1. Dünya ekonomik krizinin açığa çıkmasından bu yana 4 yılı aşkın bir zaman geçmiş olmasına rağmen, krizden çıkışa dair ufukta herhangi bir ışık görünmüyor. Krizin merkez üssü konumundaki Avrupa’da ekonomik büyüme durmuş vaziyette. ABD ekonomisi, trilyonlarca dolarlık banka ve şirket kurtarma operasyonlarının ardından, toparlanabilmiş olmaktan fazlasıyla uzak. Ve şimdi, krize karşı “korunaklı” olduğu iddia edilen Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkelerde krizin etkileri giderek daha fazla belirginlik kazanıyor. Bu durum, mevcut krizin ’30’lu yıllardakine benzer biçimde küresel ve yapısal bir kriz olduğu ve kapitalizmin krizden ancak, üretici güçleri büyük ölçekte tahrip ederek çıkabileceği analizimizi doğruluyor.
2. Kriz karşısında burjuvazinin ve hükümetlerinin “kemer sıkma” politikalarıyla, “kurtarma” operasyonlarıyla, krizin faturasını işçi ve emekçi kesimlere çıkarma çabası, burjuvazinin planlarına karşı mücadelelerin tetiklenmesine neden oluyor. Küresel ölçekte, mücadelelerde bir yükseliş eğilimine tanıklık ediyoruz. Bu yükselişin zirve noktalarını Avrupa’da sosyal yıkım politikalarına karşı mücadele eden Avrupa işçi sınıfı ve gençliği ile Arap devrimleri oluşturuyor. Böylelikle kapitalist ekonomik kriz ile burjuvazinin politik krizinin iç içe geçmeye başladığı bir süreç doğuyor. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da diktatörlük rejimlerini deviren kitleler, şimdi devrimin taleplerine ihanet eden İslamcı hükümetlere karşı mücadeleyi yükseltirken, Avrupa’da krizin sonuçlarına karşı mücadelenin yükselişi, 2010-2012 arasında 15’ten fazla hükümetin devrilmesini beraberinde getirdi. Bu tabloya, krizin etkilerinin giderek daha fazla hissedilmeye başladığı Latin Amerika ülkelerinde, burjuva milliyetçi veya sınıf işbirlikçi hükümetlere (Chavez, Morales, Kirchner, Dilma) karşı mücadelenin yükselişi ekleniyor. Kitle mücadelelerini düzen içi sınırlarda tutma işlevi gören Castro-Chavizm ve onun “21. yüzyıl sosyalizmi” söyleminin meşruiyeti aşınmaya başlıyor. Bu şartlar altında, kitle seferberliklerinin sürekliliğini sağlama ve işçi sınıfının devrimci önderliğinin inşası görevleri daha da yakıcı bir hale gelmekte.
Arap devrimleri
3. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki Arap devrimleri süreci, ikinci yılını geride bırakırken yeni bir yükseliş aşamasına girmekte. İki yıl önce, kitleler “iş, ekmek ve özgürlük” talepleriyle onlarca yıldır hüküm süren emperyalizmin müttefiki diktatörlüklere karşı ayaklanmış; Tunus ve Mısır’da diktatörlerin devrilmesiyle bütün bir bölgeye yayılan Arap devrimleri süreci başlamıştı. Arap devrimlerinin etkisi yalnızca bölgeyle sınırlı kalmamış, İspanya’daki Öfkeliler hareketinden, ABD’deki Wall Street’i İşgal Et protestocularına, küresel ölçekte yeni mücadelelere ilham kaynağı olmuştu.
4. Arap devrimlerinin kendiliğinden, devrimci bir önderliğin bulunmadığı koşullarda gerçekleşmesi nedeniyle, diktatörlerin devrildiği Tunus, Mısır ve Libya’da, devrime ilk aşamada katılmadıkları halde, diktatörlük rejimleri altında baskı altında faaliyet yürüten İslamcı hareketler, politik boşluğu doldurma şansı yakaladılar ve seçimleri kazanarak (Tunus’ta Ennahda, Mısır’da Müslüman Kardeşler) iktidara geldiler. Seçim süreçlerinde devrimin taleplerini sahiplenen bir söylem kullanmış olsalar da, emperyalizm-yanlısı burjuva partiler olarak İslamcıların ne eski rejimle ne de emperyalist kapitalist sistemle yüzleşerek kitlelerin ekonomik ve demokratik taleplerine yanıt verme ihtimalleri vardı. Bu gerçek, İslamcıların iktidara gelmesinin ardından kısa sürede açığa çıkacaktı. Bütün bu süreçte, kitleler ekonomik ve demokratik talepleri için mücadele etmeyi aralıksız sürdürdüler. Bunun sonucu ise, Tunus’ta ve Mısır’da İslamcıların kazandıkları meşruiyeti kısa zamanda yitirmeleri oldu. Mısır’da bardağı taşıran son damla, Kasım ayında Cumhurbaşkanı Mursi’nin yetkilerini daha da genişleten bir kararnameye imza atmasıydı. Ülkeyi olağanüstü yetkilerle yöneten Mursi’nin yargı üzerinde de mutlak denetim kurmasını sağlayacak kararnameye karşı, doğrudan Müslüman Kardeşler iktidarını ve Mursi’yi hedef alan sloganlarla Tahrir Meydanı yeniden yüz binlerce kişi tarafından işgal edildi, ülkenin birçok kentinde gerçekleşen gösterilerde Müslüman Kardeşler’in ofisleri yakıldı, polisle şiddetli çatışmalar gerçekleşti. Öte yandan, Müslüman Kardeşler’in ve İslamcıların çoğunlukta olduğu meclis tarafından hazırlanan anayasa için yapılan oylamaya katılım yüzde 33 düzeyinde kalırken, yüzde 35’lik de hayır oyu çıktı. Gerek Müslüman Kardeşler iktidarına karşı gelişen büyük seferberlikler, gerekse de oylamadan çıkan sonuç, devrimin taleplerine ihanet eden Müslüman Kardeşler’in beklenenden çok daha kısa sürede yıprandığı ve kitlelerin devrimin taleplerinden vazgeçmeden mücadeleyi kararlılıkla sürdürdüğünü gösteriyor. Benzer durum, Tunus’ta da geçerli. Devrimin ardından iktidara gelen Ennahda hükümeti altında, hayatlarında hiçbir değişim olmadığını gören kitleler, hükümete sırt çeviriyor ve yeni seferberliklere girişiyor. Aralık ayında, işsizliğin yüzde 50’den fazla olduğu Silayna bölgesinde gerçekleşen yarı-ayaklanma bunun bir göstergesi.
5. Tunus ve Mısır’da İslamcı hükümetlere karşı gelişen seferberlikler, Arap devrimlerinin açık bir devrimci süreç olduğunu ve kitlelerin devrimin taleplerinden kolay kolay vazgeçmeyeceğini ortaya koyuyor. Fakat, Arap devrimleri açısından belirleyici mücadelenin yaşandığı yer, Suriye olmaya devam ediyor. Arap devrimlerinin bir parçası olarak 2011 Martı’nda başlayan Suriye devrimini, Esad diktatörlüğünün iç savaş yöntemleriyle, 70 binden fazla Suriyeliyi katlederek bastırma girişimi, Suriye emekçi halkının kahramanca mücadelesi sayesinde başarısızlığa uğratıldı. Rejim şu ana dek ayakta kalmayı başarabilmişse de, ülkenin önemli bir kısmının denetimini yitirmiş durumda. Bütün bu süreçte, Castro-Chavizm’den eski komünist parti artıklarına dünya solunun önemli bir kesimi Esad rejimine destek vererek, dünya devrimine dönük yeni bir ihanete imza attılar. Esad, Suriye’deki özelleştirmelerle birlikte neoliberal politikaları uygulamakta olan, ülkenin emperyalizme bağımlılığını güçlendiren ve Suriyeli emekçilerin vahşice sömürüsü üzerine yükselen burjuva rejimin lideridir. Ne antiemperyalisttir, ne de antisiyonist. Esad rejimi, otuz yıl önce Lübnan’da olduğu gibi şimdi de Suriye’de Filistinli mültecileri katletmekte, otuz yıldan bu yana, İsrail’in kuzey sınırının bekçiliği görevini üstlenmektedir.
6. Emperyalist ülkelerin (ABD, İngiltere, Fransa) ve onlara bağımlı bölge hükümetlerinin (Türkiye, Katar, Suudi Arabistan) Suriye politikası ise uzunca bir süre, ondan “demokratik açılımlar” talep ederek Esad’ı desteklemekti. Emperyalizm şimdi müzakereler yoluyla, Beşar’la birlikte veya onsuz, rejimin ayakta kalmasını ve devrimin yenilgisini garanti altına almak istiyor. Öte yandan emperyalizm, kitlelerin enerjisini tüketmek adına iç savaşa uzatmalı bir hal vermeye çalışmakta ve direnişe müdahale ederek rejimi kontrolsüz ve topyekün bir çöküşten kurtarmaya çalışmaktadır. Libya’da olduğu gibi rejimin kökünden dağılarak sürecin denetiminin elinden kaçmasına izin vermek istememektedir. Emperyalizm, ülkede ciddi bir etkisi bulunmayan Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Konseyi (SMDK)’ne sırtını dayamaktadır. Bu nedenle SMDK’yi, Suriye devrimi önündeki karşıdevrimci bir engel olarak görüyoruz. Emperyalizmin Suriye’ye dönük her tür türlü politik ve askeri müdahalesini reddediyoruz.
7. Dünya solunun temel görevi, Suriye’de Esad diktatörlük rejimine karşı ayaklanan kitlelerin bu isyanını onların önderliklerinden bağımsız olarak ve koşulsuz olarak desteklemenin yanı sıra, Suriyeli devrimci Marksistlere her türlü yardımı sunarak onların ülkede gerçek bir devrimci parti inşa edebilmelerine katkıda bulunmaktır. Suriye devrimi, rejim tamamen yıkılan dek devam etmelidir. Bu ise, işçilerin ve halkların taleplerine yanıt verilmesi gerektiği anlamına gelir: Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı, tüm etnik, dinsel ve cinsiyetçi ayrımcılıkların yok edilmesi, neoliberal politikalara son verilmesi, emperyalizmle olan bağların koparılması ve Filistin davasına aktif destek. Tüm bunların gerçekleştirilebilmesi için ise, bir işçi ve halk hükümetinin inşası. Bu çerçevede, Suriye’de Esad diktatörlüğünün kitleler tarafından devrilmesi, Arap devrimlerinin önündeki bu büyük karşıdevrimci aygıtı ortadan kaldıracak, Arap devrimlerine yeni ve güçlü bir ivme kazandıracaktır.
8. Arap devrimleri öte yandan, Filistin mücadelesine yeni bir güç kazandırdı. Başta Mübarek olmak üzere, Siyonizm’in önemli müttefikleri olan diktatörlerin devrilmesi, İsrail’in bölgede tecrit olma ihtimalini gündeme getirdi. Mısır’da ve iktidara geldikleri diğer ülkelerde İslamcı hükümetler, İsrail’le aynı temelde sürdürmek istedikleri ilişkileri, şimdi sokakların basıncı altında hayata geçirmek zorundalar. İsrail’in Gazze’ye dönük son saldırısının, 4 yıl öncekine oranla çok daha sınırlı bir biçimde gerçekleşmesi de, Arap devrimlerinden bağımsız düşünülemez.
9. İsrail’e tam teslimiyetinin ardından kitle desteğini büyük ölçüde yitiren El Fetih ve Mahmud Abbas önderliği, Birleşmiş Milletler (BM)’de Filistin’in gözlemci devlet statüsüne yükseltilmesi için başlattığı inisiyatifle, yeniden meşruiyet kazanma çabasına girişti. ’67 sınırları temelinde iki devletli bir “çözüm” için müzakerelere açık kapı bırakan Hamas da, Filistin’in gözlemci devlet statüsü kazanma sürecinin arkasında durdu. BM’de kazanılan statü, İsrail’in yalıtılmışlığını ortaya koyması (İsrail ve ABD dahil yalnızca 9 ülke, karşı oy kullandı) ve Filistin halkının mücadelesinin bir ürünü
olması bakımından önem arz etse de, bunun sembolik bir değerden öte anlam taşımadığını vurgulamak gerekiyor. Emperyalizmin bölgedeki askeri üssü ve ırkçı savaş aygıtı Siyonist devletin yıkılması ve demokratik, laik ve ırkçı olmayan tek Filistin devletinin kurulması talebi, Filistin davasının başarıya ulaşması açısından, bütün yakıcılığıyla güncelliğini koruyor.
Avrupa’da kriz ve genel grev
10. Avrupa, küresel kapitalist krizin bugünkü merkezi konumunda. Birikmiş borçların ağırlığı altında kalan devletlerin çöküş tehdidi, işçilere yönelik uygulanan kemer sıkma politikaları ve uygulanan bu politikalara karşı işçilerin sürdürdüğü direnişler, önümüzdeki dönem için belirleyici bir etkiye sahip.
11. Kapitalist kriz, çözülmekten ziyade sarmal bir seyir içinde giderek şiddetleniyor. Krizin ilk aşaması olan 2007-2008’de finans sisteminin çöküşünden bahsediyorken, bugün devletlerin çöküşü tehdidinden söz ediyoruz. Yunanistan, İrlanda ve Portekiz, Trokya’nın (AB, IMF, AMB) doğrudan müdahalesiyle kurtarma paketlerine boğulmuş durumda. İspanya da banka sektöüne yeni yardımlar içeren bir plan çerçevesinde, yeni bir kurtarma operasyonunun eşiğinde bulunuyor. Bu planların hedefi söz konusu ülkelerin durumunu düzeltmek değil, bankalara, özellikle de Alman ve Fransız bankalarına olan borçlarını ödeyebilmelerini sağlamaktır. Bankalara peşkeş çekilen paralar, kamu harcamalarındaki kesintiler ve işten çıkarmalar yoluyla emekçilerden alınmaya çalışılıyor. Bu uygulamalar sonucunda işsizlik artıp ve tüketim düşerken, ekonomi resesyonun içine saplanıyor. Tüm bunların işçiler için sonucu ise oldukça ciddi: AB’de 25 milyon işsiz var. Bu, çalışan nüfusun %11’ine karşılık geliyor. Öte yandan, bu oran örneğin Yunanistan ve İspanya’da %25 seviyesindeyken, bu ülkelerde gençler arasındaki işsizlik oranı %50 civarında. Bu durum özellikle göçmen işçiler açısından çok daha büyük zorluklar yaratıyor; göçmenler yasası daha da ağırlaştırılarak en temel çalışma hakları ellerinden alınıyor ve ırkçı, ayrımcı politikalar geliştirilerek işçi sınıfı içnde ayrılık ve çatışma yaratılmak isteniyor.
13. Kriz aynı zamanda, AB’nin niteliğini de ortaya koymuş bulunuyor. AB’nin, diğer emperyalist odaklarla rekabet içindeki Avrupa sermayesinin, özellikle de mali sermayenin hizmetinde olduğu krizle beraber açıkça ortaya çıkmıştır. Avrupa Birliği, hiyerarşik yapıya sahip bir devletler cephesidir. AB, ekonomik alanda gerçekleştirilen egemenlik devirleri, sınıf egemenliği aracı olarak devletin güçlendirilmesi, Bonapartizme yönelik eğilimlerin gelişmesi, demokratik haklardaki gerilemeler, baskıların artması yoluyla kapitalistlerin çıkarlarını daha iyi koordine etmeye çalışmaktadır. Kriz koşullarında bu baskılar Avrupa’da demokrasinin maliyetli bir hale geldiğini ve en temel demokratik haklara dahi tahammül göterilmediğini işaret etmektedir. Özellikle Avro’yu korumak adına dayatılan zorunluluklar, krizden çok daha fazla etkilenmiş ülkeler için kaldırılmaz yükler getirmektedir. Avrupa Birliği içinde işçiler ve emekçiler lehine reformlar gerçekleştirmek olanaklı değildir. Dış politika alanında ise Avrupa Birliği, dünya jandarması ABD’nin ardından, giderek artan bir müdahaleci rol üstlenmektedir. AB demokrasi değil, ancak emperyalizm ve baskı ihraç edebilir. Bu nedenle AB’nin dağıtılmasını talep ediyoruz. Bunu, her devletin egemenlik hakkının güçlendirilmesi açısından değil, işçi enternasyonalizmi açısından ileri sürüyoruz; zira biz, Avrupa işçileri ve halkları arasında gerçek bir birlik için ekonomiyi işçi sınıfının hizmetine sokan bir birlik, halklar ve uluslar arasında eşitliğe dayalı bir birlik için mücadele ediyoruz. Hedefimiz, Avrupa Sosyalist Devletleri Birliği’dir.
14. Hükümetlerin ve AB’nin saldırı planlarına karşı mücadelede karşılaşılan önemli bir sorun da sendika bürokrasilerince bu mücadelelerin engellenmeye/sınırlandırılmaya çalışılmasıdır. Direniş ve mücadeleyi genişletmeye ve birleştirmeye çalışmak yerine, onu tecrit etmeye ve kontrol altında tutmaya çalışan sendikal politikalarla karşı karşıyayız. Bürokrasinin tüm bu politikalarına karşı işçilerin her geçen gün daha fazla sayıda direnişine tanıklık ediyoruz. Bütün bu grevler ve eylemler her şeyden önce Avrupa işçi sınıfının, emekçi kitlelerin ve gençliğin ortak girişimlerde bulunabildiklerini, bunu gerçekleştirebilecek bilince ve isteğe sahip olduklarını ortaya koyuyor. Bunun görülmüş olması, işçi direnişlerini ve kitle eylemlerini yalıtık ve sektörel girişimler olarak denetim altında tutmaya çalışan sendika bürokrasileri üzerindeki basıncın artmasını da olanaklı kıldı.
15. Bu bakımdan 14 Kasım’da Avrupa genelinde genel grev çağrısına Portekiz, Yunanistan, Kıbrıs, Fransa, Belçika ve İspanya tarafından olumlu cevap verilmiş olması oldukça büyük önem taşımaktadır. Bu, onlarca yıldan beri yapılmış bu çaptaki en büyük çağrıdır. Emekçi yığınların ulusal ve yerel düzeyde gerçekleştirilen direnişlerle ve/veya bir-iki günlük grevlerle hükümetlerin ya da bir bütün olarak AB’nin ekonomik ve toplumsal politikalarını değiştirmenin olanaklı olmadığını görmelerine karşın, 14 Kasım’a özellikle krizin en ağır darbeler indirdiği ülkelerde hevesle sarılmaları, moral bozukluğundan ziyade daha ileri eylem bilincine doğru evrilmekte olduklarına işaret etti. Bu aynı zamanda uzlaşmacılıkları tabanda ne denli eleştirilse de sendikaların işçi sınıfı için yegane kitle örgütleri olduğunu da gösteriyor; kitleler yeni aygıtlar geliştirilmedikçe ellerindeki araçları yitirmek istemiyorlar. Bu anlamda 14 Kasım grevi ve eylemlilikleri sendika yönetimlerinin henüz seferberlikler oluşturma yeteneklerini koruduklarını ortaya koydu. Nitekim çeşitli ulusal konfederasyonlar önümüzdeki dönemde yeni eylemlerin yapılabileceğini ilan ettiler.
16. 14 Kasım aynı zamanda kitlelerin bilincinde ekonomik grev ile politik grevin arasındaki sınır çizgisinin silinmekte olduıunu gösterdi. Avrupa düzeyinde devletler burjuvazinin şirketleri haline dönüştükçe, hükümetler de şirket yönetim kurulları niteliği kazanmakta, parlamentolar ulusal iradenin tecelli ettiği yerler olmaktan çıkıp finans kapitalin ve bir bütün olarak Avrupa burjuvazilerinin lobbylerine dönüşmekte. Bu çerçevede işçilerin ve emekçilerin mücadelesi, içinde bulundukları işletmelerin sınırları ötesine taşarak hükümetlere ve parlamentolara yönelmekte. Asgari talepler bu çerçevede politik geçiş talepleri niteliği kazanmakta, direnişler ve eylemler her aşamada biraz daha güçlü politik seferberliklere dönüşmekte.
17. Bu anlamda sendikalarda mücadelelerin hizmetinde sol akımlar geliştirmek ve onların koordinasyonunu sağlamak acil bir görev haline dönüşmüştr. Devrimci sosyalistler içn temel sorun Avrupa proletaryası içinde sendika bürokrasilerini aşabilecek koordinasyonların kurulabilmesi, başta devrimci partiler olmak üzere emekçi kitleler içn yeni politik aygıtların inşası ve bunların aracılığıyla hükümetlere ve bir bütün olarak AB’ye karşı süresiz genel greve doğru yol alınabilmesidir. Bu, kapitalistlerin Avrupa’sına karşı işçilerin ve emekçilerin Avrupa’sının sağlanmasının da yolunu açacaktır.
Latin Amerika
18. Dünya ekonomik krizinin Latin Amerika ülkelerini de etkisi altına almaya başlaması ve ekonomik büyüme oranlarının düşmeye başlamasıyla birlikte, bölgedeki burjuva milliyetçi önderlikler ve/veya sınıf işbirliği hükümetleri de sosyal kesinti programlarını hayata geçirmeye başladılar. Bunun sonucunda, kıta çapında sınıf mücadelelerinde bir yükseliş eğilimi yaşanmakta. Brezilya’da geçtiğimiz yıl, başta inşaat, itfaiye, eğitim ve sağlık sektörleri olmak üzere, birçok sektörde, önemli grevler yaşandı ve bunların bir kısmı halen devam ediyor. Hükümet, grevleri polis şiddetiyle bastırmak isterken, hükümetin bu tutumu grevleri durdurmaya yetmediği gibi, grevlerin radikalleşmesine de neden oldu. Öte yandan bu grevlerin başını genç işçiler çekiyor ve sendikal bürokrasinin mücadelelerde aldığı uzlaşmacı tutumlara karşı da mücadele ediyorlar. Arjantin’de 10 yıldır iktidarda olan Kirchner hükümetine karşı geçen yıl, ilk kez bir genel grev gerçekleşti ve hükümeti destekleyen Peronist sendika konfederasyonu ikiye bölündü. Venezuela’da ise, geçtiğimiz yıl, ücret artışlarından elektrik kesintilerine, konut talebinden parasız ve ulaşılabilir eğitim ve sağlık talebine dek çeşitli konularda 4000’den fazla protesto gerçekleşti. Bu, bir önceki yıla göre önemli bir artış anlamına geliyor. Aynı şekilde, Bolivya’da Evo Morales hükümetinin benzin ve doğalgaza yüzde 80 oranında zam artışına (Gasolinazo) ve Amazon ormanlarını çokuluslu şirketlere açacak otoyol projesine karşı, bizzat kendisini iktidara getiren sosyal kesimlerin öncülüğünde, ulusal çapta çok önemli seferberlikler gelişti ve bu seferberlikler hükümete geri adım attırdı. Son olarak, ülkenin en önemli işçi sendikaları federasyonu COB (Bolivya İşçi Merkezi), Morales hükümetinden bağımsız bir politik partinin inşası çağrısında bulundu. Bu durum son on yıldır, kitle mücadelelerini frenleme işlevi gören başta Chavizm olmak üzere burjuva milliyetçi ve/veya sınıf uzlaşmacı önderliklerin zayıflamaya başladığını, bölgede sınıflar mücadelesi açısından yeni bir dönemin açılmaya başladığını ortaya koymakta.
19. 1980’lerde Nikaragua’da Sandinistler tarafından uygulanan ve Fidel Castro ve Küba Komünist Partisi önderliği tarafından desteklenen; burjuvaziyle yapılan anlaşmalara ve kurulan karma şirketlere dayalı “ulusal ve halkçı” politik projeler, bugün Chavez tarafından hayata geçiriliyor ve Nikaragua’da yaşanan başarısızlık, bugün Venezuela’da tekrarlanıyor. Chavez bir yandan ABD karşıtı söylemlerini sürdürürken bir yandan da çokuluslu petrol şirketleri ile karma şirketler kurulması yoluyla anlaşmalar yaptı. Bu şekilde petrol sektörünün yüzde 40’ı çokuluslu şirketlere
peşkeş çekilmiş oldu. Aynı şekilde Chavez hükümeti kendisinin işçi dostu bir hükümet olduğunu iddia ediyor fakat sendikalı işçilerin toplu sözleşme hakkını tanımazken, işçilerin grev hakkını sıklıkla engelliyor. İşçilere saldırarak ve Chevron, Ford ve Mitsubishi’yle, bankerlerle işbirliği yaparak sosyalizm inşa edilemez! Chavez hükümeti kendisinin solcu, halkçı ve demokratik bir hükümet olduğu iddiasında fakat, diktatörlere karşı gelişen Arap devrimlerini savunmayı reddediyor. FARC militanı veya destekçisi Kolombiyalı isyancıları, Kolombiya’nın emperyalizm yanlısı ve katil Santos hükümetine teslim ediyor. Dahası Chavez, Libya’da Kaddafi ve Suriye’de Esad gibi soykırımcı diktatörlere dahi “anti-emperyalist hükümetler” oldukları iddiasıyla kol kanat germeye devam ediyor.
20. Milyonlar uzun bir dönem boyunca Chavez’in gerçek bir antiemperyalist olduğuna ve sosyalist dönüşümün gerekliliklerini yerine getireceğine inandı. Bugün ise kitleler için yeni ve daha derin bir hayal kırıklığı ihtimali gündemde. Zira Chavez üçüncü kez seçilmesine rağmen işçilerin ve geniş yoksul kesimlerin hayat şartları gitgide kötüleşiyor. Seçimlerden sonra makul fiyatlara ev edindirme programı da (Mision Vivienda) felce uğramışken; insanlar yüksek enflasyon, düşük ücretler, elektrik, su kesintileri, temel ürünlerin bulunmaması gibi koşullarla cebelleşmeye devam ediyorlar. Üstelik Chavez’in ölümü, Chavizm’in krizini iyice derinleştirmiş durumda. Chavizm’in krizinin derinleştiği bu dönemde, Venezuela işçi sınıfı ve halkının, talep ettiği dönüşümler ve işçi sınıfı lehine yeni bir sosyalist alternatifin güçlendirilmesi adına mücadeleye devam edilmesinin tam zamanı. Ekim ayındaki başkanlık seçimlerinde gerçekleşen işçi aday Orlando Chirino’nun seçim kampanyası, temel olarak bu anlayışın bir sembolü oldu.
21. Latin Amerika’da Chavezciliğin kapitalist Bonapartizm, Castroculuğun ise “Çin modeli” kapitalist inşa tekniği olduğu her gün biraz daha iyi kavranmakta, devrimci alternatiflerin yolu açılmakta. Bütün bu gelişmelerin emperyalist çağda yeni bir politik dönemin açılmasını sağlayıp sağlayamayacağını mücadelelerin seyri belirleyecektir. Ama bu, aynı zamanda devrimci sola, onun politik tutumuna, devrimci partileri ve Enternasyonal’i inşa edebilme, işçi ve emekçi kitlelere devrimci alternatifler sunabilme yeteneğine bağlı.
Asgari Devrimci Program
1. Tüm dünya düzeyinde emperyalizme ve hükümetlere yönelik işçi, köylü, öğrenci, yerli ve halk hareketlerine destek.
2. Tüm çokuluslu şirketler, banka ve finans kuruluşları ve kapitalistler mülksüzleştirilmeli.
3. Burjuva hükümetlere tek bir güven kırıntısı bile yok, işçi sınıfının politik bağımsızlığı için mücadeleye.
4. Hedefimiz sendikaların devlet ve hükümetlerden bağımsızlaştırılması.
5. İşçi sınıfının ve seferberlik halindeki yığınları demokrasisi için ileri.
6. İşçi sınıfının kurtuluşu kendi eseri olacaktır. İşçi ve halk hükümetleri için savaşalım.
7. Hedefimiz tek tek ülkelerdeki devrimci partilere dayanan devrimci bir enternasyonalin yaratılmasıdır.
8. İşçi ve halk demokrasisinden beslenen bir sosyalizm için görev başına.
a. Krizin faturasını işçi sınıfı ve halklar değil, yıkımın gerçek sorumlusu olan kapitalistler, bankalar ve çokuluslu şirketler ödesin!
IMF ve patron hükümetlerinin kesinti planlarına hayır. Başta Yunanistan olmak üzere diğer ekonomik çöküş yaşayan ülkelerde dış borç ödemelerine son verilsin. İşsizlik terörüne son! Bütünlüklü bir kamusal hizmet ve iş planı yaratılmalı, ücretler düşürülmeksizin, mevcut işler, işsizleri de kapsayacak şekilde paylaştırılmalı. İş güvenceli bir çalışma hayatı. Sağlık ve eğitim alanında kesinti planları durdurulsun. Krizin bedelini kapitalistler ödesin. Dış ticaret ve bankalar, işçilerin kontrolü altında millileştirilmeli. Özelleştirilmelere son! Özelleştirilmiş tüm işletmeler ve doğal kaynaklar, işçilerin kontrolü altında millileştirilsin.
b. Arap halklarının devrimci seferberliklerine güç ver!
Kahrolsun Esad diktatörlüğü! Suriye’ye emperyalist müdahaleye geçit yok. Tunus, Mısır, Libya ile başlayan Arap devrimci süreci derinleştirilmeli. Diktatörlük rejimlerinin eli kanlı katilleri yargılanmalı ve cezalandırılmalı. Arap ülkelerini sömüren çokuluslu şirketler, bu sömürünün en açık mağdurları olan, işçiler, kadınlar ve gençler başta olmak üzere tüm halk adına millileştirilmeli. İşçi ve halk hükümetleri için ileri. Yıkılsın Siyonist İsrail devleti! Yaşasın Filistin halkının mücadelesi. Birleşik, laik, demokratik ve ırkçı olmayan bir Filistin için ileri!
c. Türk birlikleri Afganistan, Bosna, Kosova ve Lübnan’dan dışarı! İran’a emperyalist müdahaleye hayır! İran’a yönelik ticari ambargoya ve İsrail’in savaş tehditlerine son verilsin. Afrika’da, Haiti, Kıbrıs ve diğer ülkelerde BM şemsiyesi altında gerçekleştirilen askeri işgallere son.
d. Yaşasın işçilerin demokrasisi! Devrimci seferberliklerin sürekliliğini garanti altına almak için, kitlelerin özyönetim organlarını inşa edelim. İşçi sınıfının örgütlenme ve ifade özgürlüğü üzerindeki tüm baskı ve kovuşturmalara son verilsin. Castro ve Chavez’in sahte 21. yüzyılın sosyalizmi türünden tuzaklara karşı uyanık olalım. Kahrolsun işbirlikçi liderler ve bürokratik önderlikler! İşçilerin, öğrencilerin ve halkın mücadele örgütlerinde taban karar vermeli, sınıfçı ve mücadeleci önderlerin önü açılmalı.