Giriş
Emperyalist çağ, kapitalizmin çürüdüğü, kronik bir bunalıma girdiği çağdır. Bu çağ içinde artık üretici güçlerin gelişiminden söz edilemez. Emperyalizm, iktidarını devam ettirmek adına üretici güçlerin iki temel unsuru olan insan ve doğanın tahribini, toplu yok oluş pahasına, artan ölçüde sürdürür.
Emperyalist-kapitalizmin kronik bunalımına ve yapısal krizlerine rağmen hâlâ ayakta kalabilmesinin nedeni politik olgulara bağlıdır. Günümüzde, “büyümesi de dâhil olmak üzere mevcut emperyalist ekonomi, ancak uluslararası sosyalist devrim ile tüm dünyadaki karşı devriminin küresel süreciyle bağlantılı, politik ve sosyal durumun bağımlı bir parçası olarak anlaşılabilir. Bu aşamada politika, ekonomi üzerinde egemendir.” (Moreno) Stalinist bürokrasinin kendi çıkarları uğruna devrimleri (Çin, İspanya…) baltalayıcı politikaları ve kendi ekonomisini yeniden inşa etme adına kapitalist ekonomilerin toparlanmasını savunması böyle bir belirleyici politik olgudur. Bununla birlikte, emperyalizmin yapısal krizini erteleyebilmesine olanak sağlamış ve günümüzün eğilimlerini belirleyen ikinci önemli politik olgu olarak da yozlaşmış işçi devletlerinin çöküşü, sonuçları açısından incelenmelidir.
1.
Yozlaşmış işçi devletlerinin çöküşü ile başta SSCB olmak üzere planlı ekonomiler yerlerini serbest piyasa ekonomisine yani kapitalizme bırakmışlardır. Bürokratik de olsalar, (1) gelişmiş sosyal temelleri; (2) dış ticaret tekelini; (3) üretim araçları üzerindeki devlet mülkiyetini muhafaza ettikleri sürece işçi devleti olarak tanımlanmaları gereken tüm bu ülkelerde kapitalist restorasyon tamamıyla gerçekleşmiş durumdadır. Bu, iki şekilde hayat bulmuştur. İlk olarak, egemen bürokratik kastın eli ile kitle hareketleri sindirilmiş ve yönetici kast, dünya kapitalizmi ile uzlaşarak piyasa ekonomisine entegre olmuş, kendini egemen bir sınıf halinde yani burjuvazi olarak yeniden örgütlemiştir. O andan itibaren, burjuva-bürokratik karakterdeki bu yapı, işçi sınıfı üzerindeki sömürüyü derinleştirme imkânı elde etmiştir (Örnek: Çin). İkincisi ise, kitle hareketlerinin muazzam dinamiklerinin yarattıkları basınç ile zaten çözülmekte olan bürokrasilerin parçalanmasıdır. Bu hareketler, bilinçsiz devrimler olarak gerçekleşirlerken, iktidar boşlukları emperyalizmin istekleri ve önerileri doğrultusunda bunlarla işbirliği içindeki liberal görünüşlü burjuva sınıf temsilcileri tarafından doldurulmuştur (Örnek: Rusya).
Her ne kadar, kapitalist restorasyonu sonuna değin taşımaya yardımcı olsalar da, bu kitle dinamikleri bürokratik aygıtı paramparça etmeleri bakımından önem taşırlar. Zira bu kitle hareketleri sayesinde, işçi sınıfının uluslararası örgütlülüğünün önünde bir set olarak duran ve yarattığı yanılsama ve basınç ile kitleleri devrim yolundan saptıran bürokrasi alaşağı edilmiştir.
Yine de geleneksel aygıtlarda yaşanan çöküşün, geleneksel karşı devrimci aparatların top yekün çözülüşü anlamına gelmediği çok geçmeden ortaya çıkmıştır. Emperyalizmin krizini erteleyebilecek yeni pazarlara ve sömürü coğrafyalarına açılabilmesini sağlayan bu süreçler, işçi sınıfının geri çekilişine paralel biçimde, gerek sendikalar düzleminde gerekse partiler düzleminde, geleneksel karşı devrimci önderliklerin konumlarını muhafaza edebilmelerini sağlamıştır. İşçi sınıfının büyük bir kısmının buna cevabı ise mücadele saflarını terk etmek olmuştur.
2.
Bu geri çekiliş ile beraber kapitalist dünya ekonomisi, tüm dünyada egemen burjuva sınıfın ideologları tarafından “küreselleşme” olarak ifade edilen bir yapısal dönüşüm sürecine girmiştir. Emperyalist ülkelerin kendi çıkarları doğrultusunda kapitalist ekonomileri yeniden yapılandırması anlamına gelen bu süreçte burjuva egemen sınıfı tarafından iki şey amaçlanmaktadır: Birincisi, gelişmiş kapitalist ülkelerde, artık burjuvazinin sırtında bir yük olarak duran sosyal devlet uygulamalarının tamamıyla sonlandırılması ve işçi sınıfının kazanılmış tüm haklarının gaspı; hizmet sektörünün büyümesiyle fazlasıyla şişmiş durumda bulunan kesimlerin yeniden daraltılması… İkincisi ise, Doğu Bloğu’nun yıkılışının ardından açılan geniş pazarlara yayılma ve bunun yanında az gelişmiş ve orta gelişmişlikteki kapitalist ülkelerin dünya emperyalist sistemine entegrasyonunun tam olarak sağlanması…
Bu yapısal dönüşüm süreci içerisinde emperyalist-kapitalizm; gelişen işçi sınıfı hareketlerini ve kimi ulusal coğrafyalarda ortaya çıkan “şubat benzeri devrimci durumları” bastırmak için “demokrasi” yanılsamasını kullanmaktadır. Demokratik geçiş politikaları veya biçimsel demokrasinin politik rejimlerini önererek kitlelerin devrimci basıncını yatıştırmanın veya kitlelerin devrimci taleplerini rayından çıkarmanın aracı olarak tanımladığımız demokratik gericilik; kitle hareketini doğrudan eylemden uzaklaştırmak ve sabırla seçim sandığını beklemeye çağırmak için burjuvazinin uyguladığı bir taktiktir.
Günümüzde giderek gelişen ve yaygınlık kazanan bir diğer olgu da ‘meşru müdahalecilik’ kılıfına sokulmuş emperyalist askeri işgallerdir. Bu işgaller, emperyalist saldırganlığın vahşi doğasını gözler önüne sermektedir. Emperyalist savaşlar ve işgaller, dünya kapitalizminin yaklaşan yapısal krizini erteleme isteminin ve daralan pazar alanları üzerindeki rekabetin bir sonucu olarak doğmaktadırlar. Bu işgallerin yaygın bir nitelik kazanamamasındaki en önemli etken, Irak’ta ABD önderliğindeki koalisyon güçlerinin bölge istikrarını tam olarak temin edememesi ve direnişi sonlandıramamasıdır.
3.
Günümüzde emperyalizm mali, politik ve askeri olan saldırganlığını, artırarak sürdürmektedir. Bu eğilim onun konjonktürel bir krizin eşiğine kadar sürüklemiş -yani yapısal krizini bir kez daha açığa çıkartmış – olduğu gerçeğinden kaynaklanmaktadır. Zira, dünya ölçeğinde üretimde durgunluk ve gerilemeler yaşanmaktadır. Üretici yatırımlarda büyük bir düşüş söz konusudur. Dünya ticaretindeki dengesizlik derinleşmektedir.
4.
Bu süreçte, tüm yükü işçi sınıfı çekmektedir. Her geçen gün sistem, kendi yapısal krizini ertelemek için, kendisi yapısal dönüşümlere gitmektedir. Tüm ülkelerde kamu harcamaları kısılmakta, tüm bu hizmetler giderek paralı hâle getirilmektedir. İşsizlik tüm dünyada devasa boyutlara ulaşmıştır.
Kapitalist sömürü oranları, yalnızca gerçek ücretleri düşürerek ve sosyal harcamaları kısarak değil, fabrika içi organizasyonu değiştirip üretimi hızlandırarak, iş saatlerini uzatarak, “fason” ve geçici çalışmayı yaygınlaştırarak ve daha pek çok başka yolla, arttırılmaya çalışılmaktadır.
Tüm bunların yanında uygulanan politik ve askeri baskılar da emperyalizmin hareket sahasını genişletmektedir.
Bu durum karşında ise, işçi sınıfı açısından önderlik krizi belirleyiciliğini korumakta, biriken tepkilerin oluşturduğu kısmi kitle seferberlikleri, ekonomik ve demokratik talepler etrafında gelişen kimi sınıf hareketleri; doğru bir hat üzerinde örgütlenememektedir.
5.
Ortadoğu, emperyalist saldırganlığın, krizin ve devrimlerin merkez üslerinden birine dönüşmüş durumdadır. 50’li yıllar boyunca Irak, Suriye, Mısır gibi ülkelerde yönetime geçen anti emperyalist görünümlü Arap milliyetçisi akımların -BAAS’çılık- uğradığı başarısızlık, 80’li yıllarda yükselişe geçen İslamcı akımların bölgenin işçi mücadelelerinde yarattığı tahribat, halen bölgede siyasi mücadeleyi ve mevcut bilinci belirlemektedir. İşgalin üzerinden beş yılı aşkın bir zaman geçmişken durum ABD için son derece vahimleşmiş haldedir…
Irak halkının direnişi, işgalciye karşı geliştirilebilecek tüm mücadele biçimlerini; gösteriler, işçi grevleri ve protestoları ve silahlı mücadeleyi; barındırmaktadır. Direniş, BAAS’çı ve Nasırcı sektörler ile komünist, Şii ya da Sünni kökenli milliyetçi ya da İslamcı gruplardan oluşmaktadır. Bu sektörleri bir araya getiren temel hedef ise, işgalciyi ülkeden kovmak için mücadele ve birleşik bir Irak ihtiyacıdır. Bu anlamda bu direniş işgale karşı bir direniştir, ancak bölge için uzun vadede belirleyici olacak olan anti-emperyalist bir direniş hattının oluşturulmasıdır. Bu direnişin temel taşıyıcısı ise işçi-emek kesimler olmak durumundadır.
Irak’taki direnişin güçlenmesi ve İsrail’in koruyucusu olarak görülen emperyalizmin aldığı darbeler Filistin mücadelesini yüreklendirmektedir. Bölgedeki şiddetin kökeni, acı çeken Filistin halkının topraklarının kanlı gaspında yatmaktadır ve yayılma siyasetiyle İsrail devleti, emperyalizmin hizmetinde, onun tarafından silahlandırılan ve finanse edilen gerçek bir jandarma gibi davranmaktadır.
Görevi, sadece Filistin halkına saldırmak değil, fakat ayrıca Ortadoğu’daki tüm savaşlarda da gördüğümüz gibi Arap halkının ve işçi sınıfının birliğini de tehdit etmektir.
Devrimci Marksistlerin Filistin sorunu için yükseltecekleri acil talep, emperyalizmle ve Siyonizmle uzlaşmadıkları için açlık ve susuzlukla terbiye edilen, en temel sağlık ürünlerine ulaşmakta güçlük çeken Gazze halkının üzerindeki ambargonun kaldırılmasıdır. İsrail tarafından esir alınmış siyasi mahkumlar koşulsuz serbest bırakılmalı, Filistin toprakları üzerinde kurulmakta olan Yahudi yerleşimleri derhal durdurulmalıdır.
Öte yandan Gazze’de Hamas’ın baskısı altında ezilen Filistin işçi komiteleriyle dayanışma olanakları yaratmalı, Hamas’ın burjuva, karşı-devrimci niteliğini teşhir edilmedir.
Öte yandan, Siyonist İsrail devleti yıkılmadan Ortadoğu’ya barışın gelmesi mümkün değildir. İsrail devletinin ilga edilmesine bağlı demokratik, laik ve ırkçı olmayan bir Filistin devleti şiarı, özellikle “iki devletli çözüm” önerilerinin gündemde olduğu bugünlerde, öne çıkarılmalıdır.
Öte yandan bölgenin bir diğer belirleyeni, Suriye, İran ve Türkiye devletlerince uluslararası bir cendereye hapsedilmiş Kürt halkının direnişidir.
Emperyalist devletlerin bölge planları çerçevesinde, bir yandan Kürt halkının mücadeleci kesimleri imha edilmek istenirken, bir yandan da Barzani ve Talabani gibi Kürt burjuvalarının, savaş ağalarının ve bazı işbirlikçi tarikatların sözcülüğünde halk teslim alınmaya çalışılmaktadır.
Türkiye, İran ve Suriye devletlerinin Kürt halkına yönelik sürdürdüğü operasyonlarla ezilen halk koşulsuz teslime zorlanmakta, Kürt halkının mücadelesi, kısmi ekonomik ve kültürel kazanımlarla engellenmeye çalışılmaktadır.
Durum böyleyken, Kürt halkının, baskı-inkâr ve imha politikalarına maruz kaldığı emperyalist işbirlikçi bu devletlere karşı yerel olarak sürdürdüğü bağımsızlık mücadelelerini, birleşik bir mücadele olarak uluslararası bir perspektifte örmesi hem kendi hem de bölgenin geleceğinin belirlenmesi açısından bir devinim olacaktır.
Daha net bir ifadeyle Ortadoğu’nun geleceği, Kürt halkının mücadelesiyle doğrudan ilişkilidir. Nihai olarak, Ortadoğu’da halkların özgürce barış içinde yaşayabilmesi, kapitalist sömürünün son bulması, işçi öz-yönetim organları üzerinde yükselen ve dünya ölçeğine yayılacak Ortadoğu Sosyalist Devletler Federasyonu’nun gerçekleştirilmesiyle mümkündür.
6.
Latin Amerika, Ortadoğu ile birlikte sınıf mücadelesinin, dünya çapındaki başlıca iki odağından birine dönüşmüştür. Kıta ülkeleri, işbirlikçi hükümetler ile bizzat emperyalist devletlerin el ele sürdürmekte olduğu yağma politikalarına karşı yükselen devrimci seferberliklerle sarsılmaktadır. İşçi sınıfı ve yoksul kitleler mücadele sahnesine geri dönmekte, işbirlikçi hükümetleri devirmektedirler. İşçi sınıfının kararlı mücadelesi karşısında, emperyalist ülkeler, sivil darbeler örgütlemekte, paramiliter güçleri karşı devrim hazırlıkları için donatmaktadır.
Son yıllar boyunca, Latin Amerika’daki açık neo-liberal ve Washington yanlısı hükümetlerin tek tek yenilgiye uğraması yeni tip halk cephelerinin hükümet olmasına yol açmaktadır. Brezilya ve Ekvator’un yanı sıra Uruguay’da da Geniş Cephenin seçim başarısının ardından bu tip bir hükümet kurulmuş durumdadır.
Bu gerçeklik bir yandan, Nahuel Moreno’nun belirttiği gibi, rejimlerin krizini, mücadelelerin gücünü ve özellikle de devrimci önderlik bunalımını yansıtmaktadır. Diğer yandan ise, bu yeni Halk Cepheleri, Doğu Avrupa bürokratik rejimlerinin çökmesinin ve Stalinizmin merkezi aygıtlarının tahrip olmasının ardından, dünya ölçeğindeki ve hiç bir reformist politikaya olanak tanımayan bir kutuplaşma ortamında ortaya çıkmaktadır.
Vurgulamak gerekir ki, bugün Latin Amerika’daki mevcut halk cephesi hükümetlerinin istisnasız tümü açıkça emperyalist kapitalizm yanlısıdır.
7.
AB projesi gerçekte Avrupa emperyalist burjuvazisinin, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa işçi sınıfının elde ettiği kazanımlara (sabit bir iş, 8 saatlik işgünü, kamusal sağlık, eğitim, ulaşım hizmetleri, sendikal ve politik haklar, vb) yönelik 1980’lerden itibaren başlattığı bir saldırıdır.Ve buna bağlı olarak “küreselleşme” çerçevesinde uygulamaya konan gerici toplumsal ve ekonomik politikaları (esnek iş sözleşmeleri ve iş saatleri, kamu hizmetlerinin ve işletmelerinin özelleştirmesi, sendikal ve politik hakların sınırlanması) tüm AB ülkeleri ve kıta için bağlayıcı hâle getiren karşı devrimci bir projedir.
Avrupa “Anayasası” denilen metin, geçekte bir Anayasa değil, devletlerarası bir antlaşmadır. Liberal politikaları “anayasalaştırmaya”; sosyal devlet uygulamalarını yasaklamaya yönelik bir kapitalist pakttır.
Avrupa Birliği, Türkiye işçi sınıfı ve emekçi yoksul kitleler için ekonomik, sosyal ve siyasal anlamda daha fazla sömürü ve baskı anlamına gelecektir. İşsizlik, yoksulluk, örgütsüzlük, hak ve özgürlüklerin sınırlanması artarak devam edecektir. Avrupa Birliği emperyalist-kapitalist bir birliktir. Temel amacı Avrupa emperyalizminin dünya kapitalist sistemi içinde güçlü bir sermaye bloğu oluşturmasıdır. Bu nedenle aynı zamanda emperyalist askeri bir bloklaşma anlamına gelmektedir. Avrupa Birliği projesi hiçbir şekilde Avrupa’da yaşayan tüm “insanlar” için daha iyi ve adil bir hayat projesi değildir.
Bizce çözüm, “daha sosyal” bir Avrupa Birliği hayali ya da kapitalizmin yıkılmasını öngörmeyen, verili kurumların sadece daha “demokratik” hale getirilmesine dayalı muğlak bir “başka Avrupa” sloganları olamaz. Çözüm, emek piyasasında yaratılan rekabete son verecek, emeğin dağılımında ve üretimin planlanmasında karşılıklı işbirliğine dayanacak bir sistemin yaratılabilmesinde. Bu ise tek tek ülkelerde ve bir bütün olarak Avrupa’da işçi ve emekçi yığınların iktidarıyla, yani Avrupa Sosyalist Devletleri Birliği’nin inşasıyla olanaklıdır.