1. Türkiye’de 1980’den bu yana -giderek artan ölçüde- bütün hükümetlerin temel yönelimi neoliberal politikalar doğrultusunda emperyalist dünya sistemiyle tam bir uyum ve bütünleşme yönündedir. Devletin ekonomik faaliyetlerden çekilmesi anlamında küçülmesine karşılık gelen bu neoliberal politikalar, bir yandan eğitimden sağlığa her türlü hizmetin özelleştirme yolu ile piyasalaştırılması ve sosyal hakların gaspı gibi sonuçlar doğururken, bir yandan da üretim sürecinin esnekleşmesi, güvencesizleşmesi ve üretenlerin örgütsüzleşmesi sonuçlarını beraberinde getirdi. Özelleştirme, taşeronlaştırma, sendikasızlaştırma, esnekleştirme ve sosyal politikaların tasfiyesi son otuz yılda sermaye lehine emek aleyhine eşitsiz bir tablo oluşmasına yol açtı.
2008’de açığa çıkan dünya ekonomik kriziyle birlikte bu emek karşıtı neoliberal karşıdevrimci tablo daha da derinleşerek yerleşik bir karakter kazanmaya başladı. Türkiye işçi sınıfı 1990’lı yıllarda iki kez hükümet yıkan kitle seferberliklerine öncülük etmesine rağmen özellikle AKP hükümetleri döneminde inisiyatif belirgin şekilde sermayenin eline geçti. AKP 10 yıllık iktidarı boyunca neoliberal politikaların hızlı ve istikrarlı uygulayıcılarından biri olarak, egemen burjuvazinin, özellikle Özal’ın ölümünden sonra ve derin ekonomik bunalımla birlikte yaşamaya başladığı önderlik krizini aşmasına katkı sundu. Arkasına aldığı kitle desteği ile birlikte emperyalizm yanlısı mali ve sınaî sermayenin de temsiline aday tek parti olduğunu gösterdi. 10 yıllık AKP hükümetleri döneminde görece bir ekonomik büyüme yaşayan Türkiye, dünya ekonomisinde eskiye göre nicel açıdan daha ileri ve güçlü bir konuma geldi [2003-2012 OECD verilerine göre dünya ekonomisi %3,5, OECD ülkeleri %1,7 büyürken Türkiye ekonomisi ortalama %5,1 büyüdü; ekonomik büyüklüğü son 10 yılda 200 milyar dolardan 1 trilyon dolara ulaştı]. Türkiye’nin bununla birlikte sahip olduğu sınırlı sermaye birikimi nedeniyle emperyalist devletlerle olan bağımlılık ilişkisinde nitel bir değişim olmadı.
2. AKP hükümetlerinin son 10 yıllık iktidarı boyunca burjuvazi tarafından belirleyici politikaları genel olarak iki başlıkta özetlenebilir; I) neo-liberal ekonomi politikalarının uygulanması, II) bu politikaların uygulanması önünde engel teşkil eden niteliklerinden arındırarak devlet erkinin yeniden yapılandırılması. Tekelci ve yerel sermayelerin emperyalist sistemle entegrasyon ve gelişimleri önündeki engellerin kaldırılması gayesinin bir sonucu olan bu yeniden yapılandırma politikaları askeri-sivil bürokrasinin ayrıcalıklarını törpüleme, yasama ve yargı organlarındaki nüfuzlarını engelleme yoluyla kendini açığa vurdu. Bu politikalar neticesinde sürekli bir politik kriz kaynağı olmak anlamında rejimin çok başlılığına büyük oranda son verildi. Parlamento (Yasama) ve Hükümet (Yürütme) rejimin diğer tüm temel kurumları karşısında belirleyici bir konuma ulaştı. Temel kurumlar arası hiyerarşi ve işleyiş mekanizmalarının yasal düzenlemelerle ortak bir politik üstyapısal niteliğe kavuşturulması konusunda birçok adım atıldı. Yeni bir anayasanın hazırlanması hükümet ve egemen burjuvazi tarafından bu sürecin tamamlamasında nihai bir hedef olarak ortaya konuldu. Türkiye’de rejim bu anlamda Bonapartizm’den yarı Bonapartizme doğru bir dönüşüm sürecine girdi. Türkiye’nin diktatörlük ile burjuva demokrasisi arasında salınması anlamına gelen bu süreçte burjuva demokratik kurumlar güçlenmekle birlikte rejimin temelindeki Bonapartist özellikler kendini sürdürmekte. Dolayısıyla bu değişim salt bir demokratikleşme süreci olarak okunamaz. Nitekim yeni sermaye birikim modelinin bir gereği olarak Bonapartist rejim, reformist bir yolla, yarı demokratik bir karakter kazanırken AKP hükümeti giderek kitleler karşısında daha otoriter bir niteliğe bürünebilmekte. Bugün pek çok ileri Avrupa demokrasisinde de yaşanan bu durumun önde gelen nedeni hükümetlerin büyük oranda kriz kaynaklı ekonomik-politik tedbirleri kitlelere kabul ettirmek ve uygulamak için gündelik yönetsel işlevlerini ancak ve giderek daha fazla oranda baskı araçları vasıtasıyla yapabiliyor olmasından kaynaklanmakta. Türkiye’de de rejimin yarı demokratik bir karakter kazanmasıyla hükümetin anti-demokratik uygulamaları bu nedenle birbirine tezat oluşturacak şekilde bir arada yürümekte. Rejimin demokratik karakterinin reformist yolla güçlenmesi esas olarak yerli burjuvazinin kendi gelişmesi önünde engel olarak gördüğü asker-sivil bürokrasiyi etkisizleştirme mücadelesinin bir yoluydu. Egemen sınıflar arası ekonomik çıkar çatışmasının bir ifadesi olan bu durum yerli burjuvazinin üst tabakalarıyla tekelci mali ve sınaî burjuvazinin kaynaşmasına ve sonunda asker-sivil bürokrasinin rejimin ana belirleyici gücü olmaktan -büyük ölçüde- çıkarılmasına ve direnen unsurların tasfiye edilmesine yol açtı. AKP hükümeti İstanbul kökenli tekelci mali ve sınaî burjuvaziyi, Anadolu kökenli yerel burjuvaziyi ve yeniden yapılanma sürecine onay veren askeri-sivil bürokrasiyi kendi etrafında toplama başarısıyla bu mücadelenin politik öncüsü olarak işlev gördü. Nihayetinde gelinen noktada egemen burjuvazi ve AKP hükümeti için rejimin demokratik karakterinin [yeni bir anayasanın hazırlanması ve buna bağlı olarak bir dizi yasal-kurumsal değişiklik dışında] daha da güçlenmesini gerektirecek temel bir itici güç kalmadı. AB’ye entegrasyon atılımıyla birlikte bugün tekelci, emperyalizm yanlısı mali ve sınai sermayenin temsilini üstlenmiş durumda olan AKP hükümeti, ABD ve AB yanlısı pro-emperyalist programıyla demokratik bir dönüşümün ne programına ne de önderlik kapasitesine ve isteğine sahiptir. Gerçek bir demokratik dönüşüm için Türkiye’nin temel demokratik sorunlarının çözümü gerekir. Bunlar; Kürt halkına kendi kaderinin tayin hakkının tanınması; tarım devriminin gerçekleştirilmesi, kitlelerin söz ve eylem özgürlüğünü sağlayacak siyasal bir demokrasinin sağlanması ve emperyalizmden kopulması yoluyla olanaklıdır.
3. AKP hükümetlerinin son on yıllık icraatları boyunca en fazla manipüle ettiği konu demokratikleşme oldu. Askeri bürokrasinin hâkimiyetinin kırılıp sivil iradenin egemen kılındığı yeni bir düzen için mücadele edildiği ve bunun Türkiye’yi gerçek bir demokrasiye kavuşturacağı kandırmacası çok çeşitli kesimlerin AKP hükümetlerini uzun bir süre desteklemesine yol açtı. Bu beklenti doğrultusunda halen AKP hükümetine yönelik geniş bir destek söz konusu. Özellikle İmralı süreciyle birlikte Kürt sorununun çözüme kavuşacağı ve yeni bir anayasayla bu durumun kurumsal bir nitelik kazanacağı beklentisi halen gündemde. Oysa sadece mevcut anayasanın bazı maddelerinin değiştirilmesi doğrultusunda gerçekleştirilen 12 Eylül 2010 referandumu sırasında hem AKP hükümetinin hem de bu değişiklikleri tamamen ya da kısmen destekleyenlerin beklenti ve öngörüleriyle geride kalan yaklaşık 2,5 yıllık süreçte ortaya çıkan tablo arasındaki tezat, sermaye cephesinin yeni bir anayasadan ne anladığı ve beklediğini net bir şekilde göstermekte. Bu nedenle bütün umudunu sermayenin kendi neoliberal çıkarları doğrultusunda devleti ve toplumu yeniden yapılandırmasında kendine de bir pay düşeceği üzerine kuranların yaşayacaklarının sadece hayal kırıklığıyla sınırlı olmayacağı çok açık. Dolayısıyla AKP hükümeti ulusal ve demokratik taleplerin çözüm mercii olmadığı gibi tersine göstermelik kimi kozmetik düzenlemelerle ağızlara bir parmak bal çalarken yaptığı esas olarak demokrasi için demokrasiyi sınırlamaktan; özgürlük için özgürlükleri tehdit olarak göstermekten ibaret. Bu hileli ve otoriter tablonun ne anlama geldiğinin en iyi sahnelerinden biri 1 Mayıs’ta İstanbul’da yaşandı. 1 Mayıs’ın Taksim’de gerçekleşmesinin göstericilerin sağlığı için tehlikeli olabileceğini söyleyerek Taksim’de 1 Mayıs’ı yasaklayan AKP hükümeti adeta bütün İstanbul’u sıkıyönetim altına aldı; buna rağmen alana ulaşmak isteyenlere de hiçbir çukura düşerek alamayacakları zararın daha fazlasını kendi eliyle vermekten çekinmedi. Benzer şekilde 12 Eylül 2010 referandumunda yüzde 90’ı herhangi bir sendikal haktan yararlanamayan işçi ve emekçilere bir yetmez iki, o da yetmez istediğin kadar sendika diyen AKP hükümeti Toplu İş İlişkileri Kanunu ile birlikte grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkını neredeyse imkasız hale getirdi. 2023, 2053, 2071 gibi hedef tarihlerle adeta ölümsüz bir iktidar hevesini ortaya koyan AKP’nin ebedi varoluş için başkanlık sistemini işaret etmesi tabii ki boşuna değil. Bütün bu tabloya rağmen AKP hükümetinin neoliberal yalanlarından medet ummak fırtınalı bir havada delik bir kayıkla okyanusa açılmaktan farksız olacaktır… Tam da bu nedenle AKP hükümetinin barış ve demokratikleşme yalanına karşı işçi sınıfının bağımsız politik varlığı ve birliği, yoksul halkların özgürlüğü, eşitliği ve dayanışmasının sağlanması hayati bir önem taşımakta. İşçi sınıfın politik öncüsüne düşen görev, yaratılmaya çalışılan bu işbirlikçi/uyarlanmacı yalancı bahar çizgisi karşısında mücadeleci bir çizgiyi sonuna dek kararlı ve ısrarlı bir şekilde sürdürmek ve ilerletmektir. Bu doğrultuda işçi sınıfı ve kitle seferberlikleri içinde enternasyonalist devrimci bir işçi partisinin inşası zorunluluktur. Geçiş programı anlayışla, acil ekonomik ve demokratik taleplerle mücadelenin tam odağına yerleşmek işçi sınıfının politik öncüsü için ertelenemez bir görevdir.
4. İşçi sınıfının mevcut sınıf bilinci ve örgütlülüğü değerlendirildiğinde dünya ekonomik krizinin ağır ekonomik-politik sonuçlarına rağmen Türkiye’de devrimci olmayan bir durum yaşanmaktadır. Bununla birlikte kronikleşen krizin ve hak kayıplarının bardağı taşıran son damla etkisini ne zaman, nerede ve ne şekilde göstereceğini tam olarak bilmek mümkün olmasa da daha
derin ve yaygın toplumsal sorunlara gebe kırılgan bir dönem içindeyiz. Bu durum işçi sınıfının çok parçalı savunma mücadelelerine rağmen çok önemli bir potansiyel taşımaktadır. Neoliberal karşıdevrim saldırısının bir sonucu olarak bugün işçi sınıfının özellikle genç kuşak büyük çoğunluğu için sigortalı-sendikalı çalışma, yaşamı boyunca ya çok kısa süreli ya da hiç elde edemediği haklar haline geldi. Sınıf bilincinin gelişimini engelleyen bu gerçeklik, dünya ekonomik kriziyle birlikte çok daha ağır şekilde yaşanan hak kayıplarına rağmen bu kesimlerin örgütlü şekilde harekete geçme imkânlarını sınırlayabilmekte; çare bireysel/yerel kalabilmekte, çoğunlukla da başa gelen sineye çekilebilmekte. Ancak sınırlı sayıda toplu işten çıkarma süreçlerinde birlikte mücadele etme ve çözüm arama yoluna gidildiği görülmekte ki bunlar da yine tekil/yerel kalmakta. Çalışma hak ve koşullarında yaşanan uzun süreli gerileme ve dibe vurmanın hem nedeni hem de sonucu olan bu durum sınıf bilinci üzerinde çürütücü bir etki yaratmakta. Neoliberal AKP hükümetinin toplumun yarısının desteğine sahip olması bu tablonun bir göstergesi. Başta işçi sendikaları olmak üzere sınıf örgütlerinin büyük çoğunluğunda egemen hale gelen işbirlikçi/uyarlanmacı politik çizgi bu tablonun ana şekillendiricisi. İşçi sınıfı ancak mücadele içinde öğrenir ama sınıf örgütleri olmaksızın mücadeleler kendiliğindenci bir şekilde zafere ulaşamaz.
5. İşçi sınıfının öncüsüne düşen görev ekonomik saldırılara, işsizliğe ve yoksulluğa, baskıcı rejimin anti-demokratik uygulamalarına, cinsiyetçiliğe, ezilen Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının reddedilmesine, emperyalizmle işbirliği politikalarına ve doğanın tahribatına karşı oluşturulacak eylem programı ile toplumun tüm sömürülen ve ezilen kesimlerine önderlik etmesidir. Kitlelerin bağımsız sınıf seferberliklerini amaçlayan böyle bir eylem programı öncelikle işçi sınıfının ve emekçi halkların beklenti ve umutlarını manipüle etmeyi amaçlayan AKP hükümetinin sermaye yanlısı neoliberal yüzünü teşhir edebilmelidir. AKP hükümetinin yalanları dört temel saç ayağı üzerine oturmaktadır.
Birinci yalan ekonominin büyüyüp güçlendiği ve tüm toplumun bundan yararlandığıdır. Gerçek son 10 yıllık AKP hükümetleri döneminde çalışma ve sosyal hakların tarihsel ölçüde yitirilmesidir. Taşeronluk, esnek çalışma ve sendikasızlaştırma diğer bir ifadeyle güvencesizlik hiçbir dönemde AKP döneminde olduğu kadar yaygın olmamıştır. İşçi sağlığı ve güvenliğinden çalışma şart ve koşullarına kadar her şey sermayenin daha fazla kâr ve rekabet edebilme çıkarına göre düzenlenmektedir. İşçi ve emekçilerin bu tabloda payına düşen ise iş cinayetleri, düşük ücret, örgütsüzlük ve çok daha fazla işsizlik-yoksulluk olmaktadır.
İkinci yalan Türkiye’nin demokratikleştiği, hak ve özgürlükler önündeki engellerin kaldırıldığı, Kürt sorunu gibi tarihsel sorunların çözümlendiği ve yeni bir anayasa ile bütün bunların yasal ve kurumsal bir yapıya kavuşacağıdır. Oysa cezaevleri dolup taşmaktadır. İktidarın hoşuna gitmeyen her düşünce ve eylem terör olarak yaftalanmaktadır. Siyasetten medyaya, akademiden sanata tüm alanlarda tek tip düşünce ve davranış hukuk kisvesi altında topluma dayatılmaktadır. İmralı Süreci ile Kürt sorununda kalıcı ve tarihsel bir barış beklentisi “milli birlik ve beraberlik” etiketiyle damgalanmaktadır. Yaklaşık 30 yıldır akan kan ve gözyaşının durmasında referans haline getirilen “yeni anayasa” sermayenin neoliberal çıkarlarının idari, hukuki ve siyasi planda yasal ve kurumsal bir yapıya kavuşturulmasından ibarettir. Bu noktada “barış” bir suiistimal alanıdır…
Üçüncü yalan komşularla sıfır sorun politikasıdır. AKP hükümeti komşu halklarla değil başlarındaki diktatörlerle sıfır sorun politikası geliştirme yoluna girmiştir. Başta Ortadoğu ve Kuzey Afrika olmak üzere tüm bölgede statükoya yatırım yapan, bu doğrultuda Kaddafi, Mübarek, Esad gibi diktatörlerle anlaşmalar yapmaktan çekinmeyen Erdoğan hükümeti Ortadoğu ve Kuzey Afirka devrimleri süreciyle birlikte bel bağladığı diktatörlerin yıkılmaya başlaması karşısında uzun bir bocalama yaşamıştır. Ancak yıkılmakta olan diktatörlerin geri dönüşü olmadığını gördüğü noktada diktatörlere karşıyız, halkların yanındayız yalanına sarılmıştır. AKP hükümetinin “Arap Baharı”nın kendi politikalarının bir sonucu olduğunu söylemesi ise tam bir iki yüzlülüktür. Türkiye’de Kürtlerin anadilde eğitim hakkını kullanmasını dahi kabul edilemez bulan Başbakan Erdoğan’ı eğer bölge halkları başlarındaki diktatörlükleri yıkmak için ayaklanmamış olsalardı bugün Kaddafi, Mübarek ve Esad ile kol kola göreceğimiz çok açıktır. Irak’ta bağımsız bir Kürt bölgesinin oluşmaması adına Irak’a yönelik yıllarca her türlü baskı ve şantaj politikası güden Türkiye’nin halkların özgürlüğünden bahsetmesi inanadırıcı değildir. AKP hükümeti halkların değil çıkarlarının yanındadır.
Dördüncü yalan doğayla uyum içinde, tarihe ve kültüre yatırım yapan bir Türkiye’nin inşa edildiğidir. AKP hükümetleri döneminde ekonomik kalkınma ve büyüme adına doğanın ve kültür miraslarının tahribatı mubah kılınmıştır. Türkiye’nin dört bir yanında suyun ticarileştirilmesinden nükleer ya da hidroelektrik enerji santralleri için derelerin, ormanların, yaban hayatın katledilmesine, eşi benzeri olmayan tarihi eserlerin çanak-çömlek olarak küçümsenmesine, kentsel dönüşüm adına işçi ve emekçilerin kent merkezlerinden sürülmesine, kent merkezlerinin rant merkezlerine dönüştürülmesine dek uzanan bir tablo söz konusudur…
Sınıf Mücadelesinin Durumu
6. İktidara geldiği 2002 yılından bu yana AKP hükümetinin emekçi düşmanı uygulamalarının ana eksenlerinden birini işgücü maliyetlerini düşürmek oluşturdu. Bu hedefe yönelik olarak, iki yöntem sistematik olarak uygulandı ve uygulanmaya devam ediyor: düşük ücretler ve sosyal hakların gaspı. Böylece işçinin hem devlet hem de işveren tarafından bir yük olarak görülen maliyeti gittikçe azaldı; yoksulluk ve güvencesizlik ise sürekli arttı. Öyle ki bugün resmi olarak 16 milyon ücretli işçinin yüzde 44’ü asgari ücretle çalışıyor ve açlık sınırında bir yaşam sürüyor. Çünkü bir toplu pazarlık sürecini gerektiren asgari ücret kapalı kapılar ardında hükümet ve işverenin sınıf çıkarları doğrultusunda belirleniyor ve dayatılıyor. En temel hak olan güvenceli bir iş ve insanca yaşam ücreti ise bugün bu nedenle en önemli mücadele taleplerimizden biri olmaya devam ediyor
7. AKP sosyal hakların gaspı noktasında da planlı bir şekilde ilerledi ve işçi sınıfının birçok hakkını gasp ederek güvencesiz ve esnek çalışma koşullarını hâlihazırda dayattı. Özellikle 2008 yılında patlayan dünya ekonomik krizinin ülkeleri iflas eşiğine getirmesi kemer sıkma politikalarını dünya çapında düzeyde bir zorunluluk haline getirdi. AKP hükümeti de krizin faturasını işçilere kesen neoliberal saldırı programını uygulamaya koyarak krizin Türkiye burjuvazisini teğet geçmesini sağladı. Bunun önemli adımlarından biri 2008 yılında yürürlüğe giren 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’dur. Bu kanun ile sağlık ve sosyal güvenlik bir hak olmaktan çıktı ve piyasalaştırıldı. Bir diğer önemli gelişme 2009’da Yeni İşsizlik Sigortası Kanunu’nun onaylanması ile gerçekleşti. İşsizliğin muazzam derecede arttığı koşullarda, işsiz kalma durumlarında emekçilerin kullanımı için -üstelik onların ücretlerinden kesilmiş primlerle- oluşturulmuş fon, işverene teşvik amacıyla gasp edilmiş oldu. 2010 referandumunda iktidarı ve politikaları adına bir güvenoyu alan AKP, 2011 yılına ise Torba Yasa olarak sunduğu bir diğer saldırı paketi ile başladı. Yeni yasal değişiklikler içeren bu Torba Yasa birkaç maddesi dışında 2011 Şubat ayında kabul edildi ve esnek çalışma koşullarını yasallaştırdı. Tüm bu saldırıların ardında, 8 Şubat 2012 tarihinde Ulusal İstihdam Strateji Taslağı olarak açığa vurulan belgenin işaret ettiği üzere işgücü piyasasının güvencesizleştirilmesi ve esnekleştirilmesi hedeflendi. 2012-2023 yılları arasına yönelik planlama içeren bu belge, “güvenceli esneklik” kavramı üzerinden, esnek çalışma biçimlerini yaygınlaştırarak, Kıdem Tazminatının Kaldırılması, Bölgesel Asgari Ücret Uygulaması, Özel İstihdam Büroları üzerinden şekillendirdiği yeni bir saldırı dalgası sunuyor.
8. Bu saldırılar asgari bir yaşam sürdürmeyi zorlaştırırken, var olan işsizler ordusu çalışanların bu koşullara boyun eğmesinin bir aracı haline gelmiş durumda. En son açıklanan resmi rakamlara göre işsiz sayımız 2 milyon 554 bin ve işsizlik oranı da yüzde 9,1. Türkiye’de çalışma çağındaki her iki kişiden biri çalışmıyor. İşgücüne katılım oranı Ekim 2012 dönemi için %51 düzeyinde. İşsiz sayılmayan umudu kesik işsizlerin sayısı ve ev içi emeğin görünmez olmasının sonucunda açığa çıkan bu durum, Türkiye’de işsizliği olduğundan düşük gösteriyor. AB ülkeleri için Eurostat 2011 yılı verilerine göre işgücüne katılım oranı %71,2 düzeyinde. Türkiye’de iş isteyenlerin ve istihdam edilenlerin (işgücüne katılım) oranı AB ortalaması kadar olsaydı, Türkiye 11 milyon 110 bin kişiye daha iş yaratmak zorunda olacaktı. Bu kişilerin iş bulamaması halinde işsiz sayısı 13 milyon 652 bin olacaktı. Buna göre işsizlik oranı ise yüzde 34,9 düzeyine çıkacaktı. Gençler için ise durum daha da kötü. Gençlerin %52’si kayıtdışı çalışıyor. Umudu kesik işsizlerle birlikte her 4 gençten biri işsizdir.
9. Giderek artan esnek ve kuralsız çalışma biçimleri, kayıtsız çalışma ve uzun çalışma sürelerinin iş cinayetlerinde devasa bir artışa neden olduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de son 10 yılda toplam 10.723 işçi, her yıl ortalama 1072 işçi ölmüştür. Bu tablonun en önemli nedeni iş sağlığı ve güvenliği önlemlerinin, işverenlerin ezici
çoğunluğu tarafından bir maliyet unsuru olarak ele alınması, kurallara uyulmaması ve işyerlerine sendika sokulmaması ve işyerlerinin denetlenmemesidir. Özellikle taşeronluk zincirleri iş kazalarına adeta davetiye çıkarmaktadır. Öte yandan düşük sendikalaşma oranı yüksek işçi ölümü anlamına gelmektedir. Örneğin Zonguldak havzasında sendikalı işletmelerde çıkarılan 100 bin ton kömür başına işçi ölümü 0,3 iken, sendikasız taşeron işletmelerde bu sayı 8,3. Aradaki fark tam 34 kat. Özel sektörde sendikalaşma oranının yüzde 3’lerde seyrettiği bir ülkede iş cinayetlerinin giderek kitleselleşmesi rastlantı değildir.
10. İşçi sınıfı, bu koşullara karşılık sendikalı ve sendikasız işyerlerinde mücadeleler örgütlemektedir ancak bu mücadeleler savunma hattını geçememektedir. Sendikalı olmayan işyerlerinde direnişin geleceği işçilerin dayanma gücünün sınırına tabi olurken, sendikalı işyerlerinde ise süreç sendikanın politik çizgisine göre değişmektedir. Bilhassa sendikal faaliyet-örgütlenme nedeniyle işten çıkarmaların olduğu işyerlerinde sendikalar daha mücadeleci olabilmekte, daha uzun soluklu direnişler sürdürebilmektedirler. Bu mücadelenin akıbeti ise bir yandan işçilerin işyerindeki örgütlülük düzeyi bir yandan da sendikanın kararlılığı ile belirlenmektedir. Sendikalı / sendikalı olmayan / sendikalaşan işyerleri olsun süregiden her mücadelenin ileriye gitme dinamiğini oluşturacak sınıf birliği ve dayanışmasındaki zayıflık, saldırılar karşısındaki savunma gücünün de niteliğini ortaya koymaktadır. Var olan savunma gücü, sınıfın örgütsüz, direnişlerin parçalı yapısı nedeni ile oldukça zayıf kalmaktadır.
11. Bu zayıflık, AKP hükümetinin demokrasi maskesi altında işçi ve emekçi yığınlar üzerinde kullandığı “ikna” ve yetmediğinde “zor” araçları işçi sınıfı aleyhine bir durumu güçlendirmektedir. Kıdem tazminatı gaspından pek çok sendikal hak ve özgürlüklerin ortadan kaldırılmasına varana kadar tüm yasal düzenlemelerin “Taşeron işçilere müjde”, “örgütlenme özgürlüğü” şeklinde sunulması bu yanılsamayı güçlendirmektedir.
12. Sendikalaşmada dünya çapında da genel olarak bir düşüş yaşanmaktadır. Ancak Türkiye’de yaşanan düşüş OECD ortalamasının üç katından fazladır. Son 10 yılda OECD ülkelerinde sendikalaşmada yüzde 11 oranında bir gerileme yaşanırken, Türkiye’de gerileme yüzde 38 düzeyindedir. Öte yandan Türkiye’nin OECD’nin en sendikasız ülkesi olduğu dikkate alınacak olursa bu gerileme daha da ürkütücü boyutlara ulaşmaktadır. Aynı zamanda hükümet tarafından çıkarılan yeni yasalarla sendikalar işlevlerini giderek kaybetmektedir. Bunun son örneklerinden biri olan 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu (STİSK), neoliberal emek rejiminin yasal dayanaklarından biri olarak kabul edilmelidir. Bu yasa ile, 6 milyon 298 bin işçi için Toplu İş Sözleşmesi (TİS) hayal haline gelecek, 7 işkolunda işçiler yetkili sendika bulamayacak. Yine toplu sözleşme yapma yetkisi bulunan 51 sendikadan 31’i yetkisini kaybedecek. Öte yandan, “sendika özgürlüğünün güvencesi” olan sendikal tazminat kaldırılmış olup, TİS süreci patronların yasal itirazlarına açık hale getirildi. Kısacası, sermaye, AKP hükümeti sayesinde emek sömürüsünü güçlendirirken, AKP iktidarı, sınıfsal karakterine ve otoriter yönetim anlayışına uygun olarak dayattığı yasa ile toplu iş ilişkilerini taşeron, güvencesiz, esnek ve geçici çalışma biçimine dayalı olan “güvencesiz esneklik” paradigması doğrultusunda yeniden yapılandırdı.
13. 12 Eylül rejimi ve hukuku tarafından marjinalleştirilen işçi sınıfının sendikaları ve örgütlü kesimlerinin, bu yeni yasayla tamamen etkisiz hale getirilmesi amaçlanmaktadır. Öte yandan sınıfın az sayıda örgütlü kesimine karşılık gelen sendikalarda, sendikal bürokrasilerin sınıf uzlaşmacı tavrı bu saldırılara karşı etkin bir mücadele örgütleyememekte ya da mücadelenin önünde durabilmektedir. Taban basıncı ve/ya bizzat kendi varoluş kaygıları nedeniyle başlattıkları/destekledikleri eylemlilikleri ise belli bir aşamada yavaşlatma, yalnızlaştırma ve sonuç olarak sönümlendirme işlevi görebilmektedirler.
14. AKP Hükümeti döneminde sendikalara ilişkin olarak “yandaş sendika” olarak bilinen hükümetin desteğiyle güçlenen sendikaların kurulması/çoğalması ve bu sendikaların bir tür iktidarın politik-ideolojik hegemonyasını pekiştiren aktarım kayışlarına dönüşmesi çarpıcı bir olgudur. Öte yandan bu sendikalar, arkalarına aldıkları iktidar desteği ile baskı, zorlama ve tehdit yoluyla çalışanları, yıllardır üyesi oldukları sendikalardan istifa ederek kendi sendikalarına üye olmaya zorlaştırmışlardır. Bunun en çarpıcı örneği ise Memur-Sen’dir. Memur-Sen’in üye sayısı 8 yılda 79 binden 400 bine ulaşmıştır. Öte yandan, bu politika mücadele geleneği olan bazı sendikaların hızla taban kaybetmesine, yetkisizleşmesine yol açmaktadır. Buna karşın, yakın zamanda metal sektöründe işçiler bağlı bulundukları sendikanın bürokrasisine karşı eyleme geçerek, daha mücadeleci buldukları başka bir sendikaya geçmişlerdir. Bu tip olumlu örnekler önümüzdeki dönemde daha sık gündeme gelebilir.
15. Sol parti ve grupların çoğunluğu sınıfın bilinci ve hareketinin mevcut durumunu zaman zaman izlenimci zaman zaman hareketçi bir anlayışla yorumlayarak sınıfın süre giden önderlik krizine çözüm yaratmaktan uzak durmaktadırlar. Kimi sekter tutumlar direnişlerin bir araya gelmesini engeller hatta kendi içinde bölünmesine bile neden olurken, kimi uyarlanmacı eğilimler de anti-partici tutumları ile birlikte işçi sınıfını mücadelenin öznesi olma konumundan uzaklaştırmakta, işçi sınıfının iktidar hedefini ihmal etmektedir.
16. İşçi sınıfının iktidar hedefini ihmal eden siyasi kurumların karşı karşıya kaldığı bir diğer sorun ise mevcut toplumsal hareketlerin taleplerini ve bunun sınıf mücadelesi ile bağlarını kurma yetisini gösterememektir. Bunun iki temel sonucu vardır: Birincisi, Sol’un çoğu kesimi bu hareketlerle ilişkisini kendi güncel duyarlılığı oranınca bir “dayanışma” olarak ortaya koymakta ve eylem birliklerine yönelik bir çabaya girişmemektedir. İkincisi, Sol’un belli kesimleri tüm mücadele alanlarını ve inşa perspektiflerini bu hareketlerin içinden kendilerince taktiksel gördükleri bazılarının -genellikle birinin- mücadelesine indirgemektedir. Neticede, kadın hareketi, lgbtt hareketi, öğrenci hareketi, çevre hareketi, hepsi ayrı öznelerce ayrı birer mücadele alanı olarak tarif edilmekte, göreli yükselişlerine göre değer biçilmekte ve daha önemlisi bu sorunların her biri programsızlaştırılmaktadır.
Kürt ulusal mücadelesi
17. Kürt sorunu Türkiye Cumhuriyeti’nin tek devlet, tek bayrak, tek millet kuruluş ideolojisinden beslenen inkâr ve imha politikalarının bir sonucudur. Bu ideolojik-politik hat doğrultusunda 1990’lı yıllara kadar Kürt kimliği resmi olarak yok sayıldı. Kürtlük adına her düşünce ve tutum yasal ve yasa dışı yöntemlerle en ağır şekilde cezalandırıldı. Reaksiyoner PKK’nin 1984’te başlattığı silahlı mücadele Kürt sorununu görünür kılarak Türkiye’nin birinci gündem maddesi haline getirdi. On binlerce insanın hayatını kaybetmesine yol açan “düşük yoğunluklu savaş” Bonapartist rejimi ve burjuva hükümetleri doğrudan şekillendirmeye başladı.
18. 1989’da Berlin Duvarı’nın ve ardından SSCB ve Doğu Bloku’nun yıkılması; başını ABD’nin çektiği emperyalist güçlerin Irak’ı işgal girişimi; 36. paralelde Irak Kürdistan bölgesinin temellerinin atılması gibi iç ve dış faktörlerin ülke, bölge ve dünya güç dengelerini değiştirdiği bir konjonktürde ilk kez resmi olarak “Kürt realitesi”nden de bahsedilme noktasına gelindi. 1990’lı yıllar tek devlet, tek bayrak, tek millet fikri üzerine kurulan ve sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle propagandasıyla ayakta tutulmaya çalışılan toplum modelinin ideolojik, politik ve ekonomik temellerinin çatırdamaya başladığı yıllar oldu.
19. 1980 ve 1990’lı yıllar boyunca doğrudan kontrgerilla yöntemleriyle fiziksel olarak yok edilmeye çalışılan Kürt siyasal hareketi 1999’da Öcalan’ın uluslararası bir operasyonla ele geçirilmesine rağmen güç ve yaygınlık kazanmaya devam etti. Bununla birlikte Öcalan yakalanmasından çok önce “bağımsız Kürdistan” hedefini revize ederek “demokratik cumhuriyet” fikrini geliştirmeye başlamıştı. Ayrı bir Kürt devleti yerine “kültürel otonomiye” ve “yerinden yönetim”e imkân verme temelinde yeniden yapılanan demokratik tek devlet anlamına gelen bu projenin daha Özal döneminde burjuvazide karşılığı vardı. Bu karşılık; giderek güçlenen yerel burjuvazinin ve çıkarları bürokratik devlet aygıtının gevşetilmesinden yana olan egemen burjuvazisinin bir kesiminin, yeni sermaye birikim süreci ihtiyaçlarından ve dünya konjonktürünün değişen dengelerine uyum sağlama arayışından kaynaklanıyordu. Kurulu düzenin egemen politik-ekonomik güçleri ise aleyhlerine gelişecek bu süreci akamete uğratmak için askeri darbe dâhil tüm kozlarını devreye soktu. Rejim içi güç dengelerinin değişmesine yol açan bu kapışma AKP hükümetleriyle birlikte eski rejim güçlerinin büyük oranda etkisizleştirildiği yeni bir denge oluşmasını sağladı.
20. AKP hükümetleri Bonapartist rejimin klasik baskı-şiddet politikalarını Kürt siyasi hareketine karşı uygulamaktan hiç vazgeçmedi. Bununla birlikte 30 yıllık “düşük yoğunluklu savaş”ın Kürt ulusal bilincinde yarattığı sıçramayı ve mücadele sonucu fiilen elde edilen kazanımları tolere ve manipüle etmek isteyen AKP hükümetleri bir yandan bu amaçla kimi kısmi demokratik açılımlara girişti. Her biri rejim duvarlarına hapsolmasına
rağmen Öcalan bu açılımların güçlenerek devam etmesi adına AKP hükümetlerini -kendi deyimiyle- zora sokacak işlere girişmedi. Rejimin yeniden yapılanmasında kritik bir kırılma ve aşama olan 12 Eylül referandumunda boykot tutumuyla pasif destek sundu. Çözüm noktasında belirleyici aşama olarak lanse edilen İmralı Süreci böylesi bir politik-tarihsel arka plan çerçevesinde gelişti. Kendi kaderini tayin hakkını içermeyen bu uyarlanmacı süreç PKK’nin silahlı-reformist karakterinin de bir ifadesi olarak şekillendi.
21. Baskı ve şiddet rejiminin ezilen halklar için devrimci dönüşümü ancak kaderini tayin hakkı etrafında örülebilir. Kaderini tayin hakkı Kürt halkının hiçbir baskı, sınırlama ve yönlendirme altında kalmadan, ayrılma hakkı dâhil olmak üzere özgür iradesiyle nasıl yaşayacağına karar verme hakkıdır. Oysa İmralı sürecinde müzakerenin sınırları AKP hükümetinin çizdiği kırmızı çizgilerle belirlenmekte. Bu nedenle İmralı süreci Kürt halkının kendi kaderini tayin ettiği değil teslim ettiği bir süreç dinamiği taşımakta.
22. 40 yıldır dünya emekçilerini ve yoksul halkları daha kötü çalışma ve yaşam koşullarına iten karşı devrimci neo-liberal politikalar dünya ekonomik kriziyle çok daha ağır ve kalıcı koşullara dönüşürken; Arap devrimleri bölge ve dünya sınıflar mücadelesini sarsarken; Avrupa, Asya ve Latin Amerika’da işçiler ve emekçi yoksul halklar emperyalist-kapitalist sistemin çözüm önerilerine karşı mücadelelere girişirken; dünya devriminin en önemli merkezlerinden biri olan Ortadoğu’da neredeyse 30 yıldır mücadelenin kalbi olmuş bir halk hareketinin, Kürt siyasal hareketinin, nihai amacı bölgenin emperyal gücü olmak olan bir hükümetle kendi kaderini tayin hakkını devre dışı bırakarak, üstelik hiçbir kalıcılık garantisi olmayan kısmi haklar için müzakere masasına oturuyor olması sınıflar mücadelesi açısından ancak tarihsel ölçekte dramatik bir yenilgi ve hayal kırıklığı olabilir.
23. Kürt halkının tek ve gerçek müttefiki/dostu işçi sınıfıdır, bölgenin emekçi yoksul halklarıdır. HDK ve benzeri yapılar ideolojik-politik/programatik nedenlerle proletaryanın ve emek eksenli mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaktır. İmralı süreci bunun en açık göstergesidir. 10 yıldır izlediği neoliberal politikalarla cumhuriyet tarihinin en işçi düşmanı hükümeti olan AKP’yi demokrasinin inşasında referans haline getiren bu anlayışlar kendi bindikleri dalı kesmektedir.
Acil Taleplerimiz
—Emperyalizmden kopuş!
Türkiye derhal NATO’dan çıksın!
Emperyalizmle yapılmış tüm antlaşmalar feshedilsin!
Emperyalist işgal ve saldırganlığa hayır!
Emperyalizm Ortadoğu ve Kuzey Afrika devrimlerinden elini çek!
Yıkılsın Siyonist İsrail Devleti!
Yaşasın birleşik, laik, demokratik ve ırkçı olmayan Filistin!
Bankalar millileştirilsin, borsa yasaklansın!
Dış borç ödemelerine hayır!
—Siyasal demokrasi!
Demokratik haklar ve özgürlükler önündeki tüm fiili ve yasal engeller kaldırılsın!
Rejimin baskı ve şiddet uygulamalarına son!
Seçim barajı kaldırılsın!
Emekten ve özgürlüklerden yana yeni bir demokratik anayasa için Kurucu Meclis!
Herkes için sendikalaşma hakkı!
Kürt halkı için kendi kaderini tayin hakkı!
Anadilde eğitim hakkı!
Siyasi ve askeri operasyonlara son! Tüm tutsaklar için genel af!
—Herkes için güvenceli bir iş ve insanca yaşam ücreti!
Özelleştirmeler yoluyla kamu adına üretim ve hizmetleri tasfiye eden,
Güvencesiz ve esnek çalışma koşullarını başat kılan,
Sağlık ve sosyal güvenliği bir hak olmaktan çıkarıp piyasalaştıran,
Esnek, uzun, kayıtsız ve kuralsız çalışma biçimleriyle iş cinayetlerinde devasa bir artışa neden olan,
Krizin faturasını işçilere çıkaran, işsizlik fonunu dahi işverene sermaye yapmaktan çekinmeyen AKP hükümetinin sermaye yanlısı neo-liberal politikalarını reddediyoruz…
Özelleştirilmelere son! Özelleştirilmiş tüm işletmler işçilerin kontrolü altında millileştirilsin!
Kıdem tazminatının tasfiyesine hayır! Tüm çalışanlar için Kıdem tazminatı hakkı!
Bölgesel Asgari Ücret Uygulaması’na hayır! Herkes için insanca yaşam ücreti!
Özel İstihdam Büroları’na hayır! İnsan onuruna uygun emek düzeni!
Taşeron çalışmaya hayır! Herkes için güvenceli bir iş!
Mezarda emekliliğe hayır! Tüm çalışanlar için ulaşılabilir emeklilik!
İşten atmalar yasaklansın! Ücretler düşürülmeksizin 6 saat 4 vardiya çalışma!
İşsizlik fonunun işverene sermaye olmasına hayır! Fon tüm çalışanların hizmetine!
“Güvenceli esneklik” bir yalandır! Herkes için güvenceli bir iş ve insanca yaşam ücreti!
—Cinsiyetçi uygulamalara son!
Cinsiyetçi işbölümüne hayır!
Esnek değil, güvenceli iş; eşdeğer işe eşit ücret!
Her işyerine ve mahalleye kreş!
Her mahalleye, ilçeye nitelikli sığınma evleri!
Kadın katillerine, taciz ve tecavüzcülere ceza indirimine son!
Her kadına ücretsiz ve güvenli kürtaj hakkı!
—Doğanın tahribine hayır!
Kentsel dönüşüm adına doğanın yıkımına, barınma hakkının gaspına hayır!
Nükleer santrallere hayır!
HES İnşaatları durdurulsun!
Suyun ticarileştirilmesine hayır!