1. İçinden geçtiğimiz sürece damgasını vuran olgu, dünya ekonomik krizidir. Kapitalizm 1929 buhranına benzer türden, küresel çapta bir aşırı üretim krizinden geçiyor. Krizin resmen patlak verdiği 2008 yılından bu yana hükümetler, iflas eden banka ve şirketleri kurtarmak adına, devlet kaynaklarından trilyonlarca doları burjuvaziye ikram ettiler. Ne var ki, krizin faturasının işçi sınıfına ve emekçi kesimlere kesilmesi anlamına gelen “kurtarma operasyonları”, krizden çıkışı sağlamadığı gibi, krizi daha da şiddetlendiren bir süreci başlatmış oldu. Devlet kaynaklarının patronlara hibe edilmesiyle dev bütçe açıkları oluşurken, banka ve şirket iflaslarının yerini devletlerin iflası almaya başladı. Kapitalizmin “zayıf halkası” konumundaki birçok ülke borçlarını ödeyemez duruma gelirken, IMF bu ülkelerin kurtarıcısı ilan edildi, trilyonlarca doların patronlara sunulduğu bir ortamda, “kemer sıkma politikaları” uygulanmaya başlandı.
2. Dolayısıyla kriz, işçi sınıfı ve emekçi kesimlerde büyük bir yıkıma yol açtı. Krizin başlangıcından bu yana dünyada 60 milyon işçinin işten atıldığı tahmin edilirken, yalnızca ABD’de bankalar iki buçuk milyondan fazla eve, sahipleri kredi borçlarını ödeyemedikleri için el koydu. Avrupa’nın pek çok ülkesinde kamu emekçilerinin maaşları donduruldu ve maaşlarında kesintiler yapıldı, emeklilik yaşlarında artırıma gidildi. Mali disiplin gerekçesiyle, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi alanlarda kısıtlamalar yapıldı. Kısacası, hükümetler ve patronlar şirketlerin düşen kâr oranlarını artırabilmek için, işçi sınıfına ve emekçi kesimlere küresel çapta, kapsamlı bir saldırı harekatına giriştiler.
3. Kitleler, bu saldırı dalgasını yanıtsız bırakmadı. Pek çok ülkede kitlesel seferberlikler yaygınlaştı, genel grevler gerçekleşti ve bu seferberlikler sonucunda birçok ülkede hükümet düşüşlerine tanık olduk. Ne var ki, özellikle Yunanistan ve Fransa örneklerinde görüldüğü gibi, kitlelerin kahramanca mücadelesine karşın, sendika bürokrasilerinin ve geleneksel politik önderliklerin mücadeleyi frenleyen rolleri ve devrimci önderlik eksikliği nedeniyle, saldırıların durdurulması başarılamadı.
4. Öte yandan, dünya ekonomik krizi emperyalist askeri saldırganlığın ağır darbeler aldığı bir süreçte cereyan etti. ABD’nin Irak ve Afganistan’da uğradığı hüsran, İsrail’in Lübnan yenilgisi, emperyalizmin yenilmezliği imajını yıkarken, emperyalizmin askeri aygıtının eski kullanışlılığını yitirmesine neden oldu. Dolayısıyla, kapitalizmin dünya düzeyindeki egemenliğinin sorgulanmaya başlandığı bu yeni döneme, emperyalizmin askeri araçları eski hoyratlığında kullanamayacağı bir çerçevede giriyoruz.
5. Bu durum, kuşkusuz, örneğin İran’a askeri bir müdahele ihtimalini tümüyle gündem dışı bırakmazken, emperyalizmin kitle seferberliklerini denetim altında tutmak için, demokratik gericilik politikalarına özel önem vereceği bir sürece girdiğimiz anlamına geliyor. Öte yandan, ekonomik krizin kitleler nezdinde kapitalizmin meşruiyetini sarsmasına, Avrupa’da seferberliklerin yaygınlaşmasına, Ortadoğu ve Latin Amerika’da direniş ve seferberliklerin emperyalizmin denetiminden henüz uzak olmasına rağmen, dünya ölçeğinde inisiyatifin halen emperyalizmin elinde olduğunu unutmamalıyız.
6. Ortadoğu coğrafyası, emperyalist sistem için başlıca sorun olmayı sürdürmektedir. ABD, Irak ve Afganistan’da adeta bataklığa saplanmıştır ve buralardan en az zararla nasıl çekilebileceğinin hesaplarını yapmaktadır. Siyonist İsrail, Filistin ve Lübnan direnişlerini denetim altına almaktan epey uzaktır. İran ve Suriye’nin Batı emperyalizmiyle bütünleşmesi (entegrasyonu) gerçekleştirilemediği gibi, İran’ın Ortadoğu’daki direniş hareketleri üzerindeki etkisi de sürmektedir.
7. Obama’nın başkanlık seçimlerindeki en önemli vaatlerinden biri de Irak işgalini sonlandırmaktı. Geçtiğimiz aylarda ise, ABD’deki ara seçimler sürecinde, Obama tarafından ABD askerlerinin Irak’tan “geri çekildiği” ilan edildi. Bir halkla ilişkiler operasyonu çerçevesinde, medyada ABD’nin Irak işgalinin sonlandığı yaygarası koparıldı ve Obama’nın verdiği sözü tuttuğu ifade edildi. Oysa gerçekleşen, henüz Bush döneminde çizilen takvim uyarınca, ABD’nin “muharip” birliklerini geri çekmesi; yani asker sayısını azaltıp operasyonları Irak ordusuna ve özel güvenlik şirketlerine devrederken, askeri ve politik hegemonyasını sürdürmesi. Bugün Irak’ta 50 bin ABD askeri bulunuyor. Askerlerin görevi Irak ordusunu eğitmek olarak sunulsa da, “gerektiğinde” operasyon yapma hakkı da saklı tutuluyor. Öte yandan özel güvenlik birimlerinin sayısı artırılarak, on binlerce paralı askere işbaşı yaptırılması planlanıyor. Kısacası “geri çekilme” diye sunulan şey, Irak’ın halklara karşı büyük bir askeri üsse dönüştürülme çabasını örten bir kılıftan başka bir şey değil.
8. 8 aydır süren hükümet krizi ise, Maliki hükümeti kurulmasına rağmen henüz sonlanmaktan uzak görünüyor. Eski başbakan Allavi’nin Sünnileri ve bir kısım Şii grubu temsil eden El-Irakiye hareketi, seçimleri kazanmasına karşın hükümet kurmaya muktedir olamadı. Bugünse, emperyalizmin, İran’ın ve diğer Ortadoğu ülkelerinin basıncı sonucunda, iktidarın Kürtler, Sünniler ve Şiiler arasında bölüşülmesiyle, Maliki’nin başkanlığında bir ulusal birlik hükümeti kuruldu. Ne var ki, yeni kurulan hükümet oldukça zayıf ve üç parti arasındaki anlaşma fazlasıyla kırılgan. El-Irakiye hareketinin, hükümetin kurulmasının ardından dağılmaya başlaması da bunun bir göstergesi. Bu süreçte El-Kaide’nin Şii ve Hıristiyan topluluklara karşı kanlı saldırılarını artırması da politik krizin derinleşmesine neden oluyor. Her bir etnik ve dini topluluğun petrolce en zengin bölgeleri kontrol etmeye çalıştığı bu kargaşada, bir iç savaş çıkması ve ülkenin bölünmesi ihtimali devam ediyor.
9. Emperyalizmin çıkarları açısından Filistin‘deki süreç, pek de iç açıcı bir dönemden geçmiyor. Emperyalizm açısından stratejik önemi olan “iki devletli çözüm” projesi, gerek sonlandırılamayan Filistin direnişi, gerekse de İsrail’de, iktidarda bulunan aşırı sağ hükümetin politikaları sonucunda ağır darbeler almış durumda.
10. FKÖ’nün bütünüyle teslimiyetçi tutumuna karşın Netanyahu hükümeti, yerleşim yerlerinin inşaatını sürdürerek, Doğu Kudüs’ü İsrail toprağı ilan ederek, meşruiyetini giderek yitiren Gazze ablukasını devam ettirerek, “barış görüşmeleri”nin sürmesini imkansız kıldı. Nitekim, geçtiğimiz aylarda ABD’nin arabuluculuğunda başlayan müzakere süreci, yeni bir fiyaskoyla sonuçlandı.
11. Filistin’deki mevcut durum, “iki devletli çözüm” fikrinin Filistinli kitleler arasında giderek daha fazla sorgulanmasına ve Siyonist Devlet’in yıkılarak, laik, demokratik ve ırkçı olmayan tek bir Filistin devletinin kurulması talebinin yeniden güç kazanmasını sağlıyor. 2010 Mart’ında, Batı Şeria, Doğu Kudüs ve İsrail vatandaşı Filistinlilerin gerçekleştirdiği kitlesel seferberlikler yeni bir intifadanın ufukta olduğunu gösteriyor. Fakat, FKÖ önderliği çoktan terk ettiği tek devletli çözüm hedefini sahiplenmek bir yana, Filistinli kitlelerin seferberliklerini polis gücüyle bastırmaktan çekinmezken; Hamas ise, kendisini iktidara getiren Filistinli kitlelerin direniş azmine sadık kaldığını gösterebilmek ile burjuva yönetim organları çerçevesinde iktidar olabilmek ve uluslararası kabul görmek ikilemi arasında sıkışmış durumda. Siyonist Devlet’in yıkılmasını “uzun vadeli bir hedef” haline dönüştüren ve İsrail’e “uzun vadeli bir ateşkes” önerisinde bulunan Hamas’ın da, tek devletli çözüm hedefini gerçekleştirebilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla, Filistin halkının ulusal kurtuluşu için Siyonizm ve emperyalizmle tutarlı bir mücadele yürütecek devrimci proleter bir önderliğin inşası ve Filistin Bağımsız İşçi Komiteleri gibi devrimci işçi örgütlerinin bu doğrultuda desteklenmesi, stratejik önemini korumaktadır.
12. Obama yönetiminin askeri önceliği haline gelen Afganistan‘da da durum emperyalizm açısından parlak değil. Afgan direniş güçlerinin eylemlilikleri, emperyalist işgal güçlerini başkent Kabil’in birkaç kilometre ilerisinde sıkıştırmış durumda. Geride kalan aylarda yüzlerce Afgan sivilin katledilmesine yol açan ABD ve NATO güçlerine karşı, kitlesel bir protesto dalgası giderek büyüyor. Emperyalizmin kuklası görünümündeki Karzai’nin kredisi birkaç ay önce açığa çıkan rüşvet ve yolsuzluk skandallarıyla artık tümüyle tükenmiş oldu. Emperyalizmin direniş karşısındaki askeri beceriksizliği, bölgedeki işbirlikçi Pakistan’ı da zor duruma sokuyor.
13. Emperyalizmin bugünkü stratejisi, Taliban’ın sosyal tabanını oluşturan Güney’deki Peştun halkını bölerek El-Kaide’yi yalıtmaya çalışmak. Karzai aracılığıyla “ılımlı” Talibanlarla bir anlaşmaya varıp direnişi bölmek ve kuşatmak hedefleniyor. Bununla birlikte, direniş, Pakistan’daki Peştun bölgesinden insani kaynak ve taban bulmayı sürdürdükçe bu politikanın başarıya ulaşması mümkün görünmüyor. Öte yandan, emperyalizmin ve Pakistan hükümetinin bu bölgeyi kontrol etme amacıyla gerçekleştirdiği askeri baskınlar ve fark gözetmeyen bombalamalar, bölge halkının emperyalizme ve onun güdümündeki Pakistan hükümetine olan nefretini artırmaktan başka bir şey yapmıyor. Bunun sonucunda, Taliban son zamanlarda, Pakistan hükümetini zayıflatmak ve emperyalizmin muhalif bölgeye ve Afganistan’a dönük saldırılarını engellemek için, Pakistan’daki operayonlarını artırmıştır. Obama yönetimi ise, bu savaşı kazanma şansı olmadığı gibi askerlerinin yenilgisini örtecek bir zafer halesinden de yoksundur. Şu anda, uzatmalı bir savaştan ve direniş hareketinin Kabil’e -silahlı veya silahsız- girişinden başka bir ihtimal görünmemektedir.
14. Bush’un yerini Obama’nın alması, ABD’nin İran‘a yönelik askeri tehditlerini sonlandırmamış, fakat bu tehditler daha “incelikli” ve “diplomatik” bir biçim almıştır. Nüfuzu artmış ve nükleer güç haline gelmiş bir İran, İsrail’in ve ABD emperyalizminin Ortadoğu politikalarını pervasızca uygulayabilmesinin önünde önemli bir engel olacaktır. Bu nedenle, emperyalizmin İran’a yönelik yaptırımları artmakta, tehditlerin dozajı yükselmektedir. Rusya’nın itirazından evvel Doğu Avrupa’ya, şimdi ise Türkiye’ye kurulması planlanan füze kalkanının, “savunma” amaçlı olmadığı açıktır. Önümüzdeki süreçte, emperyalizmin ve Siyonizmin askeri tehditlerine karşı, İran halkının savunulması önemli bir anti-emperyalist görev olarak güncelliğini koruyacaktır.
15. AKP hükümeti, TC devletininin geleneksel Ortadoğu politikalarında makas değişikliği yaparak, bölge devletleriyle ilişkilerini geliştirmeye, bölgede daha fazla inisiyatif almaya başlamıştır. Bu durum, Türkiye‘nin bölgede, Batı emperyalizminden bağımsız bir tutum almaya mı başladığı, Türkiye’nin bir alt-emperyalist ülke olma yoluna mı gittiği sorularını da gündeme getirmiştir. Esasında AKP hükümetinin uyguladığı politikalar, emperyalist sistemin değişen ihtiyaçlarıyla uyum halinde şekillenmektedir ve orta ve uzun vadede emperyalizmin bölgede istikrar kazanmasına hizmet etmektedir. AKP hükümetinin bölgedeki barış elçiliğine talip söylem ve tutumlarının, -İsrail devletiyle ilişkiler örneğindeki gibi- ikiyüzlü politikalarının teşhiri büyük önem taşımaktadır.
16. Latin Amerika‘da kitlesel seferberlikler, inişli çıkışlı bir seyir izlese de, henüz durulmuş olmaktan uzaktır. Bölgedeki toplumsal mücadeleler, emperyalist sistemin başlıca sorunlarından biri olmayı sürdürmektedir. Emperyalizm, bölgeyi denetim altında tutabilmek için karmaşık bir stratejiyi hayata geçirmek durumundadır.
17. Emperyalizmin askeri müdahele çizgisinin Ortadoğu’da bataklığa saplanması, Latin Amerika’daki politik hattı üzerinde de belirleyici olmaktadır. Irak ve Afganistan işgallerinin başarısızlığı, Kolombiya üzerinden kıtaya yayılacak askeri saldırganlık projesinin hayata geçmesini de engellemiştir. Bu durum askeri müdaheleler ve darbeler çizgisini tümüyle konu dışı bırakmasa da, demokratik gericilik poltikalarının ön planda olacağı sürecin devam edeceğini gösteriyor.
18. Bu bağlamda, havuç ve sopa poltikalarının karmaşık bir bileşiminin “başarıyla” uygulandığı örnek, geçen yılki Honduras deneyimi olmuştur. Honduras’ın reformist, Chavezci devlet başkanı Zelaya, ABD’nin dolaylı olarak desteklediği bir askeri darbeyle devrilmiştir. Ne var ki, Honduraslı emekçilerin darbe-karşıtı müthiş seferberlikleri ve Obama’nın takınmak durumunda olduğu “barışçıl”, “demokratik” maskesi, Obama yönetiminin darbenin doğrudan arkasında durmasını engellemiştir.
19. Seferberlikleri durdurabilmek, Zelaya’yı iktidar talebinden vazgeçirmek ve darbe hükümetinin tanınmasını sağlamak için, ABD ile eşgüdüm halinde Brezilya sürece aktif müdahelede bulunmuş, sahte seçimler düzenlenerek hükümet darbesine meşruiyet kazandırılmaya çalışılmıştır. Ve nihayet, Zelaya’nın seferberlik halindeki kitlelere ihanet ederek teslim olmasıyla, “diplomatik” yollarla ve zahmetli bir biçimde de olsa, süreç ABD emperyalizminin arzuladığı bir biçimde sonuçlanmıştır.
20. Honduras deneyimi önemli dersler barındırmaktadır. İlk olarak, emperyalist politikaların karakterinde köklü bir dönüşümün yaşandığı, artık darbeler çağının kapandığı, bundan böyle toplumsal mutabakatın esas alınacağı yönündeki tespitlerin ne denli gerçeklikten uzak olduğu açıkça görülmüştür. İkinci olarak, emperyalizmin askeri müdahele ve darbe çizgisinin, demokratik gericilik politikalarıyla desteklendiğinde, sefereberlikleri durdurmada ne kadar etkili olabildiği bir kere daha kanıtlanmıştır. Üçüncüsü, Zelaya’nın darbe-karşıtı seferberliklere ihanet ederek, emperyalizmle ve darbecilerle uzlaşması ve iktidar talebinden vazgeçmesi, sol ulusalcı önderliklerin sınırlılıklarını ve seferberlikleri yolundan saptırmadaki karşıdevrimci rolünü bir kere daha göstermiştir.
21. Ne var ki, Chavezci hareket, dünya solunda önemli bir etki alanına sahip olmayı halen sürdürmektedir. 21. yüzyılın sosyalizmi ve yeni bir enternasyonal çağrısı söylemiyle baştan aşağı popülizme ve demagojiye dayalı bu anlayış, radikal demokrat kesimlerden sosyal hareketçilere geniş bir kesim üzerinde etki uyandırmakta, seferberlik halindeki yığınların devrimci enerjisi açısından ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Oysa Venezuela‘da tümüyle patronların hizmetinde bir hükümet işbaşındadır. İşçi sınıfı ve sendikacılar üzerinde bir patron terörü hüküm sürmekte, yaygınlaşan grev ve direnişler şiddetle bastırılmaktadır. Bu yıl gerçekleşen seçimlerde Chavez’in partisi PSUV’un yaşadığı oy kaybı, Chavez yönetimi için ciddi bir uyarı anlamına geldiği gibi, emperyalizm destekli askeri darbe karşısında Chavez’i destekleyen işçi ve emekçi yığınların artık Chavez’i ciddi bir biçimde sorgulamaya başladıklarının da açık bir göstergesi olmuştur.
22. 2008 yılından itibaren tüm yakıcılığıyla kendini hissettiren ekonomik krizin etkileri, Avrupa emperyalizmini ciddi şekilde sarsmaya başladı. Bankalara ve şirketlere akıtılan trilyonlarca avroya rağmen, Avrupa ekonomisi 2009’da yüzde 4,2 küçüldü ve 2010’da yalnızca yüzde 1 düzeyinde büyümesi bekleniyor. Öte yandan, İrlanda, Yunanistan, İspanya, İzlanda, Hırvatistan ve Baltık ekonomileri, Alman ve Fransız bankalarına olan ciddi borç oranlarıyla birlikte, ekonomik resesyondan (gerileme) geçiyorlar.
23. Krizin başlamasıyla Avrupa’da patronlar kitlesel işten çıkarmalar gerçekleştirip şirketlere kepenk vururken, hükümetlerin ilk tepkisi, kamu kaynaklarını bankaları kurtarmak ve mali sistemin çökmesini engellemek için seferber etmek oldu. Şimdiyse, oluşan devasa bütçe açıklarını kapatmak ve patronların kâr oranlarını artırmak için, işçi sınıfının sosyal haklarına saldırıldığı “reformlar” evresine geçmiş bulunuyoruz. Hükümetler birbiri ardına kemer sıkma planları ilan ederek, işçi sınıfının İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kazandığı sosyal hakların tümünü bu süreçte geri alma peşindeler.
24. 2007’nin sonlarından itibaren krizin ilk sonuçları, kitlesel tensikatlar ve işyerlerinin kapanmasıyla kendini gösterince, işçi mücadelelerinde yükselen bir dalgaya tanık olduk. Fakat sendika bürokrasileri tarafından açıkça ihanete uğrayan bu mücadeleler sektörel, yalıtılmış ve parçalanmıştı. Bu nedenle yenilgiye uğradılar ve seferberliklerin ilk dalgası geri çekildi. Fakat, yeni kemer sıkma planlarıyla işçi sınıfının tarihsel kazanımlarına yönelik daha şiddetli saldırıların gerçekleşmesiyle, bu kez daha geniş, birleşik ve bürokrasiler tarafından kısmen desteklenen yeni bir mücadele dalgası büyüyor. Avrupa işçi sınıfı yaygın grevlerle, kitlesel mitinglerle yeniden sahne almaya başlarken, sınıfın bürokrasi üzerinde yarattığı basınç, seferberliklerin denetimlerinden çıkması tehlikesi karşısında, bürokrasiyi mücadele çağrısı yapmaya itiyor. Bu sayede Fransa’da, hükümetin politikalarını reddeden milyonlarca emekçinin katıldığı 6 genel grev gerçekleşti. Yine Yunanistan’da, sosyal demokrat hükümetin saldırılarına genel grevlerle yanıt verildi. İspanya’da sendikalar, sosyalist hükümete karşı ilk kez bir genel grev düzenlerken, Portekiz’de de sendikalar Kasım ayının sonunda gerçekleşecek bir genel grev ilan ettiler. İtalya’da yaygın seferberlikler sürerken, İngiltere’de öğrenci gençliğin sokaklara indiğine tanık olduk. Bütün bu mücadeleler, Avrupa işçi sınıfının uzunca bir atalet döneminin ardından, uyanmaya başladığını gösteriyor.
25. Ne var ki, Avrupa’da seferberliklerin arttığı ve mücadelenin yükseldiği bu süreç, birçok çelişki barındırıyor. İlk olarak, işçi ve öğrenci seferberlikleri, bürokrasiyi eyleme yöneltecek ölçüde bir basınç yaratırken, henüz bürokrasileri aşacak kapasiteden yoksun durumdadır. Böylelikle sendika bürokrasileri, yerel eylemliliklerle seferberlikleri denetimleri altında tutabiliyor, grev komiteleri, eylem komitleri gibi özörgütlenmelere alan bırakmıyorlar. Diğer bir önemli zayıflıksa, burjuvazi saldırıları Avrupa ölçeğinde koordine ederken, işçi sınıfının kıtasal ölçekte ortak hareketini ve koordinasyonunu inşa edememesidir. “Ulusal solcular” kadar bürokrasiler de bu gerekliliğe direnmekteler ve bunu önlemekteler. Öte yandan mücadeleler yaygınlaşır ve hükümetleri zayıflatırken, faşist ve yabancı düşmanı partiler de güçlerini artırmaktadır. Sol sosyal demokratların ve her türden “antikapitalist” partinin bütün beklentilerini seçimlere yatırdığı mevcut durumda, devrimci Troçkistlerin Avrupa çapındaki acil görevi, diğer devrimci akımlara yönelik birleşik cephe politikası uygulamanın yollarını aramaktır. Önümüzdeki dönem, devrimci partileri ve Enternasyonal’i inşa etmek için önemli fırsatlar barındırmaktadır.
26. Neoliberalizm ve küreselleşme sürecinde dünyanın atölyesi haline gelen Asya-Pasifik ülkeleri, dünya işçi sınıfının önemli bir kesimini barındırıyor. Bölge ülkeleri küresel krize görece daha büyük bir direnç göstermesine rağmen, krizin etkileri işçi sınıfı emekçi kitleler üzerindeki etkisini gösteriyor. Kuzey Amerika ve Avrupa’nın resesyona girmesi, ihracata dayalı bölge ekonomilerinde de sarsıntı yarattı. 2008 yılında Çin‘de 20 milyondan fazla işçinin işten çıkarıldığı, 60 binden fazla işyerinin kapandığı tahmin ediliyor. 2009 yılında, Çin hükümetinin ilan ettiği devasa ekonomik yatırımlar, emperyalist ülkelerdeki parasal genişleme ve düşük faiz politikalarıyla mali sermayenin Çin’e hücum etmesi gibi faktörler, Çin’in ekonomik verilerinde bir toparlanma yaratsa da, ABD, Japonya ve Avrupa krizden çıkmadıkça, Çin’in bugünkü ekonomik büyümesini orta vadede sürdürmesi mümkün değildir.
27. Öte yandan, 2010 yılında Asya işçi sınıfının önemli seferberliklerine tanık olduk. Çin’de otomotiv işçileri militan mücadeleler vererek önemli ücret artışları sağladılar. Bangladeş’te yüz binlerce tekstil işçisinin katıldığı grevler ve protestolar gerçekleşti. Bu durum, Asya işçi sınıfının kölelik koşullarına artık eskisi gibi tahammül etmeyeceğini gösteriyor. Asya işçilerinin mücadeleye girişmesi, 30 yıldır süren ekonomik karşıdevrim sürecini yenilgiye uğratabilir ve dünya kapitalizminin dengelerini alt üst edebilir.
28. Sonuç olarak, dünya ekonomik krizinin yarattığı sarsıntılarla yeni bir dönemin kapısı aralandı. Burjuvazi krizden çıkış yolu bulmaktan henüz oldukça uzak bir konumda. Krizden çıkış önlemleri olarak sunulan kemer sıkma politikaları ise, grevler ve direnişlerle yanıtlanıyor, burjuvazinin politik istikrarının sarsılmasına neden oluyor. Kapitalizm, kitlelere güvenli bir gelecek vaat etmekten giderek daha fazla uzaklaşırken, sınıf seferberliklerinin yaygınlaşacağı ve şiddetleneceği yeni bir dönemin kapısı aralanıyor. Bu durum, Enternasyonal’in ve ulusal devrimci partilerin inşası için de önümüze önemli fırsatlar koyuyor. İşsizliğe karşı ve dış borç ödemelerinin durdurulmasına, bankaların kamulaştırılmasına dönük geçiş talepleri, kitleler nezdinde giderek daha fazla itibar kazanıyor. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde de görevimiz, kitlesel devrimci partilerin ve Enternasyonal’in inşası için, mevcut fırsatların değerlendirilmesine dönük taktikler üretmek ve inşa faaliyetlerimizi sabırla sürdürmek olacaktır.