Giriş
Marksizm, kendi kurucularının da belirttiği üzere, salt bir analiz yöntemi değildir. Her ne kadar Avro-komünizm benzeri kimi akımlar Marksizmi sadece bir analiz etme aracı olarak ele alıp onu sakat bıraksalar da, Marksizm aynı zamanda gerçekliği devrimci bir tarzda dönüştürebilecek politikaları yaratmanın da ismidir. En nihayetinde, yapılan analizin ortaya çıkardığı manzaraya yönelik somut müdahaleleri geliştirebilmek, tahlil etme eyleminin biricik amacıdır. İçerisinden alternatif bir siyasal önerme çıkarmayan her analizin kaderi boşlukta sallanmaktır.
Bu bağlamdan bakıldığında, emperyalizmin son dönem dünya politikalarına dönük yazılmış bir çalışmanın hedefinin de, var olduğu iddia edilen herhangi bir akademik boşluğu doldurmak olduğu söylenemez. Devrimci Marksizm kendi tarihi boyunca, işçi sınıfına yönelik her türlü (ekonomik, siyasal, askeri) saldırı politikasının uluslararası karakterine karşılık, kendisi de uluslararası cevaplar ve alternatifler üretmeye çalışmıştır. Bu cevapların ve alternatiflerin, izole ve dış dünyanın gerçekliklerinden kopuk bir ortamda oluşturulmamış oldukları barizdir. Bu sebeple üretilen cevabın niteliği, güçler dengesi terazisinde inisiyatifin işçi sınıfından mı yoksa emperyalizmden mi yana düştüğü sorusuyla belirlenir.
Uluslararası devrimci sosyalist bir politik hat inşa ederken, bu hattı hangi ekonomik süreçlerin ve siyasal tercihlerin karşısına çıkardığımız ve hangi toplumsal örgütlenme modeline karşılık bir seçenek olarak benimsediğimiz, bu hat yaşam ile iç içe geçerken kapanmayan boşlukların kalmaması adına büyük bir önem taşıyor. Devrimci Marksistlerin emperyalizmin dönemsel politikalarını inceleme amaçları, üniversite kütüphanelerinin raflarında yer edinmekten ziyade işçilerin iktidar mücadelesine katılmak ve onu ileriye götürmektir. Emperyalist politikaların karakterini belirleyebilme ihtiyacı, bu politikalar karşısındaki enternasyonal, siyasal, sendikal -ve zamanı geldiğinde de askeri- hazırlığımızı pekiştirmeyi ve güçlendirmeyi hedeflemektedir.
Zira bu hedefi gütmek önemlidir çünkü emperyalizmin son dönem süresince taşıdığı karakter üzerine birçok sıfat ortaya atılmaktadır. Sistemin “küresel”, “tek kutuplu”, “enformatik” ve “ulus-ötesi” olduğu söylenerek, kapitalizmin her dönemine özgü olan artı değere el koyma ve onu biriktirme süreçlerinin ve bu süreçlerin niteliklerinin üzeri çizilmektedir. Halbuki masaya yatırılması gereken olgular farklıdır. Mesela, burjuva devletin ekonomiye müdahale tarzı nedir? Emperyalist ülkelerin, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin hükümetlerine kabul ettirmeye çalıştığı hâkim kapitalist model hangisidir, bu model eski kardeşlerinden ne gibi farklılıklar taşımaktadır? Bankalar ve tekeller arası rekabetin tipi nedir? Zengin ve yoksul ülkelerde farklılaşan fabrika içi üretim biçimleri hangileridir? Emperyalizm dünya olaylarına hangi yollar ile müdahale etmeyi tercih etmektedir? Askeri ve/ya “demokratik” müdahalelerin özellikleri nelerdir? Bu soruların cevapları, neo-liberal çağda emperyalizmin tercihlerini kavrayabilmek adına önem taşımaktadır.
Önde gelen liberal teorisyenlerin dâhi saygısını kazanmış yetenekli bir toplumbilimci olan Eric Hobsbawn bile “Aşırılıklar Çağı, Kısa XX. Yüzyıl” isimli çalışmasında, 1914-1945 arası dönemi “felaketler çağı” ve 1945-1973 arasını da “altın çağ” olarak nitelerken, 1973 ile başlayan süreci “belirsizlik çağı” olarak adlandırarak son dönemin sınıf dinamiklerine dönük olarak muğlak bir tablo çiziyordu. Michael Hardt ve Antionio Negri ise daha da ileri giderek “İmparatorluk” adını taşıyan meşhur kitaplarında, emperyalizm çağının sona erdiğini ve Vietnam’ın son emperyalist müdahale olduğunu iddia ederek, tarihin sonunun geldiğini söyleyen Francis Fukuyama ile pratikte aynı konumu paylaşıyorlardı.(1)
Emperyalizmin son dönem politikalarına dair geliştirilen kavram yelpazesinin bunca farklılık göstermesi ve “belirsizlik” olarak adlandırılan süreçlerin en üst düzeyde olması bir tesadüf değil. Bu sorunun kaynakları, aslında tam da kullanılan yöntemle ilgili. Zira Hardt-Negri oportünizminde somutlaşan post-modern ekol, Leninist emperyalizm teorisinden oldukça radikal bir kopuşu temsil ediyor. Ancak bu kopuş hiç sorgulanmıyor. Leninist emperyalizm teorisini var eden ekonomik örgütlenme tipleri, uluslararası sosyo-ekonomik dinamikler, ulus-devletlerin kronik krizi, üretici güçlerin yıkıcılaşması ve uluslararası iş bölümü benzeri somut şartlar varlıklarını, son derece uç boyutlara varmalarından ötürü çarpık bir vaziyette sürdürürken, “yeni emperyalizm”lerden bahsetmenin, bize politik olarak nasıl geri döneceği üzerine kafa yormak mecburiyetindeyiz. (2) Bu düzlemde, emperyalizmin dünya olaylarına, uluslararası ilişkilere ve sınıf mücadelelerine dönük çizdiği son dönem siyasetini mercek altına alırken, emperyalizme ve dolayısıyla da onun son dönem politikalarına dönük yanlış bilinen yargıları da incelemek bir zorunluluk olarak kendisini gösteriyor.
Açık ki, şu anda varlığını sürdürmeye devam eden emperyalizmin sahip olduğu iç dinamikler ile emperyalistler arası ikinci paylaşım savaşının ertesinde oluşan politik ve askeri dengeler arasında büyük farklılıklar var. Lenin’in ölümünden bu yana tekelci kapitalizmin işleyişinde anlamlı ve önemli değişimlerin meydana geldiği elbette inkâr edilemez. Rekabetin ve artı değere el koymanın yeni biçimleri şüphesiz ki mevcuttur. Ancak Reagan ve Thatcher ile başlayan neo-liberal ekonomi uygulamasının incelenmesi gereken yeni eğilimler ve dinamikler ortaya çıkarmış olması ve sınıfsal güç ilişkilerinde burjuvazinin lehine bir değişimin kendisini göstermiş olması, yeni ve farklı bir “emperyalizm-üstü” aşamanın varlığına işaret etmez. Ekonominin toplumsal örgütlenişinin bir formasyonundan diğerine geçiş, tüketilmiş olan aşamanın çelişkilerinin bir biçimde kısmî de olsa çözülmesine bağlıdır ki, Lenin’in tanımladığı kapitalizmin üst aşaması için bunun henüz geçerli olduğu söylenemez. Bir yasa olarak tarihsel örgütlenme formasyonları arasındaki kritik geçiş aşamaları ve geçişlerin kendisi asla mekanik, pasif ve barışçıl bir karakter taşımamıştır. Yine Hardt ve Negri bu yanılgıyı en uç noktalarına vardırıyorlar ve “İmparatorluk” isimli kitaplarının 11. ve 12. bölümlerinde “küreselleşme” olarak adlandırılan süreci, Taylorizmin disiplinci yapısından kurtulmayı hedefleyen işçi sınıfının “özgürlük arzusunun” bir dışavurumu olarak tanımlıyorlar. Halbuki finans kapitalin coğrafi yayılmacılığı ve uluslararası temerküzü asla ve asla geniş emekçi yığınlarının çıkarına olmamıştır ve mevcut üretim-tüketim ilişkileri altında da hiçbir zaman olamayacaktır.
Bugün emperyalizmin mevcut durumu ve emperyalizmin son dönem dünya politikaları, neo-liberal politikalar eşliğinde gerçekleştirilen revizyonların yanlışlığını ve üretilen yanılgıların hatalarını (ulus-devletlerin yok oluşu gibi) kanıtlar nitelikte. Bugün ekonomi dünyası 37 milyon şirkete ev sahipliği yapıyor. Bunların 43 binini çokuluslu şirketler oluşturuyor. Bu çokuluslu şirketlerin 147’si dünya refahının %40’ını kontrol ediyor. Bu 147 tekelin %75’i ise finansal kuruluşlar. Aynı şekilde en büyük 1000 girişimin toplam satış tutarı 31,7 trilyon dolarla ABD GSYH’sinin iki katını buluyor. Bu satışların %60’ını gerçekleştiren tekellerin merkezleri 5 ana emperyalist ülkede bulunuyor ve kârların %40,3’ünü de ABD’li şirketler alıyor. Forbes’un 2013 verilerine göre 200 büyük şirketten 112’si en zengin 5 ülkede bulunuyor.(3)
Özetle, kapitalist hareket yasaları altında biriken sermaye ve yaşanan ekonomik süreçler, Lenin’in ve Buharin’in teorilerinin canlılığını gösteriyor. Sermayenin yeni ihtiyaçları ve bu yeni ihtiyaçları dolayısıyla da uygulanan veya uygulanmak istenen yeni politikalar ise, incelenmesi gereken değişiklikler olarak bizleri bekliyor. Ancak sermayenin değişen ihtiyaçları dolayısıyla, 20. yüzyılın başları ile kıyaslandığında farklılaşan yeni politik ve ekonomik eğilimler, sermaye ihraç ederek dünyanın paylaşımını ve yeniden paylaşımını gerçekleştiren emperyalizmin tarihin karanlık geçmişinde kaldığını göstermiyor.
Yeni eğilimler ile birlikte emperyalizmin içeride ve dışarıda yaşadığı gerilimlerin de çehresi elbette değişiyor. Yeni eğilimleri yazı boyunca işlemeye çalışırken, ortaya çıkan yeni gerilimleri ve bu gerilimlere yönelik de emperyalizmin geliştirdiği programı göstermeye çalışacağız. Gerilimlerin kaynağı olan yeni rekabet biçimleri ve şartları bize, genel olarak emperyalizmin özel olarak ise ABD’nin egemenlik krizinden bahsetmeye hak tanımaktadır. ABD’nin 60 senedir liderliğini pekiştirdiği ve koruduğu doğru olsa da, Avrupa Birliği ve Japonya’yı istediği bağımlı konuma çekememiştir.
Kısacası sermayenin hareketi, temerküzü ve birikimi zorunlu olarak yeni rekabetler doğurmaktadır ve emperyalizm, içerisine düştüğü kronik buhranın da etkisiyle bu gerçeği sistemli bir şekilde kontrol edebilecek araçlara ve altyapıya sahip olabilmek için taktik manevralara, stratejik dönüşümlere, yer yer geri çekilişlere ve yer yer de fiziksel saldırılara ihtiyaç duymaktadır.
Sermayenin uluslararası hareketi ve değişen ekonomik eğilimler
Yeni ekonomik eğilimlerin hangi durumların içerisinden çıktığını bilmek, doğumlarını ve gelişimlerini kavrayabilmemizde faydalı olabilecek birkaç veriyi bize sunabilir. Hegemonya krizinin ekonomik kaynakları sorunsalını incelerken oluşturacağımız kaba bir panorama bu ihtiyacın giderilmesi noktasında verimli bir işlev görecektir.
İkinci paylaşım savaşından sonra yıkılmış Avrupa sermayesinin karşısındaki konumunu (savaşın yaşandığı yaşlı kıtadan coğrafi olarak bir hayli uzak olmasının da etkisiyle) oldukça güçlendiren ABD, Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT), IMF ve Dünya Bankası gibi aracı kurumlar ve anlaşmalar yoluyla, askeri ve mali hegemonyasını tesis etti. Savaşın ertesinde yeniden imarla ve imha edilmiş olan üretici güçlerin yenilenmesiyle oluşan kısmî refah Batı ve Kuzey Avrupa’da görece olarak yayıldı ve pazar alanlarının gelişimi de tekelci kapitalizmin kronik krizini belirli bir dönem bir ölçüde hafifletti. 1960’lı senelerde egemen ekonomik programlar önerilerine gelirlerin yeniden dağılımı, toprak reformu ve artan oranlı bir vergi sisteminin oluşturulması gibi başlıkları ekleyebilecek zemini bulabiliyordu.
1970’lere gelindiğinde ise sınıflar mücadelesinin de artan şiddetiyle krizin eşik atladığına tanıklık edildi. 1968-69 senelerinde, iktisadi büyümenin gerçekleştiği bir sırada metropol ülkelerde gerçekleşen kitlesel seferberlikler ve aynı dönemde emperyalizmi bir hayli yıpratan ulusal kurtuluş hareketlerinin gelişimi, eşiğin atlanmasında önemli bir rol oynadı. Ekonomik büyüme sürse de tüketim ve yatırım harcamaları azaldı, Gayrı Safi Yurt İçi Hasıla’da (GSYİH) kırılmalar yaşanmaya başladı.
1970’lerde ise kâr oranlarının ibresi aşağıyı göstermeye başlamıştı. 15 Ekim 1973 tarihinde OPEC’in (Petrol İhraç Eden Arap Ülkeleri Birliği) ilan ettiği petrol ambargosu “1973 Petrol Krizi” olarak adlandırılan sürece yol açtı. Petrol fiyatlarındaki nitelikli artış ve 1973-74 döneminde borsanın fiilen çökmesi, 1929’dan o tarihe dek yaşanan en derin ekonomik krizin kapısını araladı ve kriz uzun dönemli etkilere yol açtı.
1974-75’te yaşanan resesyonla başlayan dönem, aslında bugünkü krizin tohumlarını barındıran önemli eğilimlere ev sahipliği yaptı. Bu dönemde genel büyüme oranı yavaşladı, sermaye birikim sürecinde finansallaşmanın önü açılarak spekülasyonların ilk adımı atıldı ve tekellerin, çokuluslu şirketlerin sayısındaki artış doğrudan bir ivme kazandı.
1970’lerde nüveleri gözlemlenebilen, 1980’lerde ise farklı bir boyut kazanan yeni eğilim ise neo-liberal politikaların hayata geçirilmeye başlanması idi. İş gücü maliyetlerinin düşürülmesi yönünde radikal adımlar atılırken, uluslararası iş bölümünün yenilenmesi/dönüştürülmesi ve serbest bölgeler oluşturulması gibi yöntemler gündeme geldi.
Aslında gerçekte yaşanan, kapitalizmin ekonomik yasaları gereğince itici gücün emperyalist merkezlerdeki birikim süreci olarak ortaya çıkması ve dünyanın geri kalanında gerçekleşen üretimin bu birikimin ihtiyaçlarının karşılanması yönünde piyasa tarafından şekillendirilmesiydi.
Emperyalizm, “dışarıya” aktarılan harcamaların asgariye indirilmesi adına, her metayı dünyada en az maliyetle nerede üretebiliyorsa orada üretmeyi ve o metaları piyasanın altında belirlenen fiyatlarla iç ve dış pazarlarda kullanmayı benimsedi. Böylece iki dinamik kendini belli eder oldu: 1.) İş bölümünün yeni biçimi sebebiyle her meta dünyada en ucuz nerede üretiliyorsa, gerek duyulan sınai üretim süreci (oldukça eşitsiz ve çarpık bir şekilde) oraya yönlendirildi. 2.) Sömürge ve yarı-sömürge ülkelere aktarılan her türlü kaynağın asgariye indirilmesi için “ülkeler-üstü” (sömürge ve yarı-sömürge hükümetlerin kontrolü dışında) serbest bölgeler oluşturuldu.
Bu dinamiklerin temel olarak iki sonucu oldu. İlk olarak malların, hizmetlerin ve mali sermayenin dünya pazarının verili şartlarında özgürce hareket edebilmesi için emperyalist olmayan ülkelere gümrük, vergi ve benzeri kısıtlamaları en aza indirgemeleri dayatıldı. İkinci olarak da, emperyalist ülkelerin, ürünleri en ucuza üretebilecek ve kendi pazarında satabilecek koşulda olan ülkeler ile yatırım ve mübadele ilişkilerini derinleştirme arzusu, yarı-sömürge ülkeler arasında ürünlerin asgari maliyetle üretilmesi yönünde bir rekabet basıncı yarattı. Bu durum da Çin ve Hindistan gibi nüfusun oldukça kalabalık olduğu ülkelerde işgücü maliyetlerinin aylık 40 dolar ve benzeri seviyelere çekilmesini beraberinde getirdi.
Bu süreçte tekellerin üretimin önemli bir bölümünü yarı-sömürge ülkelere kaydırması yeni şubeler açarak ve ortaklıklar (geçici hizmet anlaşmaları) kurarak ilerledi. (4) İleri teknoloji ve gelişmiş teknikler ana şirket tarafından kontrol edilirken, üretimin değişik aşamaları hammadde kaynağına, üretici güçlerin çeşitli verilerine, üretimdeki uzmanlık alanlarına ve emperyalizm açısından görece elverişli koşullara göre sömürge ve yarı-sömürge ülkelere kaydırıldı.
Üretimin metropollerden dışarıya kaydırılması emperyalist ülkelerde krizi tetikleyen bir faktör olarak işsizliğin artışını dolaylı olarak tetikledi. Oldukça ucuza üretilen ürünlerin dışarıdan alınmaya başlanıp metropol ülkelerdeki işçi ve emekçi sınıfların alımına sunulması, bu ürünlerle ihtiyaçların tam olarak olmasa bile belirli bir oranda karşılanmasını olanaklı kıldı. Bu durum doğrudan doğruya emperyalist ülkelerin yerel sanayilerinin gerilemesine yol açtı. Böylece işsizlik kronik olarak %11-12 seviyesinin altına düşmez iken, kriz dönemlerinde bu oranlar katlanarak arttı.
Bu dönem süresince ABD’nin, yükselme potansiyeli barındırması sebebiyle ciddi bir tehlike hâline dönüşebilecek enflasyona karşı bir önlem olarak faizleri %5-6 civarlarında tuttuğu görülebilir. Ancak yüksek faiz politikalarının da önüne geçemediği ekonomik gerileme ve artık ötelenemeyecek bir karakter kazanmaya başlayan kriz emareleri, daralan ekonominin ihtiyaçlarını başka araçlarla karşılamaya çalışmanın yollarını açtı. Finans sektörü bu sıralarda gündemin ilk maddesi olurken 2008’de Mortgage krizi biçimine bürünerek patlak veren inşaat ve kredi balonları gibi yapay para balonları, bu dönemde oluşturuldu. (5) Kısa vadeli tahviller, güvenli olmayan parasal aktarımlar, borsada bankalar ile yatırım fonları arasındaki yapay rekabet ve mali balonlar merkez bankalarının denetimi dışında gerçekleşen fenomenlerdi ve büyüyen para dolaşımını organize edebilecek bir para birimi de mevcut değildi.
Çizdiğimiz panoramanın gösterdiklerinden hareketle diyebiliriz ki tarihsel olarak bakıldığında günümüzde içerisinde bulunduğumuz üretim ilişkileri ile kapitalizmin Marx ve Lenin dönemlerindeki nitelikleri arasında belli başlı önemli farklılıklar bulmak mümkündür. Ancak bu farklılıklar yapısal bir karaktere sahip değillerdir, sadece emperyalizmin pazarları ve yağmayı büyütme ile sermayeyi biriktirme ve kredileri, borçları, yatırımları sürdürme zorunluluğunu hissetmesiyle başvurduğu değişik yollardır. Bu yollara başvurmanın emperyalizm açısından zorunluluğu krizi sürekli olarak erteleme ihtiyacını hissetmesidir. Bu bağlamda kendisini gösteren yeni ekonomik eğilimler özgür bir iradenin kararından çok, piyasa kurallarının finans kapitalin ağır yaralar almamasını güvence altına almak için dikta ettiği yönelimlerdir.
20. yüzyılın ilk dönemleri ile karşılaştırıldığında bugün hizmet sektörünün çok daha büyük olduğunu ya da ticarete konu olan malların hammaddeler değil çoğunlukla sanayi ürünlerinin parçaları olduğunu fark edebiliriz. Ancak esas eğilimin 1990’lardan bu yana gelişmekte olan yeni olanaklarda yattığı bir gerçektir. Aşağıda daha önce eşine rastlanmamış oranda bir uluslararası hareketliliğe ulaşan sermayenin son dönem eğilimlerini ve yönelişlerini birkaç başlıkta inceleyeceğiz.
Çokuluslu şirketler
Emperyalistlerin kontrolündeki sermaye hareketinin kendi açısında bakıldığında, yaşlanmış bir nüfusa ancak bunun yanı sıra da gelişmiş yatırım olanaklarına ve dolgun fonlara sahip emperyalist ülkelerden, nüfusu genç, ekonomik olarak sermaye yatırımlarına ihtiyaç duyan ve siyasi, askeri, diplomatik düzlemlerde son derece bağımlı olan ülkelere yönelmek, kendi mantık çerçevesi içerisinde “doğal” bir tercihtir. Bu tercihe bağlı olarak yarı-sömürge ülke ekonomilerine, emperyalist ekonomiler çıkışlı sermayenin değişen ihtiyaçlarının bir ifadesi olan yapısal uyum programları dayatılmaktadır.
Uluslararasılaşmak, sermayenin önündeki yasal ve fizikî engelleri kaldırmak, yeni pazarlar bulmak, pazarların sahip olduğu talepleri rekabete açmak, çokuluslu şirketler dahilinde uluslararası iş bölümleri yapmak; finans kapitalin son dönem ihtiyaçları bütün bu politikaların önünün açılmasına olanak sağlamıştır. Leuven Üniversitesi’nden Prof. Ricardo Petrella, son dönem atılımlarını şu şekilde özetliyor: “Küreselleşeceksin. Teknolojik yenilikler için durmaksızın çalışacaksın. Rakiplerini sahanın dışına atacaksın çünkü eğer sen yapmazsan onlar sana bunu yapacaklar. Ulusal piyasanı serbestleştireceksin. Ekonomide devlet müdahalesini desteklemeyeceksin. Özelleştireceksin.” (6)
Neo-liberal dönem içerisinde yaşanan sermaye hareketi, bütün yönleriyle kapitalizmin tekelci aşamasının genişlediğini ve bunun da ekonomik işleyişte ciddi değişikliklere yol açtığını gösteriyor. Eşitsiz bileşik gelişimin ağırlığı artarak ekonomiler arası bağımlılık derecesi yükseliyor.
Öncelikle şirketlerin artan ulus ötesi faaliyetleri ile karşı karşıyayız. UNCTAD’a (Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı) göre 1997 gibi görece erken bir tarihte, ülke dışında en az 448 000 şubesi olan 53 000 ulus ötesi faaliyet gösteren şirket vardı. BIS’e (Uluslararası Ödemeler Bankası) göre ulus ötesi yatırımlar 1980’den beri 20 kattan fazla arttı. Doğrudan yabancı yatırımlar 1990’ların sonunda on yıl önceki değerlerinin iki katına kadar çıktı. 21. yüzyılın başında uluslararası üretimin çokuluslu şirketlere bağlı kısmı toplam doğrudan yabancı yatırım stoğu halinde 3,5 trilyon dolar, yabancı ülkelerdeki şubelerin hesaplanan küresel satışları halinde ise 9,5 trilyon dolardı. Yine aynı dönemde doğrudan yabancı yatırımların küresel GSYİH’ya oranı %21’di ve dış şubelerin ihracat toplamı toplam dünya ihracatının üçte birine karşılık geliyordu. (7)
Elbette, dış pazarsız bir kapitalizmin ve kendi gelişiminin seyri içerisinde uluslararasılaşmayan bir sermaye hareketinin somut durumda bir karşılığı yoktur. Sermayenin yayılması, yoğunlaşması ve temerküzü kapitalizmin ilk dönemlerinden itibaren vardır ve dünya ticareti ile pazarının da 1800-1825 dönemlerinden itibaren (aralardaki küçük kesilmeler haricinde) istikrarlı bir şekilde geliştiği doğrudur. Burada söz konusu olan sermayenin ihtiyaçlarına göre şekillenen son dönem politikalarının var olanı radikalleştirmesidir. Aşağıdaki tablo tekel ve bağımlı firma sayılarındaki değişimi göstermesi itibariyle faydalı olacaktır. (8)
1969’da 27 bin yan işletmesiyle birlikte 7200 uluslararası tekelin dünya ticaretindeki payı %25, üretimdeki payı ise %10 civarındaydı. 2001’de tabloda görüleceği üzere sayıları bir hayli artan tekellerin ve bağımlı firmaların bu payları sırasıyla %70 ve %25’e çıktı.
Bunun yanı sıra en büyük beş şirket dünya tahıl ticaretinin %77’sini, en büyük üç şirket dünya çay ticaretinin %85’ini, en büyük 4 şirket tütün ticaretinin %87’sini, en büyük üç kakao şirketi bu ticaretin %83’ünü ve muzda dünyanın en büyük üç şirketi ise muz ticaretinin %80’ini gerçekleştiriyor.
Ortalamalara bakıldığında her uluslararası tekelin 342 bağımlı işletmesi var ve bunların %66’sı yurt dışında. Yine ortalama olarak her tekel, 40 ülkede faaliyet gösteriyor. UNCTAD’ın 2005 verileri ise ilginç bir gerçeğe ışık tutuyor. Verilere göre emperyalist ülkelerde uluslararası tekel sayısı 50 520 ve bunlara bağlı firma sayısı da 247 241. Emperyalizme bağımlı ülkelerde ise bu sayı sırasıyla 18 029 ve 335 338.
Yapısal anlaşmalar ve politik reaksiyon
Ana teknolojinin emperyalist merkezlerde tasarlanıp üretimin ve montajın yoksul ülkelere kaydırılması süreci bölgesel blokların, yani serbest ticaret bölgelerinin ve ortak pazarların oluşturulmasına da hız kattı. AB, NAFTA (ABD, Kanada, Meksika) ve APEC (ABD ve Japonya’nın da dahil olduğu 17 Asya-Pasifik ülkesi) uzun süre önce oluşturulan birlikler olarak bu amaç doğrultusunda faydalı araçlar oldular.
WTO (Dünya Ticaret Örgütü), 1948-1994 yılları arasındaki dönemde Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşması’na (GATT) 109 bölgesel anlaşma yapıldığının rapor edildiğini söylüyor.(9) Aynı şekilde Birleşmiş Milletler Latin Amerika ve Karayipler Ekonomik Komisyonu, bu bölgede imzalanan 30’un üzerinde bölgesel pakt olduğunu saptadı.
Emperyalistler tarafından ihracata dayalı büyüme, serbest ticaret, deregülasyon, esnek çalışma, özelleştirme, sosyal hakların gaspı ve enflasyona karşı fiyat istikrarının korunması gibi maddelerle doldurulan bu yapısal anlaşmalar, sömürge ve yarı-sömürgelere doğrudan doğruya dayatılıyor. Zira bu maddelerin kabulüne yanaşmayan veya çalışma koşullarını yeterince esnekleştirememiş ve ücretleri de komşu ülkelere kıyasla talep edildiği oranda eritememiş bir hükümet (yani rekabetin şartlarını yerine getirememiş bir hükümet), sadece yabancı yatırım, “bağış”, borç ve kredi akışlarından muaf tutulmakla kalmıyor, ticari yaptırım cezalarına da maruz bırakılabiliyor.
Yarı-sömürge ülkelerin bir birliği olan G-77’nin eski başkanı Luis Fernando Jaramillo, hala görevini sürdürdüğü sıralarda GATT görüşmeleri üzerine şunları söylüyordu: “Görüşmelerin küresel karakterinde ısrar etmelerine rağmen Kuzey ülkeleri, sonunda Üçüncü Dünya ülkeleriyle her türlü tartışmayı kabul etmeyi (ikili tartışmaları bile) reddettiler.“(10)
Emperyalistler açısından yapısal anlaşmaların kabulü (dayatılması) hayatî bir önem taşımaktadır. Yeni Zelanda’da 1994 seçimlerinde iktidarı kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalan Ulusal Parti’nin hükümet etmeye devam edişinin hikayesi bu konu üzerine veciz bir örnek oluşturabilir. Ulusal Parti iktidarının tehlikeye girmesiyle piyasalar döviz kurlarını ve hisse senedi fiyatlarını düşürmüş, faiz oranlarını yükseltmiştir. Başkan Bolger “ekonomik kaos” uyarısı yapmış ve muhalefetteki İttifak Partisi parlamentodaki koltuk sayısına bakılmaksızın emperyalizmin taleplerinin aktarma kayışı rolündeki Ulusal Parti’nin yönetmeye devam etmesi gerektiğini söylemiştir. Kriz ancak böyle son bulmuş ve yapısal anlaşmaların öngördüğü programlar “istikrarlı” bir şekilde hayta geçirilmeye devam edilmiştir.
Emperyalist ülkeler tarafından yoksul ülkelere yapısal anlaşmaların dayatılması politikasının yıkıcı sonuçlarından biri de Ekvator’da gözlemlenebilir. 2000 senesinin Ocak ayında emperyalizmin taleplerine göbekten bağlı olan Başkan Jaime Mahaud, yüksek enflasyon ve işsizlik oranlarına karşı, Ekvator para birimini Amerikan dolarına endekslemeyi ve böylece uluslararası neo-liberal piyasayla daha sıkı bir bütünleşmenin yaşanmasını çözüm olarak talep etti. Bu önerinin hayata geçmemesi için bir seferberlik dalgası yükseldi. Kitleler başkente yürüyüşe geçtiğinde ise protestoların sistem-içi bir düzleme çekilebilmesi için üç kişilik bir cunta yürütme yetkisini devraldı. Cuntadaki albay bir generalle yer değiştirdi ve ardından ABD ülkeye “tavsiyelerini” iletmek ve ekonomik tecritle tehdit edebilmek için elçilerini gönderdi. Kısa süre içerisinde parlamento toplantıya çağrıldı, eski Başkan Yardımcısı Başkan olarak atandı ve yapısal dönüşümler uygulanmaya devam etti.
Yapısal anlaşmaların bir şekilde dayatılmasının temel nedenini, anlaşmanın etkileyeceği geniş işçi-emekçi yığınlarının verdikleri sınıfsal tepki oluşturuyor. Zira ulusal yerel burjuvazilerin yapısal anlaşmalar karşısında işçilerin çıkarlarını temsil eden pozisyonlar aldığını iddia etmek yanlış olur. Bu emperyalist olmayan ülkelerin hükümetleri için de geçerlidir. Pinochet diktatörlüğü altındaki Şili’de neo-liberal yapısal dönüşümler 1973’te başladı. Türkiye’de ise daha Reagan bile iktidara gelmeden 24 Ocak 1980 kararları ile bu süreç başlatıldı. Emperyalist burjuvazilerin yarı-sömürge ve sömürge ülkelere dayattığı yapısal anlaşmaların yerel egemen sınıflar tarafından kabulü bir yana desteklenmesi, sermayenin ihtiyaçları tarafında belirlenen bir tercihtir.
Ancak 2014 senesinde Ukrayna’da patlak veren kriz, iflas etmek üzere olan yerel sermayelerin IMF ve AB gibi egemen seçenekler dışında tercihlere gidilebileceğini de gösteriyor. Troika’nın yapısal yardım anlaşmaları sonucu iflasını açıklayan Yunanistan burjuvazisinin yaşadıklarından ders çıkaran Ukrayna sermaye sınıfı, Troika yerine Rusya gibi bir gücün ihraç yardımlarına kapısını açınca, AB bankerleri oldukça panikledi.(11) Bu durum, emperyalizmin yaşadığı krizin sadece bir ayağı.
Bu bağlamda emperyalist olmayan ülkeler, mali sermaye ihracının ve piyasanın taleplerine uyarlanabilmek için yoğun bir baskı ve basınç ile karşı karşıyalar. IMF bu ülkelere ihracatlarını genişletme ve dış borçların ödenmesine öncelik verme konusunda “öneriler” sunuyor. Uluslararası sermaye örgütlerinin “önerilerini” dikkate almamayı tercih eden veya ekonomik olarak buna mecbur kalmış bir ülkenin bir takım cezalandırma mekanizmaları ile tehdit edildiği bir gerçek. Bugün GATT Uruguay Raundu, NAFTA, TPP(12), TTIP(13), TISA(14) ve ABD-Kanada Serbest Ticaret Anlaşması gibi yapısal uyum programları ticari birliktelikler olmakla sınırlı kalmıyor, politik ve ekonomik yaptırım araçları olma özelliği de taşıyor.
Sanayi üretiminin dağılımındaki değişim
Geçmişte bir işletmenin bir veya birkaç tamamlanmış ürün ürettiğini, yarı mamul ve kendilerince üretilmeyen malların diğer işletmelerden satın alındığını görürüz. Bu, geçmişte yatırımların ağırlıklı olarak sanayi ülkelerine yapılmasının bir sonucuydu.
Bugün ise üretim sürecinde sektöre özgü kısmi işler bölünmekte, işletmelerin içindeki işletmelerde yoğunlaştırılmakta, başka yerlere kaydırılmaktadır. Bugüne dek bir ürünü komple üreten işletmeler farklı farklı uzmanlık alanlarına ayrıştırılmakta, farklı alanlar ürünün farklı parçalarını üretmektedirler. Böylece bir “yarı-işletme”, söz konusu ürün en uygun şartlarda hangi coğrafyada üretilebilirse oraya taşınmaktadır. OECD’nin çokuluslu şirketler üzerine yaptığı çalışmaya göre yoğun ancak ucuz emek gücü gerektiren üretim süreçleri sömürge ve yarı-sömürge ülkelere kaydırılırken, gelişmiş ülkeler yüksek teknoloji sanayisinde uzmanlaşmaktadır.(15)
Üretimin dağılımı bu şekilde örgütlenirken, emperyalizm kârlı bir geçişin sağlanabilmesi için bir takım isteklerini şart olarak dayatmak durumunda kalmıştır. Esnek çalışma koşulları kurallaştırılmış, çokuluslu şirketlerin maddi çıkarlarının her alanda askeri ve siyasi olarak savunulması istenmiş ve finans kapitalin hareketi önündeki yasalar kaldırılarak hizmetlerin serbest dolaşımı talep edilmiştir.
Sanayi üretiminin coğrafi dokusundaki değişiklikler, emperyalizmin son dönem ekonomi politikaları içerisinde önemli bir yer tutuyor. İstatistiklere göre bir milyar doların üzerinde satışı olan 300 çokuluslu şirket, üretimlerinin %51’ini, montajın %47’sini, depolamanın ise%46’sını kendi ülke merkezlerinin dışarısında gerçekleştiriyor.(16) Öte yandan dünya nüfusunun %20’si, üretilen malların %80’ini tüketmekte. Son dönem üretim-paylaşım ilişkilerinin artan eşitsiz yapısının yarattığı bu çelişki yeni değil ancak sermaye birikiminin yerel, bölgesel ve ulusal pazarları aşma eğiliminin zorunlu bir süreç olarak belirmesi ve bunun sonucunda iş bölümüyle tüketim araçlarının dağılımının oldukça eşitsiz ve kırılgan bir şekilde yeniden düzenlenişi, mevcut çelişkiyi daha önceleri görülmemiş boyutlara ulaştırmakta.
Üretimin, en elverişli alanlara aktarılıyor oluşu ile sanayi üretiminin dünya haritasında bir takım değişimlerin yaşandığını tahmin edebiliriz. Aşağıdaki tablo, 20. yüzyılın sonunda sanayi üretiminin dünya çapındaki dağılımını kısmen gösterebilmesiyle faydalı olacaktır.(17)
Tablo bizlere Orta ve Doğu Avrupa’daki (SSCB’nin yıkılışı ile ilişkili olan) çöküşü gösterirken aynı zamanda Güney ve Doğu Asya ülkelerinin önemli yükselişini de gösteriyor. Baktığımızda 1980’de sanayi ülkelerindeki sınai değer üretimi Güney ve Doğu Asya ülkelerinin sınai değer üretiminden 16 kat, 1990’da 13 kat, 2001’de ise 4,6 kat daha fazla. Emperyalist ülkeler dışarısındaki üretim paylaşımı konusunda BRICS ülkeleri (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) önemli bir konuma sahipken, geriye kalan ara kısımlar Asya ülkelerine paylaştırılıyor. Ürün tasarımı ve yüksek teknoloji aktarımları ise emperyalist merkezlerin tekelinde kalmaya devam ediyor.
Tabloda Çin’in sınai üretimden payı 2001 senesinde %7,2 gözüküyor. 2010 yılında ise Çin’in dünya üretiminin %19’unu gerçekleştirdiğini biliyoruz. Ancak bu, emperyalizmin kendi merkezlerinde 50’li ve 70’li senelerde dünya sanayi üretimini dörde katlamasının ardından yaşadığı yetersiz ve zayıf büyümeyi canlandırmak için başvurmak zorunda kaldığı bir politika. Çin’in üretimdeki devasa pay artışı, Çin’in ulusal inisiyatifleriyle değil, yerel pazardaki çokuluslu şirketlerin zorunlu atılımlarıyla gerçekleşmiştir. Çin’de faaliyet gösteren çokuluslu şirketler Çin ihracatının %85’ini karşılamaktadır. 144 dolarlık iPod üretiminde fiyatın sadece %4’lük kısmı Çin’in katkısıdır.
Sınai üretimin coğrafi değişimi üzerine, 20. yüzyıl sonları ile 21. yüzyıl başlarında emperyalist ülkelerde GSYİH’da sanayide üretilen artı değerin payının nasıl bir değişime uğradığına bakabiliriz. Aşağıdaki tablo bunu göstermektedir.(18)
Görülebileceği üzere bu ülkelerde GSYİH’da sanayide üretilen artı değerin payı bir hayli gerilemiştir. Bahsedilen pay genel olarak %50 civarlarından %30 ile %20 bantlarına çekilmiştir. Aynı paya dünya ortalaması genelinde bakacak olursak %38,3’ten %27,7’ye düştüğünü görürüz. Dünya ortalamasındaki gerilemenin (son dönemlerde finans sektörünün ne kadar büyüdüğünü hesaba katarsak) kısmen daha az olması, yoksul ülkelerde sınai üretimin arttığına ve bu üretimin GSYİH’daki payının yükseldiğine işaret etmektedir. Aşağıdaki tabloda bunu görebiliriz.(19)
SSCB’nin çöküşü nedeniyle Rusya’daki gerilemenin ve Brezilya’daki düşüsün haricinde 1970-2008 zaman aralığı içerisinde bu ülkelerde GSYİH’da sanayide üretilen artı değerin payı %10 oranına yaklaşan sıçramalarda bulunmuştur. Bu bağlamda ABD ile Fransa’nın söz konusu “gelişen” ülkelerin hepsinden geri durumda olduğu görülebilir. Bu, emperyalistlerin sınai değer üretiminde büyük kayıplar yaşadığı şeklinde değil, tam tersine yeni el koyma biçimleri geliştirdiğini gösterir. Yarı-sömürge ülkelerdeki ciddi ilerleme sınai üretimden elde edilen değerlerin sömürülmesi ve sınai altyapının tamamen bağımlı hale getirilmesi pahasına yaşanmıştır. Örneğin Almanya’nın ihracat kalemlerindeki artan verimlilik, üretimin Doğu Avrupa, Rusya ve Ukrayna’ya kaydırılmasının sonucudur. Bu ülkelerde otomobil sektöründe çalışanların ortalama ücreti Almanya’dakinin %17’sidir.
Sanayi üretimi öncelikle kapsamlı ve güvenilir yatırımlara ihtiyaç duyar. Yarı-sömürge ülkelerin bu yatırımların altında kalkabilecek sosyo-ekonomik güçleri ve kaynakları yoktur çünkü bunlara sürekli olarak el konulmaktadır. Bu durumda sınai üretimin aşama kat etmesi yatırımlar için kaynak bulunmasını şart koşar ki, bu kaynaklar çokuluslu şirketlerin ve tekellerin kendisidir.(20)
Son olarak emperyalizmin, sanayi alanındaki azami kârlarını savaş sonrası elde ettiğini ve bu seviyelere tekrar erişemeyerek üretimi farklı yerlere kaydırıp, onun yerine başka bir alana, mali alana kaydığını söylemek doğru olur.
Finansallaşma
Finans piyasaları bugün hiç kuşkusuz en uluslararasılaşmış sektör. Somut üretimden elde edilen kârların 1945-1970 döneminde tavan yapmış olmaları ve ardından girilen süreçte bu seviyelerin bir hayli altında kalınması, uluslararası sermayenin kâr arayışlarında öncelik sırasını üretimden finansa kaydırdı. Dünya pazarına dönük olarak somut üretim süreçlerinin ihtiyacını hissettiği geniş finans kapital birikimleri, kredi sistemleri üzerinden elde edilip merkezileştirilmeye çalışıldı.
Bu bağlamda finans piyasaları devasa spekülatif ticaretin çıkış noktasını temsil ediyor olsalar da, esasen gerçek kârların elde edilebilmesi için maddi değerler üretiminde, yani sanayi sermayesinde değerlendirilirler.
Genişleyen finans piyasasının etkileri en dolaysız hâliyle döviz ticaretleri alanında gözlemleniyor. Bretton Woods sisteminin 1971’deki kısmi çöküşünden önce döviz işlemlerinin %90’dan fazlası ticaret ve yatırımlar ile ilgiliyken %10’dan daha az bir bölümü spekülatif karakter taşıyordu. Bugün bu sayılar tersine dönerek yer değiştirmiş durumda. Bugün döviz ticareti artışı, uluslararası sermaye mevcuduna oranla 20 kat artmıştır. 1990, 1994 ve 1998’de uluslararası döviz alışveriş hacmi sırasıyla 500 milyar dolar, 1200 milyar dolar ve 1500 milyar dolar olarak saptandı. Döviz ticareti genişlerken, bu ticaret üzerindeki tekelleşme eğilimleri de derinleşiyor. Bugün Deutsche Bank, UBS ve City Bank olmak üzere 3 banka dünya döviz ticaretinin %40’ını gerçekleştiriyor.
Reel ekonomik düzlem ile finans piyasaları arasındaki açının giderek büyümesi kriz dinamiklerini güçlendiren bir etken olarak ortaya çıkmaktadır. Aşağıda parasal varlıklar ile mali varlıkların eşitsiz gelişimi üzerine (dünya çapında trilyon dolar olarak) bir grafik gösterilmektedir.(21) Kare ile gösterilen çizgi dünya mali varlıklarını gösterirken, üçgen ile gösterilen çizgi dünya gayri safi yurtiçi üretimi göstermektedir.
Görüleceği üzere ortaya çıkış amacından farklı olarak finansallaşma sermaye yatırım sorunları doğuruyor. 2006 yılında dünya GSYİH miktarı 48 trilyon dolarken, aynı sene mali balonların varlık toplamlarının 167 trilyon dolar olduğunu görüyoruz. Bu durum yatırımlarım yerlerini spekülatif nitelikli kısa dönemli kararlara bırakışının bir ifadesi. Bugün reel sektörde kullanılan her 1 dolara karşılık olarak dünya finans piyasalarında 25-30 dolarlık bir işlem hacmi gerçekleştiriliyor.
Ekonomi içerisindeki finansal ağırlığın yükseliş göstermesi uzun dönemli istikrarsızlıklara yol açıyor ve amacından farklı olarak üretimi arttırmıyor. Tam aksine bu ağırlık yüzünden mali varlıkların değerlerini korumaya dönük politik adımlar atılıyor, bu da son derece saldırgan neo-liberal politikalar şeklinde cisimleşiyor. Bu sırada finans sektörünün reel ekonomiden giderek daha çok kopması ve bağımsızlaşması, istikrarsızlık risklerine kronik bir karakter kazandırıyor.
ABD, AB, Japonya: Emperyalistler arası rekabetin durumu
ABD, AB ve Japonya emperyalizmlerinin karşılıklı ilişkileri, emperyalizmin son dönem politikaları içerisinde işlenmesi gereken önemli bir konu olarak duruyor. Bu konu üzerine yapılan tartışmaların odağında, AB ve Japonya emperyalizmlerinin ABD emperyalizmi karşısında sahip oldukları konum ve bu konumla yakından ilgili olarak uyguladıkları dünya politikaları ile uygulamak arzusunda oldukları dünya politikalarının arasındaki açı var. Bir takım ekoller bu konum için bağımsız, bir kısmı ise bağımlı diyor. Ancak bu soruya verilecek cevap skolastik ve doktrinci bir karaktere sahip olduğu sürece eksik kalmaya mahkûm. Zira söz konusu bu soru olunca, kalın duvarlar ile ayrılan siyah ve beyaz tonların varlığından bahsetmek hatalı olur. Emperyalist ülkelerin her birisinin kendi içerisinde yaşadığı sınıf mücadelelerinden, 2008 krizinden ne denli etkilenildiğine dek, tablonun içerisine katmak zorunda olduğumuz dinamiklerin sayısı çok.
Öncelikle AB emperyalizminin yaratıcısının bizzat ABD olduğu notunu düşmemiz gerekiyor. İkinci emperyalist paylaşım savaşından yıkılmış ve parçalanmış bir halde çıkan Avrupa sermayesi, kıtada kapitalizmin kitleler tarafından ilga edilmesi tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Savaştan önce SSCB’yi yok etmek isteyen Avrupa sermayesi, savaştan sonra temel görevinin SSCB’yi yıkmaya çalışmadan önce Avrupa’da kapitalizmin restore edilmesi olduğunu anladı. Bu restorasyon çalışması elbette ABD’nin de çıkarınaydı. 1948-1951 seneleri arasında hayata geçirilen ve ABD emperyalizminin ekonomik olanaklarının Avrupa sermayesinin toparlanması adına kullanılmasını öngören Marshall Planı böyle doğdu. Avrupa emperyalizminin ABD tarafından yaratılmasının yolunu açan bu plan, anti-komünist Kremlin bürokrasisi tarafından da desteklendi ve böylece yaşlı kıtanın birçok merkezinde kapitalist üretim ilişkileri restore edildi. İlerleyen seneler boyunca Avrupa emperyalizmi kendisini yaratan ekonomik güce nasıl göbekten bağlı olduğunu (daha doğrusu bağlı olmak zorunda olduğunu) gösterdi ve boynuzun kulağı geçtiğini söylemek için henüz çok erken.
ABD-AB emperyalizmleri arasındaki ilişki başlangıcını Japonya ile kurulan ilişkide de görmek mümkündür. Japonya’nın Pearl Harbor bombalamasının ardından ABD emperyalizminin Japonya’ya bıraktığı iki atom bombası, savaşın kazananı olarak ABD’yi öne çıkarttı. Böylece Japonya emperyalizmi de, ABD emperyalizminin mali ve askeri izniyle, savaştan sonra emperyalistler kampı arasındaki yerini aldı.
AB ve Japonya emperyalizmlerinin ekonomik ve askeri egemenlikleri (birleşmedikleri, daha doğrusu birleşmeleri bugünkü koşullarda nesnel olarak mümkün olmadığı için) ABD’ye kıyasla bugün hâla daha zayıf. Ancak savaş sonrası gücüne kıyasla bugün zayıflayan ve egemenliğinde gedikler açılan ABD, AB ile Japonya’yı dilediği bağımlı konumda da tutamadı. Bu bağlamda AB ve Japonya emperyalizmleri ABD’yle doğrudan bir bağımlılık ilişkisi içerisinde değil ancak bu emperyalizmler bağımsız bir güç de değil. Denebilir ki AB ve Japonya sermayeleri, ABD’nin askeri ve mali gücü karşısında görece özerk bir pozisyona sahipler ve bu görece özerk pozisyonları dolayısıyla da ürettikleri politikalar ABD yönetimden görece özerk ancak kesinlikle bağımsız olmayan bir konumda bulunuyor.
1950-1965 seneleri arasında birleşik ve yeniden inşa edilmiş bir Avrupa projesi, ABD emperyalizmi tarafından destekleniyordu. Böylesi bir birlik ve askeri yeniden yapılanma SSCB’ye karşı emperyalizmin elini güçlendirecekti ve Avrupa’yı ABD’nin sermaye ve meta ihraçları için sağlıklı bir pazara dönüştürecekti.(22) 1970’li senelere dek kısmen bu yönde ilerleyen Avrupa politikası, Batı Avrupa ülkelerinin artık basitçe ABD emperyalizminin çıkarlarının (bir yarı-sömürge ülkenin hükümetine oranla) arkasına takılmamaya başlamasıyla değişti. Özellikle Batı Almanya’nın Ostpolitik‘i (Doğu politikası) ve 1980’lerin başlarında SSCB’den Batı Avrupa’ya dek uzanan Trans-Avrupa doğal gaz boru hattının inşası, her ne kadar bunlar ABD’nin rızasıyla da yapılmış olsa, ABD ile Avrupa’nın kısmen arasını açan iki önemli olgu oldu. Avrupa emperyalizmi ABD emperyalizminde görece özerk davrandıkça, ABD birleşik bir Avrupa fikrine soğudu.
Bu bağlamda Avrupa emperyalizmi birleşik bir ordu oluşturma yönünde politikaları hayata geçirmeye başladı. 1957’de Avrupa Savunma Topluluğu fikrini, Almanya emperyalizminin yeniden silahlanmasını çıkarı gereği önlemek için reddeden Fransa, 1990’ların başında bir Avrupa ordusu fikrine sıcak bakmaya başladı. Tarihi boyunca yayılmacı bir siyaset izleme eğiliminde olan Almanya sermayesi teoride bu fikrim mimarlarındandı ancak birleşik bir Avrupa ordusunu fikrinin Beyaz Saray’da yarattığı gerginlik Almanya’nın bu yönde bağımsız adımlar atmasını engelledi. ABD, NATO aracılığıyla dünya ülkelerinin verdiği askeri kararlar üzerinde bir hakimiyet kurmuştu ve bunu kaybetmek çıkarına olmazdı.
2015 senesinin Mart ayında, AB emperyalizmi birleşik bir askeri aygıt sorununu tekrar gündemine getirdi. Avrupa emperyalizminin çıkarlarının doğrudan bir temsilcisi olan Jean-Claude Junker söz konusu tarihte yaptığı bir açıklama ile “Avrupa Birliği’nin kendi ordusuna sahip olması gerektiğini”(23) ifade etti. 20. yüzyılda Avrupa’yı iki kez kendi sermayesi altında savaşlar aracılığıyla birleştirmeye çalışmış olan Almanya, açıklamayı sıcak karşıladı. Hem Almanya’nın Dışişleri Bakanı Ursula von der Leyen, hem de Angela Merkel’in hükümet ortağı Sosyal Demokrat Parti, Junker’in açıklamalarını destekleyici demeçler verdi.
Ancak bu girişimin doğrudan doğruya ABD’nin çıkarlarına bir zıtlık oluşturduğunu söylemek hatalı olur. Almanya AB’yi kendi egemenliği üzerinden silahlandırmak arzusunda ancak temel kaygısı Ukrayna ve Kırım örneklerinde yayılmacı hedeflerini dışa vurmuş olan Rusya. AB’nin bu kaygılarını Washington’un da taşıdığını söylemek yanlış olmaz. Buna rağmen bu noktada ABD yine de bağımsız bir silahlanma sürecine izin vermeyecektir ve AB temsilcileri demeçlerinde samimi ise, ABD silahlanma sürecinin NATO çatısı altında organize edilmesini önerecektir.
7 Şubat 1992’de imzalanan Maastricht Anlaşması ile girilen Avrupa Birliği yolu 2001’de Euro üzerinden parasal birliğin sağlanmasıyla güçlendi. Kıtada belirli bir oranda birliğin sağlanması, ABD ve AB arasındaki çıkar ayrılıklarını derinleştirdi. Basra Körfezi, Afrika’nın Büyük Göller ve Afrika Boynuzu bölgeleri ve Balkanlar gibi birçok askeri ve siyasi çalkalanmada, bu çıkar ayrışması su üzerine çıktı. ABD emperyalizmi askeri bir bedel ödemekten çekindiği Balkanlar’da hava saldırısını kendisinin ve kara saldırısının da AB’nin üstlenmesini istedi. Aynı şekilde askeri bir bedel ödemek istemeyen AB burjuvazisi, bu işbölümüne itiraz etti. Buna rağmen Yugoslavya Savaşı’nın kendisi, AB emperyalizminden yana olan konumuna rağmen Avrupa’nın ABD’nin izni ve rızası olmadan askeri bir müdahaleye karışamayacağını kanıtladı.
AB’nin askeri özerkliğinin ABD’nin idari açıklamaları ve politik çıkarları gereğince kırılgan bir yapıya sahip olduğu doğru. Nasıl ki ABD NATO’yu uluslararası askeri operasyonlarda hegemonyasını tesis etmek için bir araç gibi kullanıyorsa, ALCA’yı (Amerika Serbest Ticaret Bölgesi) da ekonomik alanda egemenliğini sürdürmek için kullanıyor. ALCA esas olarak Avrupa emperyalizminin rekabet gücünü baskılayan bir ABD girişimi. ALCA özelleştirmelerde, patent ödemelerinde ve bütün kârlı işlemlerde, AB’den önce ABD’ye fırsat tanınmasını öngörüyor. ALCA aynı zamanda ABD burjuvazisine, Avrupa’lı sermayedarların sahip olmadığı serbest ticaret kolaylıklarını da sağlıyor. ALCA ile birlikte Birleşik Devletler sermayesi, yasamadan yeniden onay almadan sadece Kongre’nin izniyle istediği ülke ile yapısal anlaşmalar imzalayabilir.
1970’lerde Avrupa’nın, 1980’lerde de Japonya’nın yükselişini abartılı bir şekilde okuyan analizler, ABD’nin emperyalist rakiplerinin (ve aynı zamanda kardeşlerinin!) gücüne eşitleneceği varsayımında bulundu. Halbuki 1990’larda ABD’nin üstlendiği rollerle bu tezin yanlış olduğu görüldü. Reagan ve Bush dönemi, ABD’nin askeri alanda hala büyük tekelleri elinde bulunduran ve diğer ekonomilerin hala bağımlı olduğu çokuluslu şirketlere sahip olan ülke olduğunu hatırlattı. Reagan ABD emperyalizminin çıkarları gereği kimi dönemlerde ihracata ağırlık vererek doların değerini düşürdü, kimi dönemlerde ise ABD merkezli olmayan sermaye hareketlerinin gücünü kırabilmek için doların değerini yükselten politikaları tercih etti.
Emperyalistler arası rekabette söz konusu olan güç terazisini ve bu terazinin 1973’ten bu yana nasıl değiştiğini, hâkim olan eğilimin ne olduğunu, aşağıda yurt dışına doğrudan yatırımlarda önde gelen emperyalist ülkelerin payına bakarak anlamaya çalışalım.(24)
Görüleceği üzere uluslararası sermaye ihracında ABD emperyalizminin payı 1973’te %51,4’ten, 2007’de %17,9’a düşüyor. Bu düşüş ABD’nin yurt dışı yatırımları 26 kat arttırmasına rağmen yaşanıyor. AB içerisinde yer alan Fransa’nın payı %3,8’den %9’a çıkıyor. AB’nin payı ise %34,1’den %51,8’e çıkıyor.(25)
Tabloda gözlemlenmesi gereken esas olarak iki eğilim var. İlk olarak, ABD pay oranında yaşadığı düşüşe rağmen – AB tarzı ticari birlikler arasında değil- ülkeler bazında dünya sermaye ihracında birincilik konumunu koruyor. Bu, 1970’lerden 2015’e ABD’nin gücünün politika, ekonomi ve savaş alanlarında yaşadığı dönüşümün özeti: Eski gücünü kaybetse de, hâla birinci. Birinci eğilim ile bağlantılı olan ikinci eğilim ise AB’nin ve Japonya’nın ABD’nin sermaye ihracı karşısında tam bir bağımsızlığa sahip olmasa bile dünyanın önde gelen sermaye ihraç eden ülkeleri arasında olmaları.
Bu iki eğilimin sentezi şu anlama geliyor: AB ve Japonya emperyalizmleri ABD karşısında bağımsız değillerdir ancak özerktirler. Bu nedenle AB ve Japonya emperyalizmlerinin politik yönelişi de bağımsız değil, özerktir. Almanya, Birleşik Devletler ile yaşadığı finansal bir çelişki sırasında Brezilya gibi davranmamaktadır. Japonya, Dünya Bankası kararlarının kurbanında çok, ortağıdır. İngiltere kredi almak için Arjantin gibi diplomatik aşağılanmalara katlanmaz, tam tersine çoğu durumda kendisi kredi verir.
AB’nin, ABD’nin hegemonyasına rakip olmasının şartları çelişkilidir. AB emperyalizminin sermaye alanında en büyük düşmanı, aynı zamanda onun en büyük müttefiki olan ABD’dir. Çelişkiyi oluşturan bir diğer etmen kıta Avrupa’sı ile ABD’nin farklı durumlar içerisinde olmasıdır. 21. yüzyılın başında ABD Merkez Bankası faiz oranlarını düşürerek, şirketlere sübvansiyonlar uygularken Avrupa Merkez Bankası kur alanında taviz vermeyi kabul etmedi. Zira AB sermayesi resesyona karşı politika üretirken sınırlı bir bütçe içerisinde hareket etmek zorundaydı. ABD ise 1990’lardan yeni birikimler ve ticari olanaklar ile çıkmıştı.(26)
Avrupa emperyalizmi 1992’de Maastricht Anlaşması, 1999’da Avrupa Merkez Bankası ve 2001’de de Euro’ya geçişle, Dolar’a alternatif bir para birimi yaratmaya çalıştı ancak doların egemenliği yeni anlaşmalar ve yeni bankalar yoluyla değil, ancak üçüncü bir paylaşım savaşı yoluyla durdurulabilir. Merkezi bir devlet ve ordu yapılanmasından yoksun olan AB sermayesi için ise gündemine yeni bir dünya savaşını taşımak için henüz erken. 21. yüzyılın başında dünya ihracatının yarısı, ticari faaliyetlerin ise %80’i Dolar üzerinden yapılmaktadır. Görülebileceği üzere Avrupa yüzyılın başında gerçek anlamda birleşmemiştir, sadece kıta sermayesinin ABD karşısında rekabet gücünü arttırabilmek için adımlar atılmıştır.
Japonya emperyalizmi diğer kardeşlerine göre daha farklı bir yol izledi ve izlemeye de devam ediyor. İkinci paylaşım savaşından sonrasına, 1960’lı yıllara dek düşük maliyetli sanayi ürünlerinin üretimine yoğunlaşmış olan Japonya, 1970’li yıllarda, ABD emperyalizminin ihtiyaçlarının bir sonucu olarak büyük bir güç oldu. ABD, Avrupa’nın yanı sıra Japonya’yı da emperyalist ekonomik etkinliğin merkezine terfi ettirdi ve Körfez Savaşı’nın masraflarının ödenmesinde olduğu gibi, Japonya’nın gücünü kendi çıkarları için bolca kullandı.
Ancak bugün Japonya emperyalist zincir içerisindeki en zayıf halka. Japonya, en zayıf emperyalist güç olarak 21. yüzyıla GSYİH’da sıfır büyüme kat ederek girdi. 1970-1980 bandında kaydedilen %6-8’lik büyüme oranları yerini %0-2 seviyelerine bıraktı. Japonya emperyalizminin içerisine girdiği bu kronik kriz, sahip olduğu rezervler ve yüklü mevduatlar sayesinde onun emperyalist karakterini değiştirmiyor ancak 40 sene önceye oranla sermaye ihracı alanındaki konumunu radikal bir şekilde değiştiriyor.
Japonya emperyalizmi, ABD’nin uluslararası ekonomi politikalarına basitçe rıza gösteren güçsüz bir yarı-sömürge ülke konumunda elbette değil ancak aynı şekilde bu ekonomi politikalara karşı kendi alternatiflerini yaratma kaygısında olan AB emperyalizmi de değil. Japonya burjuvazisi dikkatini bütün dünya pazarından çok Asya’ya yöneltmiştir ve Euro aracılığıyla Avrupa’lı sınıf kardeşlerinin yapmaya çalıştığının aksine Yen’den ABD Dolar’ına alternatif bir para birimi yaratmaya çalışmamaktadır. Japonya, ABD ile olan ekonomik ve politik müzakerelerinde AB’ye oranla daha fazla alttan almak durumunda kalmaktadır.
Otomobil endüstrisi üzerindeki egemenliğini kaybeden ve reel faiz oranları eksili rakamlarda gezinmesine rağmen canlı ve güçlü bir iç pazar yaratamayan Japonya emperyalizminin geleceği, birçok farklı etkenin yanı sıra sanayi devi Çin ile kuracağı mali, askeri ve politik ilişkilerin kaderiyle yakından ilgilidir.
Sonuç olarak bugünkü güçler arası ilişki tablosu bize oldukça berrak bir konjonktür çiziyor: Avrupa ve Japonya, ABD’nin askeri ve ekonomik rolünü üstlenemedi ve bunun olacağını söyleyen öngörüler tamamen hatalı çıktı. Ancak öte yandan ABD’nin mutlak askeri ve ekonomik hegemonyası da geçmişte kaldı ve ABD ikinci paylaşım savaşı sonrası gücüne erişmeye çalışmakta başarısız oldu.
Emperyalistler arası savaş politikaları ve yeni bir paylaşım savaşı ihtimali
20. yüzyılın ilk yarısında karşılaştığımızdan farklı olarak, Batı’lı devletler arasındaki çatışma ve silahlanma iklimi, SSCB’nin yıkılmasına rağmen tekrar ortaya çıkmadı ve bugün de çıkıyormuş gibi durmuyor. İkinci paylaşım savaşından bu yana emperyalistler arası çatışmalara değil, bölgesel iç savaşlar biçimindeki çatışmalara, bloklar arası kısır çarpışmalara ve çokuluslu şirketler arasındaki mücadeleyi belirleyen yeni rekabet biçimlerinin yol açtığı gerilimlere tanıklık ediyoruz. Bu yeni gerilimler özellikle yarı-sömürge ve sömürge ülkelerde, üretimin kapitalist karakteri gereği geniş çaplı fiziksel katliamlara yol açtı.
Emperyalistler arası geleneksel savaşların yerini 20. yüzyılın ikinci yarısında sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki emperyalizm kaynaklı katliamlara bırakmış olması, sermayenin üretici güçleri yıkıcı güçlere çevirerek onları sürekli imha etme gereksinimi duymasının bir ifadesi. Verilere göre sadece ikinci paylaşım savaşı ile 1983 arasındaki kısa sürede bile emperyalist olmayan ülkelerde 20 milyon insanın ölümüyle sonuçlanan 100 silahlı anlaşmazlık gerçekleşti.(27)
20. yüzyılın ikinci yarısında ve 21. yüzyılın ilk on senesinde emperyalistlerin kendi aralarında henüz bir savaş çıkartmamış olmalarının nedeni çok yönlü. Öncelikle dünya burjuvazisi, iki dünya savaşının ardından da yaşadığı derin krizi hâla hatırlıyor. İlk paylaşım savaşının sonucunda Ekim Devrimi gerçekleşti, 3. Enternasyonal kuruldu ve 500 milyon proleter emperyalizmden nefret etti. İkinci paylaşım savaşı ise Nazi’lerin yenilmesiyle tarihin gördüğü en devrimci dönemin açılmasına yol açtı. Öyle ki, bu dönem emperyalizmi tavizler vermek zorunda bıraktı ve refah devletleri doğdu. Kısacası emperyalizm, kendi arasında gerçekleştirdiği paylaşım savaşlarının ardından dünyanın kontrolünü kaybettiğini anladı.
Ne var ki, üçüncü bir paylaşım savaşının bugün önünde duran engeller, öznel istekler değil nesnel bağımlılıklar. Emperyalistler arası çelişkiler eskiden pazarların dünya ölçeğinde ele geçirilmesine ilişkindi. Bugün ise çokuluslu şirketler üzerinden örülen bir yatırım rekabeti ile karşı karşıyayız. Bu rekabet bugün hala sürüyor çünkü doyum noktasına ulaşmış veya fethedilmiş değil.
ABD emperyalizmi dolaşıma sokulan her para üzerinde kurduğu güçlü hegemonyayla, sermaye ihracında başı çekmesiyle ve pazarlarını son savaştan bu yana yeterli oranda koruyabilmesiyle üçüncü bir paylaşım savaşına ihtiyaç duymuyor. ABD’nin gerilemesine rağmen hâla dünya emperyalizminin en güçlüsü olması, üçüncü bir paylaşım savaşını gereksiz kılıyor. Bugün Almanya, Fransa, İngiltere ve Japonya gibi güçlerin ABD sermayesine gösterdikleri teslimiyet, savaş sonrası durumda olduğu kadar güçlü olmasa da, hâla aşılamadı. ABD uluslararası kaynakların sömürüsü konusunda AB’nin ve Japonya’nın yan rollerde kaldığından emin olmak için büyük çaba sarf ediyor ve bugüne kadar da bu çabasının karşılığını aldı. Üçüncü bir paylaşım savaşının gelecekte gerçekleşmesi olanaklar dahilinde ancak bunun yolunu açabilecek olan en önemli nesnel koşul ABD emperyalizminin üstün konumunu yitirmesi.
ABD’nin SSCB’nin yıkılmasının ardından NATO’yu nasıl ve hangi amaçla kullandığı bu tartışmada önemli bir yer tutuyor. 1991’den sonra yerel çatışmalar, iç savaşlar ve devrimci yükselişlere müdahalede bulunmak için kullanılması öngörülen NATO, aynı zamanda Batı Avrupa’nın jeopolitik stratejilerini bağımsızlaşmasının önüne geçmek için de kullanılıyor.(28) ABD, NATO’yu AB ile birleşik bir politik cephe kurmak için kullanıyor, daha doğrusu AB’ye bunu dayatıyor. AB ise Balkan Savaşları’nda olduğu gibi itirazları olduğunu iletse dâhi, Almanya, Fransa ve İngiltere’nin farklılaşan çıkarları yüzünden kendi içerisinde bir vizyon birliğine ulaşamıyor.(29)
ABD dünyanın en güçlü ordusuna ve nükleer silahlarına sahip bir ülke olarak yavaş yavaş kan kaybetse de, bu alanlardaki önderliğini koruyor ve bu önderliği korumak üzerine de yeni politikalar inşa ediyor. Ancak bu korumacı politikalarda, ABD’nin olağanüstü yaptırım mekanizmalarına rağmen, zaman zaman gedikler açıldığı oldu. 2000 senesinin Nisan ayında nükleer yayılmanın önüne geçebilmek amacıyla toplanan Birleşmiş Milletler konferansında ABD’nin kendisi için bir savunma kalkanı yaratma çabası, oybirliğiyle reddedildi.(30) Bununla beraber ABD kendisi haricinde birçok ülkenin nükleer silahlar edinmesinin önüne geçemedi. Bu bağlamda ABD’nin askeri egemenlik kaygılarının temelini şu anda Avrupa’nın doğusunda kalan Çin ve Rusya oluşturuyor. Nisan 2012’de ABD ve Filipin ordusunun, Güney Çin Denizi yakınında, Filipinler ile Çin arasında ihtilaf konusu olan bölgede askeri tatbikat başlatmasının ardından, Çin de Rusya ile birlikte ilerleyen günlerde donanma birliklerinin katıldığı ve Sarı Deniz’de ortak düzenlenen bir askeri deniz tatbikatı başlattı.(31) Aynı şekilde İran, 1979 devriminden bu yana ilk kez 2011’in Şubat ayında, Süveyş Kanalı’nı savaş gemileriyle geçerek Akdeniz’e açıldı. 2012’nin Şubat ayında İran bunu tekrarladı. İsrail yönetimi bu eylemi “provokasyon” olarak tanımlayıp yaptırım uygulanmasını istemiş olsa da, emperyalizmin bölgede yaşadığı kriz müdahaleye uygun şartların önünde bir engeldi.(32)
Emperyalizmin politik durumu: Çelişkili bir aşama
İkinci paylaşım savaşının ardından açılan devrimci dönem, dünyanın üçte birinde burjuvazinin mülksüzleştirilmesine tanıklık etti. 1968 işçi ve öğrenci ayaklanmaları, Stalinist rejimlere karşı yükselen seferberlik dalgaları (1953 Almanya, 1956 Macaristan, 1968 Çekoslovakya, 1970 sonları Polonya), Küba ve Çin devrimi, Doğu Avrupa’da Kızıl Ordu eliyle kurulan işçi devletleri, 1979 İran ve Nikaragua devrimleri önemli devrimci süreçler olarak bu dönem içerisinde yer aldılar. Bu dönem boyunca inisiyatif emperyalizmden yana değildi ve ABD açısından ağır yenilgiler (Vietnam ve Kore) birbirini izliyordu.
Ancak bu dönemin 1980’lerin başında Polonya’da politik devrimin yenilgiye uğraması ve Reagan-Thatcher önderliğinde neo-liberal saldırı politikalarının hayata geçmesiyle olumsuzlandığını, daha doğrusu diyalektik olarak karşıtına evrildiğini söylemek hatalı olmaz.
1980’lerin başlarından itibaren alınan sınıfsal yenilgileri dünya proletaryasının kaybettiği olağanüstü mevziler izledi. Walesa önderliğinin ihaneti sonucu Polonya’da politik devrimin yenilgisi, işçi devletini değil anti-komünist Stalinist bürokrasiyi hedef alan grevlerin ve mücadelelerin sonunu getirdi. Bu durum Doğu Avrupa’da kapitalist restorasyonu olanaklı hale getirdi. Bununla birlikte Fiat işçileri İtalya’da 1979-1980 döneminde girdikleri mücadeleyi kaybettiler.(33) Kuzey Amerika’da 1981’de greve çıkan hava yolları denetçilerinin greve Reagan tarafından zorla bastırıldı ve on binlerce işçi işten atıldı. Bunu takiben 1984-1985 senelerinde greve çıkan Britanya’lı madenciler de yenildi. Margaret Thatcher maden kolunda devlet işletmelerini kapatarak on binlerce işçiyi büyük bir yenilgiye uğrattı. Bu süreçleri takiben Latin Amerika’da yükselen devrimci dalga geri çekildi. Afrika’daki görece ilerici milliyetçi süreçler dağıtıldı ve Asya’da seferberlikler ile halkçı hareketlerin önü kesilerek yığınlar büyük bir sessizliğe büründürüldü. SSCB’de bürokrasi eliyle kapitalimiz yeniden inşa edilmesi ve Çin’deki liberizasyon süreci de ileri işçilerin sınıf bilincinde ciddi kırılmalara, bulanıklıklara ve geri çekilişlere yol açarak emperyalist saldırı aşamasını kuvvetlendirdi.
Neo-liberal politikalar dalgasının önünü açan bu gelişmeler, 1970’lerden itibaren düşmeye başlamış olan kâr oranlarının istikrara kavuşturulması için yapıldı ve böylece emperyalizm, krizini erteleme fırsatı yakaladı. Körfez, Irak ve Afganistan müdahaleleri ile askeri gücünü bir kere daha gösteren emperyalizm, ABD burjuvazisinin içerisinde olduğu “Vietnam Sendromu”nu yer yer törpülemeyi başardı. Böylece 1980’lerin başında, bizim emperyalist saldırı aşaması olarak adlandırdığımız yeni bir dönem açılmış oldu.
Yeni saldırı aşaması emperyalizmin tartışmasız zaferi ve işçi hareketinin olağanüstü geri çekilişleriyle belirleniyor olsa da çelişkili dinamiklere sahip. Bu dönem sermayenin saldırılarının önünün açıldığı bir dönem olarak gözükse de, emperyalizmin ciddi boyutlara ulaşmış egemenlik krizine de ev sahipliği yapıyor. Emperyalizmin egemenlik krizi, yeni güç ilişkilerinde emekçilerin aleyhine olan paradigmayı tersine çevirmiyor ancak askeri ve mali saldırıları giderek daha fazla oranda destekten yoksun bırakıyor.
Bu bağlamda özellikle ABD emperyalizminin gücünde ciddi bir geri çekiliş söz konusu. SSCB’nin çöküşü ve Avrupa Birliği’nin oluşturulmasıyla ortaya çıkan yeni rekabet gerilimleri ABD’nin mutlak hegemonyasının yeniden kuruluşunu zora sokmaktadır. ABD ekonomisinin 1995 ile 2000 seneleri arasındaki %2,2’lik büyümesi, 1975-1995 arasındaki %1,1’lik büyümeyi geçmiştir ama “altın yıllarda” (1953-1973) yakalanan %2,6’lık büyümeye erişilememiştir.(34) 2000’ler boyunca içerisinde olunan resesyon dönemi 2008 kriziyle sıçrama gerçekleştirmiştir.
Jeopolitik ilişkilerde ABD’nin üstünlüğü ve uluslararası ekonomik faaliyetlerin ABD’ye olan bağımlılığı elbette inkâr edilemez ancak “süper-emperyalizm”, “imparatorluk” ve “tek kutuplu dünya” yorumlamalarını sahiplenen ekollerin(35) iddia ettiğinin aksine ABD’nin ikinci paylaşım savaşından bu yana güç kaybettiği bir gerçektir. Irak’ta alınan yenilgi ve Afganistan’da zafer denilemeyecek olan aşırı maliyetli sürecin ABD’nin ekonomik ve askeri gücünde yarattığı tahrifat, bu güç kaybının bir göstergesidir.
Bu noktada Castro-Chavezci akımın iddia etiğinin aksine Amerikan “imparatorluğunun” yıkılmak üzere olduğu sonucunu çıkarmak hatalıdır. Bu akım Rusya, Çin, İran ve Suriye gibi güçlerin “anti-emperyalist” olduklarını iddia ederek “iki kutuplu bir dünya” tablosu çizmekte ve bu bağlamda “ilerici” olduklarını deklare ettikleri emperyalizm yanlısı bu burjuva güçlerin desteklenmeleri gerektiğini söylemekte.
Sosyo-ekonomik veriler ve yükselen sınıf mücadeleleri, ABD’nin daha önce görülmemiş ölçüde ciddi bir ekonomik, siyasi ve askeri kriz içerisinde olduğunu ve geçmiş dönemlerdeki kuvvetini kaybettiğini gösteriyor olsa da, Britanya emperyalizminin tecrübe ettiğinin aksine ABD emperyalizminin önderlik günlerinin sona geldiğini söylemek doğru olmaz.
Bugün krizin özgül ağırlığını oluşturan bileşenler 2008’de patlak veren kapitalizmin üçüncü büyük buhranı, Vietnam’ın ardından alınan ikinci büyük yenilgi olan Irak müdahalesinin başarısızlığı, Bush-Obama dönemleri arasındaki tezatla belirlenen politik yönetim krizi ve dünyanın her yerinden yükselen kitlesel seferberliklerdir.
ABD’nin askeri gerileyişi
Birleşik Devletler’in kendinden önceki İngiltere, Hollanda, vs. gibi egemen uluslara oranla dünya pazarına ekonomik hakimiyetini, sermaye hareketlerini, diplomatik manevralarını, rüşvet politikalarını, kirli savaşlarını ve askeri müdahalelerini daha başarılı bir şekilde gerçekleştiriyor oluşu, yani dünya jandarması rolünde kendi emperyalizmini tarihsel zirvelere taşımış olması, hiçbir biçimde bu egemenliğin sonsuz olduğu anlamına gelmiyor. Tam aksine, 1970’lerden bugüne ekonomi, politika ve savaş alanlarında yaşanan birçok gelişme bize bu egemenliğin istikrarlı dâhi olamadığını ve güç dengelerinde 1945-1960 dönemine oranla azalan bir hat izlediğini gösteriyor.(36)
ABD özellikle Güney Çin Denizi, Doğu Asya ve Ortadoğu bölgelerinde askeri varlığını sürdürme azmini gösteriyor olsa da, hem bu bölgelerde hem de dünya genelinde bu varlıklarda dramatik bir düşüş ile karşı karşıya. İkinci paylaşım savaşının sonundan Kore Savaşı’na dek ABD’nin denizaşırı üslerinin sayısında egemen olan eğilim azalma oldu. Üslerin görece nicel artışının Kore Savaşı ile birlikte sona ermesini Vietnam Savaşı sırasındaki artış izledi. Ne var ki ardından Vietnam’da alınan devasa tarihsel yenilgi, denizaşırı üs sayısını bir kere düşürmeye başladı.
Aşağıda bölgelere göre ABD’nin denizaşırı üslerindeki azalmayı gösteren tablonun(37) da anlattığı üzere, 40 seneye yakın bir zaman diliminde AB, Kuzey Atlantik ve Kanada bölgeleri hariç yabancı üslerin sayılarında ciddi bir gerileme söz konusu. Avrupa’daki artışın arkasında yatan neden ise Doğu Avrupa’da ve Rusya’da çözülen bürokratik işçi devletlerinin geniş coğrafi alanlarının, bu çözülüşle birlikte üs açımına müsait bir pozisyon kazanmaları.
ABD askeri üslerinin varlığındaki genel azalış, esasen üç nedene bağlı. Bunlardan ilki, ABD’nin, ikinci paylaşım savaşı sonrasında 1945-1970 arasında yakalanan “refah” döneminin ardından, ekonomik gücünün sürekli bir şekilde gerilemesidir. ABD, bankaları, tröstleri ve sermaye ihracıyla bu alanda egemenliğini hâla koruyor olsa da, bu egemenliğin özü ve gücü 1970’lerdeki ile bir değildir. Gerileyen ekonomik güç, içerisine girilen sonsuz krizler ve düşmeye yüz tutan kârlar, askeri harcamaları ve müdahaleleri finanse etmeyi bir hayli zorlaştırmaktadır.(38)
İkinci neden, ABD’nin işgal ettiği veya değişik çaplarda askeri müdahalelerde bulunduğu ülkelerde, yabancı bir askeri varlığa duyulan tepkinin fiziksel direniş dinamikleri yaratıyor olmasıdır.(39) ABD operasyon örgütlediği coğrafyalarda bölge emekçilerinin ve yoksul halk kitlelerinin ciddi direnişleri ile karşılaşmaktadır. Bu direnişlerin yol açtığı ve açabileceği askeri ve ekonomik hasarı, olası can kayıpları ve ABD’nin maruz kalacağı potansiyel maddi hasarlar olarak görmekte yarar vardır çünkü ABD burjuvazisi için savaşı kazanacak olan kendisi olsa bile, yeterli derece alınabilecek bir maddi hasar, savaşı uygulanabilir bir seçenek olmaktan çıkartmaktadır. Böyle olmasının sebebi aşağıda sıralayacağımız üçüncü nedendir.
Askeri varlıkların azalışındaki üçüncü nedenin, ABD kamuoyunun kendi ülke burjuvazilerinin güttüğü mali ve askeri davaya olan inanç eksikliğinin kendisi olduğu söylenebilir. Vietnam Savaşı bu konuda oldukça kritik bir aşamayı temsil etmiş ve özellikle bu aşamadan sonra ABD egemen sınıfları, kendi savaşları adına ülke içerisini ikna etmekte bir hayli zorlanmışlardır. Bir sıralar Nazizmin Avrupa’da yaydığı barbarlığı ve Japonya’nın Pearl Harbor bombalamasını gerekçe göstererek askeri faaliyetlerini kolayca yürüten ABD, artık emekçi yığınları savaşın kendileri açısından haklı olduğuna ikna edemeyerek toplumsal rızayı sağlayamamaktadır.
ABD’nin uluslararası egemenliği üzerine yazarken “hegemonik bir güç olmak” diyor Wallerstein “askeri güç yolunu, çok nadiren kullanmak, hatta, hiç kullanmak zorunda kalmamak (vurgu Wallerstein’a ait) demektir. Askeri güç kullanmanın bırakın tehdidi, iması bile, rakibi pes ettirmeye yeterli olması, dolayısıyla zor kullanmaya gerek kalmaması demektir. Durum bir zamanlar, 1945’ten yaklaşık 1970’e kadar buydu. Ama artık değil.“(40)
Bugün varlığını sürdüren askerin üsler, basit bir askeri fenomen olarak değerlendirilmemelidir. Bugünkü askeri üsler, Britanya için geçerli olan klasik anlamda sömürgeciliğin var olduğu koşullardaki askere üslere kıyasla başka amaçlara ve niteliklere de sahiptir. Üsler, ABD’nin emperyalist ekonomisinin ihracının araçları olarak oldukça işlevli bir şekilde kullanılmaktadır. Ekonomik ihracın yanı sıra üsler, yoksul ülkelerin ulusal egemenliği üzerinde politik denetim sağlanması için de kullanılmaktadır. Finans kapitalin dönem dönem farklılaşan ihtiyaçları ve siyasal güç dengeleri bu üslerin kullanılacağını belirleyen temel etmenlerdir.
Bu işlevlerin hayati önemlerine rağmen üs sayılarındaki azalma ile ortaya çıkması muhtemel olan politik boşluğun nasıl doldurulduğu cevaplanmalıdır. Ekonomik maliyetler, askeri kayıplar ve toplumsal tepkiler ABD’nin sopa siyasetini oldukça zora sokarken, geleneksel askeri temasların yerini “demokratik” ancak yine de gerici bir nitelik taşıyan müdahaleler almaktadır. Demokratik gericilik olarak adlandırılan bu politik müdahaleler, emperyalizmin son dönem yönelimleri içerisinde incelenmesi en kayda değer eğilimlerden birisidir.
Sopa mı havuç mu?
ABD emperyalizminin tarihi Vietnam yenilgisinden bu yana, askeri seçeneklerin dışında politik müdahale araçları ve yöntemleri arayışına girmiş olduğu doğru. Bu arayış Irak ve Afganistan’da yaşanan zor anların ardından tekrar pekişti. Vietnam benzeri oldukça ağır bir askeri yenilgi söz konusu olmadıysa da(41), emperyalizmin içerisinde yaşanan kriz, müdahalelerin ağır maliyeti ve işgallere dönük olarak karşılaşılan direnişler, ABD’yi askeri güç kullanımının dışında farklı yöntem ve araçlara zorluyor.
Ortadoğu üzerinde geliştirilen demokratik gerici siyaseti detayları ile incelemeden önce havuç siyasetinin kullanılmak zorunda kalındığı diğer bölgelerde nasıl bir taktiksel girişime karşılık geldiğine bakalım.
Latin Amerika’da da askeri olarak çıkmaza giren emperyalizmin kıtada yaşadığı yönetim buhranı, “Plan Colombia” (Kolombiya Planı) gibi kritik bir yenilgiyle iyiden iyiye derinleşti. ABD’nin doğrudan bir müttefiki olan, jeopolitik önem olarak öne çıkan ve Güney Amerika kıtasına kara bağlantısını sağlayan Kolombiya’nın sağcı Başkanı Andres Pastrana, emperyalizmin talepleri doğrultusunda 1998-1999 yıllarında bu programı geliştirdi. Silahlı gerilla örgütü FARC ve uyuşturucu ticaretine karşı olarak geliştirildiği söylenen plan, 1400 Amerikalı asker ve yetkilinin Kolombiya’da barınmasını da kapsayan maddelere sahipti. Plan aynı şekilde Pentagon’un askeri ve teknik kadrosunun, istihbarat servisinin yeniden konumlanmasını, güçlendirilmesini ve ülkenin enerji kaynaklarının tekellerce yağmalanmasını öngörüyordu.
Plan, Ekvator ve Venezuela gibi ülkelerin tepkilerine yol açarken, Kolombiya tarımını parçalaması sebebiyle ülke işçi ve emekçilerinden beklenilen onayı alamadı. Zira tarımı bırakıp şehre göç eden işsizler ordusunun gerillaya katılımının zeminini, bir bağlamda planın öngördüğü değişimler yarattı. Hem hükümetin yönetim başarısızlığı ve verilen sınıfsal tepkilerle plan tam olarak fiiliyata geçirilemedi.
Kolombiya Planı başarısızlığa uğrayan ABD’nin 2010 senesinde planı genişleteceğini duyurması kıta proletaryası içerisinde gerilimi tekrar yükseltti. Bu durum üzerine ABD asker sayısında bir artış olmayacağını sadece maddi yardımların genişletileceğini duyurmak zorunda kaldı.(42) Bir demokratik gericilik planı olarak Kolombiya Planı’nın fiilen başarısız olması, ABD’nin kıta üzerindeki söz hakkını ciddi biçimde etkiledi.
Sopa politikalarının tek seçeneği doğrudan doğruya askeri müdahaleler değil elbette. Bu politikaların bir diğer anlamı da askeri darbelerin kendileri. Tarihsel olarak baktığımızda 1953 yılında İran, 1954 Guatemela, 1960 Kongo, 1964 Brezilya, 1964 Endonezya, 1964 Dominik Cumhuriyeti, 1965 Gana, 1966 Yunanistan, 1967 Kamboçya, 1970 Şili, 1973 Arjantin, 1976 Bolivya ve 1980 Türkiye darbeleri yaşandı. Tüm bu darbeler ABD, Batı Avrupa ve Japonya tekellerinin çıkarları doğrultusunda, ABD’nin verdiği politik onay ve kredilerle gerçekleştirildi. Kolombiya Planı’nın ardından, kıtada askeri üs sayısı zaten oldukça azalmış bulunan ABD, egemenlik krizini söküp atmak ve hegemonyasının yeniden tesis edebilmek için bir kere daha sopa siyaseti yoluyla 2002’de Venezuela’da bir darbe gerçekleştirmeye çalıştı. Burada darbe karşıtı kitlesel seferberlikler cunta yönetimini daha iktidara gelemeden paramparça etti ve ABD’nin büyük bir hezimete uğramasını sağladı. 2002’de Venezuela’da kazanılan zafer, ABD’nin kıtaya askeri temaslarını büyük ölçüde sarstı.
Emperyalizmin havuç siyasetine (askeri seçeneklerin iflası nedeniyle) en çok ihtiyaç duyduğu bölge olan Ortadoğu’da birbirleriyle birleşen birçok süreç emperyalizmi bölgede tecrit olma tehlikesi ile baş başa bıraktı. Bölgede emperyalizmin doğrudan müttefiki olan diktatörlüklerin yıkılması, Irak ve Afganistan’da alınan yenilgi ve Filistin mücadelesinin sürekliliği, tecrit krizine yol açan bileşenlerdi.
Bu bileşenlerin bir sonucu olarak emperyalizmin bölgede yaşanan devrimci süreçlere müdahalesi olanaklı olamadı. Sadece Libya’ya müdahale eden ABD, bunu ancak NATO aracılığıyla gerçekleştirebildi. Bir kara harekâtını organize edebilecek durumda olmayan ABD, bu noktada havuç siyasetiyle, yani demokratik gericilikle kendi taleplerini dayatmaya çalıştı. Bunun sonucunda bölgede emperyalizmin müttefiki politik odaklar olarak iktidara taşınan Müslüman Kardeşler bir bir devrildiler. Sopa siyasetinin bir sonucu olarak havadan askeri müdahalelerin ve havuç siyasetinin bir sonucu olarak da işbirlikçi Müslüman Kardeşler iktidarının açık bir çıkmaza girmesi, emperyalizmin egemenlik krizinin aşama atlamasını sağladı. Emperyalizmin bölgedeki jandarması olan İsrail’in de bu süreçlerden pejoratif yönde etkilenmesi ve içeride yaşadığı hükümet (daha doğrusu hükümet olamama) krizleri, bu ülkenin giderek daha fazla izole olmasını getirdi.
ABD’nin baş müttefiki İsrail’i kontrol etmekte zorlanması ve havuç siyasetinin belirli bir krize girmesi, bölgede yeni müttefik arayışlarını gündeme getirdi. İran’la yaşanan tarihsel anlaşmazlığın İslam Devleti’nin (eski adıyla IŞİD) yayılışı karşısında yerini askeri eylem birliğine bıraktığını görmek, yeni müttefik arayışlarının bir sonucu olarak görülebilir. Ancak buna karşın İsrail’in İran ile olan gerginliği tırmandırması ve son olarak da İran’ın Yemen rejimine doğrudan doğruya silah yardımlarıyla müdahalelerde bulunarak yayılmacı bir çizgi izleme eğiliminde olması, ABD’nin yeni müttefik arayışlarını, özellikle de Suudi Arabistan(43) ve Katar hükümetlerinden aldığı tepkiyle, zora sokmaktadır.
Emperyalistler açısından, mevcut şartların ve bölge dinamiklerinin kendilerine dayattığı çelişki ortadadır: Askeri anlamda emperyalist az-yayılmacılık ve fazla-yayılmacılık seçenekleri, ikisi de her durumda büyük tehlikeler barındırmaktadırlar. Bu çelişkinin çıkış noktasını, havuç da olsa sopa da olsa, biçimsel olarak farklı ancak özü itibariyle benzeşen dış müdahale politikalarının, bölge işçi sınıfı ve emekçilerinden, yoksul halk kitlelerinden gördüğü reaksiyon oluşturur. Zira bu “reaksiyon” mevcut egemenlik ilişkilerini ve yönetimin “olağan” akışını tehlikeye sokarak güç dengelerinde ciddi oynamalara, taktiksel geri çekilişlere ve kimi durumlar da yenilgilere sebebiyet verebilmektedir. ABD’nin liberal-muhafazakar ve hatta “solda” konumlanan aydınları arasında süregelen “askeri yayılmacılık” mı yoksa “barışçıl yayılmacılık” mı tartışmasının maddi temelleri, Vietnam Sendromu’nun da tarihsel hatırlatmalarıyla, bu noktada yatmaktadır.
ABD burjuvazisi, sınıflı toplumlar tarihinin görmüş olduğu en örgütlü egemen sınıf ve siyasal basiret bağlamında da bir hayli tok olan bir kesim olmasına rağmen birçok kez (misal bir panikle gerçekleştirmeye çalışıp hezimete uğradığı 2002 Venezuela darbesi gibi), tercih ettiği seçenekle kendi mezarını kazan adımlar attı.
Uluslararası sınıflar mücadelesinin ve sayısız ampirik verinin, ABD burjuvazisini seçenekler arası (demokratik gericilik politikaları mı yoksa askeri müdahale mi) tercih yapmaya itmesi, genelde uluslararası müdahale işlevlerini tek başına gerçekleştirebilen ABD emperyalizmini de bu konuda başka bir kulvara yönlendirdi. Zira 1940’ların sonundan (ikinci emperyalist paylaşım savaşının bitiminden) Soğuk Savaş’ın ardına dek, para birimi dünya pazarına hâkim olan ve dünyanın Gayri Safi Milli Hasılası’nın toplamının %50’sini oluşturan ABD, askeri müdahale ve ülke işgalleri gibi faaliyetlerini tek başına yerine getirebiliyordu. Halbuki 1990’lardan itibaren ABD, bu tip faaliyetlerde en geniş koalisyonları arayan isim oldu. Ülke işgallerinin ağır ekonomik bilançolarını ve politik sorumluluğunu artık tek başına üstlenemeyen ABD, “özgür” Irak’ın yaratımında AB emperyalizminin askeri desteğini açıkça talep etti.
Bu yeni durumun en temel sebebi, ABD emperyalizminin, rakiplerine karşı ikinci paylaşım savaşını takip eden döneme kıyasla zayıf olmasıdır. 1990’larda yeni pazarlar (SSCB ve Doğu Avrupa) ve kazançlarla göreceli olarak ekonomisinde kötünün iyisi bir ilerleme kaydeden ABD (Avrupa ve Japonya’dan daha hızlı bir gelişme yakalamıştı), buna rağmen yeni askeri müdahaleleri tek başına üstlenemez ve “emperyalistler koalisyonuna” bağımlı bir pozisyondadır. Bu gerçeklik son olarak, İslam Devleti’ne karşı askeri bir müdahalenin yapılacağı kararlaştırıldığında, ABD’nin bu yönde sıkı bir koalisyon örgütlemesiyle ve kendisinin -ve hatta koalisyonun da!- bir kara saldırısı başlatamamasıyla gündeme gelmiştir.
Askeri güçteki bu düşüş ABD’nin hâla dünyanın en güçlü ve teknolojik olarak en donanımlı ordusuna sahip olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Zaten ABD’nin tartışmasız askeri gerileyişine rağmen emperyalist liderliğe aday rakip ülkelerin yeni bir paylaşım savaşını programlarına koymuyor oluşu ABD’nin askeri alanda birinciliği hâla elinde tutuyor olmasının doğrudan bir sonucu. Bu paradigmanın değişmesini istemeyen ABD’de Kongre’nin yönetimde olduğu Eylül 2002’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi demeci şöyle diyordu. “ABD, kendisi üzerinde, müttefikleri ya da dost ülkeler üzerinde kendi isteklerini gerçekleştirmek isteyen bir düşmanda gelen girişimleri alt edecek güce sahip olmalıdır ve gelecekte de sahip olacaktır…Gücümüz, ABD’nin gücünü aşma ya da ona denk olma ümidiyle yeniden askeri yapılanmaya giden potansiyel düşmanları caydıracak kuvvette olmalıdır.“(44)
Körfez müdahalesinin zoraki karakteri
Baba ve oğul Bush’ların Başkanlık dönemleriyle adeta özdeşleşmiş bulunan militer saldırganlık eğilimleri, demokrasi kisvesi altında yapılan baskıcı ve gerici müdahaleler içerisinde karşıt bir kutup oluşturuyor. Bu saldırganlık döneminin, havuç siyasetinin olumsuzlaması mı olduğu yoksa kaideyi bozmayan bir istisna mı olduğu önemli bir soru olarak karşımızda duruyor. Son tahlilde kuralları var eden, istisnaların kendisidir.
Körfez Savaşı öncesinde Saddam Hüseyin ilginç bir stratejinin yolunu tuttu. ABD, Suudi Arabistan ve Kuveyt gibi ülkeler için büyük bir tehdit olarak ortaya çıkan İran rejimine karşı (ABD’nin Ortadoğu’daki sıkı müttefiki ve politik-askeri üssü İran’da iktidarda olan Pehlevi Hanedanı, 1979 devrimiyle yıkılmıştı) ABD’nin, politik bir müttefik ve bölgede gücü hissedilen bir devlet olarak da SSCB’nin desteğini almaya çalıştı.(45) Irak’ın bu arka planda İran’a açtığı savaş aslında Irak’a askeri varlığını, diplomatik ilişkilerini ve sıcak para akışını güçlendirmesi için uygun bir zemin sağladı.
İran-Irak Savaşı , Birleşik Devletler’in bölge üzerindeki çıkarlarıyla doğrudan doğruya uyuşan bir yapıya sahipti. Öncelikle, 1979’da devrilen Şah rejiminin ardından kitlesel basınçlar sonucu ABD ile ilişkileri sürüncemede olan İran ve 1967’de İsrail ile yapılan savaşın ardından ABD ile diplomatik ilişkileri kesilmiş olan Irak; yani bölgede ABD’nin egemenlik alanının içerisinde yer almamaya çalışarak ve dolaylı veya dolaysız bu egemenliğe muhalefet eden iki tehlikeli askeri güç, birbirleriyle savaşıyorlardı.
Bu bağlamda savaştan önce iki taraf arasında ABD’nin müttefiki olarak öne çıkmaya aday olan ülke, işçi sınıfı henüz devrimi tecrübe etmemiş olan Irak’tı. Böylece 1980’deki işgalden önce diplomatik ilişkiler yeniden kuruldu. Diplomatik ilişkilerin yeniden kurulmasında kristalize olan işbirliği, önceki dönemlere kıyasla basit bir müttefik arama atılımı değildi. 1979 senesinde kendisine coğrafi olarak oldukça yakın olan Nikaragua’da patlak vermiş olan devrime dâhi müdahalede bulunamamış(46) olan ABD, Ortadoğu bölgesinde İran’da yaşanan gelişmelerin yayılmasını büyük bir tehdit olarak görüyordu. Bu tehdidin gerçeğe dönüşmesi emperyalizm açısından ekonomik, politik ve askeri bir yıkım anlamına geliyordu. Bu bağlamda Irak yönetimi ile kurulan ilişki oldukça özeldi.(47)
ABD, askeri donanım ve politik güvence düzlemlerinde Irak’a önemli derecede yardımda bulundu. Bu yardımların ardında yatan temel motivasyon elbette bölgede bir krize sürüklenen emperyalist egemenliğin temellerinin sağlamlaştırılmasıydı. Ekim 1987’de ve Nisan 1988’de ABD ordusu İran gemilerine doğrudan doğruya saldırılar düzenledi ancak ABD’nin dolaysız müdahaleleri bu olaylarla sınırlı kaldı.
Eski bir üst düzey DIA (Amerikan Savunma İstihbarat Örgütü) yetkilisinin 18 Ağustos 2002’de “New York Times”a yaptığı açıklama, Irak’ın yenilgisinin nasıl ABD’nin kontrol kaybı anlamına geleceğini gösteriyor: “Irak yenilseydi, bu yenilginin Kuveyt ve Suudi Arabistan üzerinde feci sonuçları olurdu ve bütün bölgenin durumu kötüye gidebilirdi, izlenen politikanın zemini buydu.“(48)
ABD desteğinden ve sürekli silah yardımlarından faydalanamayan İran, Fao yarımadasının düşmesiyle ve içeride çıkması muhtemel bir isyanın belirtilerinin de keskinleşmesiyle, Irak’la anlaşmaya varmak üzere masaya oturmaya karar verdi.
Savaşın ardından Irak ekonomisinin bilançosu bir enkaza işaret ediyordu. Irak’ın savaş sonrası borcu 40 milyar doları buluyordu ve bu dış borcun yanında Körfez ülkeleri de savaş sırasındaki yardımlarının karşılığında yüklü bir ödeme talep ediyordu. Bunun yanı sıra Suudi Arabistan, Kuveyt ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler petrol üretimini artırarak 1986’da düşmeye başlayan petrol fiyatlarındaki bu eğilimi bir süreç olarak uzattılar. Irak GSYİH’sının yarısını oluşturan petrolün fiyatlarındaki bu düşüş, Irak ekonomisi üzerinde yıkıcı bir etki bıraktı. Varil başına fiyatın 12 dolara düşmesi ile Irak bütçesinin 7 milyar dolara düşmesi birbirini izledi.
İran ve Irak gibi bölgedeki iki önemli askeri ve ekonomik gücün sosyo-ekonomik bir yıkımın eşiğine gelmiş olması ve bu sıralarda bölge üzerinde belirli bir hakimiyete sahip SSCB’nin dağılmış olması, Körfez ülkelerini mali olarak kendine bağlamış olan ABD’nin, Ortadoğu’daki varlığını güçlendirmesi ve kendi petrol arzıyla yakında ilgili olan bölgedeki enerji kaynaklarının üzerindeki rekabeti yeniden örgütlemesi için uygun şartlar doğurdu. ABD, Batı Avrupa ve Japonya merkezli çokuluslu şirketler, bölgede kurulacak olan askeri ve politik hegemonya sayesinde, petrol arz ve fiyatlarını kendi stratejik çıkarları uyarınca düzenleyebilecek ve uluslararası potansiyel rakiplere karşı var olan güçlerini pekiştirebileceklerdi. Ancak burada ABD’nin öncelikle hedeflediği, petrol varilleri üzerindeki emperyalist rekabetin zor yoluyla değil müzakereler ve bölge hükümetleriyle eşitsiz ticaret anlaşmaları yoluyla yeniden örgütlenmesiydi.
Saddam’ın, Irak’ın borçlarının silinmesi ve Körfez ülkelerinin petrol üretiminin fiyatların istikrarlı artışı adına kısıtlanması gibi taleplerinin yerine getirilmesi için Kuveyt’in işgalini bir tehdit olarak kullanmaya başlaması, ABD’nin müzakereler yoluyla çözmeyi ümit ettiği rekabetin yeniden örgütlenişini zora soktu.(49)
Kuveyt’in Irak tarafından işgal edilmesi tehdidi konusunda ABD oldukça temkinli davrandı ve askeri bir müdahale olacağı yönünde hiçbir söylem geliştirmedi. ABD askeri müdahalenin uzun ve hem mali hem de askeri olarak bedeli yüksek bir savaşa yol açabileceğini biliyordu ve bu durumda da Vietnam günlerine dönülmesi politik kaygıların temelini oluşturuyordu. ABD büyükelçisi, Saddam Hüseyin’e dönük olarak yaptığı oldukça yumuşak açıklamalarla, işgal ihtimalini maliyetli askeri operasyonlar ile değil demokratik gericiliğin siyasal araçlarıyla elemeyi hedeflediklerini açıkça söylüyordu: ” Kuveyt’le yaşadığınız sınır sorunu gibi Araplar arasındaki anlaşmazlıklar konusunda herhangi bir kanaatimiz yok. (…) Bu sorunu uygun yöntemler kullanarak, Klibi ya da Başkan Mübarek aracılığıyla çözebileceğimizi umuyoruz. Tüm istediğimiz bu sorunların en kısa zamanda çözülmesi. Bütün bunlarla ilgili olarak, bizim bu konudaki fikrimizi bilmenizi isterim. Bu alanda 25 yıl hizmet vermiş biri olarak, hedefinizin Arap kardeşlerinizden sağlam destek gördüğünü düşünüyorum. Petrolden bahsediyorum. Ama siz, Sayın Başkan, korkunç ve zorlu bir savaşı kazandınız. Açıkçası, bizim tek görebildiğimiz güneye çok sayıda birlik yerleştirdiğiniz. Normalde bu konu bizi ilgilendirmez. Ama ulusal gününüzde söylediklerinizi ve Dışişleri Bakanı’nın yazdığı iki mektubun ayrıntılarını göz önünde bulundurunca, Irak’ın, Birleşik Arap Emirlikleri ve Kuveyt’in aldığı önlemleri Irak’a karşı askeri saldırıyla paralel tuttuğunu görüyoruz ve bu durumda bu konuyla ilgilenmenin mantıklı olduğunu düşünüyorum. Bu sebeple, size niyetinizin ne olduğunu dostça – düşmanca değil- sormakla görevlendirildim.“(50)
Arap devletleri arasında müzakereyle çözülebileceği düşünülen bir anlaşmazlığın var olduğu kanısında olan ABD’nin konu ile ilgili görüşlerini temsil eden büyükelçinin çağrısı havada asılı kaldı. Irak Kuveyt’i işgal etmeye başlayarak, ABD emperyalizminin askeri müdahaleyi seçenek olarak tercih etmemesinden kaynaklanan görece çekingen tutumunu kendi lehine kullanmaya çalıştı. Bu bağlamda ABD, Irak’a verilecek olan tepkiyi organize ederken bir hayli zorlandı. 2 Ağustos 1990’da, yani Irak’ın Kuveyt’i işgal ettiğin gün, ABD Başkanı George Bush, ABD’nin küresel güvenlik ihtiyaçlarının 1995’le beraber 1990’dakinden %25 daha küçük aktif bir güçle korunabileceğini söyleyen bir açıklama yayınlamıştı.(51) ABD’nin askeri maliyetleri kısması ekonomik daralma tarafından talep ediliyordu ancak Körfez petrolleri üzerindeki tekel ve rekabet gücünü kaybetmek kâr oranlarını daha da yıpratan bir durum yaratacaktı.
Koalisyona duyulan yakıcı ihtiyaç sebebiyle ABD Kongresi ve Genelkurmay’ı askeri müdahaleden yana tavır alamadılar.(52) Ancak İngiltere ile Fransa’nın da çekingen tutum alması krizin büyüyebileceğini gösteriyordu. ABD, egemenlik krizinin çözümü olarak BM Güvenlik Konseyi’ni harekete geçirmeye çalıştı. Ağustos 1990’da kabul edilen 661 sayılı kararla Irak’ın Kuveyt’ten çekilmesi istendi. Bu sırada, askeri müdahaleleri artık tek başına gerçekleştirebilmekten uzak olan ABD, savaş için ihtiyaç duyulan finansmanı sağlamaya çalışıyordu. Böylece 678 sayılı karar, işgale karşı “gerekli tüm imkanların” kullanımı için Güvenlik Konseyi üyesi ülkelerin kaynaklarını kullanıma açtı.
ABD bu kararı geçirmeye çalışırken bir hayli zorlandı ve bölgede girdiği krizin yol açtığı ekonomik güçlüklerin altında ezildi. Zaire, Etiyopya ve Kolombiya gibi ülkelere kararı onaylamaları karşılığında askeri yardımların yapılacağı söylenerek rüşvet teklif edildi. Yemen kararı onaylamayan iki ülkeden biri olduğu için (diğeri Küba’ydı), üç gün içerisinde ABD’den normalde düzenli olarak almakta olduğu 70 milyon dolarlık yardım bütçesini kaybetti.(53)
Sonuç olarak ABD ancak ve ancak Suudi Arabistan’ın kendisine ülkeyi üs olarak kullanma izni vermesiyle(54) ve dört güçlü ülkenin (Almanya, Japonya, S. Arabitan, Kuveyt)(55) mali desteğini almasıyla, askeri harekatı başlatabildi. Fiziksel ve mali avantajlara ve güçlü koalisyonlara rağmen ABD’nin Bağdat’a yürümemiş olması önemli bir veridir.(56) Körfez müdahalesiyle Saddam’ın gözü korkutuldu ve petrol kaynakları üzerindeki rekabet tekeli ABD’nin elinde kalmaya güçlenerek devam etti. Ardından koalisyon güçleri Irak’tan çekildi ve Irak ordusunun askeri yapılanması bir takım BM kararlarıyla parçalandı. Onlarca ülkeyi seferber ederek, başka ülkelerin jeopolitik konumlarına, mali desteklerine ve askeri yardımlarına bağımlı kalınarak gerçekleştirilen Körfez müdahalesi, enerji kaynaklarının üzerindeki emperyalist egemenliğin korunması ve pekiştirilmesi için zoraki bir şekilde doğdu. Müdahalenin arka planında yatan acizliğe rağmen Bush, “Tanrı’nın yardımıyla bir anda ve sonsuza dek Vietnam Sendromu’ndan kurtulduk” diye ilan etti.(57) Baba Bush’un bu beyanı oldukça iddialı bir şekilde dile getirmesine rağmen, ABD ordusuna Bağdat’a yürüme talimatını vermedi. Aksine ABD güçleri bölgeden geri çekildi.
Emperyalizmin Irak yenilgisi
Irak’ta alınan yenilgi, emperyalizmin son dönem politikaları üzerinde belirleyici bir etki yarattı. Eğer Amerikan emperyalizmi Irak’ta kesin bir yenilgi almamış olsaydı, sadece politik yöneliş bağlamında değil, dünya durumunun sosyo-ekonomik tahlili ve emperyalizmin egemenlik durumu bağlamında da, bambaşka bir tablo ortaya çıkardı.
21. yüzyılın başları ABD ekonomisinin son derece verimsiz ve daralan bir sürecine tanıklık etti. Kâr oranlarındaki istikrarsızlık Beyaz Saray’da politik endişenin kaynağını oluşturuyordu. Ekonomistler sözde iyileşme dönemlerinin varlığından bahsetseler dâhi, bu iyileşme istihdam alanına tezahür etmiyordu ve 1930’lardan o güne yaşanan en şiddetli ticari düşüşler ABD emperyalizminin gündemini oluşturuyordu.(58) Bu kriz ortamı, Avrupa ve Japonya’daki resesyonla da besleniyordu.
Yeni-Muhafazakârlar (Neo-Con) olarak adlandırılan ve aslında radikal bir politik yönelim programını öngören kadroların Beyaz Saray’a çıkması bu şartlar altında, bu şartlarla yakından ilgili olarak gerçekleşti. Yaklaşan ekonomik buhranı ertelemenin ve istikrarsızlaşan kâr oranlarını dengeye kavuşturmanın çözümünü askeri müdahaleler sonucu elde edilecek yeni ve daha geniş pazarlarda aramak zorunda kalan ABD emperyalizmi, uzun vadeli kâr hedeflerinin mevcut paradigma tarafından tehdit edildiğinin bilincindeydi. Zira ABD hegemonyasının üç ayağı da bir kriz içerisindeydi: yabancı pazarlarda konumlanan askeri üs sayısında istikrarlı bir düşüş yaşanıyordu, ABD merkezli tekeller ve ulusal ekonomi durmadan kan kaybediyordu ve rakip emperyalist güçlerin konumu yavaş yavaş ABD’den bağımsız olmasa bile ondan özerk alanlara kaymayı öngörüyordu.
İkinci Bush önderliğinin ABD emperyalizmi açısında önemi burada yatmaktaydı: Aşırı sağcı ve muhafazakâr bir kadronun, havuç yerine sopayı kullanarak ABD ekonomisinin ve emperyalist çıkarlarının istikrarını yeniden sağlaması ve mümkünse krizin ertelenerek mutlak bir politik ve askeri egemenlik mekanizmasının kazanç getiren pazarlar üzerinde kurulması.(59)
Yeni-Muhafazakâr kadro iktidara geldiğinde, programı itibariyle ABD burjuvazisinin o dönemki ihtiyaçlarını ve çıkarlarını temsil ediyordu. 2002’de açıklanan ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde de ifade edilen bu program, öncelikle ABD’nin Körfez bölgesinde daha etkili ve kalıcı bir role sahip olması gerektiğini söylüyordu. Programın ve aynı zamanda Ulusal Güvenlik Stratejisi’nin özellikle eğildiği bir konu da ABD’ye rakip yabancı güçler sorunu idi. Program, yeni bir rakibin çıkışının engellenmesini ve olası rakiplerin de uluslararası roller üstlenmeye kalkışmadan caydırılmasını, şiddetle savunuyordu. Aynı şekilde Avrupa Birliği’nin birleşik bir askeri aygıt oluşturma projesinin bağımsız bir bağlamda değil, NATO çatısı altında yürütülmesi gerektiğini belirtiyordu. ABD emperyalizminin çıkarlarının iktidara gelerek sözcülüğüne soyunan yeni kadro, ABD’ye yönelik politik, ekonomik, askeri, diplomatik ve kültürel bütün tehditlerin yok edilmesini, krizin ertelenmesi ve kâr oranlarının istikrara kavuşması adına benimsemişti. Ancak bu taktiksel yönelimin ömrü, bir stratejiye dönüşme fırsatı olmadan, Irak yenilgisine dek sürdü.
ABD emperyalizminin, gerileyen gücüne rağmen ekonomi alanında Körfez bölgesinin enerji kaynakları üzerinden ihtiyaçları gereği bir yeniden paylaşım savaşına gitmesi, krizi ertelemek bir yana daha da güçlendirdi ve bölgede altüst oluşlara sebebiyet vererek ABD’nin uluslararası politik egemenliğini de sarstı. Evet ABD emperyalizmi Irak petrolünün üretiminde ve ihracında önemli paylara sahip bir konuma ulaştı ancak bu ekonomik kazancın çevresinde istikrarlı bir politik güven çemberi oluşturamadı. Irak’a sömürge valisi gibi atadığı bütün yönetimler düştü ve ciddi askeri kayıplara sebebiyet veren Irak ulusal ayaklanması bastırılamadı. Dahası elde edilen yeni petro-dolarlar krizi ertelemekte yeterli olmadı ve savaşa en başta ihtiyaç duyulmasına neden olan Irak pazarı üzerindeki ekonomik kazançların çoğu, giderek artan askeri ve lojistik maliyetlere ayrılmaya başlandı. Kârların dramatik düşüşü karşısında Yeni-Muhafazakârlar önderliğinde uygulanan saldırgan program, ABD emperyalizmini tarihinin en ciddi çelişkilerinin içerisine sürükledi.
Irak’ın her türlü yönelimini yakın takibe almış bulunan ABD’nin, Bağdat’a yürüyemediği Körfez müdahalesinden bu yana temel arzusu Irak’ta bir rejim değişikliğiydi. Bu bağlamda Irak hükümetine Körfez Savaşı’nı izleyen senelerde sayısız suçlama yöneltildi: “Teröristlere” lojistik ve askeri destek sunmak, New York’taki 9/11 saldırısının organizasyonunda yardımda bulunmak, nükleer silahlar edinmeye çalışmak ve hatta baba Bush’u Nisan 1993’te Kuveyt’e yaptığı ziyaret sırasında öldürmeye çalışmak.
Oğul Bush’un iktidara gelişinden önce Clinton, benzer asılsız suçlamaları gerekçe göstererek Irak’a yönelik bir saldırı planı geliştirdi. Bağdat’ın merkezindeki Irak istihbarat kurumunun karargâhına Tomahawk füzelerinin fırlatılması emrini verdi. Saddam’a karşı yapılabilecek potansiyel darbeler için ülke içinde ABD’nin taleplerini doğrudan sahiplenen muhalif odaklara milyonlarca dolar aktarıldı. “Çöl Tilkisi Harekâtı” olarak bilinen misilleme yapıldı. Irak’ın güneyi 44 füzeyle vuruldu ancak hiçbir sonuç alınamadı. Zira bombardıman o kadar gereksizdi ki, Suudi Arabistan yönetimi dâhi müdahaleye karşı eleştirel bir pozisyon aldı. Öte yandan Saddam da 1996’da geniş çaplı bir operasyonla Irak Ulusal Mutabakatı’nın üyelerini “toplayarak” darbe girişimlerini başarısızlığa uğrattı.
2001’de ABD’de iktidara gelen Yeni-Muhafazakâr kadro salt hava saldırıları ve darbe girişimleriyle petrol üzerinden yeni ekonomik paylaşım dengelerinin oluşturulamayacağının ABD emperyalizmi tarafından farkına varılmasının bir ifadesiydi. Bu bağlamda iktidara gelen kadro yeni kârlar için verimli pazarlara dönük olarak bir “Haçlı Seferi”ni öngörüyordu ve bunun ilk adımı Irak’a dönük çok yönlü bir savaşın açılmasıydı.
Bush hükümetinin savaşa dönük adımları Fransa, Almanya ve Rusya tarafından kuşkuyla, İngiltere tarafından ise destekleyici bir tavırla karşılandı.(60) Körfez Savaşı’nın ardından Irak’ın petrol üretimine ve ihracatına getirilen yaptırımlar Avrupa emperyalizminin bu alandaki rekabet olasılıklarını askıya almıştı. BM, 2000 senesinde Irak petrol sanayisinin böyle giderse çökeceğini açıkladı ancak ABD onarımların kısa vadeli tutulmasında ısrar etti.(61) 2001’de Fransa ve Rusya, BM Güvenlik Konseyi’ne başvurarak Irak petrol pazarına getirilen yabancı yatırım kısıtlamasının kaldırılmasını talep etti ancak bu talebin de ABD ve İngiltere tarafından hayata geçirilmesi engellendi.
ABD emperyalizminin, mevcut rakiplerinin dikkate değer ekonomik mevziler elde etmesini istememesi de, Irak işgalinin birkaç amacı arasında geldi.(62) Irak’ın petrol rezervleri üzerinde yapılan sözleşmelerin yeniden yapılanması ihtiyacı, ABD merkezli olmayan şirketlere Bağdat tarafından tanınan ticari imtiyazların geri alınmasını ve en büyük payın ABD’li şirketlere verilmesini öngörüyordu. Böylece AB ve Rusya gibi gelecek dönemde yeniden paylaşımı gündeme getirme arzusunda olabilecek tehditlerin de boyun eğmesi sağlanacaktı. Bu bağlamda Fransa, İtalya, Rusya ve benzerleri, işgal sonrasında yeniden paylaşım ilişkilerinden men edilmeleri korkusuyla, ABD tarafından savaşa destek yönünde tutum almaları için zorlandı.
Irak’a yönelik ilk saldırı 20 Mart 2003’te ve tıpkı 1991’de olduğu gibi Irak’ın çabuk yenilgisini amaçlayan şiddetli bir hava saldırısı ile başladı. İlk üç haftanın Irak açısından bilançosu on binlerce ölüydü. Bunun yanında ölen ABD ve İngiliz askerlerinin sayısı 200’e bile ulaşmamıştı. Nisan ayının ortalarına doğru Irak ordusu fiziksel olarak tamamen dağıtılmıştı. Irak’ta merkezi bir yerel yönetimin komutası altında olan daimi bir askeri aygıt kalmamıştı. Öyle ki Bush 16 Nisan 2003 tarihinde yaptığı açıklamada Irak’ın “kurtarıldığını” ilan etti.(63)
Bush’un zafer edasıyla yaptığı açıklamayı ise ABD ve İngiltere emperyalizmlerinin şaşkınlığı izledi. Bush’un Irak’ın “kurtarıldığı” yönünde yaptığı muğlak açıklamanın ardından hiçbir işgal komutanından zafere ulaşıldığı yönünde bir açıklama gelmedi. Amerikan ve İngiliz emperyalizmi Irak ordusunun yok edilmiş olmasına rağmen savaşın sona ermiyor oluşuna başta anlam veremedi. Ardından ulusal çapta silahlanmış bir ayaklanma ile karşı karşıya olunduğu anlaşıldı.(64)
Bush’un Nisan 2003 tarihindeki açıklamasını, ABD emperyalizmi açısından oldukça zor günler takip etti. Verilere göre ABD askeri güçleri 2004 yazında günde en az 60 kez asilerin silahlı saldırısına uğradı.(65) Silahlı ayaklanmayı bastıramayan ABD ordusu ağır kayıplar verdi. On binlerce asker fiilen dağılmış birimlerinden firar etti.
ABD emperyalizmi sadece askeri anlamda zafer elde etme konusunda bir açmaza girmedi. Irak’ta saplanılan bataklık çok yönlü bir yönetememe buhranına işaret ediyordu. Öncelikle bölgeye gönderilen üst düzey yetkililer arasında akıcı Arapça konuşabilen biri yoktu. Öte yandan düşürülen hükümet ve savaş, Irak personelinin çalışma hayatına son vermişti. Kentlerde itfaiye, polis, doktor, çöpçü vs. yoktu. ABD emperyalizmi gerçekten de işgal şartları altında Irak’lı personelin olağan görevlerini sürdüreceğini düşünmüştü. Böylesine büyük bir boşluk ile karşılaşan ABD emperyalizmi, Saddam rejiminin emekçiler nezdinde en kötü prestijine sahip olan kurumlarını (işkenceleriyle ünlenmiş Ebu Gurayb hapishanesi gibi) başlarına yine eski rejimden kalma isimleri getirerek yönetim krizini belli oranda hafifletmeyi denedi. Ancak eski rejime duyulan öfke sebebiyle de bu manevra krize çare olmadı ve ABD güçlerine yönelik askeri saldırılar giderek ciddileşmeye başladı. Zira ilk aylarda sistematik olmayan ve izole kalan saldırılar yerini örgütlü ve bütünlüklü saldırılara bıraktı.
Ekim 2004’e varıldığında ulusal ayaklanma kitleler nezdinde hızlıca yayılır olmuştu ve aktif savaşçıların sayısı 20 bini bulmuştu. Merkezi bir önderlikten yoksun olan bu geniş çaplı gerilla savaşının sarsıcı etkileri, emperyalizmi yalnızlaştırdı. ABD Hindistan’dan bir tümen göndermesini istedi ancak Hindistan bunu reddetti. Ardından İspanya askerlerini geri çekti. İngiltere’nin güçlerini kısmen eve çağırmaya başlaması ile ABD emperyalizmi paralı askerler kiralama politikasını gündemine taşıdı.
Bu noktada ABD emperyalizmi kritik bir politik ve askeri yönelim değişikliğine gitti ve Irak’ın askeri yapılarını yeniden oluşturmaya başladı. Aslında bunu yaparak ABD emperyalizmi askeri bir yenilgi aldığını kabul etmiş oldu çünkü daha önce tıpkı Vietnam Savaşı’nda yapıldığı üzere savaş yerel askeri birimlere, bölgenin merkezileşmiş silahlı aparatlarına devredilmek isteniyordu. ABD emperyalizmi kendi ordusunun daha fazla savaşamayacağını kabul ederek direnişin bastırılmasını yerel müttefiklerinin bir sorumluluğu haline getirmek istiyordu. ABD, gerilla taktikleriyle yürütülen bir ulusal savaşın giderek ağırlaşan ekonomik maliyetlerinin altından kalkamazdı.(66)
Bunun bilincinde olan ABD emperyalizmi, savaşı askeri değil siyasal düzlemde kazanmaya çalıştı. Bu bağlamda eski bir general olan Jay Garner, adeta bir sömürgeye vali atanır gibi, Bağdat’a vali olarak atandı. Garner yönetim komitesini Irak halkının hiç aşina olmadığı isimlerle doldurdu ve politik problemlere dönük olarak askeri çözümleri öngören kısır atılımlarda bulundu. Bu nedenle bir ay sürebilen kısa görev süresi, yönetememe krizini sadece daha da derinleştirdi. Garner’ın yerine atanan emekli diplomat L. Paul Bremer III, selefinin aksine bir havuç siyaseti örmeye çalıştı. Yönetim konseyinde, bu sefer Irak halkının onay verebileceği kısmî bir denge tutturmaya çalıştı.(67) Bu sırada göstermelik bir geçici anayasa hazırlandı ve ulusal seçimler için bir tarih belirlendi. İşgal yetkilileri, ardı ardına gelen silahlı saldırılar sonucu yönetimi gönülsüzce Irak Geçici Hükümeti’ne devretmek zorunda kaldı. Seçilecek yeni hükümetin yetkileri bir hayli sınırlandırıldı. Yasal olarak öyle gözükmese de fiilen ABD ordusunun denetimi altında olacak Irak yönetimine, işgal döneminden kalan kararnameleri değiştirme otoritesi tanınmadı.
ABD emperyalizminin taleplerinin aktarma kayışı rolündeki yeni “Irak’lı” hükümetler, kabaran ulusal ayaklanmanın önüne geçemedi. Tam aksine ayaklanmanın bölünmesi için izlenen mezhepçi politikalar, İslam Devleti benzeri cihatçı çeteleri doğurdu. ABD emperyalizmi, İslamcı terörizmi bitirme iddiasıyla girdiği Irak’ta İslamcılığın en radikal para-militer yapılanmalarından birinin doğumunun koşullarını yarattı.
Irak petrolleri üzerinden bir egemenlik savaşına giren ABD emperyalizminin bölgede aldığı ağır askeri yenilgi, onun krizini derinleştirdi. Irak yenilgisi, saldırgan Yeni-Muhafazakâr kadroyu düşürdü ve Ortadoğu’ya dönük yeni bir paylaşım savaşının ve sayısız potansiyel işgalin önüne geçti. Irak yenilgisinin 2008 ekonomik krizi ve Arap devrimleri ile birleşmesi ise, ABD yönetiminin içerisine düştüğü çelişkileri keskinleştirdi ve emperyalist hegemonyayı önemli ölçüde yıprattı.(68)
Güç kaybeden Siyonist politika
İsrail devleti, Ortadoğu bölgesinde emperyalizmin jandarmalığını yapmayı sürdürüyor. Bölgenin en güçlü bankalarına ve daimi ordusuna sahip olan Siyonist devletin hem içeride hem dışarıda girdiği çıkmazlar, onu zayıflatıyor. Denebilir ki, İsrail ve Siyonist politika, hiç bu kadar zayıf olmamıştı.
1948, 1956, 1967 savaşları, 1970 Amerikan-Ürdün silah işbirliğiyle gerçekleştirilen “Kara Eylül”, 1973 savaşı, 1976’da yaşanan Tel El Zaatar(69), 1982 Lübnan işgali, 1996-1999 arası bombalamalar, 2002 Batı Şeria işgali ve 2008, 2014 işgallerinin gösterdiği üzere, İsrail devletinin varlığı ancak süreklileşen bir savaşın varlığıyla mümkün. Ancak emperyalizmin doğrudan müttefiki olmasının ötesinde onun ileri karakolu olan İsrail’in savaşların sürekliliğini sağlayabilmesi için, kendi içinde sınıflar arası bir “sosyal barışa”, geniş mali ve askeri kaynaklara, bölgedeki devrimci süreçlerin sönümlenmesine veya bastırılmasına ve kendi askeri eylemlerine karşı dünya kamuoyunda oluşacak bir “tepkisizliğe” ihtiyacı var. Denebilir ki, İsrail bütün bu alanlarda, 2014’teki askeri müdahalenin yarattığı tepkili atmosferin de etkisiyle, bir krizle karşı karşıya.
Ocak 1996’da İsrail’deki sağ koalisyonun çöküşüyle beraber iktidara gelen İşçi Partisi, varlığının devamı için savaşı sürdürmek zorunda kalan İsrail devletinin içerisine düştüğü çelişkili durumu gösteriyordu. Askeri faaliyetleri sebebiyle bölgede emperyalizmin uzun uğraşlar ve bir takım bedeller sonucu kurduğu egemenlik ilişkilerini de tehlikeye sokan İsrail, ABD’nin baskıları ve süreklileşen direnişin basınçlarıyla 1997’de El Halil şehrinin tamamına yakınını Filistinlilere geri verdi ve 28 Ekim 1998’de Batı Şeria’da işgalim sonlanmasını öngören Wye River Beyannamesi’ne imza attı. İşçi Partisi demokratik gerici politikaları hayata geçirmeye çalıştıysa da başarılı olamadı. Bu bağlamda Suriye’de ve Filistin’de “barış” süreçleri sonuç vermedi ancak 21 yıllık Lübnan macerası sonlandırıldı.
İsrail burjuvazisi 2000 yılında tırmanan intifadaya dönük olarak demokratik gericilik taktiğini gündeminden düşürdü ve geleneksel stratejisini sürdürme eğilimi gösterdi. 2001 senesinde Siyonist sağ tekrar iktidara geldi ve Siyonist sermaye birikimini tehdit eden ayaklanmaya dönük olarak yeni askeri operasyonlar tekrar başlatıldı. 2002’de Batı Şeria’nın işgal edilmesiyle İsrail, ağırlık verdiği askeri stratejiyle kazanmak istediklerini kazanamadı. Örgütlü direniş grupları ile çatışamaya giren İsrail ordusu ağır kayıplar verdi. Askeri müdahale seçeneğinin bu denli dikkatsizce ve vurdumduymazca kullanılmasının ört pas edilemeyen sonuçları nedeniyle, İsrail’in emperyalist müttefikleri ile arasının açılması bu dönemde baş gösterdi. ABD süreç boyunca İsrail yönetimine havuç siyasetine geçilmesini önerdi ve bu yönde “yol haritaları” açıklamaya başladı.(70)
ABD öncülüğünde hazırlanan “yol haritası” 2003 Nisan’ında, Irak işgalinin başlamasıyla yayınlandı. Emperyalizm bölgedeki iki büyük işgalin kitleleri birleştirebileceğinden korkuyordu, bu sebeple ABD kendi askeri çıkarlarını İsrail’in çıkarlarının önüne koyarak Siyonist işgal stratejisinin dönemsel ve taktiksel bir değişikliğe gitmesini dayatıyordu. Böylece 2004’te İsrail Başbakanı Ariel Şaron, Gazze’den yerleşimcileri ve askerleri çekme planını açıkladı. 2005’te bu plan gerçekleştirildi.
2006’da Lübnan’a açılan savaşı İsrail kötü yönetti ve askeri kayıplar kamuoyu tarafından yönetimin eleştirilmesine neden oldu. Bu sırada ABD ve AB, Hamas’ı mazeret göstererek Filistin’e uluslararası bir ambargo uygulamasına girişti. Ambargonun asıl sebebi ise ABD’nin Irak’ta girdiği çıkmazdı. Beklemediği bir direnişle karşılaşan ABD, Irak ve Filistin mücadelelerinin önüne geçebilmek için, bölgede zayıflamakta olan müttefiki İsrail’i güçlendirmek ve kendisi askeri olarak geri çekilmek zorunda kaldığında mevcut paylaşım ilişkilerini olduğu gibi muhafaza edip koruyacak bir devlet gücünü arkasında bırakmak istedi.
Filistin’in El Fetih ve Hamas arasında paylaşılmasıyla Filistin işçi sınıfının fiilen bölünmesi, Beyaz Saray’ı bir kere daha demokratik gerici önerilerin gündeme getirilmesi yönünde çağrı yapmaya itti. Aralık 2008’de Siyonist devletin Gazze’ye askeri saldırı başlatmasından da anlaşılabileceği üzere çağrı karşılığını bulmadı. 2014’ün yaz aylarında gerçekleşen işgal denemesiyle birlikte daha da keskinleşen ABD-İsrail ilişkilerindeki soğuma, 2008’de de gözlendi. Siyonist saldırı boyunca ABD emperyalizmi sessiz kaldı. Beyaz Saray’dan yapılan, İsrail’in kendini koruma hakkının bulunduğu yönündeki cılız ve pasif destek açıklaması dışında, ABD emperyalizmi Siyonizmin yayılmacı hedeflerine ulaşması yönünde aktif bir politika örgütlemeye girişmedi. Tam aksine, Irak’ta alınan yenilgi sonrasında Ortadoğu proleterleri karşısında politik önderlik prestiji yerle bir olmuş Washington yönetimi, “barış elçisi” imajını güçlendirmek için 2007’de hazırladığı Annapolis Anlaşması’nın İsrail’İn saldırganlığı sonucu yok olmasıyla itibarının ve çıkarlarının tehlikeye girdiğini gördü ve İsrail’i yalnız bıraktı.
2008 ve 2014 işgal denemelerinin uğradığı başarısızlık, Siyonist politikanın çıkmazına işaret ediyor. Bu çıkmaz, esas olarak üç alanda kendisini gösteriyor. İlk olarak İsrail’in bir asker devleti olarak kendi içerisinde yaşadığı bir krizler toplamı var. İsrail’in tarihinde oldukça bol olan her askeri operasyondan sonra, burjuvazinin yönetim merkezlerinin yeni yönelişlere ve yöntemlere başvurmasının zorunluluğu, sapmaların ve kararsızlıkların bol olduğu bir politik güç tablosu ortaya çıkarıyor. Bu hem Siyonist sermayenin çeşitli sektörler nezdinde bölünmüşlüğünün(71) bir sonucu, hem de İsrail’de Siyonist olmayan Yahudi kitlelerin işgal karşısında seferber olarak yarattıkları basıncın bir sonucu. Bu istikrarsız tablo, 1995 Oslo Anlaşması ile emperyalizmin uydusu kukla bir Filistin devletçiğinin yaratılmasını hedefleyen ABD ile İncil’de vaat edilen toprakları, yani Filistin’in geniş pazarlarını ve üretici güçlerini kendi devletine dâhil etmek isteyen Siyonist sermaye arasında beliren çelişkinin de bir sonucu. İsrail, sahip olduğu muazzam kaynaklara ve aparatlara rağmen kendi kendini örgütlemekte sıkıntı çekiyor.(72)
İkinci olarak İsrail’in uluslararası kamuoyunu kendi lehine ikna etme faaliyetlerinin açık başarısızlığı, Siyonist politikayı zora sokuyor. Müslüman nüfuslu ülkelerde giderek militanlaşan ve kitleselleşen geniş seferberlik dalgaları bir kenara, Müslüman olmayan onlarca ülkede de Siyonist işgale karşı sayısız kitle seferberlikleri yaşanıyor. İsrail’in “terörizme karşı kendimizi savunma hakkı” olarak özetlenebilecek küstah mazereti, dünya işçi sınıfı içerisinde giderek daha az kabul görüyor. Kudüs’te ve Tel Aviv’de binlerce Yahudi’nin kendi devlet politikalarına isyanı ve Nazi toplama kamplarından sağ kurtulma şansını yakalamış yüzlerce Yahudi’nin İsrail’e dönük olarak “Yaptıklarını haklı göstermek için bizim adımıza hareket etme!“(73) uyarısında bulundukları bir bildiriyi kaleme almış olmaları, Siyonist ikna mekanizmalarının krizini gözler önüne seriyor.
Siyonist politikanın girdiği açmazın üçüncü ve en önemli ayağını ise Filistin direnişi oluşturuyor. Saldırı politikalarının politik bilançosu uzun süredir İsrail açısından olumsuz, direniş açısından olumlu oldu. İsrail’in Filistinlileri Hamas’a ve diğer direniş örgütlerine karşı ayaklandırmaya çalışma politikaları defalarca başarısızlığa uğradı ve uğramaya da devam ediyor. İsrail’in Gazze’ye karşı açtığı savaşın hedefinde binaların yıkılması veya sivillerin öldürülmesinden öte direnişi ezmek var. Bu bağlamda, direnişin hayatta kalması ve ortadan kalkmaması bağlamında, Gazze’ye karşı verilen savaşlarda yenilen taraf defalarca İsrail oldu. Siyonist işgal siyaseti asıl politik hedeflerine varamadan yerini askeri birliklerin bir süreliğine de olsa Gazze’den çekilmesine bıraktı.
Bu üç temel sebebin İsrail’i düşürdüğü güçsüz konuma emperyalizmin verdiği cevap, çeşitli uluslararası kurumsal araçlarla bölgede doğrudan doğruya kendi varlığını konumlandırmaya çalışmakj oldu. 2014’ün yaz aylarında Gazze’ye saldıran Netanyahu, her ne kadar Obama bir noktada kendisini frenlemiş olsa da, İsrail devletinin ve askeri aparatının en ciddi tarihsel krizlerinden birine yol açtı. Irak yenilgisi ve Arap devrimleri bileşenleriyle birleşen Siyonist kriz, ABD emperyalizminin son dönem politikalarında manevralara yol açtı. İran-ABD ve Esad-ABD yakınlaşmaları bu içerikten doğdu.(74)
Ancak müttefik arayışlarından da öte, emperyalizm paravan örgütler aracılığıyla bölgede kendisini bizzat var ederek demokratik gerici bir siyaset izlemeye çalışıyor. Son işgal çabasından bu yana Gazze’nin Birleşmiş Milletler “koruması” altına alınması ve sınır noktalarının Avrupa Birliği müfettişlerinin “denetimine” verilmesi önerilerinin gündeme getirilmesinin nedeni bu. Önerilerden de görülebileceği üzere, emperyalizm bölgedeki varlığını askeri seçenekler üzerinden değil, “demokratik müdahale” çerçevesi içerisinden tartışmaya açıyor. Emperyalizm içerisine girdiği kriz ve askeri müdahalede bulunduğu yerlerde karşılaştığı direnişler itibariyle bu çerçevenin içerisinde kalmaya mecbur. Bu demokratik gerici çerçeve emperyalist çıkarlardan geri adım atmamak için (mesela Filistin üzerindeki ambargonun koşulsuz olarak kaldırılmaması için) oluşturuluyor. Askeri tercihlerin, Vietnam örneğinde olduğu gibi yol açabileceği devasa geri çekilişlerin, tavizlerin ve yenilgilerin önünü alabilmek için, emperyalist çıkarlar bir demokrasi makyajıyla korunuyor.
Emperyalizmin Obama dönemi: “Yumuşak güç” ABD
Irak işgalinde alınan yenilginin 2007-2008 ekonomik kriziyle birleşik bir süreç oluşturarak ABD ekonomisinin ve askeri yapılanmasının üzerine maliyetli bir şekilde çökmesi, ABD emperyalizminin komite toplantılarında alınan birkaç sene önceki saldırgan yöneliş kararının askıya alınmasına vesile oldu. Beyaz Saray kendi tarihinin üçüncü büyük ekonomik buhranı ile karşı karşıyaydı ve Irak işgalinin artan maliyetleri buhran sebebiyle iflasını açıklayan sayısız şirketin ve bankanın kurtarılmasında hiçbir işe yaramadı, aksine fazladan bir yük oldu. Bunun yanı sıra dünya pazarının en kritik bölgelerinden olan Ortadoğu’da ABD’nin yitirdiği prestijin etkileri ekonomik kazançları baltalamaya ve kârları aşağıya çekmeye dek varmıştı. 2008’de Afrika kökenli bir siyah olan Barack Obama’nın Başkan olması, ABD emperyalizminin dış politikasında yaşanan keskin bir kırılmaya, taktiksel bir değişikliğe işaret ediyordu.(75)
Obama, ABD’nin prestij kaybına bir yanıt olarak, emperyalizmin politik düzlemde yöneldiği “yumuşak güç” kullanımının tercih edildiğinin bir ifadesi olarak doğdu. Obama’nın hem Kahire’de hem de TBMM’de yaptığı konuşmalar, ABD emperyalizminin önceki dönemine karşıt olarak Ortadoğu’da ve dünyada demokratik gerici bir siyaset izleyeceğinin göstergeleriydi.(76) Bush döneminin dış politikasıyla karşılaştırdığımızda ABD emperyalizmi Obama dönemiyle beraber dış ilişkilerde ve müdahalelerde bir restorasyon çalışmasını hedef olarak önüne koydu.(77)
ABD emperyalizminin “yumuşak güç” politikasını benimsemesinin ardında yatan nesnel sebep, artık savaşlardan çıkarının olmaması veya öznel rızası ve iradesiyle barışa “inanmaya” başlaması değil. Aslında ABD, Bush döneminin yarattığı yıkımın ardından hangi seçeneklerin kendi emperyalist çıkarlarına daha iyi hizmet edebileceğini tartarak, “yumuşak güç” kullanımını tercih etti. Zira Bush döneminde izlenen geleneksel strateji, ABD’nin imajını hem dünya işçi sınıfı, hem de sözde “tarafsız” uluslararası kuruluşların gözünde bir hayli yıpratmıştı. Bu bağlamda emperyalist egemenlik ilişkilerinin mevzi kaybetmeden korunarak ve pekiştirilerek ilerletilmesi, sopa siyasetinin yani “sert güç” kullanımının sonlandırılmasını öngörüyordu.(78)
Obama bu bağlamda Irak ve Afganistan’dan geri çekilişi organize etmeye çalıştı. Ekonomik ve askeri çıkmazların ABD yönetimini uygulamaya zorladığı havuç siyaseti, ABD’nin askeri faaliyetlerinde istikrarlı bir düşüşü getirdi. Bu düşüş ekonomik krizin zorladığı bir politik tercihti. Öte yandan askeri faaliyetlerin sayısındaki düşüş ve niteliğindeki devasa geri çekiliş, emperyalist çıkarlardan vazgeçildiği anlamına gelmiyordu. “Yumuşak güç” kullanımıyla, mesela Irak’ta kukla bir hükümetin kurulmasıyla ekonomik kazançlar ve ilişkilerdeki çıkar mevzileri korunmaya çalışıldı.
Ancak Obama’nın ABD emperyalizminin dış politikasında temsil ettiği dönüşümün, “sert gücün” artık bir seçenek olarak Washington’un önünde durmadığı yönünde okumak da hatalı bir çıkarım olur. 2012 seçimlerinin gösterdiği üzere ABD burjuvazisinin ciddi bir bölümü Romney’de somutlaşan saldırgan hattın arkasında. Romney seçimler süresince işçi sınıfı örgütleri ile şiddetli bir çatışmaya girilmesinin ve iş kanunlarının geri çekilmesinin propagandasını yaptı. Obama ise işçi sınıfı örgütleri ile işverenlerin işbirliğine ve “sosyal barışa” vurgu yaptı. Bu bağlamda New York Times gibi kemikleşmiş gazeteler ve borsalar, Obama’nın, yani demokratik gerici politikaların kazanması yönünde eğilim gösterdiler.(79) Zira 2012 senesinde ABD emperyalizmi ekonomik krizi hala tamamen Avrupa ve dünyanın geri kalanına ihraç edememişti ve Romney’de cisimleşecek olan yeni saldırganlık dönemi krizin etkilerini derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktı.
ABD finans kapitali, Obama’yı sadece dışarıda değil içeride de, istikrarını koruyabilmek için bir “yumuşak güç” olarak lanse etti. Temmuz 2012’de Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasında, hükümetin borç krizine girerek iflas etmesi sebebiyle Büyük Uzlaşma adı verilen bir anlaşma yapıldı. Kamu kaynaklarından ve sosyal harcamalardan 4 trilyon ABD dolarının kesilmesini öngören bu saldırı anlaşması, finans kapital tarafından Çay Partisi’nin işçi sınıfına dönük faşizan ve saldırgan tavırlarıyla değil, Obama’nın “uzlaşma” ve “işbirliği” çağrısı yapan havuç siyasetiyle ABD kamuoyuna kabul ettirildi.
Arap devrimlerine Libya hariç karadan müdahale edememiş olan emperyalizm, Obama dönemi sona ermeye yaklaşırken bu zoraki tutumuna sebep olan koşulları aşmaya çalışıyor.(80) Ortadoğu’dan ikinci paylaşım savaşından bu yana hiç olmadığı kadar izole olan ABD, Irak işgali sırasında çıkarttığı kararnamelerin kendisine tanıdığı yetkiyle bölgedeki askeri varlığını yeniden gündeme getirme uğraşında. Haziran 2015 itibariyle ABD yönetimi Irak’a 450 asker taburu gönderilmesinin yanı sıra yeni bir askeri üssün kurulması kararını da aldı.(81) Yeni üs açılmasının ve yeni birliklerin gönderilmesinin sebebi olarak öne sürülen İslam Devleti’nin yayılışı, ABD’nin yeni askeri operasyonlara girişebilmesi için uygun bir mazeretler zemini sunabilir. İslam Devleti’nin barbarlıklarına karşı bir kara saldırısı başlatacak olan ABD, tıpkı Nazi’lerin yenilgisinin ertesinde yaptığı gibi bu olayla bölge emekçileri nezdinde prestijini yeniden inşa etmeye ve imajını tazelemeye çalışacaktır. Bu sırada ABD, bölgenin devrimci dinamiklerine ve seferberliklerin üzerinde yükselen direniş örgütlerine karşı da acımasız bir saldırıyı başlatacaktır.
Arap devrimlerine dönük emperyalist politika
Arap devrimlerinin başlangıcından itibaren, bu mücadelelere dönük emperyalist politikanın niteliği üzerine belirleyici tartışmalar yaşandı. Tartışmalarda, solun büyük bir kesimi, özellikle de Castro-Chavezci akım tarafından sahiplenilen yargı, bu devrimlerin kendisinin, emperyalist politikalar zincirinin halkaları olduğuydu. Bu yargıya göre ABD önderliğindeki emperyalizm, bölgede emperyalizmin ekonomik ve siyasal çıkarları ile çatışan “ilerici” iktidarları devirmek için bölge halklarını İslamcı önderlikler aracılığıyla silahlandırdı. Böylece emperyalizm, doğrudan doğruya kendi politik güdümündeki siyasal İslam odaklarını iktidara taşımak istedi.
Bu komplocu anti-materyalist argümanların, kendi mantıkları içerisinde dâhi çelişen tarafları var. Öncelikle, kitleler sokaklara ilk çıktıklarında hiçbir İslamcı önderliğin kitleler nezdinde ağırlığı söz konusu değildi. Bu önderlikler başta seferberliklere bile katılmadı. Bu karşı-devrimci odaklar mücadelelere daha sonradan, rejim için geriye dönüş olamayacağı anlaşıldığında katıldılar. Bunun yanı sıra, siyaset arenasına aniden çıkış yapan yığınlar, ilk şaşkınlıkları ile altında kısmen toplandıkları bu gerici önderlikleri, bizzat kendileri yıktılar. Emperyalizmin bir komplo politikası olduğu söylenen Arap kitlelerinin seferberlikleri, siyasal İslam’a kendi tarihinin en ağır yenilgilerini yaşattı.
Gerçek elbette Casto-Chavezci akımın çarpıttığı biçimde tezahür etmedi. Aslında emperyalizm devrimler patlak verdiği andan itibaren devrimlere dönük politik ve askeri müdahale konusunda art arda krizler yaşadı. Obama döneminin “yumuşak güç” kullanımı politikasında ifadesini bulan askeri harcamaların finanse edilmesinin çıkmaza girişi, Arap devrimlerine dönük uygulanan emperyalist politikaların yumuşak karnıydı.
2002-2008 tarihleri arasında ABD ve AB emperyalizmlerinin Arap ülkelerine dönük doğrudan yatırım hacimlerinde tarihsel bir büyüme gözlemlendi. Zira 1980’lerden o yana, Arap ülkelerinin tümü IMF ve Dünya Bankası ile yapısal anlaşmalar imzalayarak ulusal kaynaklarını emperyalizmin dünya örgütlerine ve çokuluslu şirketlere açmıştı. Emperyalizm bölgedeki petrol yataklarının tekellerce kontrolü için bölge hükümetleri ile diplomatik bağlamda sıcak ilişkiler geliştirdi ve dahası, bu hükümetlerin büyük bir çoğunluğu ABD emperyalizminin Irak işgali üzerinden yürüttüğü “anti-terörizm mücadelesi”ne ciddi lojistik ve askeri destekte bulundu.
Arap devrimlerinin başlangıcını, emperyalizmin bölgedeki petrol kaynaklarına ve jeostratejik konumlanışına yönelik kaygısı izledi. Bu bağlamda ABD ve AB emperyalizmleri devrimlerin ilk aşamasında bölgede henüz düşeceği kesinleşmemiş olan Bonapartist diktatörlükleri destekledi.(82) Emperyalizm böyle yaparak, kitlesel seferberliklerin rejimi yıpratamayacağı yönünde olan inancını veya beklentisini ifşa etmiş oluyordu. Ancak emperyalizmin dış politika uzmanları, bölgedeki egemenliklerinin girdiği krizin de etkisiyle izlenimciliğe savrularak devrimci enerjinin potansiyelini yanlış analiz ettiler. Zira rejimlerin devrimler karşısında dayanamayacağı kısa sürede anlaşılmıştı.
Bu noktada emperyalizm, içerisine düştüğü ekonomik ve askeri krizin de etkileriyle ancak Libya’ya bir kara müdahalesi başlatabildi. Güçlü bir askeri operasyonlar seçeneğinin olasılık dışı olması emperyalizmi, Arap devrimleri içerisinde “onaylanabilir” muhalefet hareketleri aramaya itti. Emperyalizmin kredi kurumu Standard and Poor’s Tunus devrimi sırasında yaptığı açıklamada “mevcut siyasi iktidarsızlık ekonomiyi etkileyebilir, kamu maliyesini kötüleştirebilir” diyerek, yeni hükümetin Bin Ali’nin uyguladığı neo-liberal politikaları uygulamaya devam etmemesi hâlinde Tunus’un kredi notunu düşüreceğini söyledi. Aynı şekilde ABD ve AB emperyalizmleri de Bin Ali’nin IMF’den aldığı 18 milyar dolarlık borcun ödenmesinin başlıca gündem olduğunu deklare etti. Bu kaygılar, emperyalizmi Kuzey Afrika’da, kendi taleplerinin aktarma kayışı rolünde olacak muhalif politik odaklar arayışına itmek durumunda bıraktı.
Bu kaygıların ortaklarından biri de elbette emperyalizmin ileri karakolu Siyonist İsrail’di. 2011’in Ocak ayında İsrail’in Başbakan yardımcısı Silvan Shalom, bir İsrail radyosuna yaptığı açıklamada şunları dedi: “Zine El Abidine Ben Ali’nin başında olduğu rejimin düşmesi başka ülkelerde benzer olayların yaşanmasının öncülü olabilir, bizim sistemimizin istikrarını etkileyebilir. İsrail ve Arap ülkelerinin çoğunun birçok ortak çıkarı bulunmakta… Arap dünyasında gerçekleşecek bir demokratik sistem bu birliği bozabilir. Zira olası demokratik sistemler İsrail karşıtı halklarca yönetileceklerdir.“(83)
Diktatörlüklerin devrileceği anlaşıldığında emperyalizm Müslüman Kardeşler benzeri İslamcı “muhalefet” odaklarını “onaylayıp” devrimci süreci bu tarz alternatif önderliklerle denetimi altına almaya çabaladı. Emperyalizm ayaklanmalar karşısında uzunca bir süre boyunca Bin Ali, Mübarek ve Esad gibi isimleri destekledi ancak hem devrimleri emperyalizmin çıkarlarının programı gereği denetim altına alabilmek için, hem de kamuoyu nezdinde Ortadoğu’da zaten yok olmaya yüz tutmuş prestijini daha da yitirmemek için zamanla “demokrasiye düzenli geçiş” konseptini savunmaya başladı.
Emperyalizmin bu “demokratik geçiş” yöneliminin amacı, mevcut Arap rejimlerinin temel niteliklerinin korunması ve emperyalizmin güdümündeki alternatif önderliklerle rejimlere parlamenter bir biçim kazandırılarak kitle seferberliklerinin sönümlendirilmesiydi.(84) Bu emperyalist yönelim, bölge ülkelerinin ekonomik olarak kapitalizmden kopuşunun önüne geçebilmek için ihtiyaç duyulan bir taktikti. Emperyalizm böylece kitlesel ayaklanmalardan yararlanarak iktidara gelmiş olan Müslüman Kardeşler benzeri önderlikleri kendi yörüngesinde tutmaya ve devrimleri kendi denetimi altına almaya yöneldi.
Körfez Savaşı’nın ardından NATO gibi birçok ülke tarafından finanse edilen uluslararası bir kurum sayesinde Ortadoğu bölgesindeki egemenlik mevzilerini genişletmeyi denemiş olan ABD’nin bugün, Libya’daki müdahalenin ardından aldığı tepkiler ve Suriye’ye ancak zayıf hava saldırıları gerçekleştirebilmesi, devrimlere dönük genişletilmiş bir kara saldırısı başlatmasının önüne geçiyor. Bu kara saldırısının diğer bir engeli, Ukrayna sorununda derin bir krize girmiş bulunan NATO’nun Rusya’yı ve Çin’i, Suriye’ye dönük bir askeri müdahalenin gerekliliği yönünde ikna edememiş olması. Bu noktada hava saldırılarının dışında emperyalizm ancak Suriye üzerindeki ekonomik yaptırımlarını sıkılaştırdı ve Suriye’den petrol ithalatını durdurdu.
Taktiksel olarak sürekli dönüşmesine ve birçok manevraya başvurmasına rağmen Arap devrimlerine dönük emperyalist politika, daima karşı-devrimin çıkarlarını gözeten bir pozisyona sahip oldu. Sonraki süreçler emperyalizmin hem bölgede kendi güdümündeki alternatif önderlikleri aramaya devam edip onları öne çıkarmak isteyeceği, hem de IŞİD barbarlığının mazeret zeminini kullanarak yeni ve geniş çaplı kara operasyonlarının denenmeye çalışılacağı politik yönelimlere tanıklık edecek. Kesin olan bir şey var ki, 2008 ekonomik krizi ile emperyalizmin ve Siyonizmin bölgede tecrit olma tehlikesinin birleşen dinamikleri, Beyaz Saray’ın öncelikli kaygıları arasında ve emperyalizmin bu tarihsel buhranı alt edebilmesi, kendi varlığını sürdürebilmesi için bir zorunluluk.
Sonuçlar ve Olasılıklar
Emperyalizmin son dönem dünya politikaları ve finans kapitalin ihtiyaçları gereği başvurduğu yeni yönelimler, kapitalist sistem değişikliğinin değil, kapitalist sistemdeki değişikliklerin söz konusu olduğunu gösteriyor. Nedir bu değişiklikler?
Öncelikle “küreselleşme” denilerek hatalı bir şekilde adlandırılan sürecin, kapitalizme içkin bir hareket olduğunu gördük. “Küreselleşme” denilen süreç, aslında ikinci paylaşım savaşı sonrasında yaşanan ekonomik genişleme döneminin 1970’lerde başlayan kriz ile sonlanmasının bir sonucu olarak değişen güçler arası dengenin yol açtığı nitel bir değişim. “Küreselleşme”, yani aslında sermayenin uluslararası hareketinin gerçekleştirdiği bu sıçrama, emperyalizmin önceki dönemde yaşadığı durgun büyümeye ve kâr oranlarındaki düşüşe dönük olarak verdiği bir tepki ve kapitalist yeniden yapılanmaya ihtiyaç duymasının basit bir sonucu. Emperyalistler durgun büyüme oranları ve düşen kâr oranları karşısında daha ucuz hammadde ve işgücü girdisi için, yeni pazarlar ve kârlar için yeni olasılıkları ortaya çıkarmaya çalıştılar. Sermaye hareketinin önündeki engelleri ortadan kaldırdılar ve hükümetlere baskı kurdular.
Bu bağlamda finans sektöründe yaşanan gelişme, sürekli kâr etme ihtiyacında olan sermayenin, sınai yatırımlar alanında azami kârlarına ulaşamamasının ve yeni kazançlar elde etmek için başka alanlara yönelmek zorunda kalmasının bir sonucudur. Sermayenin bu hareketi, kapitalist üretim yasalarının çerçevesi içerisinde gerçekleşmiştir. Yine 1960’lardan bu yana, hammaddelerin kontrolü ve pazarların genişletilmesi sermaye ihracının esas işlevi olmaktan çıkmıştır ve olağan bir işlevi hâline gelmiştir. Bugün sermaye ihracının esas işlevi, emperyalist ülkeler ve tekeller çıkışlı sermayenin kendisini uluslararası çapta gerçekleştirmesi, yani genişletmesi ihtiyacı ile belirlenmektedir. Bu yeni belirlenim, düşen kâr oranlarına dönük olarak dengenin sağlanabilmesi için emek-gücünün uluslararası boyutta bir neo-liberal yağmaya tabi tutulması zorunluluğundan doğmaktadır.
Bu durum, yerli sanayi burjuvazilerinin emperyalist sermayenin egemenliği altında ve onun çıkarları gereğince şekillenmesine yol açmıştır. Yarı-sömürge ve sömürge ülkelerde ulusal gelir içinde sanayinin payı arttıkça emperyalizme olan bağımlılık katsayısı da artmıştır. Sınıf ilişkilerinin bu yeni gelişiminin çok önemli bir politik getirisi olmuştur. Komprador burjuvazi-toprak ağaları-emperyalizm ittifakına karşı olarak “ilerici” milli sanayi burjuvazisine “devrimci” bir rol atfeden aşamacı Stalinist politikanın yanlışlığı bir kere daha kanıtlanmıştır. Stalinizmin politik bir gelenek olarak kuyruğuna takıldığı, kendi sömürücü çıkarları için arada bir yabancı malların ithaline karşı çıkarak “ilericilik” payesi alan yerli sanayi burjuvazileri, emperyalizmin son dönem yöneldiği ekonomi politiği gereği aynı malları kendisi üretmeye başlayınca, emperyalizmle oldukça kalıcı ve güvenilir bir bağımlılık ilişkileri ağı kurmuştur. Bunun anlamı emperyalist olmayan ülkelerde, sürekli devrim teorimizin öngördüğü koşulların ve sınıf ilişkileri ile dinamiklerinin hiç olmadığı kadar olgunlaşmış olduğudur.
Yarı-sömürge ve sömürge ülkelerde sürekli devrim politikamızın olgunlaşan koşulları, emperyalizmin metropoller de dahil dünya genelinde girdiği krizle tamamlanıyor. Bu kriz, tarihte daha önce tanıklık etmediğimiz bir takım özgül zayıflıkları doğuruyor. Dönemden döneme değişen ihtiyaçlar ve krizin farklılaşan etkileri, emperyalizmin üstünlüğünü korumanın en etkili yolları konusunda farklı politikaların ortaya çıkışını sağlıyor. Bu düzlemde askeri müdahaleler de, demokratik gericilik siyaseti de emperyalizmin üstünlüğünü korumanın peşinde olan seçenekler. Emperyalistler açısından asıl tartışma, bu üstünlüğü korumanın en etkili yolunun hangisi olduğu.
ABD son dönemde aldığı, Irak’taki askeri varlığını nicel olarak çoğaltma ve yeni bir üs açma kararıyla, Ortadoğu’da son süreçte yaşadığı zayıflamayı aşma çabasında. Irak’ta alınan savaş yenilgisi, despotik diktatörlükleri deviren kitlesel devrimler ve Filistin direnişinin sürekliliği, bölgede emperyalizmi ve Siyonizmi tecrit edilme tehlikesi ile baş başa bırakarak, sosyalist devrim adına tarihsel bir fırsat yarattı. ABD, İslamcı-faşist para-militer çetelerin ilerleyişini mazeret olarak göstererek bu tarihsel fırsatın sosyal dayanaklarını yok etme arzusunda. Kendi çıkarları adına gerçekleştirdiği askeri operasyonları kamuoyuna kabul ettirmekte zorlanan ABD emperyalizmi, İslam Devleti’nin yayılmacı siyasetiyle tarihsel bir fırsat yakalamış bulunuyor.ABD burjuvazisi, İslam Devleti’nin barbarlığını uzun senelerdir aradığı meşruiyet zemini olarak kullanarak, bölge emekçileri nezdinde prestijini yeniden inşa etmek ve bölgedeki devrimci süreci sonlandırmak istiyor. Bölgede devrimlerin karşısında yer alarak baskıcı rejimlere yedeklenen Castro-Chavizm benzeri Stalinizmin çeşitli varyantları, kendi burjuvazilerinin jeo-stratejik kaygılarını paylaşarak karşı-devrim cephesinde yer almış olan Avrupa sosyal-demokrasisi ve bu sosyal-demokrasinin politik yargılarını paylaşan Syriza ve Podemos benzeri yeni ulusal “anti-kapitalist” partiler, ABD’nin bu hedefine ulaşmasına dolaylı veya dolaysız yoldan yardım ediyorlar.
Her ne kadar ABD, ekonomik krizi belirli bir oranda Avrupa’ya ihraç etmeyi başarmış da olsa, ABD’nin mevcut ekonomisi, Ortadoğu’da yeni bir askeri kara saldırısı politikasını sürdürmek için orta ve uzun vadede destekçi olmayacaktır. Buna rağmen, emperyalistler ABD önderliğinde kısmî çıkar farklılıklarını bir kenara bırakarak, bölgedeki devrimci dinamiklere karşı yeni bir askeri koalisyon örgütleyebilirler.
Uluslararası akımımız, emperyalizmin görece zayıflığından yararlanarak Arap devrimlerine ve Avrupa seferberliklerine müdahale konusunda, kendi isteğine bağlı olmayarak etkili olamamıştır. Tarihsel olanakların yarattığı geniş politik ve askeri fırsatlar, akımımızın programına ihtiyaç duymaktadır. Nasıl ki bugün emperyalizmin ve karşı-devrimin motoru ABD ise, sosyalist devrimin motoru da Dördüncü Enternasyonal’dir.
Geniş politik ve askeri fırsatların akımımızın programına ihtiyacı olduğu gibi, akımımızın da devrimci ilkeler üzerinde inşa edilen taktiksel eylem birliklerine ve stratejik birleşmelere ihtiyacı vardır. Bugün ise Ortadoğu’daki devrimci durumun bize sunduğu politik ve askeri olanaklar, sürekli devrim politikamızın koşullarının çürümeye yüz tutacak derecede olgunlaşmış olması, üçüncü büyük ekonomik buhran, emperyalizmin tarihsel krizi ve ABD’nin yeni bir kara saldırısı başlatma olasılığı, yükselen seferberlikler üzerinden yaşanabilecek yeni birlikleri ve birleşmeleri enternasyonalistlerin gündemine almasını zorluyor. Bu bağlamda Leninist bir dünya partisinin inşası yolunda devrimcilerin birliğinin önemi, uluslararası sınıflar mücadelesinin her alanında kendini hatırlatıyor.
17.06.2015
Dipnotlar:
1.) Hardt ile Negri’nin Leninist emperyalizm teorisine dair revizyonları bununla da sınırlı kalmadı. İkisi de “küreselleşme” denilen sürecin “Birinci ve Üçüncü Dünya” arasındaki sınırları törpülediğini iddia etti. Aktaran için bkz. “XXI. Yüzyılda Emperyalizm”, Claudia Katz, Yazın Yayıncılık, Kasım 2004, sf. 64. Bu iddia ciddi bir teorik cevabı hak etmemektedir ancak yine de, 1880’de emperyalist ülkelerde Gayri Safi Yurt İçi Hasılanın sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdekinin 2 katı olduğu ve bu farkın 1903’te 3 kata, 1950’de 5 kata, 1970’de ise 7 kata çıktığını ifade etmek yeterli olacaktır. Kapitalizmin mantığı gereği bu fark, katlanarak açılmaktadır.
2.) Veciz bir örnek verelim. Emperyalizmin yoksul dünya halklarını “yeniden sömürgeleştirdiğini” iddia eden LIT-CI önderliği, tam da bu tezi kabul ettiği için politik programında, klasik anlamda sömürgecilik karşıtı olan yeni devrimlerin patlak vereceği yanılgısına düşüyor. Uluslararası yayın organlarında emperyalizm üzerine çıkan bir yazıdan kısa bir pasaj alıntılayalım: “Yukarda ki durumdan dolayı bu ülkelerin yeniden sömürgeleştirilmesi ulusal burjuvazinin direncinden değil bu ülkelere yönelik bütünlüklü ekonomik, politik ve askeri saldırıların sonucunda travmatik olacak. Bu saldırılara karşı halkın direnişi ise dünya devriminin özel bir kısmı olarak sömürgecilik karşıtı devrimleri açığa çıkaracaktır.” Bkz. “The validity of Lenin’s imperialism theory“, Nazareno Godeiro, (http://www.litci.org/en/index.php?option=com_content&view=article&id=2568:the-validity-of-lenins-imperialism-theory&catid=729:international-courier&Itemid=39). Erişim tarihi 03.04.2015.
3.) Aktaran için bkz. http://enternasyonalbulten.blogspot.com.tr/2015/01/emperyalizm.html
4.) Bu durum Küresel Değer Zinciri (Global Value Chain-GVC) olarak adlandırılıyor.
5.) 30-40 yıl vadeli, düşük faizli kredilerle ve aracı sigorta kurumlarıyla inşaat sektöründe bir canlanma gerçekten de yaşandı. Hollanda’da kent merkezlerine yakın alanlarda ikinci paylaşım savaşından bu yana konut yapılması yasak olmasına rağmen hızlı bir yapılaşma kendisini o bölgelerde dâhi hissettirdi. Bkz. “Emperyalizm Nereye? Bir Krizin Panoraması ve Sürece Dair Analizler”, Devrimci Hareket Yayınları, Güncel Defter 5, Aralık 2008, sf. 10. Ancak bu canlanma kriz ihtimalini ortadan kaldırmadı sadece öteledi. Hollanda’lı Belediye Meclis üyesi Adrie Duivesteijn devletin konut pazarından çekilmesinin sonuçlarını şöyle özetliyor: “Hollanda Avrupa içerisinde kiraların en uygun olduğu ülke. Yaklaşan kira artışı dönemiyle beraber kiranın en yüksek olduğu ülke haline geleceğiz…Düşük gelirli insanlar konut stokunun giderek küçülen bir bölümünde barınıyorlar. Barınma, Hollanda’da şehirlerde fiziksel ayrımın motor gücü haline geldi.” Aktaran için bkz. “Küreselleşme, Neoliberal İddialar Radikal Yanıtlar”, Robert Went, Yazın Yayıncılık, 1. baskı, Ekim 2001, sf 52.
6.) Ricardo Petrella, “Les Nouvelles Tables de la Loi”, Le Monde Diplomatique, Ekim 1995. Akt. için bkz. Robert Went, agy. sf.17.
7.) Bkz. Robert Went, agy, sf. 37.
8.) Kaynak için bkz. “Günümüzde Emperyalizm, Sermaye ve Üretimin Uluslararasılaşma Süreci”, İbrahim Okçuoğlu, Akademi Yayınları, Birinci Baskı, Kasım 2011, sf. 125.
9.) Bkz. Robert Went, agy. sf. 41.
10.) Bkz. Robert Went, agy. sf. 42
11.) IMF, DB, DTÖ gibi egemen kurumların yerel sermayeyi iflasa götürdüğü ve ulusal egemen güçlerin de bu iflastan doğal olarak yüksek zararlara çıktığı bir gerçek. UNCTAD’ın yaptığı bir çalışmaya göre Uruguay Raundu’nun sonuçlarından birisi de, en yoksul 48 ülkenin azalan ihracat ve yükselen gıda ithali sebebiyle yılda 300 milyar dolardan 600 milyar dolara kadar uğrayacağı yıkıcı zararın kendisi.
12.) TPP, yani Pasifik Ötesi Ticaret Anlaşması. 2011 yılının 12 Kasım’ında, ABD ve ABD önderliğindeki Avustralya, Brunei Darussalam, Şili, Malezya, Yeni Zelanda, Peru, Singapur ve Vietnam gibi ülkelerin gündemine gelen ortaklık anlaşması. Daha sonra gruba Meksika, Kanada ve Japonya’nın da katılmasıyla büyüyerek 12 ülkeyi kapsamış olan ekonomik bir “ortaklık”.
13.) Trans Atlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı’nın müzakerelerine 2013 yılında başlandı. Taraflar ABD ve 28 Avrupa Birliği ülkesinde oluşuyor. Anlaşmanın temel hedefi iki bölge arasındaki yatırım ve ticaretin geliştirilmesi.
14.) Hizmet Ticaret Anlaşması. Oldukça farklı coğrafyalardan oluşan toplam 50 ülkenin 23 hükümetiyle müzakereleri devam eden ve uluslararası hizmet ticaretini konu alan bir anlaşma.
15.) Söz konusu çalışma için bkz. (http://www.oecd.org/sti/ind/interconnected-economies-GVCs-synthesis.pdf). Erişim tarihi 25.05.2015
16.) Bkz. MIT Center for Transportation and Logistics, 2009. Aktaran için bkz. (http://enternasyonalbulten.blogspot.com.tr/2015/01/emperyalizm.html). Erişim tarihi 19.05.2015
17.) Kaynak için bkz. İbrahim Okçuoğlu, agy. sf. 252.
18.) Kaynak için bkz. İbrahim Okçuoğlu, agy. sf. 253.
19.) Kaynak için bkz. İbrahim Okçuoğlu, agy. sf. 254.
20.) Türkiye’de Troçkist çevrelerin ilk çıkardığı yayınlardan birisinde bu durum için “bağımlı sanayileşme” deniliyor. Pasaj şöyle: “Artık bu ülkelerle emperyalist ülkeler arasındaki ilişki sadece tarımla sanayi ilişkisi olarak görülemez, çünkü söz konusu olan bu ülkelerin yabancı sermayenin egemenliği altında ve onun çıkarları doğrultusunda da olsa, belirli bir sanayileşmeye girmiş olmaları ve kapitalizm öncesi ilişkilerin tasfiyesinin hızlanmasıdır. Buna bir bağımlı sanayileşme adını verebiliriz.” Bkz. “Türkiye Nereye Gidiyor? Türkiye’de Sürekli Devrim”, Eleştiri Yayınevi, Birinci Baskı, Haziran 1980, sf. 52.
21.) Kaynak için bkz. McKinsey/FAZ. Aktaran için bkz. İbrahim Okçuoğlu, agy. sf. 180.
22.) Aşağıda göreceğimiz üzere ABD’nin yönlendirmesi aracılığıyla oluşturulacak savaş sonrası Avrupa, ABD’nin kıta genelinde askeri üs açmasını da oldukça kolaylaştırdı.
23.) Aktaran için bkz. (http://iscicephesi.net/uluslararas/97-avrupa/2528-avrupa-kime-karsi-silahlaniyor). Erişim tarihi 05.04.2015.
24.) Kaynak için bkz. İbrahim Okçuoğlu, agy. sf.217.
25.) Bu tablo aynı zamanda Avrupa Birliği içerisinde yaşanan çatlakları abartılı ve aslında düpedüz hatalı bir şekilde yorumlayan ölü doğan analizleri de teşhir ediyor. Bunun en güzel örneğini Yaşayan Marksizm dergisinde yayımlamış bir makaleden verebiliriz. Emperyalizmin mevcut durumunun tartışıldığı yazıda şöyle deniyor: “Böylece Almanya’nın başını çektiği cari fazlaya sahip ‘Merkez Ülkeler Bloğu’ ile Fransa’nın başını çektiği cari açığa sahip ‘Çevre Ülkeler Bloğu’ şeklinde bir ayrışma görülmektedir.” Bkz. Yaşayan Marksizm, Yerel Süreli Yayın, Sayı 3, sf. 182. Eğer yazarın dediği doğru ise, Fransa ve Almanya arasında gelişebilecek olası bir savaş durumunda, sosyalistler iki emperyalist ülkenin savaşması durumunda başvurdukları devrimci yenilgicilik taktiğini bir kenara bırakarak emperyalist Fransa’yı desteklemek durumunda kalacaktır. Ancak öte yandan yazar, “çevre ülkeler bloğunun” başını çektiğini iddia ettiği Fransa’nın emperyalist karakterini kaybedip kaybetmediği üzerine bir önerme getirmemektedir, böylece bütün tezleri havada kalmaktadır. Bu tezin bir diğer tehlikesi de “çevre ülkeler bloğunun” başı olduğu söylenen Fransa’nın Mali işgali ile Rusya’nın Kırım işgalini birbirlerine doğrudan doğruya eşitlemesidir. Bu tam olarak 2. dipnotta bahsettiğimiz duruma bir örnektir.
26.) 1996-2000 seneleri arasında ABD’nin yakaladığı ivme Avrupa’yı geride bırakmıştı.
27.) Aktaran için bkz. C. Katz. agy. sf 17.
28.) 1999’da Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan NATO’ya katılmadan birkaç gün önce dönemin İngiltere Başbakanı Tony Blair, NATO’dan bağımsız bir Avrupa ordusu kurma yolundaki faaliyetlere katılacağını duyurmuştu. Bkz. “Güncel Yorumlar”, Immanuel Wallerstein, Aram Yayıncılık, Eylül 2001, sf. 63.
29.) Bu durumun ilginç bir istisnası Ekim 1999’da yaşandı. Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, İngiltere Başbakanı Tony Blair ve Almanya Şansölyesi Gerhard Schröder tarafından ortaklaşa imzalanmış bir bildiri, “Hepimizin İhtiyacı Olan Bir Anlaşma” başlığıyla New York Times‘da 8 Ekim 1999 tarihinde yayınlandı. Bildiride ABD’nin nükleer silahlanma konusunda izlediği haksız ve eşitsiz politikanın değiştirilmesi talep ediliyordu ve bu yönde yeni bir anlaşmanın yapılması gerektiği vurgulanıyordu. Metin “reddin aynı zamanda NATO içinde köklü görüş ayrılığının mevcut olduğunun ifadesi anlamına geleceğini” söylüyordu. Bu tehdide rağmen ABD senatosu, Kapsamlı Nükleer Test Yasağı Anlaşması’nı onaylamadı. Bkz. I. Wallerstein, agy. sf. 95,96.
30.) Fransa ve İngiltere de ABD’ye karşı oy kullananlar arasındaydı.
31.) Bkz. “Güney Çin Denizi yakınlarındaki tatbikat Çin’i kızdırdı”, (http://tr.euronews.com/2012/04/17/guney-cin-denizi-yakinlarindaki-tatbikat-cin-i-kizdirdi/) ve “Rusya ve Çin’den ortak deniz tatbikatı”, (http://tr.euronews.com/2012/04/22/rusya-ve-cin-den-ortak-deniz-tatbikati/). Haberde şöyle yazıyor: “Bununla birlikte Çinli yetkililer tatbikatın üçüncü taraflara gözdağı vermek için yapılmadığını söylese de tatbikat, Amerika Birleşik Devletleri’nin Pasifik’teki stratejik etkinliğine yönelik ciddi bir tehdit olarak yorumlanıyor“. Linklere erişim tarihi 03.06.2015.
32.) Bkz. (http://www.bbc.com/news/world-middle-east-17083791). Erişim tarihi 27.05.2015.
33.) Bkz. “1980: Defeat at Fiat”, Marco Revelli, 18 Ocak 2010 (https://libcom.org/history/1980-defeat-fiat-marco-revelli). Erişim tarihi 01.06.2015.
34.) Bkz. C. Katz, agy. sf.19.
35.) Bu ekollerin en iyi bilineni, emperyalizm teorisi üzerine hatırı sayılı bir literatürün sahibi olan Monthly Review dergisidir. Ne var ki “imparatorluk” tahlili derginin birçok başarılı analizini ve yorumlamasını uluslararası güç ilişkilerinin anlaşılmasında gerçekçilik dışı sonuçlara ulaştırmaktadır ve yer yer konspiratif bulgulara götürmektedir.
36.)1999 tarihli “Army War College” çalışmasının verilerine göre “sürekli denizaşırı varlık dramatik biçimde azalırken, operasyonel konuşlandırmalar katlanarak artmıştır.” Aktaran için bkz. “Emperyalizmin Yeniden Keşfi”, John Bellamy Foster, Kalkedon Yayınları, 2. baskı, Ekim 2006, sf. 101.
37.) Aktaran için bkz. John Bellamy Foster, agy. sf. 99.
38.) Yüksek maliyetli ABD tanklarının Irak’ta çöl ikliminde arasına kum kaçtığı için nasıl işlemez hale geldikleri bilinen bir olgu.
39.) Burada sadece tepki olarak verilen silahlı direniş örneklerini kastetmiyoruz. Mesela bkz. “Thousands protest over US military bases in Japan for third day”, Ashoka Jegroo, 17 Mayıs 2015, (http://wagingnonviolence.org/2015/05/protest-military-bases-in-japan/). Erişim tarihi 28.05.2015. Okinawa’daki üslerin tarihi daha da gerilere gidiyor. Zira Okinawa ABD’nin Pasifik’teki denizaşırı üs sisteminin merkezi. Okinawa Adası esasen Pentagon’un askeri bir sömürgesi. Hava Kuvvetleri, Donanma Birlikleri, Yeşil Bereliler ve Savunma İstihbarat Ajansı için güvenilir bir cennet. Okinawa’daki üs karşıtı protestolar 1995’te, adada üç ABD askerinin 12 yaşındaki bir kız çocuğuna tecavüz etmesiyle daha da şiddetlendi. Olaydan sonra Pasifik sorumlusu Amiral Richard C. Macke, tecavüz edecekleri yere götürmek için araba kiralayan üç ABD’li askere dönük olarak, “tecavüzün aptalca olduğuna inanıyorum. Arabayı kiralamak için verdikleri parayla kız bulabilirlerdi” dedi. Öte yandan sağcı bir Japon gazetesi olan Nihon Keizai Shimbun‘a göre ABD askerlerinin üs alanında 1972 ile 1995 arasında işlenen 4716 suçla ilişkisi var. Benzer bir durum ABD çekilmeden önce Filipinler’de de yaşandı. Filipinler’deki Subic Körfezi’nde bulunan ABD üssünün yanındaki Olopango şehri, ABD askerlerinin “dinlenme ve eğlence” yeri olarak ayrılmıştı ve bu durum geniş protestolara yol açtı. Aktaran için bkz. John Bellamy Foster, agy. sf. 106.
40.) Bkz. Immanuel Wallerstein, agy. sf. 16.
41.) ABD Irak’ta 11 bin askerini kaybetti, Vietnam’da ise 60 bine yakın askerini kaybetmişti. Aynı şekilde Vietnam’da 300 bine yakın ABD askeri yaralandı. Bu sayı Irak’takinin 10 katı kadar.
42.) Bkz. (http://www.tuicakademi.org/index.php/yazarlar1/85-aslihan-baser-tum-yazilari/703-kolombiya-ve-farc-sorunu). Erişim tarihi 02.06.2015.
43.) Suudi Arabistan’ın yeni kralının ABD ile olan ilişkilerini önceye oranla soğutması üzerine bkz. (http://www.nytimes.com/2015/05/11/world/middleeast/king-salman-upends-status-quo-in-region-and-the-royal-family.html?_r=0). Erişim tarihi 02.06.2015.
44.) Aktaran için bkz. John Bellamy Foster, agy. sf. 47 ve 48.
45.) Irak, 1958’den itibaren, gelişmiş teknolojik donanımlara sahip Sovyet silahları için önemli bir pazar hâlini almıştı. 1972’de Irak, SSCB ile 15 yıllık dostluk ve işbirliği anlaşması imzaladı.
46.) Burada elbette dolaysız askeri işgalden bahsediyoruz. Yoksa ABD, CIA kökenli elçilerini veya yardım kuruluşlarını paravan kurumlar olarak kullanarak kiraladığı karşı-devrimci kadrolarını ülke içine sokmuştu. Bununla ulaşmak istediği amaç karşı-devrimi örgütlemek, devrimin rejimi ezip geçmesine önlemek, o olmazsa devrimin “demokratik aşamasında” kalmasını sağlamak ve mücadeleyi yozlaştırıp sönümlenmesini sağlamaktı.
47.) Birleşmiş Milletler’in (BM) 1984’te Irak’ın İran askerlerine karşı kimyasal silah kullandığını tespit etmesiyle ABD ile olan diplomatik ilişkilerde bir sıçrama yaşandı çünkü kimyasal silah ihracı ABD çıkışlıydı. ABD Dışişleri Bakanlığı, Irak’ı “terörizmi destekleyen devletler” listesinden çıkardı. Reagan’ın Irak’la görüşmesi için bölgeye gönderdiği elçi, daha sonra ABD Savunma Bakanı olacak Donald Rumsfeld’dı. 1986’da BM Güvenlik Konseyi’nin Irak’ı hardal gazı kullandığı için kınayan kararına karşı çıkan tek ülke ABD idi.
48.) Aktaran için bkz. “Irak işgalinin perde arkası”, RUPE, Yordam Kitap, Birinci Basım, Haziran 2007, sf. 41. Bu bağlamda ABD, savaşı Irak’ın kazanması için elinden geleni yaptı. 1995’te ABD Senatosu’nun yaptığı bir araştırmaya göre savaş sırasında Irak’ın biyolojik silah yapmak için kullandığı bütün örnekler ABD tarafından gönderilmişti.
49.) 1961 ve 1965 seneleri arasında ABD Dışişleri Bakanlığı’na bağlı Politika Planlama Konseyi’nde çalışan ve Amerikan Ortadoğu Araştırmaları Birliği’nin kurucularından olan William R. Polk durumu şöyle anlatıyor: “ABD hükümetinin Arap devletleri arasındaki sınır anlaşmazlıklarıyla ilgilenmediği yolundaki mükerrer beyanlarının en akla yakın açıklaması Kuveytlileri müzakereye zorlama isteğidir. (…) Bir Amerikan Kongre üyesinin alaylı bir şekilde belirttiği gibi, ‘Kuveyt petrol yerine muz üretseydi’ Saddam’ın gaspına hoşgörüyle bakılabilirdi.” Bkz. “Irak’ı Anlamak”, William R. Polk, NTV Yayınları, 1. baskı, Şubat 2007, sf. 162-165.
50.) Aktaran için bkz. RUPE, agy. sf. 48.
51.) Bkz. John Bellamy Foster, agy. sf. 100.
52.) Bkz. I. Wallerstein, agy. sf. 29.
53.) ABD elçisi Yemen elçisini şöyle tehdit etti: “Bu oy, verdiğiniz oyların en pahalıya mal olacak olanıydı.” Zira öyle de oldu. Bkz. RUPE, agy. sf. 49.
54.) Bu noktada farklı spekülasyonlar var. Bazı kaynaklar ABD’nin kendi birliklerini Suudi Arabistan’a yerleştirebilmek için Irak kuvvetlerini Suudi sınırında gösteren sahte uydu fotoğraflarının kullanıldığını söylüyor.
55.) Ancak koalisyon elbette bununla sınırlı değildi. Koalisyon 36 ülkeden oluşuyordu ve bunların 14’ü ABD’ye doğrudan doğruya askeri yardımlarda bulunmak zorunda kaldı.
56.) Baba Bush, kendi Başkanlık dönemine ilişkin olarak Brent Scowcroft ile ortaklaşa kaleme aldığı “Dönüşen Bir Dünya” (orijinal ismi “A World Tranformed“) isimli kitabında durumu şöyle anlatıyor: “Eğer istila yoluna gitmiş olsaydık, akla yakın bir olasılıkla ABD şu anda keskin düşmanlık besleyen bir ülkede işgalci güç konumunda olabilirdi“. Aktaran için bkz. William R. Polk, agy. sf. 172.
57.) Aktaran için bkz. John Bellamy Foster, agy. sf. 101.
58.) ABD burjuvazisi kendi içerisinde bir aşırı üretim sorunu ile karşı karşıyaydı. Aşırı üretimle birlikte biriken meta stoku krizin etkilerini derinleştirdi. ABD Merkez Bankası’na göre 2003 senesinde imalatçılar kapasitenin sadece %73,5’ini kullandı. Bu sayı 1990-1991 krizindeki seviyeden %3,5 daha düşüktü. ABD’nin ikinci büyük havayolları şirketi iflasını açıkladı ve Boeing de uçak teslimatlarının %28 oranında daha düşük olacağını deklare etti. Aynı şekilde yarı iletken madde üreten 45 fabrika kapandı. Ford şirketi ise 5 fabrikasını kapatarak 12 000 kişinin işine son verdi. Bkz. RUPE, agy. sf. 98.
59.) Burada pazarlar üzerindeki egemenlik meselesini eski sömürgeci işgal tipi girişimler gibi ele almaktan kaçınmak gerekiyor. Asıl faaliyet, yukarıda da işlediğimiz gibi ulus devletlerin ulusal pazarlarını çokuluslu şirketlere ve tekellere açmasını zorlamak ve bu yönde farklı tarzlarda (ekonomik, diplomatik, askeri ve benzerleri) dayatmalar yapmak. Petrol yatakları üzerindeki egemenlik ilişkileri bu yeni biçime istisna oluşturabilecek örnekler elbette sunuyor. Bu da petrolün stratejik öneminden kaynaklanan bir durum.
60.) İngiltere’de Tony Blair aslında, kendi partisini karşısına almak ve yönetimi bölmek pahasına savaşa yeşil ışık yaktı.
61.) Bkz. RUPE, agy. sf. 62.
62.) Irak işgalinden önce 2001’de İşviçre’nin Davos kentinde bir araya gelen emperyalistlerin gerçekleştirdiği toplantılar ilginç yönelimleri açığa çıkardı. 2000 senesinde Bill Clinton’ın katıldığı toplantılara 2001’de George Bush katılmamıştı ve yeni kabinesinden de kimseyi göndermedi. Toplantılarda ABD ekonomisinin durumu üzerine AB emperyalizmi ciddi tartışmalar gerçekleştirdi. The Wall Street Journal durumu “Bu Avrupa’nın On Yılı Mı Olacak?” manşetiyle gündemine taşıdı. International Herald Tribune‘ün (IHT) başlığı “Davos’taki Konu: Bu Avrupa’nın Yılı” idi. Alman Finans Bakanı Vekili, Avrupa’nın kendine güvendiği yönünde demeçler verdi ve ABD’nin Iowa Eyaleti’nden Cumhuriyetçi Jim Leach güçlerin “eşitlenmesi” üzerine şaşkın olduğunu açıkladı. Davos buluşmasından bir ay sonra Merkezi Haberalma Örgütü (CIA) Başkanı George J. Tenet, ABD Senatosu İstihbarat Seçilmişler Komitesi önüne çıkarak, diğer ülkelerin “ABD’nin konvansiyonel askeri güç konusundaki avantajını önemsizleştirme ve alt etme potansiyeline” sahip olduğunu söyledi ve mevcut durumu ABD’nin şimdiye kadar karşı karşıya kaldığı en zor durum olarak okuduğunu açıkladı. Kısacası ABD, Irak işgaliyle sadece Saddam’ı değil, rakip emperyalist güçleri ve kendi zayıflığını da yenmek istiyordu. Yukarıda aktarılanlar için bkz. I. Wallerstein, agy. sf. 194, 196, 197.
63.) Aktaran için bkz. William R. Polk, agy. sf. 190.
64.) Bu noktada ABD gerçekten olayları başarısız bir şekilde yorumladı ve birçok konuda geriden geldi. Mesela Amerikan Kongresi, 380 ton miktarında oldukça güçlü ve şiddetli konvansiyonel patlayıcıların bulunduğu bir deponun Irak’lı silahlı gruplar tarafından Nisan 2003 tarihinde yağmalandığını ancak 18 ay sonra öğrendi. Bkz. William R. Polk, agy. sf. 192.
65.) Bkz. William R. Polk, agy. sf. 212.
66.) ABD Birinci Piyade Tümeni’nin komutanı Tümgeneral John Batiste, sanki Vietnam’a gönderme yapar gibi, böyle savaşların “askeri bakımdan kazanılamayacağını” savundu. Aktaran için bkz. William R. Polk, agy. sf. 199.
67.) Irak Komünist Partisi’nin tarihsel bir ihaneti daha burada yaşandı. Ortadoğu işçi sınıfına yanıltıcı politikalar önermekte ve onlara işgale boyun eğmeleri gerektiğini vaaz etmekte ustalaşan bu “komünist” temsilciler ABD’nin talep etmesiyle konseye girdiler.
68.) Irak yenilgisi sadece ABD emperyalizmini değil, genel olarak AB ve Japonya emperyalizmlerini de yıprattı. Bugün Kuzey Afrika’ya dönük kapsamlı ve çok yönlü bir askeri müdahaleyi ABD haricinde AB de tasavvur edemiyor.
69.) Lübnan’da falanjistlerin, silahsız Filistinli mültecilere dönük gerçekleştirdiği katliam.
70.) CIA’in eski direktörü George Tenet ateşkesin nasıl uygulanabileceğine dair öneriler hazırladı. ABD, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği ile beraber “çözüm sürecini” yeniden canlandırmaya çalıştı. Bkz. (www.bianet.org/bianet/siyaset/53881-israil-filistin-sorununun-tarihcesi#1979). Erişim tarihi 27.05.2015. 2008 senesindeki ağır Siyonist saldırının ardından ise Hamas örgütünün liderlerinden Ebu Musa Marzuk, Daily Telegraph‘a şöyle bir demeç verdi: “(Barack Obama’nın Ortadoğu özel temsilcisi) George Mitchell, İsrail’in yerleşim alanlarını genişletmesini durdurmasını isteyen ilk Amerikalı yetkili oldu. İrlanda’da Cumhuriyetçilerin asırlık düşlerini gerçekleştirerek barışı sağladı“. Bkz. Mesafe, Üç Aylık Sosyalist Düşünce Dergisi, Enternasyonal Yayıncılık, Sayı 1, 2009 Yaz, sf. 17,18. Aynı yazıda sayfa 17’de şöyle yazılıyor: “ABD ve AB emperyalizmlerinin Filistin politikaları ne olursa olsun (parçalanmış ve geriye kalmış topraklarda bir kukla Filistin devletçiği), Siyonizm kendi gündemini uygulamakta, kendilerine bırakılan bir avuç toprakta bile Filistinlilerin devlet kurumlaşmasına gitmelerini engellemeye çalışmakta.”
71.) İsrail’de azımsanamayacak sayıdaki bir takım mülk sahipleri ve sermayedarlar, hükümetin “barış” görüşmelerine şans tanımamasından şikayetçi. Zira ulusal bağlamda içeriği boşaltılmış ve emperyalizmin uydusu olan bir kukla Filistin devletinin, Arap bölgelerine akan yabancı sermaye yatırım oranını yükselteceğini ve böylece kazancı bol yeni pazarların ortaya çıkacağını düşünüyorlar.
72.) “Dökme Kurşun Operasyonu” bir bağlamda İsrail’in kendi içinde yaşadığı politik krize de çözüm arıyordu. İktidar partisinin ortaya saçılan yolsuzlukları, partinin oy oranını pejoratif anlamda etkilemişti.
73.) Aktaran için bkz. Patronsuz, Generalsiz, Bürokratsız Sosyalizm, Aylık Siyasi Dergi, Sayı:47, Kasım 2014, sf. 91.
74.) ABD’nin bölgedeki hakimiyet kaybı ve kitlesel seferberlikten duyduğu korkunun bir başka göstergesi de, Müslüman Kardeşleri deviren muzaffer devrimci dalganın sahte önderliğine soyunarak onu sistem içi sınırlara çekme uğraşında olan Mısır’lı Sisi yönetimine verilen olağanüstü askeri desteğin kendisi. Verilere göre ABD’nin geçen sene Mısır’lı darbecilere yaptığı askeri yardım, yine askeri yardım yapılan 73 ülkenin aldıkları toplam yardımlara eşit. “ABD’nin toplam askeri yardımının yüzde 23’ünü alan Mısır’a 2014’te 1 milyar 300 milyon dolar (3 milyar 365 milyon Türk lirası) değerinde askeri yardım yapıldı. Bu, ABD’nin askeri yardım yaptığı 75 ülkeden 73’ünün toplamda aldığı yardımla Mısır’ın tek başına aldığı yardımın eşit olduğu anlamına geliyor.” Bkz. (http://www.yurtgazetesi.com.tr/dunya/abdnin-misira-yaptigi-askeri-yardim-73-ulkeye-esit-h88518.html). Erişim tarihi 01.06.2015.
75.) Burada komplocu bir anlayışla Obama’yı Başkan seçen gücün doğrudan doğruya ABD emperyalizminin olduğunu iddia etmiyoruz. Emperyalizm, mevcut durum karşısında ve mevcut duruma müdahale edebilmek için kendi çıkarlarını temsilen demokratik gerici bir politika geliştirdi.
76.) Obama’nın Kahire konuşmasından bir bölüm: “Ben Kahire’ye Amerika Birleşik Devletleri ile dünyadaki Müslümanlar arasında karşılıklı çıkar ve karşılıklı saygıya dayanan, Amerika ve İslam’ın birbirleriyle zıt olmadığı ve rekabete gerek bulunmadığı gerçeğine dayanan yeni bir başlangıç arayışı ile geldim. Aslında onlar birbirini tamamlar, adalet ve gelişim, hoşgörü ve bütün insanların saygınlığı gibi ortak ilkeleri paylaşır.” Aktaran için bkz. (http://www.siyasaliletisim.org/pdf/obamaimajiveABDdispolitikasi.pdf). Erişim tarihi 07.06.2015.
77.) Bu restorasyon birçok şekilde kendini açığa vurdu. Obama’nın ilk röportajını Suudi kanalı olan El-Arabiya’ya vermesi, Amerika’nın İslam dünyasının bir düşmanı olmadığını vurgulaması ve Filistin-İsrail sorununun çözümünde iki tarafı da dinleyeceğini söylemesi bu bağlamda okunabilir. Obama, ABD’nin bölgede sahip çıkmaya çalıştığı emperyalist çıkarlarını demokratik gericilik siyaseti ile korumaya çalışıyordu.
78.) Hillary Clinton, devlet sekreterliğine getirildiğinde “yumuşak” ve “sert” gücün bir sentezi olan “akıllı gücün” öneminden bahseden demeçler verdi. Bkz. (http://foreignpolicy.com/2011/04/12/the-war-on-soft-power/). 07.06.2015. “Yumuşak güç” taktiği üzerine ayrıntılı okuma yapmak isteyenler bu metnin yazarı olan Joseph S. Nye Jr.’ın çalışmalarına göz atabilirler.
79.) Bkz. “Patronsuz, Generalsiz, Bürokratsız Sosyalizm”, Aylık Siyasi Dergi, Mart 2013, 45. sayı, sf. 65.
80.) Bkz. The National Military Strategy of the United States of America 2015, Joint Chiefs of Staff, June 2015. 2015 tarihli Ulusal Askeri Stratejisi Raporu’nda, Pentagon önümüzdeki dönemde uluslararası çatışmaların artık çok daha hızlı gelişeceğini ve daha uzun süreceğini söylüyor ve bu bağlamda Çin, Rusya, İran ve K. Kore’den oluşan dört ülkeyi ve IŞID’i düşman kuvvetler olarak tanımlıyor.
81.) Bkz. (http://sputniknews.com/middleeast/20150610/1023195031.html). Erişim tarihi 11.06.2015. ABD’nin ayrıca Orta Amerika’da ve Meksika’da yeniden silahlanmaya gidişi üzerine bilgi için bkz. (https://nacla.org/article/us-re-militarization-central-america-and-mexico). Ayrıca Mart 2015 tarihli “21. Yüzyılın Deniz Gücü Kurumsal Stratejisi” (CS21R) başlıklı son ABD deniz stratejisi belgesi, ABD’nin Asya’da stratejik bir rol oynamak için nasıl bir baskı yaptığını ve Çin’e karşı askeri bir yığınağa başladığını ortaya koyuyor. Bkz. (http://www.wsws.org/en/articles/2015/03/14/pers-m14.html). Erişim tarihi 15.07.2015.
82.) Bkz. (http://www.france24.com/en/20110205-us-envoy-wisner-says-mubarak-must-stay-steer-transition-egypt). Erişim tarihi 14.07.2015. ABD elçisi “geçiş” döneminin “sağlıklı” olabilmesi için diktatör Mübarek’in kalması gerektiğini söylüyor. Ayrıca İsrail’in Siyonist yönetiminin Esad’ın kalması gerektiği yönünde yaptığı açıklama için bkz. (http://www.timesofisrael.com/israel-prefers-assad-to-islamist-rebels/).
83.) Avram.org, 15 Ocak 2011. Aktaran için bkz. PGB Sosyalizm, Aylık Siyasi Dergi, Sayı:43, sf. 12.
84.) Mesela Esad rejiminin bağımsız devrimci tugaylarca son dönemlerde birçok cephede yenilgiye uğratılmasının ardından emperyalizm hızlı bir manevra dönüşü yaptı. İngiltere Dışişleri Bakanlığı, Esad rejiminin yıkılmadığı bir “geçiş aşaması” talep etti. Bkz. http://www.radikal.com.tr/dunya/ingiltere_suriyede_siyasi_gecis_istiyoruz-1401758. Aynı şekilde CIA Başkanı Brennan, ABD’nin despotik Baas monarşisinin yıkılmasını istemediğini söyledi. Bkz. http://www.timesofisrael.com/cia-us-does-not-want-to-see-syrian-regime-collapse/.