José Martins ile söyleşi: Avrofelaket yaklaşıyor

José Martins ile söyleşi Brezilya asıllı Marksist ekonomist José Martins, Paris I Üniversitesi’nde (Panthéon-Sorbonne) uluslararası ekonomi politik dersleri veriyor. Haftalık Ekonomi Eleştirileri (http://www.criticasemanal.org) bülteninin redaktörlüğünü yapan Martins’in yayımladığı kitaplardan bazıları, Sermayenin Zenginliği ve Ulusların Sefaleti (1994), Terör İmparatorluğu – ABD, ekonomik çevrimler ve XXI. Yüzyıl Başı Savaşları (2006), başlıklarını taşıyor. Raquel Varela ve Renato Guedes tarafından gerçekleştirilen aşağıdaki söyleşi, Brezilya’daki Rubra dergisinin Ocak 2009 tarihli 4. sayısında yayımlanmıştır. 

Marx açısından kriz aynı zamanda bir fırsat anlamına geliyordu. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? 

José Martins: Evet Marx kapitalist krizden memnuniyet duyuyordu. Ekonomik kriz, objektif açıdan kapitalist devletin zayıflamasının ve işleyişinin aksamasının yegane fırsatıdır. Devlet, sermayenin değerlendiği, birikimin yoğunlaştığı dönemlerde son derece sağlam bir politik örgüt görüntüsü kazanır. Ekonomik kriz ise bu monolitik bloğu zayı atır. Kriz, bir toplumda temel önem taşıyan üç örgütlenme sorununa – ne üretmek, nasıl üretmek ve kimin için üretmek- toplum adına karar vermekte, toplumu yönetmekte, burjuvazinin ne denli yetersiz kaldığını açığa çıkarır. Marx ve Engels açısından yıkıcı bir kriz, devrimin zorunlu koşullarından biriydi. 

Farklı burjuva sektörleri ile uluslararası kapitalist ve emperyalist güçler arasındaki belirleyici çatışmalar, yalnızca sermayenin genel kriziyle birlikte açığa çıkar. Tüm toplumun boğazına dek batmış olduğu baskıcı düzenin yenilmezlik zırhının, yalnızca bir görünüşten ibaret olduğunu açığa çıkartan bu eşsiz anlar Marx’ı heyecanlandırmaktaydı. 

İşçi sınıfının, burjuvaziyi yalnızca onun görüşlerini teşhir ederek yenilgiye uğratması olanaklı değildir. Üstelik bu çaba toplumsal barış koşullarının egemen olduğu dönemlerde iyice olanaksızlaşır. Yalnızca kriz, işçi sınıfının toplumsal savaştan muzaffer çıkmasının ve ne üretileceğine, nasıl üretileceğine ve kimin için üretileceğine bizzat kendisinin karar vermesinin maddi koşullarını yaratır. 

İkinci Dünya Savaşı 1929 krizine bir yanıttı ve size göre Irak’ın işgali de 2000- 2001 krizinden çıkmaya yönelik bir yanıt oldu. Obama’nın Afganistan’daki savaşı yoğunlaştırma perspektifi de mevcut krize yönelik bir yanıt girişimi olabilir mi? 

José Martins: Savaş ekonomisi, kapitalistlere bir genel krizi aşmalarını olanaklı kılan yegane imkandır. Kapitalist rejimin genelleşmiş bir krizi aşmak için gündeme getirdiği ihtiyaçlar, temel tüketim piyasalarının taleplerini aşan “yıkım araçları olarak adlandırılan” son derece özel bir piyasanın belirleyicilik kazanmasını gündeme getirmektedir. Bu konu ekonomi politikte – üstelik bir devrimci olarak – herkesten daha derin bir kavrayışa sahip olan Rosa Luxemburg (Lüksemburg) tarafından kapsamlı olarak ele alınmıştır. Bankalara aktarılmış olan para, bizzat sistemin kendi döngüsü içinde buharlaşır, ama hükümet için silahlanma sektörüne aktarılan sermaye, özel sanayinin birikim oranlarını yeniden yükseltmesine olanak tanır. Savaş sanayisi, kapitalistlere olağanüstü bir alan sunar. 

Silah üretim sanayisi, aynı zamanda diğer tüm sanayi sektörleri üzerinde de kesin bir talep artışı etkisi yaratır; demir çelik sanayisi, petro-kimya, havacılık, otomotiv, vb. Tüm bu sektörler silahlanma yatırımlarından etkilenir. Ama sonuç olarak, son derece özel bir tüketim biçimini zorunlu kılan bir piyasayla karşı karşıyayızdır: Bu piyasa için, bombalanacak insan toplulukları ve bölgeler bir gerekliliktir. 

Bu aşamada, emperyalist devlet bu piyasanın ihtiyaçlarını gerçekleştirmeye olanak tanıyacak bir dış politika geliştirme uğraşına girişmeye başlar, yani kamuoyunu savaşın bir zorunluluk olduğuna ikna etmeye dönük olarak, “teröre karşı savaş” türünden gerekçeler yaratmaya koyulur. Silah sanayisine dönük bu yatırım, ulusal ekonomik sistem açısından aynı zamanda birikim oranlarında bir artış anlamına gelecektir. Savaş anlarında işsizlik tümüyle ortadan kalkar. Örneğin İkinci Dünya Savaşı esnasında Almanya, ABD ve İngiltere’deki işsizlik oranları “sıfırdır”. Üretim hatları yerlerini yıkım hatlarına bırakır. Eğer sürekli savaşabilmek olanaklı olsaydı, kapitalist krizler de ortadan kalkardı. 

ATTAC’ın(1) pozisyonlarını savunan ya da sözcülüğünü yapan ekonomistler – ki onların görüşlerini pek çok Avrupa ülkesinde önemli tirajlara sahip olan Le Monde Diplomatique de savunmaktadır – krizin üstesinden gelinebilmesi için, finans işlemlerinin vergilendirilmesi (Tobin vergisi), offshore’lara(2) son verilmesi gibi uygulamaların gerçekleştirilmesini savunmaktalar. Siz bu tip önlemlerin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz? 

José Martins: Marksizm açısından, kriz daima bir finansal kriz biçiminde patlak verir, ama yaşanan temelde sermayenin bir aşırı üretim krizidir. Bir tip “melez Marksizm” anlayışına dayanan yukarıdaki türden reformist önlemler, sonuç olarak hastalığın kendisine karşı değil ama belirtilerinden birine karşı aspirin kullanmaya benzer. Ayrıca, bu çizgiyi savunanlar hükümetlerin uygulamaya koyduğu yeni önlemler karşısında tümüyle utanılacak duruma düşmekteler. ATTAC’ın “finansalcıları” Tobin vergisini savunadursunlar, burjuvazi bankaları millileştirmeye başladı bile. Burjuvazi bankaları millileştiriyor ve dahası sanayiyi millileştirmeyi vaat ediyor! Burjuvazi pratikte, bizim düşüncede “Marksistlerimizden” çok daha radikal. Sanırım bu sektörler, bir dizi temel analizde ciddi yanılgı içindeler. Forbes dergisinin bazı istatistik verilerine bir göz atıldığında, dünyadaki 100 büyük şirketin en azından %80’inin sanayi temelli şirketler olduğu – Boeing, General electric vb -, %15’inin ticari şirketler olduğu -Walmart, Carrefour vb -, %5’inin ise bankalar olduğu göze çarpacaktır. “Mali sermayenin, sanayi sermayesi üzerinde baskın ve egemen olduğunu” ileri sürmek ciddi bir teorik ve pratik hatadır. İkinci olarak şunu belirtmek gerekiyor ki, bu “finansalcı” sektörlerin sürekli yineledikleri üzere, ABD büyük bir dünya gücü olmakta sona yaklaşmakta ve ABD sanayisi büyük bir çöküş yaşamakta. Pekiyi, bu sektörlere göre yeni yükselen yıldız kim? Çin! Bu kesinlikle doğru değil. ABD sanayisi her geçen gün dünyanın başlıca sınai gücü olma durumunu pekiştiriyor. Bunu anlamak için verilere bakmak yeterli. Sanayi üretimi ve kullanım kapasitesine yönelik aylık FED(3) raporlarına göre, ABD’deki sanayi üretimi 3 trilyon dolardan fazla, yani dünya üretiminin üçte birine tekabül etmekte. Almanya ve Japonya’daki düzeyin 3 kat fazlasına, Çin’deki üretimin ise 4 katından fazlasına sahip. Yine bu ülkenin gayri sa yurt içi hasılası (GSYH) 13 trilyon dolar. Çin sanayi üretimi olarak adlandırılan şeyin çok büyük bir kısmı gerçekte Kuzey Amerikan ve diğer dünya şirketlerine ait. O halde bu 3 trilyon dolarlık ABD içi üretim oranı, dış üretimle birlikte bir %20 oranında artırılarak hesaplanmalı. 

Ama aynı zamanda Çin’in ABD açısından bir tehdit unsuru olduğu söyleniyor 

José Martins: Bu önerme aslında büyük bir hayalperestlikten başka bir şey değil. ABD’nin ekonomik gücü son yıllarda somut bir biçimde gelişti. Avrupa ve Japonya’nınki ise düşüş gösterdi. Çin ne bilim ne de teknoloji geliştiremeyen yoksul bir ülke. Çin’deki üretimin önemli bir bölümü global şirketlerce gerçekleştirilmekte. ABD, Avrupa, hatta Brezilya şirketlerinden söz ediyoruz. Çin, tıpkı Vietnam ve Hindistan gibi dünyanın fabrikasına dönüşmüş durumda. Bu ülkede yaklaşık 500 milyon işçi var ve bu oranın yaklaşık 200 milyonu artık değer üreten mavi yakalı işçiler. Kırda her geçen gün vahşi bir görünüm kazanan kapitalist ilişkileri de hesaba katarak, Çin’de global bir rezerv haline gelmiş muazzam bir sanayi ordusuyla karşı karşıya olduğumuzu anlarız. 

Bir buçuk yıl kadar önce bültenlerinizde sermaye için tehlikenin “likidite kapanı” ya da “deflasyon” olduğunu yazdınız. Avrupa’da deflasyon deneyimine sahip birini bulmak güç, yaşadığımız hep enflasyon olmuştur. Ama Aralık ayında burjuva basın organlarının ekonomistleri deflasyondan söz etmeye başladılar… 

José Martins: FED’in faiz oranı, altında likidite kapanı ve deflasyon boşluğundan başka bir şey bulunmayan bir düzeye (yıllık %0,25) indi. Bunun anlamı ne? Dünyanın en büyük ekonomisi, tamamen birbirine dolanmış bir para ve özel kredi sistemi seline kapılmış durumda. Çok para var, kredi yok. Bu durum, dünya sisteminin bütün ekonomilerine yayılmış halde. Ayrımsız hepsine. Bankalar borç vermek, şirketler de borç talep etmek istemiyorlar. Bu, “likidite kapanı” denen şeyi tanımlar; hâlâ güvenli borçlanma koşullarına sahip bir avuç sanayi şirketinin, bankaların neredeyse bedava önerdikleri kredilere ilgi duymadıkları bir durum bu. Para-Sermaye donduruyorlar ve biriktiriyorlar. Para-Sermaye’yi saf kan paraya dönüştürüyorlar. Üretmeyi durduruyorlar. Getirisi olmayacaksa neden üretsinler? Bu paradoks, bir yanda para seli ve öbür yanda kredi çölü, kendini bireysel tüketimde de gösteriyor. Hâlâ bir gelir kaynağına sahip olan tüketiciler, yeni alışverişler için borçlanmak istemiyorlar. 

Bu yılın [2008] sonlarında, çürütücü ve genelleşmiş bir de enflasyon, fiyat düşüşleri süreci başladı. Likidite kapanı ve de enflasyon aynı paranın iki yüzüdür, ekonomik felaketin dolaşımdaki parasının iki yüzü. Deflasyon neden oluşur? Çünkü hemen öncesinde, kârlarda ve üretim fiyatlarında çöküntü olmuştur. 

Yazılarınızda, deflasyon(4) eğiminin giderek belirginleştiğinden söz ediyorsunuz. Deflasyon altında yaşayan bir işçinin memnun olması gerekmez mi? Zira deflasyon sayesinde fiyatlar düşüşe geçer. 

José Martins: Hayır! Ekonomistlerin dediği gibi, “üç kuruşa beş köfte almak” mümkün olmuyor ne yazık ki. Deflasyon süreçlerinde her şeyin düşüşe geçtiğini kavramak gerekiyor. Üretim maliyetlerinden başlayıp, üretkenliğe, bizzat emeğe, kapitalistlerin kâr oranlarından, piyasa ve ürün fiyatlarına, sermayenin birikim oranlarından, son olarak ulusal üretimdeki ani düşüşlere kadar her şey… Sizin kişisel kazançlarınız, ücretlerdeki düşüşten çok daha büyük bir süratle düşüşe geçer. Deflasyon süreçlerinde, işsizlik ve açlık dışında her şey düşüşe geçer. 

Yirminci yüzyılda yaşanan ve kendini ücretlerdeki deflasyonla ortaya koyan diğer örnekler hangileridir? 

José Martins: 1929 krizi ve ondan önceki tüm krizler örnek verilebilir. 1929 krizi, deflasyonun dip noktaya ulaştığı son krizdi. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan tüm çevrimsel krizlerde, deflasyon ihmal edilebilir oranlarda göründü ve kapitalistlerce bir genel kriz olasılığıyla birlikte ötelenebildi. Son on yıl boyunca Japonya’da yaşanan deflasyon örneği bu olguyu yeterince açıklamaktadır. 

Deflasyon ve ekonomik depresyon ikiz kardeşlerdir diyebilir miyiz? 

José Martins: Evet, yalnız ters yönden bir ikiz kardeşliktir bu. Bir depresyon daima piyasa fiyatlarındaki ve maliyet fiyatlarındaki genel bir düşüşle belirlenen deflasyon eşiliğinde gündeme gelir. 

Ekonomi bültenlerinizde, şimdi kendisini riskli ipotek kredileri (subprime) ve diğer kredi türlerinde açığa vuran krizin kamu kredileri alanında patlak verdiğinde, o bankaların kendi aralarında para transferleri yapması nedeniyle, çok daha ağır hale geleceğini yazmıştınız. 

José Martins: Ekonomik depresyonun somut bir ölçeği olarak nasıl deflasyondan söz ediyorsak, kamu kredisi krizi de katastrofik krizin gerekli bir dışa vurumudur. Bu kurtarma paketleri, büyük bölümü hazineye geri dönmeyecek paralardır. Üretici olmayan harcamalar haline gelmiştir ve kamu açığı büyümektedir. Kamu açığı büyüdükçe, devletin ve paranın rolüne olan güven azalır. Piyasa aptal değildir. Piyasa, eğer Bernanke(5) para basma makinasını çalıştırırsa, bu paranın değerinin olmayacağını, üretim karşılığının olmayacağını bilir. Basit bir şeyden söz ediyorum, ama bu Keynesçilerin ve “finansalcıların” aklının ucundan bile geçmiyor. Onlar değer-sermayenin üretim hatlarında, fabrikalarda ve tarlalarda sömürülen insan emeğinde değil, merkez bankasında yaratıldığını sanıyorlar. Bernanke’nin değer yarattığını sanıyorlar. Fırına gitmeden ekmek çoğalacak sanki. Sorun kamu açığı biçiminde beliriyor, sonra da paraya ve hisse senetlerine güvensizlik biçiminde. Bence, ABD’de kredi krizi uluslararası rezerv parası olan doların düşüşüyle ve kağıtlardan, hazine bonolarından, ABD’deki 10 yıllık kamu senetlerinden kaçışla belirlenecektir. Böyle bir anda, tüm dünyadaki hükümetler ve rant sahipleri kendilerini, Amerikan kamu senetleri alarak korumaya çalışırlar. Özellikle de 10 yıllık senetler. Bu senetlerin piyasa fiyatı hiç bugünkü kadar yüksek olmamıştır. Ve dolar da aynı şekilde, ilk anda diğer paralar karşısında değerlenmeye başlayacaktır, avro ve yen karşısında da. Ve ABD’de kamu kredisi krizi patlak vermeden önce, bu kriz Avrupa ve Japonya’da patlak verecektir. Epeyce bir süre önce yazdığım “Avrofelaket” başlıklı bir yazıda, kamu kredisi krizine batacak üç büyüklerden ilkinin Avrupa olacağını ileri sürmüştüm. Ama mevcut konjonktür, ABD ve Japonya’nın bu öngörüyü yalanlayabileceğine işaret ediyor. Göreceğiz. 

İşçi sınıfı sermayeye karşı mücadelede bu koşullar altında nasıl mücadele etmeli? 

José Martins: Bir süre önce Brezilya’da çok uluslu şirketlerin büyük kısmının üretim yaptığı Campinas bölgesinde metalürji işçileri sendikasının davetlisi olarak bulundum. Oradaki işçilere önerdiğim tek şey, bir yoldaş işten atıldığında patronlara verilecek yanıtın fabrikayı işgal etmek olması gerektiğiydi. İşçiler fabrikaları işgal etmeyi gündemlerine almak zorunda. Fabrikayı işgal etmek ve işçi denetimi altında üretimi sürdürmek. Ama sonuçta ben sadece bir tek kişiyim. Bir ekonomist olarak işçi sınıfına ekonomik dinamiklerle ilgili vasıflı ve bütüncül bilgiler ulaştırmaya çalışıyorum. Bütün bu bilgi ve tespitlerden hareketle neler yapılmasına karar verecek olan bireyler değil, işçi sınıfının kendisi. Sonuçta, devrim dünya üzerindeki milyonlarca işçinin eseri olacak. 

Siz, krizin işçi sınıfı üzerinde etkisini kitlesel işsizlikle birlikte son derece sert bir biçimde göstereceğini ileri sürüyorsunuz. Robert Kurz, Holloway ve diğerlerinin emek kavramının kendisinden kuşku duyulması gerektiği yolundaki görüşleri hakkında ne düşünüyorsunuz? 

José Martins: Bence kriz gerçekliği bu teorileri layık oldukları yere yollayacak, yani çöpe. İşçi sınıfı daima nesnel olarak değer kavramını sorgulamıştır, emek kavramı buna tabidir. Emek, bu ideologlar için, işçi sınıfının varlığını reddederek soyut bir insanlık kavramını öne çıkarmalarını olanaklı kılan bir kavramsal genellemeden ibaret. Gerçekte bu analizlerin çıkış noktası, üstü örtük bir biçimde toplumsal sınıfların artık var olmadığı ve kapitalizmin yapısal krizi düşüncelerine dayanmakta. 

Örneğin, İstvan Mezsaros bu yapısal kriz teorisini savunuyor. 

José Martins: İstvan Mezsaros ve diğer birçok Marksist akademisyen, gerek akademik dünyada gerekse orta sınıf entelektüelleri arasında çok tutuluyorlar. Macar sosyolog açısından sermayenin periyodik ve çevrimsel aşırı üretim krizleri artık mevcut değil. Mezsaros’a göre var olan şey, yapısal, sürekli bir kriz, hayali bir “insanlık” tanımına dayanan bir kriz. Ona göre tümüyle spekülasyona dayalı finans kapital “insanlığı” tehdit etmekte. Mezsaros, Marx ve Engels tarafından formüle edilmiş kriz karakterini reddediyor. Marx’ın yaptığı en temel şey, takıntılı bir biçimde sistemin kırılma noktalarını araştırmaktı. Unutmayalım ki Marx, kapitalist rejimin anatomisini incelemekten çok onun ölüm koşullarını ortaya koymaya hasretmişti kendini. Marx’ın teorisi sonuç olarak bir kriz teorisidir ve dahası Marx’ın kriz teorisi çevrimsel ve periyodik kriz teorisidir. Marx asla yapısal krizden söz etmez. Bu sürekli (yapısal) kriz kavramı Maltusçu kriz yaklaşımıdır ve Marx ve Engels’e tümüyle yabancıdır. 

Sonuç itibariyle siz bu krizi nasıl tanımlıyorsunuz? 

José Martins: Bu sermayenin bir aşırı üretim krizi. Bu tip krizler kapitalist rejimin modern krizleri olarak, tarihsel açıdan ancak 1815’ten itibaren gündeme gelmeye başladı. Güncel olarak yaşamakta olduğumuz kriz bir kredi krizi ya da yetersiz tüketimden kaynaklanan – ki kapitalizm öncesi dönemde yaşanan talep yetersizliğine dayalı krizler böyleydi – bir kriz değil. Mevcut kriz, Marx’ın Kapital’de ortaya koyduğu ünlü periyodik ve çevrimsel aşırı üretim krizi. Bunu kavrayabilmemiz için sermayenin ne olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bu sayede sermaye parayla, sermaye makinayla ya da sermaye saf bir üretim ilişkisiyle daha fazla karıştırılmamış olacak. Sermayeyi, işçi sınıfının üzerindeki sömürünün yoğunlaştırılması sayesinde değer kazanmaya çalışan, süreç halindeki bir değer olarak ele almak gerekiyor. Sermayenin aşırı üretimi tam anlamıyla bu, yani artık değer, sermaye ve kazanç getirici sanayi sektörlerinde, global işgücü üretkenliğinde ölçüsüz bir biçimde yoğunlaşması. Bu kâr ya da ortalama kâr oranlarının korunması arayışı hareketlerinde, sermaye çelişkili bir şekilde aşırı üreterek aynı zamanda kâr oranlarında bir düşüşe yol açıyor. Bu noktada, her ne kadar birbirleriyle ilişkili de olsalar ticari aşırı üretim ile sermayenin aşırı üretiminin iki ayrı olgu olduğunun altını çizmekte yarar var. Sorun satılamayan bir ticari bolluk sorunu değil. Sorun, satışların belirli bir kâr oranı üzerinden gerçekleştirilemiyor oluşundan kaynaklanıyor. Mevcut krizin karakteri de tam anlamıyla bu işte, kâr oranlarındaki düşüş kendini uzun süreli bir biçim altında değil, aksine periyodik ve çevrimsel bir biçim altında tekrar etmekte. Bu aşırı üretimin son aşaması 2000-2001 yıllarında gerçekleşmişti; henüz tam olarak sonuçları hesaplanamaz durumda da olsa, şimdi bir öncekinden çok daha büyük bir yoğunlukla tekrar ettiği su götürmez bir gerçek. 

Neden yetersiz tüketim ve kredi krizlerinin, kapitalizm öncesi döneme ait krizler olduğunu düşünüyorsunuz? 

José Martins: Çünkü, medya organlarında sürekli olarak duyduğumuz şey, bu krizin bir kredi krizi ya da işçilerin yeterince tüketim yapamamasından kaynaklı bir kriz olduğu. Kapitalist üretim biçimi döneminde işçi, kapitalistler tarafından tüketici olması amacıyla yaratılmamıştır. Kapitalist rejimde işçi, artık değer ve sermaye üretmesi için vardır. Şurası çok açık ki, işçiler olarak neredeyse sürekli bir şekilde yetersiz tüketim eğilimine, büyüyen bir sefalete itiliriz. Ama sermayenin bir aşırı üretim krizini belirleyen ya da karakterize eden bu değildir. Lenin’in bir sözü aklıma geliyor; krizin, kitlelerin yetersiz tüketiminden kaynaklandığını söylediklerinde, yanıtı, “O halde sizler şimdiki rejimden, kapitalist sistemden, daha farklı bir şey bekliyorsunuz. Kapitalist sistem var oldukça işçi sınıfı da yetersiz tüketecektir” olmuştu. 

Krizin açığa çıktığı ilk noktalar, görünüşte bir finansal kriz, bir kredi kriziyle karşı karşıya olduğumuzu düşündürmüştü… 

José Martins: Çevrimsel krizler, ilk olarak bir finansal kriz, bir kredi krizi şeklinde kendini gösterir. Kriz, en yüzeysel ve üretken olmayan alanlardanki bu alan finansal alandır – başlayıp, krizin gerçek nedeni olan üretken sektörlere, sanayiye sıçrayan belirli bir tempo taşır. Belirli bir anda kapitalistlerin, sanayide işçiler üzerindeki sömürü ve artık değer oranlarını sürdürmekte yetersizlik yaşaması şeklinde açığa çıkar ve eğer izlenen ekonomi politikaları ve devletin diğer müdahale araçlarında somutlaşan kapitalistlerin çabaları beklenen sonucu vermezse, sanayi krizi, dünya çapında bir tarım kriziyle birleşerek genel bir kriz anlamına gelen üçüncü ve son safhasına erişir. Yönelim bu yöndedir. Yakınlarda, bu krizin hemen öncesinde, The Economist dergisi, “Avroafrika” başlıklı bültenlerimden birinde kullandığım çok ilginç bir makale yayımladı (“Bring out your models”, Economist.com, 31 Temmuz 2008). Bu makalede bazı AB uzmanları, Avrupa’da radikal bir gıda kıtlığının yaşanabileceğini ileri sürüyorlardı, dahası Doğu Avrupa’dan değil “Zengin Avrupa’dan”, örneğin İngiltere’den söz ediyorlardı. O dönemde yaklaşmakta olduğu öngörülen ve şimdi yaşamakta olduğumuz türden bir krizin şokuyla Avrupa’da bir beslenme felaketi yaşanabileceğini ileri sürmekteydiler. Sermayenin yaşam mücadelesi söz konusu olduğunda burjuvazinin sahip olabileceği analiz berraklığına bir bakın. 

Size göre bu krizin sorumluları kimler? 

José Martins: Bu krizin sorumlusu çok açık ki, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulundurarak, üretimin kaderini ve toplumsal yeniden üretimi belirleyen burjuvazi. Dikkat ederseniz, bir spekülatör “Yahudiler çetesi”nden ya da “açgözlü” şirket yöneticilerinden söz etmiyorum ya da finansçıların suçlamakta oldukları “sanal” sermaye türünden, krizi açıklamak konusunda ikincil önem arz eden olgulardan da. Spekülasyon, periyodik olarak gerçekleşen kriz, genişleme ve hızlanma süreçlerinde belirleyicilik taşımaz. Bu süreçlerde belirleyici rol oynayan etmen, burjuvazinin sanayi faaliyetleri, sermayenin ve artık değerin ölçüsüz üretimidir. 

Dipnotlar

1.) ATTAC, Association pour la taxation des transactions nancières et pour l’action citoyenne[ (“Finansal İşlemlerin Vergilendirilmesi ve Yurttaşlara Yardım Derneği”); 1998’de Fransa’da başlayarak birçok ileri ülkeye yaygınlaşan, kapitalizmin “vahşi” özelliklerine karşı mücadeleyi öngören reformcu örgütlenme. (ç.n.) 

2.) İşletmelerin, işgücünün yatının daha düşük olduğu yarısömürge ülkelere taşınması. (ç.n.) 

3.) FED, ABD Federal Rezervi. (ç.n.) 

4.) Enflasyonun tersine olarak, mal ve hizmet yatlarının düşmesi eğilimi. (ç.n.) 

5.) Ben Bernanke, ABD Federal Rezervi’nin başkanı.