Lev Troçki, Siyonizm ve bürokratik sol akımlar

34 yaşındaki Lev Troçki, Avrupa’da sürgündeyken çıkarmayı sürdürdüğü işçi gazetesinin basımını finanse edebilmek ve ailesinin geçimini sağlayabilmek için Balkan Savaşları sırasında gazetecilik yapmaya başlamıştı. Bu yıllardaki gazetecilik faaliyetleri, ona, askerlik bilimini ve onun sahada uygulanmasını deneyimlemesi için eşsiz bir fırsat yarattı. Bu deneyim daha sonra, genç işçi devletini Çar’ın eski generallerinin ve emperyalistlerin ordularına karşı, Kızıl Ordu’nun başında savunurken oldukça iş görecekti.

Troçki’nin Balkan Savaşları yazıları, yalnızca, oldukça karmaşık bir milliyetler ağı zeminine sahip olan bir savaşın, kaotik askerî manevraların ve saklı mesajlar içeren diplomatik açıklamaların, Avrupa ve Rusya işçi sınıfları için nasıl duru bir şekilde, devrimci bir perspektiften özetlenebileceğinin örneklerini sunmaz. Bunlar aynı zamanda, yeteneklerini romanlarda değil ama devrimci deklarasyonlar ile makalelerde kullanmayı tercih etmiş olan bir edebiyatçının son derece parlak anlatımlarıdır da. Troçki, Marksizmin sürekli devrim benzeri zahmetli kavramlarını, tespiti büyük bir deha gerektiren vurucu sahnelerle işler:

“Uzakdoğu ülkeleri ve önemli bir dereceye kadar Rusya gibi, Yakındoğu ülkelerine de tarih, barbarlıktan kapitalist uygarlığa tedrici bir geçiş için çok az zaman tanımıştır. Tarih, onları, daha doğru düzgün karayolları yapmadan demiryolları inşa etmeye ve uçaklar edinmeye zorlamıştır; mülkiyet sahibi sınıflarının kafaları üzerine, daha o kafalara Avrupalı fikirler girmeden parlak silindir şapkalar yerleştirmiştir; nihayet, şehirlerinin varoşlarındaki kirli su haznelerini, pis koku ve veba rezervuarlarını henüz kurutmadan, merkezlerini harika elektrik lambalarıyla aydınlatmaktadır.”(1)

Bu makalesinde, genç Rus devrimci, Bulgaristan’ın başkenti Sofya’daki bir Yahudi mahallesi olan Üç Pınar’ı tasvir eder. Rus Devrimi’nin gelecekteki önderi, mahalleye girer:

“Üç Pınar’dayız, semtin Yahudilerin oturduğu kesimindeyiz. (…) Deliklere benzeyen kapılardan, sefaletin, dehşetin ve insanın zavallılaşmasının ete kemiğe bürünmüş şekilleri gibi görünen parmaklar uzanıyor. Acınacak bir halde, korku ve ümitle gözlerimizin içine bakıyorlar. İki büklüm, ihtiyar Yahudiler, vücutlarının bir parçası olmuş gibi gözüken pis paçavralar içindeler, çerçeveleri yeşile dönmüş ve burunları üzerinde eğri büğrü duran büyük gözlükler gözlerinde.

Dişetleri kansız görünen ve gözlerinin etrafında hayra alamet sayılamayacak mor halkalar bulunan gençler otomatik bir hareketle sadaka için ellerini uzatıyorlar, belli ki, bu eller hiç sabun yüzü görmemiş.”(2)

Lev Troçki, meşhur Yahudi sorununa yönelik tarihsel materyalist bir perspektif benimsemişti: Küresel kapitalizmin finansal gelişimi altında bir millet-sınıf olarak Yahudilerin yeni toplumsal konumunun keskin çelişkilerini görüyor ve bu çelişkilerin ancak sınıf mücadeleci bir yaklaşımla, sosyalist bir temelde çözülebileceğini biliyordu. Yukarıdaki satırların yazılmasından 11 yıl önce, Rus hareketinin 1902’deki meşhur kongresinde, örgütsel özerklik talep eden Yahudi işçi birliği Bund’a karşı Lenin’le kurduğu ittifakın altında bu materyalist anlayış birliği yatıyordu.

O sırada, 1913’te ise, Lev Troçki aynı materyalist perspektiften hareket ederek, Üç Pınar Mahallesi’ndeki işletmelerin tanıtımını sembolleştirerek, yine karmaşık olabilecek bir teorik soruna açıklık kavuşturuyordu:

“Gelgelelim, bu yokluk ve yoksulluk batağında bir fikir savaşı sürüyor. Bu savaş tabelalardan bile izlenebiliyor. İşte şurada ‘Siyon Taverna ve Kahvehanesi’, hemen onun yanında Chaim Sh. Varsano’nun işlettiği ‘Enternasyonal Kahvehanesi’. Bunlar, Yahudi makhla’sını (mahallesini) bölen iki temel ilke: Siyon ve Enternasyonal. Bazıları, bu pis kokan sular içinde boğulmuşken, kendilerini doğacak Siyon Krallığı efsaneleriyle avutuyorlar, oysa ötekiler, kendilerini dinsel ezgilerin ve ulusal batıl inançların sihrinden kurtarmış ve umutlarını emeğin sosyalist enternasyonaline yöneltmişler.”(3)

Yahudi sorununun farklı çözüm yollarının simgeleştiği iki tabela, yani iki zıt politika: Siyonist politika ve enternasyonalist politika. Üç Pınar Mahallesi’nde bir “Burjuva-Demokratik Taverna” bugün bile yok çünkü Yahudi sorununun bir ulusal burjuva-demokratik çözümü yok: Çözüm ya faşist olabilir, ya da sosyalist. Zira öyle de oldu.

20. yüzyıl boyunca Yahudi sorunu iki defa faşizmle aracılığıyla çözülmeye çalışıldı. Bunlardan ilki, Nazizmin “Nihai Çözüm” adını verdiği ve Yahudileri yok etmeyi öngören plandı. Alman işçi sınıfının, Kremlin’in politikaları tarafından hazırlanan korkunç yenilgisi, Hitler’in partisini iktidara taşıdı. Bu parti Yahudi sorununu soykırım yoluyla çözmek istedi ve nihayetinde, kıta proletaryası ile Kızıl Ordu’nun büyük fedakarlıklar gerektiren ortak çabalarıyla yenilgiye uğratıldı.

Yahudi sorununun ikinci kez faşizm aracılığıyla çözülmeye çalışılması, ilk denemenin öznesi olan Nazilerin yenilgisinden yalnızca birkaç yıl sonra geldi ve ABD-İngiltere emperyalizmi ile Stalinist bürokrasinin ortak onayı altında organize edildi: Filistinlileri mülksüzleştirmeyi, topraklarından kovmayı ve katletmeyi öngören Siyonist devlet projesi. Bu proje, meşruiyetini, sözüm ona gökten indiği sanılan Tevrat’tan aldığını iddia ediyordu; ancak aslında projenin “meşruiyeti”, hem ABD-İngiltere emperyalizmlerinin Ortadoğu bölgesindeki finansal-mali çıkarlarından, hem de Kremlin bürokrasisinin yakın ticari ilişkilere sahip olduğu Bonapartist Arap diktatörlüklerindeki yayılmacı heveslerinden kaynaklanıyordu.

Peki, Hegel’in meşhur deyişiyle, çözüm denemelerinin ilki trajedi ve ikincisi de komedi miydi? Bu soruya cevabı, “İsrail’in” kurulmasından 8 sene ve bir Stalinist ajan tarafından katledilmesinden bir ay önce, Temmuz 1940’ta Lev Troçki vermişti:

“Yahudi meselesini Yahudilerin Filistin’e göçüyle çözme çabası ancak ne olduğuyla değerlendirilebilir: Yahudiler için bir trajedi. (…) Bugün Yahudilerin selametinin kapitalizmin devrilmesine kopmaz derecede bağlı oluşu hiç bu kadar açık olmamıştı.”(4)

Siyonizm, yıkım koşulları olgunlaşan kapitalizmin o denli gerici bir dışavurumuydu ki, dünya tarihinin Hegelci diyalektiğine bile izin vermiyordu: İlkinde trajedi olan, bir kere daha bir trajedi biçimini almıştı. Troçki’nin tanımladığı üzere, Siyonizm, “çöküş çağındaki kapitalizmde Yahudi sorununu çözmek için kullanılan ütopik ve gerici bir niteliği olan yöntemlerden” idi.(5) Siyonizm, Troçki’nin faşizmi tanımlarken kaydettiği üzere, “emperyalist kültürün kimyasal bakımdan saf bir damıtılmasıydı.”(6)

Uluslararası Troçkist hareket ve Dördüncü Enternasyonal’in Filistin seksiyonu, 1930’lar ve 1940’lar boyunca, anti-Semitizmin Nazi iktidarı örneğinde ulaştığı barbar boyutların yarattığı olağandışı basınçlara rağmen, bu politik temelde Siyonizme karşı mücadeleyi sürdürdü. Sol Siyonist yayın organı Hashomer Hatzair, Dördüncü Enternasyonal’e ve onun anti-Siyonist programına muhalefetini açıkladığında, Filistin’i sömürgeleştiren ve orada bir Siyonist devlet kurmayı hedefleyen İngiltere’nin Troçkist hareketi bu sevindirici muhalefete aşağıdaki satırlarla cevap vermişti:

“Yahudi milliyetçiliğinin büyümesi antisemitizme karşı elbette doğal bir sonuç ve doğal bir tepkidir. Genel olarak ezilen bir halkın milliyetçiliği Marksistler tarafından ilerici olarak kabul edilir. Ancak Yahudi milliyetçiliği söz konusu olduğunda Siyonizmin gerici bir yanı da vardır çünkü amaçlarının gerçekleşmesi için İngiliz emperyalizmine bağımlıdır.

Arap mücadeleleri sırasında Siyonistler, İngiliz emperyalizmine bağımlılıklarının gerici sonuçlarını yeterince gösterdiler. İşçi sendikası Histraduth ve bizim ‘Marksist’ Hashomer Hatzair de dahil olmak üzere Siyonistler, Arapların İngiliz vahşetine, zindanlarına, sıkıyönetimine vs. karşı protesto amacıyla duyurdukları her politik grevin karşısında açıkça grev kırıcılığı yaparak ve grevleri kırarak Arap ulusal mücadelelerinin bastırılmasını desteklediler.”

İngiltere emperyalizmi tarafından Siyonizme atfedilen ilk görev, Arap halklarının anti-feodal ve anti-emperyalist mücadelelerine karşı sömürgeci ve bölücü bir askerî-finansal karakol olarak kullanılmasıydı. İlk Siyonist yerleşimcilerin toplumsal rolü, oluşturdukları paramiliter faşist çeteler eliyle, Arap kitlelerin yarı-feodal yöneticilerine ve emperyalist İngiltere’nin sömürge valililerine karşı mücadelesini terörize etmekti. Bu, Avrupa ve Alman proletaryasını terörize etmek için Yahudileri sistematik olarak katleden Hitler’in taktiğinin aynısıydı. Etnik temizlik pratiği Nazilerden ödünç alınmıştı, finansmanı sağlayan ise “demokratik” emperyalizmdi.

Filistin topraklarının üzerinde yeni bir soykırımcı Apartheid devletinin kurulmasına yönelik küresel işçi muhalefetinin bastırılması rolünü ise Kremlin’deki Stalinist bürokrasi üstlendi. Tıpkı, 1931 Prusya Landtag (parlamento) Referandumu’nda, sosyal demokratlara karşı Naziler lehine oy kullanılmasını öneren ve bunun mazereti olarak da sosyal demokrasinin başlıca düşman olduğunu öne eden Stalinist çizginin gösterdiği müthiş beceriksizlik ve öngörüsüzlük örneğinde yaşandığı üzere, Stalinizm, bir kere daha, uluslararası işçi hareketinin canına okumak üzere, kendine özgü çarpık şablonlar ve politik-teorik hatalar üretmek üzereydi.

Stalinizm, Rusya içerisinde son derece katı bir ırkçı anti-Semitizm politikası gütmeyi sürdürürken, uluslararası alanda Siyonist harekete olan desteğini açıkladı. Stalinizmin, düşünce gücü alanında pek parlak olmayan yeteneksiz “teorisyenleri”, Siyonizmin, Arap feodalizmine ve İngiltere emperyalizmine karşı ilerici mücadeleleri doğuracak olan bir politik akım olduğunu ilan ettiler. Alman işçi sınıfını Nazizmin iktidara gelişi karşısında siyasal olarak silahsızlandıran Kremlin, şimdi de Siyonizmin tarihsel ve politik rolünü tepetaklak ederek, dünya işçi sınıfının ve küresel sınıflar mücadelesinin Siyonizmin suçları karşısında felçleştirilmesi görevini üstleniyordu.

Filistinli bir grup devrimci sosyalist, Stalinizmin, Siyonizmin tarihsel rolüne yönelik gerçekleştirmeye çalıştığı bu revizyonu oldukça erken bir tarihte fark etti ve Aralık 1944’te İngiltere’deki İşçi Partisi’nin kongresine gönderdikleri bir mektupta, bu olguya dikkat çekti. Bu mektubun hedefi, İngiltere’deki işçi hareketini, Britanya emperyalizminin Filistin topraklarında işlemeyi sürdürdüğü ve işleyeceği sömürgeci suçlar konusunda uyarmak ve bu hareketin Siyonizm karşısında doğru bir politik tavır almasına yardımcı olmaktı. İşçi Partisi’nin kongresine Troçkist hareket tarafından ulaştırılan bu mektupta, Stalinizmin revizyonizmine aşağıdaki gibi dikkat çekiliyordu:

“Komünist Partilerin yeni çizgisi artık kapitalizmin devrimci bir şekilde devrilmesini hedeflemiyor. [Bu yeni çizgi] imparatorlukların ortadan kaldırılmasını savunmaktan vazgeçti (tam tersine, Fransız komünistleri Büyük Fransız İmparatorluğu’nu destekliyor ve İngiliz komünistleri de İngiliz İmparatorluğu’nun birliğini destekliyor). Bu yeni vatansever, emperyalizm yanlısı dönüş ve Komintern’in dağıtılması, Siyonist yanlısı bir tutum için uygun bir zemin sağlıyor.

(…)

Her şeyde olduğu gibi, Amerikan komünistleri İngiliz kardeşlerini geride bıraktı. Örneğin, ABD Komünist Partisi’nin Yidiş organı olan Morgenfreiheit gazetesi, 26.02.1944 tarihli sayısında, editörlerden birinin, Ak Kâğıt’a Karşı Mücadele (7) başlığı altında, Filistin’i Yahudi Milletler Topluluğu’na dönüştürmeyi amaçlayan Kongre Komitesi’nin taslak kararına karşı çıkmaya cesaret eden Siyonist olmayan Yahudilere saldıran bir makalesini yayımladı.

(…)

Böylece, ‘Mültecilere Amerika’nın kapılarını açın’ talebini yükseltmek yerine Siyonizmi destekliyorlar! Yahudi sorununu çözecek olan uluslararası sosyalist devrim yerine Yahudi Ulusal Vatanı’nı [destekliyorlar]!

Avustralya Komünist Partisi’nin Siyonizme yönelik bakış açısını değiştirdiği de görülüyor. Bu, [onların] Siyonist Gençlik Göç Fonu’na verdiği destekle kanıtlanıyor.

Ne yazık ki, yurtdışından aldığımız seyrek haberler çok ayrıntılı değil, ancak bu yeni çizginin hiçbir yerde (tabii ki Arap ülkelerindekiler hariç), hiçbir Komünist Parti’den muhalefetle karşılaşmadığı anlaşılıyor.

(…)

Ancak şu anda resmi Sovyet politikasının ne olduğunu kesin olarak söylemek imkansızdır. [Onların] sabit bir çizgileri yok ve zikzak hareketleri, koşullara bağlı olarak, onları bazen Siyonistlere, bazen de Arap davasına yaklaştırabilir.

Her durumda, Kremlin’in Churchill, Roosevelt ve Smuts ile yakınlaşması, sömürge ayaklanmaları da dahil olmak üzere devrimci ayaklanmalara karşı emperyalizmi desteklemesi ve Yahudi sorununu tek başına çözebilecek olan sosyalist devrimden vazgeçmesi, Komünist Partiler tarafından Siyonist heveslerin resmî olarak tanınması için zemin hazırlamaktadır.”

Filistinli devrimci sosyalistlerin 1944’te dile getirdikleri isabetli içgüdüleri, 3 yıl içerisinde acı verici bir şekilde doğrulandı. Daha önce başka bir yazımızda da işlediğimiz üzere, Stalin’in SSCB’si 1947’de Birleşmiş Milletler’de (BM) Filistin’in paylaştırılması lehinde oy kullandı. Stalin’in yeni “İsrail” devletini resmen tanıması yalnızca 3 gününü aldı. Ancak Stalinist bürokrasi bununla da kalmadı ve Çekoslovakya üzerinden Siyonist paramiliter çete Haganah’a silah yardımında bulundu. Tıpkı önceki yazımızda belirttiğimiz üzere, “bunun anlamı, Stalin ile Stalinizmin Filistinlilerin soykırıma uğratılmasına ve Nakba’ya maddi destek vermiş olmasıdır.”

Filistin’deki partimiz, Kremlin’in bu cani politikası karşısında uzlaşmaz bir mücadele verdi. Filistinli Troçkistler, Arap işçi sınıfını Siyonizmin soykırımcı ve işgalci programı karşısında terk eden Stalinist politikaya Mayıs 1948’de şöyle cevap veriyordu:

“Ya Sovyetler Birliği? Neden, onun temsilcisi, Birleşmiş Milletler senaryosunun gerçek bir dalavere olduğunu haykırmadı? Görünüşe göre, SSCB’nin güncel dış politikası sömürge halklarının mücadelesiyle pek ilgili değil. Ve ‘Büyük Birader’ için Filistin ikincil bir sorun olduğundan, Sovyet diplomatları Stalin’in, ekonomik ve toplumsal farklılıklarına rağmen ‘Sovyetler Birliği, Amerika ve Britanya ile yolun ortasında buluşmaya hazırdır’ yolundaki yargısının daha uygun olduğunu düşündüler. 

İşte Birleşmiş Milletler Filistin sorununu böyle ‘çözdü.’ Daha önce Hindistan, Yunanistan ve Hindiçin’de masaya koyulan aynı berbat yemek.”

Stalinist SSCB’nin lehinde oy kullandığı BM tasarısı hakkında, yine Filistinli Troçkistler dünya işçi hareketini, daha Eylül 1947’de uyarmışlardı:

“BM komitesinin tasarısı ne Yahudiler ne de Araplar için bir çözümdür; bu tasarı yalnızca ve tümüyle emperyalist ülkeler için bir çözümdür. Siyonist politikacılar, emperyalizmin onlara fırlattığı kemiği iştahla havada kaptılar. (…) Ya Filistin Komünist Partisi? Görünüşe göre o, ‘adil’ bir BM çözümü beklentisi içinde. (…) Tüm bunlara karşılık, biz diyoruz ki: Tuzağa düşmeyelim! Yahudi sorunun çözümü, ülkenin sorunlarının çözümü gibi, ‘yukarıdan’, BM’den ya da başka herhangi bir emperyalist kurumdan gelmeyecek. (…) Yahudi sorununu çözmek için, kendimizi emperyalizmin boyunduruğundan kurtarmamız gerekiyor.”

Yukarıda da belirttiğimiz üzere, Stalinizmin Siyonist yerleşimciliğe ve Filistin topraklarının sömürgeleştirilmesine açıkladığı desteğin sözde politik mazereti, Siyonizmin Arap toprak sahiplerine ve Britanya emperyalizmine karşı ilerici bir mücadele vereceği yönündeki düş ürünü çıkarımıydı. Durum böyle olunca, birisi şu soruyu sorabilir: Siyonizmin, yarı-feodal Arap egemen sınıflarına ve Britanya emperyalizmine karşı mücadele etmediği ancak tam tersine, ABD-İngiltere emperyalizmlerinin taleplerinin aktarma kayışı olarak bölgede işgaller ile katliamlara giriştiği ve rolünün aslında bölgedeki sınıf mücadelesinin atılımlarını karşıdevrimci bir güç olarak bastırmak olduğu anlaşılınca, Stalinist politikada bir değişim yaşandı mı?

Bu soru, Stalinist bürokrasinin bizzat kendisi tarafından büyük bir dürüstlükle cevaplanmıştır. 1986 yılında SSCB, kendisinin Ortadoğu’ya yönelik devlet politikalarını soru-cevap şeklinde açıkladığı bir kitapçık yayımladı. Sovyet hukukçuları ve bürokratları tarafından kaleme alınan bu kitapçık, SSCB’nin “İsrail’e” yönelik tutumunu şöyle açıklıyordu:

“Filistin’in paylaştırılması konusundaki 181 (II) sayılı BM Genel Kurulu kararı niçin son zamanlarda Sovyet liderlerinin demeçlerinde sıkça yer almaya başlamıştır?

(…)

İsrail Devleti Bağımsızlık Bildirgesi’nde ‘Yahudi halkın kendi bağımsız devlet kurma hakkının Birleşmiş Milletler tarafından tanınması doğruluğundan kuşku duyulamayacak bir karardır’ diye vurgulanmıştır. Günümüzde buna karşı çıkacak pek kimse yoktur.

(…)

Sovyet liderlerinin BM Genel Kurulu’nun 181 sayılı kararına atıfta bulunmaları, Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu sorununun çözümüne ilişkin tutumunda herhangi bir değişiklik olduğunu değil, bu konunun özüne ilişkin Sovyet tutumunun ilkeselliğini göstermektedir. Sovyetler Birliği, 1947 yılında 181 sayılı karar lehine oy kullanarak, Filistin’de bağımsız iki devlet – bir Arap ve bir Yahudi devleti – kurulmasını desteklediğini açıkça belirtmiştir.”(8)

Kitapçık, Stalinist bürokrasinin tarihsel suçlarını sahiplenmeyi sürdürerek devam eder:

“Sovyetler Birliği, Filistin’in bir Yahudi ve bir Arap devleti olmak üzere iki bağımsız devlet olarak paylaştırılmasına ilişkin BM Genel Kurulu kararını desteklemiştir. SSCB, bunun sonucunda, İsrail’in BM’ye kabul edilmesini 1949 yılında aktif şekilde savunmuştur.”(9)

Okuyucu, mantıklı olarak şu soruyu sorabilir: SSCB, 1967’deki Altı Gün Savaşı’nın ertesinde, “İsrail” devleti ile olan diplomatik ilişkilerini sona erdirmedi mi? Bu doğrudur; ancak sadece, Kremlin’in “İsrail” ile ilişkileri Romanya üzerinde sürdürme kararı alması neticesinde, Romanya-“İsrail” ilişkilerinin yoğunlukla sürmüş olduğu hesaba katıldığı taktirde doğrudur. Dahası bu kararın arkasında politik ilkeler, özellikle de enternasyonalizm yatmıyordu; ancak, tam tersine, pragmatik ticari ve diplomatik ilişkiler yatıyordu. SSCB, uluslararası arenada, sömürge ve yarısömürge ülkelerin önderliğinde gözükmek istiyor, daha da önemlisi, Arap petrolüne ihtiyaç duyuyordu. Bürokrasinin bu pragmatik yönelimi, tarihçi Isaac Deutscher tarafından şöyle özetlenmişti:

“Kremlin’in Arap ülkelerindeki devrimci eylem olasılıklarına ilişkin olumsuz görüşünün çarpıcı bir göstergesi, İsrail’e yönelik politikasıdır. Eski günlerden beri komünistlerin Siyonist özlemlere yönelik tutumu, uzlaşmaz bir düşmanlıktı. Siyonizm, İngiliz emperyalizminin bir yüzü olarak kınandı ve komünist partiler Arap milliyetçiliğini sonuna kadar destekledi. Bu nedenle, Rusya’nın İsrail’in Filistin’de bağımsız bir devlet olma iddiasına verdiği son destek, Arap sempatisini ancak yabancılaştırabilecek olan 180 derecelik bir dönüş oldu. Kremlin, Arapları desteklemekten somut bir kazanç bekleyemeyeceğine karar vermeseydi böyle davranmazdı. (…) Muhtemelen İsrail’den, aldığından daha fazla minnettarlık bekliyordu ve bu nedenle propagandacıları Arap tarafına geri dönmekte hiç sorun yaşamadılar.”

Ancak ekonomik ve ticari kaygılar kaynaklı bu pragmatik yönelim, Stalinizmin Siyonizme yönelik siyasal tavrında herhangi bir ilkesel değişikliği beraberinde getirmedi. SSCB bürokrasisi tarafından hazırlanan 1986 tarihli kitapçığa geri dönecek olursak, Kremlin’in Siyonizmi politik olarak meşrulaştırmak noktasında ne denli ısrarcı olduğunu görebiliriz:

“Ne var ki, SSCB ile İsrail arasında diplomatik ilişki bulunmaması, SSCB’nin bu devletin var olma hakkını reddettiği anlamına gelmemektedir. SSCB, İsrail’in var olup olmaması gerektiğini hiçbir zaman tartışma konusu yapmamıştır.”(10)

Dahası da vardır: SSCB, 29 Temmuz 1984’te Ortadoğu sorunuyla ilgili açıkladığı Stalinist perspektif dokümanında ifade edilen politikanın (bu politika, Ortadoğu’da bir barış konferansının toplanmasını öneren müthiş bir buluştur), “İsrail’e” yardımcı olacağını, onu ihya edeceğini de söylemektedir:

“Sovyetler Birliği’nin öne sürdüğü bu politik çözüm ilkeleri aynı zamanda İsrail için de adildir; çünkü, bu devletin, dokunulmaz statüye sahip güvenlikli ve tanınmış sınırlar içinde barış ve güvenlik koşullarına kavuşmasını sağlayacaktır. İsrail, saldırgan politikası yüzünden dünyada karşılaştığı politik yalıtlanmadan kurtulmak için bir fırsat ele geçirecek ve birçok ülkeyle ilişkilerini normalleştirebilecektir.”(11)

Anlaşılacağı üzere, sömürgeci Siyonist devletin varlık hakkını tanımak, Filistin’in paylaştırılmasını savunmak, sözde iki devletli burjuva-emperyalist çözüm önerisini desteklemek ve Siyonizm ile Siyonist devleti meşru siyasal aktörler olarak tanımlamak, Stalinizm açısından 1947’de geçerli olan taktiksel bir pozisyon değil, stratejik ve programatik bir çizgiydi. Ve bu çizgi, sadece Rus Stalinizmine de özgü değildi. Kremlin’in Siyonizmi meşrulaştıran ve destekleyen politik oportünizmi, onun bürokratik sol akımlar içindeki bütün varyantları tarafından paylaşılıyordu.

2010 yılında Fidel Castro, The Atlantic’in Siyonist gazetecisi Jeffrey Goldberg’i özel olarak Havana’ya davet etmişti. Goldberg, Castro’ya gerçekleştirdiği bu ziyareti, daha sonra The Atlantic’te ayrıntılı olarak birkaç makale şeklinde haberleştirdi. Bu makalelerin birisinde, Siyonist gazeteci kendisi ve Fidel Castro arasında geçen bir diyaloğu aşağıdaki gibi aktarıyor:

“İlk konuşmamız sırasında ona şunu sordum: ‘Sizce İsrail Devleti, bir Yahudi Devleti olarak var olma hakkına sahip mi?’

Fidel Castro, ‘Si, sin ninguna duda’ (‘Evet, şüphesiz.’) diye cevap verdi.

Ben de kendisinin – veya daha doğrusu kardeşinin hükümetinin – İsrail ile ilişkileri yeniden tesis edip etmeyeceğini sorduğumda, bu fikri kınamaktan ziyade basit bir prosedürel cevap verdi: Bunlar zaman alır.”

Castro “hiç şüphe olmaksızın”, “İsrail’in” var olma hakkı olduğunu dile getirdiğinde, bu, Siyonizmin eli kanlı liderleri için bir kutlama sebebi oldu. O dönemin başkanı ve bugünün Gazze Kasabı olan soykırım suçlusu Benjamin Netanyahu, bu yaşlı Stalinist bürokrat için duygulu övgülerde bulundu: “Castro’ya atfedilen sözler, onun Yahudi halkının ve İsrail Devleti’nin tarihi hakkındaki derin anlayışını göstermektedir.” Dönemin “İsrail” başbakanı ve Batı Şeria yerleşimlerinin destekçisi Shimon Peres, Castro’ya yönelik övgülerinde daha bonkördü: “İtiraf etmeliyim ki, bana göre, sözleriniz beklenmedik ve eşsiz entelektüel derinlikle doluydu. (…) Kalbimin derinliklerinden teşekkür ediyorum. Birbirinden uzak olanların bile yakın olabileceğini kanıtladınız.”

Elbette, Castro ile onun Küba’sının “İsrail’e” ve Siyonizme dönük işbirlikçi politikası, bütün yönleriyle, yalnızca bir röportajdaki bir ifadeden anlaşılamaz. Fidel’in Siyonizme yönelik gösterdiği politik sempati oldukça tarihsel ve programatiktir. Akademisyen Allan Metz, Küba Çalışmaları dergisinde konuya dair şöyle yazıyordu:

“Yeni kurulan İsrail devleti ile ilgili olarak, Castro’nun bu devlete verdiği yanıta dair bir kaydımız olmasa da, sonraki pozisyonları da dahil olmak üzere her şey, onun bu devleti olumlu karşıladığını gösteriyor.

(…)

Örneğin, 1961’de, kamuoyuna duyurulmayan (ancak gizli de olmayan) bir politikanın sonucu olarak, İsrail’e giden Kübalı Yahudiler, repatriados veya memleketlerine dönen kişiler olarak kategorize edildiler, ancak hemen hemen hepsi Doğu Avrupa’dan gelmiş ve Ortadoğu’da hiç ikamet etmemişti. Bu, Arap politikasıyla tamamen çelişiyordu. Yüzlerce Yahudi, tüm mal varlıklarıyla birlikte, Küba’nın ulusal havayoluyla birkaç seferde İsrail’e uçuruldu. Böylece Yahudilere istisnai bir muamele uygulandı: Ülkeyi terk eden diğer tüm Kübalılar, gusanos, yani devrim karşıtı solucanlar olarak görüldü.

(…)

Ancak, Küba’nın İsrail’e karşı dostça tutumunun dışa vurumu, Nisan 1963’te İsrail başkanı Yitzhak Ben-Zvi’nin ölümünün yasını resmî olarak tutmasıydı. Ancak bu, Küba’nın Arap müttefikleri için çok can sıkıcı oldu. Daha sonra bunun Ben Bella’nın Castro’nun Cezayir’e planladığı resmi ziyareti iptal etmesine neden olduğu bildirildi.”(12)

Fidel Castro, Küba Devrimi’nin ve kamulaştırma için mücadele eden Küba işçi sınıfının kaynaklarını kullanarak, “İsrail” devletinin Filistin topraklarına Siyonist yerleşimcilerin gönderilmesi politikasını, dolaysız bir şekilde demografik olarak desteklemişti. Castro’nun Siyonizme gösterdiği bu ilkesiz uyarlanma karşılıksız kalmadı ve 1964’te Kudüs’te İsrail-Küba Dostluğu Topluluğu’nun kuruluşu ilan edildi. 1970’li yılların başına dek, yani 1967 savaşından sonra da, bu topluluk, Küba’ya sulama, tarım ve balıkçılık alanlarında “İsrail” desteği ve yardımı sundu.(13)

Castro’nun liderliğindeki Küba’nın Siyonizme politik olarak uyarlanması o denli şiddetliydi ki, Küba Komünist Partisi, kendi çağrısıyla toplanan uluslararası konferansların kararlarının hükümetler için bağlayıcılığı olmadığını deklare etmek zorunda kalıyor ve eski bir Stalinist geleneğin gereği olarak, bu kararları sansürlüyordu:

“Ocak 1966’daki Havana Üç Kıta [Tricontinental] Konferansı’nda Küba, sert İsrail karşıtı ve Siyonizm karşıtı kararları onayladı ve Filistin Kurtuluş Örgütü’ne destek verdi. Ancak Küba heyeti, radikal Küba yanlısı Latin Amerikalı delegelerin kararlı Arap yanlısı pozisyonlarının aksine, bu kararların formüle edilmesinde aktif olarak yer almadı. Küba’nın tutumuna ilişkin açıklaması, delegelerin hükümetleri değil, partileri ve örgütleri temsil etmesi nedeniyle konferans oylamasının bağlayıcı olmamasıydı. Bu bağlamda, İsrail yanlısı bir kaynağın da belirttiği gibi, ‘Meksika ve diğer Latin Amerika ülkelerinde dağıtılan Küba yayınlarındaki Konferans metinlerinin, Siyonizm ve İsrail devletine karşı alınan kararları sistematik olarak atlaması’ önemliydi. Bu kaynak şu sonuca vardı: ‘Küba-İsrail ilişkileri tatmin edici olmaya devam ediyor.’ Kısacası, Küba, 1966 Üç Kıta Konferansı’nın İsrail ile ilişkileri kesme ve Yahudi devletine karşı tam boykot çağrısına direndi.”(14)

Castro, 1967’den sonra dahi Siyonizm lehine olan politik tavrını sürdürerek, Arap ülkelerinden ve SSCB’den gelen basınçlara rağmen, “İsrail” ile diplomatik ilişkileri kesmeyi reddeti. Castro’ya göre “gerçek devrimciler asla bütün bir ülkeyi yok etme tehdidini kullanmazlardı.”(15) BM Genel Kurulu önünde, Küba’nın elçisi Ricardo Alarcón, Küba’nın “herhangi bir halkın veya devletin yıkımını savunan herhangi bir politik çizgiye” karşı olduğunu ilan etti.(16) Akıllıca olduğu farz edilen bu kelime oyunuyla, bir halkın yıkımı ile bir devletin yıkımı birbirlerine eşitleniyor; yani Siyonist devlete karşı mücadelenin, tıpkı sömürgeci propagandanın temel argümanlarından birisi olarak, anti-Semitizm olduğu belirtiliyordu.

Castro’nun “İsrail” aşkına ilkesel olarak değil, ancak pragmatik olarak son veren, SSCB’nin yardımlarının azalmasıyla kötüleşen Küba ekonomisi oldu. Castro’nun Arap halklarına yönelmesi, onların emperyalizm ve Siyonizm tarafından sömürülüyor olmalarından kaynaklanmadı; bu yöndeki birçok tarihsel fırsatı Castro, kibirle ve elinin tersiyle itmiş ve Siyonizmle saf tutmuştu. 1959’dan kısa süre sonra devrimci Marksist militanların tutuklandığı, bu militanların partilerinin kapatıldığı ve yayınlarının yasaklanıp toplatıldığı Küba’da, Unión Sionista de Cuba (Küba Siyonist Birliği) 1978’e kadar kapatılmadı.(17) Hayır, Castro’yu Ortadoğu’daki Arap rejimlerine yönlendiren, bu rejimlerin kontrolündeki petrol oldu. Küba’daki yozlaşmış işçi devletinin bürokrasi eliyle sakat bırakılan ekonomisine Arap coğrafyasından petrol sağlanabilmesi için, Castro kamuya açık bir şekilde “İsrail’i” eleştirmeye başladı. Ancak Castro’nun Goldberg’e 2010’da verdiği demeçten de anladığımız üzere, kendisi “İsrail’in var olma hakkını”, yani Siyonist devletin Filistinler üzerindeki sömürgeci ve soykırımcı “haklarını” daima tanıdı ve savundu. 1988’de Kübalı bir delegasyon “İsrail’i” ziyaret ederek ekonomik konularda görüş alışverişinde bulundu.(18) Mike Harari, eski bir “İsrail” komandosu ve Latif Dori, sol Siyonist bir politikacı, 1980’lerin sonları ile 1990’lar boyunca Fidel Castro ile görüşmeyi sürdürdü; Küba, daha sonra, bu görüşmelerin ekonomi gündemli olduğunu kabul etmek zorunda kaldı.(19)

Fidel Castro, tıpkı bütün diğer Stalinist bürokratlar gibi, bir devrimci olarak değil, Siyonizmin bir işbirlikçisi olarak öldü. Onun Siyonizmle kurduğu yakın ilişki, ne onun kişiliği ile ilgiliydi, ne de Castroculuğun özgün yanlarıyla. Bu ilişki, en büyük politik temsilcisi Stalinizm olan bürokratik sol akımların, işçi sınıfının düşmanlarıyla kurduğu politik ve programatik işbirliğinin bir yansımasıdır. Stalinizmin istisnasız bütün politik varyantları, Filistin halkının ve işçi sınıfının çektiği derin acılar karşısında Siyonizme ideolojik ve politik cephanelik sağlamıştır; ya da Stalin’in örneğinde olduğu üzere, cephaneliğin doğrudan doğruya kendisini sağladığı da olmuştur.

Bugüne dek Siyonizmden veya onun sözde “iki devletli çözüm” adlı demokratik tuzağından kopmayı başarabilmiş bir Stalinist akım ortaya çıkmadı. Bu bürokratik doktrinin takipçilerinden birisi olan Arnavutluk Emek Partisi genel sekreteri Enver Hoca, 1978 yılında sözde “iki devletli çözüme” verdikleri siyasal desteğin arka planını şöyle açıklamıştı:

“Bu mücadele sık sık bazıları tarafından dar milliyetçi bakış açısıyla değerlendirilmektedir. Böylesi bir davranışı kabul edemeyiz. Biz İsrail’in kendi alanı içerisinde kalması ve Arap devletlerine karşı şovenist, provokatif, iştahlı saldırgan hareketlerine son vermesinden yanayız.”(20)

Biz, “İsrail’in kendi alanının içerisinde kalması” ile ilgilenmiyoruz ve Filistinlilerin Siyonizme karşı mücadeleyi “dar milliyetçi bakış açısıyla değerlendirmesini” de, enternasyonalizmin bir şartı olarak coşkuyla destekliyoruz. Siyonizmin sözde “demokratik” kapasitesine dair hiçbir zaman yanılgı içinde olmadık. Nahuel Moreno’nun da ifade ettiği üzere, “soykırımın, ilk kurulduğu günden, Lübnan’ın işgaline ve Sabra ve Şatilla kamplarındaki katliama dek daima Siyonizmin vazgeçilmez yöntemi olduğunu” savunduk. Lev Troçki’nin önderliğinde kurulan akımımız, en başından itibaren, “İsrail’in” bir devlet olarak yıkılması gerektiğini savundu çünkü bu devlet, yalnızca Filistin halkı ile Arap halklarının amansız bir düşmanı değildi, ancak aynı zamanda dünya proletaryasının da boynuna geçirilmiş düğümlerden birisiydi. Peki, “İsrail’i” yıkacak olan kimdi?

Nahuel Moreno, Eylül 1982’de “İsrail’i” kimin yıkacağı sorusunu şöyle cevaplamıştı:

“Bu görevi gerçekleştirecek olan acaba İsrail’in sömürülen ve ayrımcılığa uğrayan (İsrail doğumlu) yerlileri ve Seferatlar mıdır? Yoksa Aşkenaz emekçileri midir? Şu anda, bu güçler Siyonist devletin birer kalesidir ve onun yıkımında öncü olamazlar. Aşkenaz işçi aristokrasisi, İşçi Partisi vasıtasıyla tamamen Siyonizmle beraberdir. (…) bugün de onun Arap topraklarını kolonileştirme planlarını coşkuyla desteklemektedirler.

İsrail’e karşı sürekli mücadele içinde kalmış olan mevcuttaki yegane sosyal kesim Arap ve İslami hareket olmuştur ki bu hareketin de tartışmasız öncüsü Siyonistler tarafından vatanlarından dışarı atılmış olan Filistinlilerdir. Irkçı devletin kurulduğu günden bu yana geçen 34 senedir İsrail’in yıkımı için verilen mücadelenin şekli, Filistinlilerin ve Müslümanların haklı savaşını desteklemektir. Biz onlardan başka bir güç göremiyoruz, zira nesnel gerçeklik içinde Siyonizmle elde silah çarpışmakta olan başka bir güç bulunmamaktadır.

O halde Troçkistler olarak bizim bu nesnel gerçekliğe uygun, bir diğer deyişle Arap halkının seferberliğine ve savaşına yardımcı olacak, sloganların belirlenmesi için çalışmamız zorunludur.”

Siyonizmin 11 aydır sürdürdüğü Gazze Soykırımı’nın ortasında ve Lev Troçki’nin katledildiği günde, “Arap halkının seferberliğine ve savaşına yardımcı olacak” ve aynı zamanda bu savaşı, Türkiye işçi sınıfının vermekte olduğu mücadeleler ile de birleştirecek sloganların tespiti ve bu sloganlar altında kitlelerin Siyonizme ve bölgedeki işbirlikçi rejimlere karşı, devrimci bir partinin rehberliği eşliğinde seferber edilmesi, önümüzdeki en yakıcı ve acil gündem olmayı sürdürüyor.

Bu nedenle, Lev Troçki suikastinin yıldönümünde, bu sloganların politik içerikleri olarak nehirden denize özgür bir Filistin’i savunduğumuzu, Gazze Soykırımı’na son verilmesini ve Filistin Direnişi’ne zafer talep ettiğimizi, Siyonist “İsrail” devletinin yıkılması, suni ulus-devletlerin ortadan kaldırıldığı bir ulusal Arap birliğinin kurulması ve Ortadoğu Sosyalist Cumhuriyetleri Federasyonu’nun tesis edilmesi için bütün varlığımız ve gücümüz ile mücadele ettiğimizi, bir kere daha hatırlıyoruz.

***

Dipnotlar:

1.) Bkz. , Balkan Savaşları, Lev Troçki, Türkiye İş Bankası Yayınları, Çeviren: Tansel Güney, genişletilmiş 1. baskı, 2009, syf. 315.

2.) Bkz., agy., 316.

3.) Bkz., agy., syf. 319.

4.) Bkz., Yahudi ve Siyah Sorunu, Lev Troçki, Yazın Yayıncılık, Çeviren: Bülent Tanatar, 1. baskı, Temmuz 2019, syf. 167.

5.) Bkz., agy., syf. 155.

6.) Bkz., agy., syf. 166.

7.) 1939 Ak Kağıt’ı olarak bilinen bu politik doküman, Neville Chamberlain başkanlığındaki Britanya hükümeti tarafından hazırlanmıştı ve 10 yıl içinde Filistin topraklarında bir Yahudi devletinin kurulmasını öngörüyordu.

8.) Bkz. Sovyetler Birliği ve Ortadoğu, Robert Davydkov, Oleg Fomin, Amaç Yayıncılık, Çeviri: Levent Oğuz, İstanbul, Mayıs 1988, syf. 14, 15, 16.

9.) Bkz., agy., syf. 21.

10.) Bkz., agy., syf. 23.

11.) Bkz., agy., syf. 36.

12.) Bkz., “Cuban-Israeli Relations: From the Cuban Revolution to the New World Order”, Allan Metz, Cuban Studies, 1993, Vol. 23, syf. 116, 117.

13.) Bkz., agy., syf. 118.

14.) Bkz., agy., syf. 118.

15.) Bkz., agy., syf. 120.

16.) Bkz., agy., syf. 120.

17.) Bkz., agy., syf. 123.

18.) Bkz., agy., syf. 125.

19.) Bkz., agy., syf. 125.

20.) Aktaran için bkz., https://proleterdevrimcidurus2.org/2023/10/20/israil-filistin-sorununa-sscbnin-yaklasimi-2/. Erişim tarihi: 19 Ağustos 2024.