisyen ve aydın çevresinden destek gördü. Türk devletinin bugüne kadarki resmî politikasının şaşmaz savunucularının yoğun bir eleştiri ve saldırılarına maruz kalan kampanya bugüne kadar yaklaşık 30 bin kişi tarafından desteklenmiş bulunuyor.
Bu durum, yalnız devletin resmî kurumları değil, Türk bilim çevreleri dahil toplumda Cumhuriyet tarihi boyunca büyük bir “politik tabu” olarak görülen “Ermeni soykırımı”nın nesnel olarak tartışılmaya başlandığının bir işareti sayılabilir mi? Bugüne kadar sadece inkâr ve kurbanları suçlama yolunu seçmiş olan Türk devletinin politik yaklaşımında bir kırılmaya yol açabilir mi?
Kampanyanın niyet olarak en azından bu sorunu tartışmak/tartıştırmak, bir tabuyu aralamak gibi olumlu amaçlar taşıdığına inanıyorum. Bu hevesle kampanyaya katılmak için imza metnini okumaya koyulduğumda, kullanılan dil birden duraksamama yol açtı. Beklediğimin aksine, 1915 için imza metninde, “soykırım” yerine “Büyük Felâket” kavramı kullanılmıştı. 1915 Soykırımı’nın Ermeni toplumuyla birlikte kurbanı olan Asuri-Süryani, Rum, Pontus ve Ezidi halklarından ise hiç bahsedilmiyordu.
Oldukça dikkatli, diplomatik bir dille yazılan metinde şöyle denmekteydi:
1915’te Osmanlı Ermenileri’nin maruz kaldığı Büyük Felâket’e duyarsız kalınmasını, bunun inkâr edilmesini vicdanım kabul etmiyor. Bu adaletsizliği reddediyor, kendi payıma Ermeni kardeşlerimin duygu ve acılarını paylaşıyor, onlardan özür diliyorum. (1)
Şöyle düşündüm: Bu içerikle Ermeni kardeşlerimizden, soykırım kurbanı halklardan gerçekten de özür dilemiş oluyor muyuz?
1915’te yaşananlar, tabii ki aynı zamanda “büyük bir felakettir”, “trajik olaylardır”, “insanlık ayıbıdır” ve benzerleridir. Ama esas olarak ve adını doğru olarak söylersek bir soykırım”dır. Bir olgunun ismini değiştirerek, olgunun kendisini değiştiremezsiniz. Birilerini öfkelendirmemek, birilerini alıştırmak için işin adını koymaktan çekinmek, bir takım mecazlara, metaforlara sığınmak ancak popüler deyimiyle ”takiyyeciliği” özendirir.
Soykırım olgusunu “Büyük Felaket” olarak adlandırmak Ezop dilidir(2)
Sözcüklerin mecazî anlamlarına sığınmak, imalar, göndermeler ya da metaforlar yardımıyla egemenlerin estirebileceği politik şiddetten korunma kaygısıdır. Türkiye’nin mevcut koşullarında bu, anlaşılabilir bir şeydir. Fakat bize, doğruyu, nesnel gerçeği, bilimsel bir tanıyı tüm açıklığı ve çıplaklığıyla söylemelerini beklediğimiz bilim insanlarının bu çağda Ezop diline sığınmaları onlara yakışıyor mu?
“Ermeni kardeşlerimizin yaşadıklarına duyarsız kalınması ve inkar edilmesi”nin önemli bir boyutu da devletin kavramlar üzerine estirdiği şiddet, resmî tarihin tartışılmasına koyduğu korku barikatları değil midir? Bu kaygı ve endişeleri koruyarak hangi özürümüzden geri dönmüş olacağız? Gerçekle yüzleşmek cesareti yerine, kıyısından dolaşmak niye?
Doğrusu bir olgunun adını koymaktan, örneğin Kürt’e “Kürt” demekten bile on yıllarca çekinmiş, ya görmezden gelmiş ya da zorunlu kalınca başka kelimelerle idare etmiş Türk bilim insanlarının , aynı idareciliğinin halen sürdüğünü göstermesi açısından oldukça üzücüdür.
“Felaket” bir doğa olayıdır, kaçınılmazdır.
Elimizden gelen felaketzedelerle olabildiğince dayanışmak, onların yaralarını sarmaya çalışmak, bir daha böyle felaketler olmaması için dua etmektir.
Felaket önlenemez! Ancak olabilecek felaketler bakımından insanları psikolojik ve fizikî olarak hazırlamak, koruyucu önlemler alınarak olabilecek zararın en aza indirgenmesi mümkündür.
Felaketin suçlusu, sorumlusu yoktur. O, insanların iradesinden bağımsız olarak, istenmeyen bir anda başa gelir ve çekilir. Deprem, sel, kuraklık… Aniden gökten taş yağmaya başlarsa, bu bir felakettir; ne yapabiliriz ki?
Felaketin sorumlusu, suçlusu yoktur, ama soykırımın vardır: İşte bütün mesele bu! 1915 bir soykırımdır; sorumlusu bulunmayan sadece mağdurları olan tanrısal, kaçınılmaz, bir “felaket” değildir.
“Büyük Felaket” tanımı “soykırım” gibi bir insanlık suçunu failleri, sorumluları olmayan, kaçınılmaz bir kader haline getiriyor. Oysa soykırım bir kader değildir; durdurulabilir, önlenebilir…
“Felaket”in iradî bir yanı yoktur, plansızdır, tasarımsızdır; oysa soykırım politik irade tarafından tasarlanmış, kurumları tarafından uygulanmış özel bir toplu cinayet projesidir.
“Felaket” ırk, din, dil, inanç ayrımı yapmaz! Herkesin başına gelebilir. Ama soykırım, belli bir ulusu, belli bir etnik ve inanç kitlesini özel olarak seçer, onu yok eder!
Soykırım bir felaket değil, bir insanlık suçudur.
Bu akıl almaz şiddetin mağduru ve mazlumu olan halkların onu gâh MEDZ YEĞERN (Ermenice Büyük Felâket), gâh SEYFO (Süryanice Kılıç), gah TERTELE (Kürtçe-Zazaca Kazıma) olarak adlandırması popüler etimoloji açısından önemlidir ama olgunun içeriğini değiştirmez. Soykırımın bir insanlık suçu olarak tanımlanması, uluslararası hukuk literatürüne geçmesi zaten bu gibi olguların yaşanması üzerine, bilim insanlarının, hukukçuların mücadelesi sonucu gerçekleşmiştir.
1915, Osmanlı Devleti tarafından, Ermeni, Asuri-Süryani, Rum gibi Doğu’nun yerleşik bütün Hıristiyan halklarını kendi topraklarından çıkarmak, azaltmak, yok etmek için düşünülmüş, bu coğrafyayı her bakımdan Türkleştirerek ulus devletin önündeki engelleri “temizlemeyi” hedefleyen, uzun vadeli planlanmış, acımasızca da uygulanmış olan çağın en kapsamlı bir “etnik temizlik harekatı”dır, bir SOYKIRIM’dır.
“Soykırım” tanımlanmasından neden kaçınılıyor? Devletin terörize ettiği bir tabu kavram oluşundan mı, yoksa bilim insanlarının gerçekten de bu olguyu “soykırım” olarak tanımlama sıkıntısından mı? Sonuçta hangisi olursa olsun “Büyük Felaket” terimi bir korunak vazifesi görmektedir.
1915 soykırımı ile Osmanlı İmparatorluğu’nun o tarihlerdeki sınırlarının etnik, kültürel ve ekonomik açıdan bütünüyle “Türkleştirilmesi” projesinin bir ürünü olarak var olan “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”, bu tanımdan cin görmüş gibi korktuğundan, bu olgunun tartışılması, adlandırılması ve sorgulanmasına karşı ölçüsüz bir tepki gösterdiğinden; bir yandan bu şiddetten kaçınma, bir yandan da artık kaçılmaz olan “tarihsel yüzleşme” eşiğine gelindiği bir ortamda, “iki tarafı da idare edebilecek bir formül bulma” kaygısının ürünüdür bu deyim.
Politikacılar – özellikle de diplomatlar – tarihsel, siyasal ve hukuksal sorumluluktan kurtulmak için böyle bir kelime oyununa sığınabilirler. Bu tür pazarlıklar siyaset yapanlar için “anlaşılabilir” olsa bile, gerçeği aydınlatmayı, hukuk ve insan haklarını savunmayı önüne koymuş, bilim insanları, aydınlar ve sanatçılar açısından bir tutarlılık sorunudur. 1915 sürecini zaten soykırım olarak görmeyenler için, elbette tutarlılık açısından bir problem yoktur. Ama işin adının ne olduğunu bile bile bir hastalığın tanısının, bir olgunun isminin değiştirilmesine razı olmak olacak iş değildir.
Diğer önemli bir konu da, 1915 Soykırımı’nın asıl kurbanlarından biri olan Asuri-Süryani halkının özür kapsamı dışında tutulmasıdır. Oysa 1915 Soykırımı’nda, Ermenilerle beraber Asuri-Süryani halkı da yok edildi, ülkesinden çıkarıldı. “Felaket” ise, onlar da bu felaketin tam ortasındaydılar. Yanı sıra 1915 Soykırımı sürecinin Karadeniz’de Pontus–Rum halkının imhasına öngeldiğini, Ezidi Kürtlerinin de Ermenilerle birlikte sürüldüğü ve yok edildiği bilinen gerçeklerdir.
2007 yılında Uluslararası Soykırım Uzmanlar Kuruluşu (International Association of Genocide Scholars), 1915’lerde sadece Ermenilerin değil, ama aynı zamanda Asuri-Süryanilerin ve Rumların da soykırıma uğradığını beyan etti. Soykırım kurbanlarının bir de unutulmaya, önemsenmemeye kurban gitmemeleri gerekir. Soykırım mağduru toplumlar arasında ayrım yapmak, görmezlikten gelmek ciddi sorunlar yaratır.
Ben Soykırım kurbanlarının “acılarına karşı duyarlı olmak”tan sadece o kurbanlara “acımayı, onları hatırlamayı” değil, soykırım suçunun önlenmesi için “cesur olmayı, itiraf etmeyi”, soykırımları yaratan ideolojik-siyasal mekanizmalara karşı mücadele etmeyi de anlıyorum.
Önceki girişimler
Resmî tarih egemenliğinin yıkılması, tektipleştirici egemen ulus politikasının reddi açısından, Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesi kadar, doğulu Hıristiyan halkların 1915 Soykırımı’yla ile tasfiye edilmesinin tanınması/tanımlanması da son derece belirleyici bir öneme sahip. Bu tartışmayı kenarından köşesinden dolaşarak değil, doğrudan yürüterek başarabiliriz.
“Özür dileme”yi politik bir çözüm gibi görmek de yanlıştır. Özür dilemek, ancak temeldeki yıkıcı politikayı ilkesel olarak reddedip, sonuçlarından arınmayı önüne koyan bir siyasal/toplumsal iradenin dışavurumu olarak anlamlıdır. Bir binayı temelden çatısına kadar inşa edip, içini oturulabilir hale getirdikten sonra, birlikte oturmak için yapılan şık bir davet gibi düşünebiliriz onu. Halbuki, ortada ne böyle bir yeniden yapılanma arzusu, ne çözüm iradesi söz konusu olmaksızın, hem sorunu hem çözümü aynı “özür” çerçevesinde ifade etmek aslında çok daha yaralayıcı bir hal alıyor.
Gerçi aydınlar bildirgesi, bu işi kişilerin vicdan muhasebesi düzeyinde ele alarak, kişisel sorumlulukların tarifini yapmak suretiyle kendi içinde tutarlı bir çizgi oluşturmuşsa da; “soykırım” tanımlamasından kaçınmak, soykırımın diğer mağdurlarını görmemek, soykırımın faillerini teşhir etmemek ve çözüm için somut bir adrese çağrıda bulunmamak gibi yanlış ve noksanlıklar taşıdığı için, şimdilik sadece bir kapı aralamış olmaktadır.
Kaldı ki “Ermeni kardeşlerimizden özür diliyorum” girişiminden önce daha dolaysız ve olgunun daha somut tariflerini yapan kampanyalar söz konusudur.
Örneğin, Frankfurt’taki Soykırım Karşıtları Derneği (SKD), soykırımın kabul edilmesi ve soykırım mağduru halklardan özür dilenmesi için 1999 yılında (Ocak ayı başından Temmuz sonuna kadar) Almanya ağırlıkta olmak üzere, Batı Avrupa’da bir imza kampanyası yürütmüştü. 7 ay zarfında 11.247 imza toplandı. 1915 Soykırımı’nın kabulü ve inkârcılığa karşı esas olarak Türk ve Kürt göçmenleri arasında yürütülen başarılı ilk kitlesel kampanya idi.
2004 yılında da Soykırım Mağdurlarıyla Diyalog ve Dayanışma girişimi “Sorumluluklarımızı tartışmaya davet” başlıklı bir metni imzaya açtı. Girişim, 1915 Soykırımı’nın sadece siyasi sorumluluğuna değil, toplumsal sorumluluğuna da dikkat çekmekteydi.(3) İmza metni, internet ortamında geniş tartışmalara neden oldu. Yazılı basında ise görmezden gelindi.
Özür kampanyasında yeni bir yaklaşım: ”Yalnız özür değil, toprağını da geri veriyorum…”
Yanı sıra 1915 Soykırımı için toplumsal sorumluluk ve vicdan mahasebesini temel alan boyutuyla çok daha anlamlı girişimleri burada belirtmek yerinde olur.
Örneğin halen Nasname adlı internet sitesinde politik yazılarıyla dikkat çeken Berzan Botî’nin tavrı hem bir ilk olması, hem de içtenlikli bir duyarlılığı göstermesi açısından oldukça önemli.
Türkiye’de ikamet etmekte olan Berzan Boti, 2008 yılı başlarında Süryani Soykırım Araştırmalar Merkezi SEYFO CENTER’a bir mektup yazarak, Soykırım’dan dolayı hem özür dilediğini hem de sahip olduğu araziyi ve evi eski sahiplerine devretmek istediğini yazdı. Boti, ailesinden kendisine miras kalan ama Süryanilere ait olup, 1915 Soykırımı’nda el konulduğunu bildiği bu toprağı eski sahiplerini bulma olanağı olmadığı için, Süryani soykırımının tanınması için çalışan SEYFO CENTER’a devretti. 6 Ekim 2008 yılında, imzalayıp noterlikçe hazırlanan resmî işlemler ve belgeleri bu kuruma ulaştırdı.
Boti’nin bu vesileyle kamuoyuna yaptığı açıklama da oldukça öğreticiydi:
06 Ekim 2008 tarihi itibariyle, Türkiye’nin güneydoğusunda bulunan Siirt iline bağlı (…) üzerime tapu kaydı bulunan arazimi/evimi (…) Noterliği’ndeki resmi işlemlerin ardından SEYFO CENTER müessesi adına Sayın Sabri Atman’a devrettim. Bu devir işleminin nedenini aşağıdaki mektupla tüm uluslararası kamuoyu ile paylaşmak istiyorum.
Uluslararası kamuoyunca iyi bilinen Birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Hıristiyan azınlıklara karşı gerçekleştirilen 1915 soykırımının yaşandığı yerlerden biri de kendi köyümüzdür. Türkiye’de tabu olarak algılanan ve doksan üç yıldır inkar ve çarpıtma ile üzeri örtbas edilmek istenen 1915 soykırımını birçok yönüyle inceleme fırsatım oldu. Sadece tarihçilerin yazdıkları kitap ya da belgelere değil, soykırım trajedisinin canlı tanığı olan, hatta katliamlarda rol alan, ”suçlu” olarak tanımlayabileceğimiz insanlarla ölümlerinden önce birebir görüşme, onları dinleme olanağım oldu. Bu soykırım yıllarında köyümüzde katledilen Süryanilerin topraklarına el konulmuş, bir kısmı da zorla Müslümanlaştırılmıştır. Zorla Müslümanlaştırılan insanların torunları halen köyümüzde yaşamaktadır.
Kardeşlerimle birlikte babamdan bizlere miras kalan toprakların, bize ait olmadığını, bilakis 1915 soykırımında öldürülen insanların kanları üzerinde zorla gasp edildiğini öğrendiğimde yaşadığım vicdani acı ve utancı kelimelerle anlatamam. Bu kararı almadan önce yıllarca düşündüm, kendimi katliamın mağduru insanların yerine koydum. Karşılaştığım birçok Süryani ve Ermeni’den bireysel olarak “özür” diledim. Fakat bir türlü atalarımdan bana miras kalan bu utancın verdiği vicdani baskıyı üzerimden atamadım. Yaşanan soykırım ile fiili anlamda bir bağım olmasa da, özür dilemenin ötesinde bir şeylerin yapılması gerektiğine karar verdim. Ve dedelerimden bana miras kalan mal varlığımı, gerçek sahipleri olan Süryaniler adına soykırımın tanınması için yıllardır özverili bir çalışma yürüten Seyfo Center kuruluşuna iade ettim… (4)
Sonuç olarak
“Ermeni Kardeşlerimden Özür Diliyorum” kampanyasının Türk resmî ideoloji ve devlet politikası yandaşlarınca bombardımana tutulması, onun içeriden ve farklı bir cepheden eleştirisinin önemini azaltmaz. Kaldı ki “soykırım” kavramının kullanılmamış olması, devletin sorumluluğundan bahsedilmemesi gibi son derece önemli tavizlerine rağmen, tıpkı bunları da söylenmiş varsayılarak yapılan saldırılar karşısında, Ezop dilinin pek de bir işe yaramadığını gösterir.
Asıl önemlisi ise “Büyük Felaket”e karşı duyarsızlığınızdan dolayı özür diliyorsunuz ama “soykırıma” karşı tavır almadığınız için bu konudaki özür borcunuz halen durmuş oluyor!
Berlin, Şubat 2009
***
Dipnotlar:
1.) http://www.ozurdiliyoruz.com/destekleyenler.aspx
2.) EZOP, Antik Yunan’da yaşamış köle bir saray masalcısıdır. En sert konuları bile efendilerini öfkelendirmeyecek, keyiflerini kaçırmayacak mecazlarla, fabllarla anlatmayı başaran üslubu nedeniyle, sonraki yüzyıllarda edebiyat ve politikada bu tarz anlatım Ezop Dili olarak adlandırılmıştır.
3.) Kampanya metni ve tartışmalar için bak.: http://www.network54.com/ Forum/609946/ ve http://home.arcor.de/osoysal/tar.htm.
4.) Bkz. http://www.gelawej.net/modules.php?name=Content&pa=showpage&pid=2728.