Adem Topal
Emperyalizm, mali sermayesinin yayılmacı karakterinin üstünlüğü ve bu mali sermayesinin gücünden dolayı az sayıda devletin diğer devlet ve ülkeler üzerinde kazandığı imtiyazlı bir konumu; siyasi, ekonomik ve mali açıdan zayıf ulus ve devletler üzerinde yaptırımcı ve sömürgeci bir hâkimiyeti tanımlar. Böylesi bir konumu kazanmak, korumak ve sürdürmek hiç kuşkusuz dünya çapında askeri bir güç olmayı gerektirir. Emperyalizm aynı zamanda mali sermayenin tüm diğer sermaye biçimleri üzerinde üstünlüğü demektir.
Emperyalizmin güncel krizinin kökeni mali sermayenin güncel karakterinden kaynaklanmaktadır. Bildiğimiz gibi mali sermaye, reel sermayenin (üretim sermayesi) yeniden değerlendirilmeye konulmasını koşullandırmakta ve yayılmacılık yoluyla da kazanç taşıyıcısı olmaktadır.
Kriz gelişmiş ülkelerde doğuyor ve bütün bir dünya ekonomisini boğuyor. Krizin bağımlı ülkelerde doğduğunu veya buralardan kaynaklandığını öne sürmek bir hata olacaktır. Gördüğümüz olay şu ki, ekonomik kriz emperyalist ülkelerde patlıyor, bağımlı ülkelerin ekonomilerini iflas ettiriyor, tüm dünyadaki üretici güçleri yıkıma sürüklüyor. Her gün Wall Street, Londra, Frankfurt ve Tokyo mali spekülasyonla yeni bir krizin kaynağını yaratırken, bir Asya, Afrika, Türkiye veya Arjantin krizinden bahsetmek zor olacaktır. Bağımlı ülkelerin kaderi, emperyalist ülke borsalarında bir avuç insan tarafından belirlenmektedir.
Bildiğimiz gibi emperyalizmin evrimi, 1971’de Amerikan hükümetinin Bretton-Woods Anlaşması’nı kendi başına tek yanlı olarak iptal etmesiyle özel bir karakter kazanmıştır. Bu süreç 1976’da altına yapılan tüm gönderimlerin silinmesiyle bitmiştir. Sonuç olarak dünya para sistemi emek-değer bağıntısı tarafından belirlenen değişim değeri üzerinden değil, spekülasyon değeri üzerinde temellenmiştir. Dünya para sisteminin sanal (fiktif) özelliği, kapitalizmin güncel krizinin en azından 1970 yıllarından beri koşul ve temelini oluşturmaktadır.
Bildiğimiz gibi Bretton-Woods Anlaşması, bir yandan ABD’nin diğer emperyalist devletler üzerinde üstünlüğünü kesinleştirirken, aynı zamanda da dünya ekonomisi üzerinde dolar diktatörlüğünü kurmuştur. Bu dolar diktatörlüğü İkinci Dünya Savaşı sonunda, diğer emperyalist ülkeleri ve bağımlı ülkeleri Amerikan egemenliğine tabi kalmaya mecbur etmiştir. Çünkü Amerikan Federal Rezerv Bürosu dünya ekonomisinin tam bir kontrolünü kazanmıştır.
Bretton-Woods Anlaşması yalnızca dünyanın yeni bir paylaşımını değil, aynı zamanda İkinci Dünya Savaşı sonrası bu dünya ekonomisinin üzerinde kurulduğu tüm bir para sistemini de tanımlamıştır. Bu sözleşmeler tarihsel bir öneme sahiptirler. Çünkü Para-Sermaye biriminin sanal sermayeye dönüşmesi yolunda, kapitalizmin evriminde bir dönüm noktası olmuştur.
Ölmüş emek taşımayan ancak artı-değer taşıyıcılığına dönüşmüş mali sermayeyi “sanal sermaye” olarak tanımlamaktayım. Öyle ki, bu sermaye üretim sermayesinin yeniden değerlendirilmeye konulmasını koşullandırır ancak varlığını da gerçek (reel) sermayeye borçludur. Paranın değerinin belirlenmesinde emek-değer ilişkisinden kopuş bu sanal sermayenin temelini oluşturmaktadır. Şurası açıktır: Başlangıçta doların altına eş değerliği bir kerecik olsa da emek-değer üzerinde kurulmuştur. Ancak, değeri bir kez belirlendikten sonra Para-Sermaye’nin yeniden değer kazanması için, artık hiçbir zaman yeniden üretimi adına gerekli zaman birimine karşılık düşen emek miktarına ihtiyaç kalmamıştır. Para-Sermaye’nin sanal sermayeye bu dönüşümü artık kapitalist üretim biçiminin koşulunu belirlemektedir. Kendi zamanında Marx, sanal sermayenin, reel sermayenin bir kopyası olduğunu söylüyordu. Sanal sermayenin var olmayan bir sermayenin nominal bir temsilcisi olduğunu da söylemiştir:
…Bu kâğıtların kendileri de gerçek sermayenin (reel sermaye) kopyalarına, kağıttan paçavralara dönüşmektedirler. Sanki bir yükün değer beyanı belgesi bu yükün yanında onunla aynı zamanda bir değere sahip olabilecekmiş gibi. Bunlar var olmayan bir sermeyenin nominal temsilcilerine, kağıtlara dönüşmektedirler. Çünkü, bu kopyalar elden ele dolaşsalar bile reel sermaye onların yanında varlığını sürdürür ve asla el değiştirmez. Bunlar üretici kazanç sermayesi biçimlerinden… değer-sermayeye başkalaşırlar. Ancak birer kopya olarak mal gibi pazarlanabilen ve bundan dolayı değer-sermaye olarak dolaşımlarına rağmen gerçek sermayenin değerinin hareketinden bağımsız olarak… bunların değerleri sanaldır. [Marx; Kapital 3]
Burada şunu da belirtmek gerekir ki, mali sermayenin sanal karakteri onu sihirli değnek yapmaz. O da reel sermaye gibi hareket eder. Dolaşımdaki sanal sermaye hacmindeki her değişiklik, kâr oranlarında da değişikliklere neden olacaktır. Böylece sanal sermaye, diğerlerinden daha güçlü bir devletin ellerinde gerçek bir yıkım silahı olur.
Kapitalizmin güncel krizinin temel karakterlerini aşağıdaki gibi sınıflandırabiliriz:
Aşırı mal üretimi krizi değil, tersine spekülasyon içindeki mali sermayenin bir krizidir. Dünyada yetersiz bir mal üretimi vardır ve mali sermayenin bileşiminde sanal sermayeye oranla üretici sanayi sermayesinin miktarı gittikçe azalmaktadır. Krizin başlıca nedeni mali sermayenin asalak ve spekülatif özelliğinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla emperyalizm dönemindeki ekonomik krizleri aşırı üretim bunalımları olarak tanımlamak yanlış ve günümüzdeki kapitalizmin emperyalizm aşamasını kapitalizmin yükselen dönemiyle karıştırmaktır.
Reel sermayenin aleyhine olarak, Para-Sermaye’nin sanal karakteri para sistemini dengesizleştirmektedir. Çünkü bir eşdeğerden yoksun olduğu için, paranın kendisi de sanal bir değere dönüşmüştür.
Artı-değerin ele geçirilmesinde borsanın sanayi ve ekonomi üzerinde belirleyici yer olması.
Sermayenin bileşenleri arasındaki oranların değişimi.
En nihayet devlet koruması altındaki bir özel mülkiyet olarak sermayenin kendisinin, güncel ekonomiyi düzenlemek için her zaman devlet müdahalesini istemesi.
Emperyalizmin krizini “kapitalist üretim tarzının kapitalist üretim tarzı içinde tahrip edilmesi, bundan dolayı kendi kendini yok eden bir çelişki” olarak tanımlayabiliriz.
Kapitalizmin yapısal krizi en son aşamasında kapitalist üretim tarzının bizzat kendisinden kaynaklanmaktadır. Daha önce de belirttiğim gibi, kapitalizmin bu yapısal krizi parasal sermayenin sanal sermayeye dönüşmesiyle sürekli bir karakter almıştır. Sanal sermaye dünya ölçeğinde tüm finans kapitali tanımlamaktadır. Konjonktürel krizler, mali spekülasyonlar aracılığıyla, sanal sermayenin kaotik hareketleri sonucu artık sürekli bir karakter almış finans kapital krizinin, önceden öngörülemeyen epizodik yankılanmalarıdır.
Okuyucular belki konuyu fazlaca abarttığımı düşünebilirler. Ancak o zaman şuna dikkat etmelerini isteyeceğim.
Günümüzde paranın bir eşdeğeri var mıdır, yok mudur? 1944’e kadar paranın eşdeğeri altındı. 1944’te doların altına eşdeğerliği kabul edildi. Yani bir avuç dolar, bir avuç altın oldu. Daha doğrusu bir ons altın 35 dolar olarak saptanmıştı. O zaman dünyanın tüm diğer ülkeleri kendi ulusal paralarının değerinin belirlenmesinde doları eşdeğer birimi olarak kabul ettiler veya etmek zorunda kaldılar. Çünkü dünya altın rezervlerinin yüzde 80’i ABD’nin elinde bulunmaktaydı. Böylece dünyanın tüm diğer ülkeleri dolar’a bağımlı hale gelmişlerdir. 1971’de ise Nixon yönetimi, ABD’nin dış borçlarının altın olarak istenmesi tehlikesini düşünerek 1944’te imzalanan Bretton- Woods sözleşmelerini tek yanlı olarak iptal ederek doların altına olan eşdeğerliğini artık geçersiz ilan etmiştir. Sonuçta, artık doların eşdeğeri yoktur. Bu durum ABD’ye istediği kadar dolar basma ve piyasaya istediği kadar dolar sürme hakkı kazandırmıştır. Bu nedenlerden dolayı paranın, dolayısıyla finans kapitalin değerinin sanal-fiktif olduğunu söylüyorum.
Üretim sermayesinin büyük bir kısmının sanal sermayeye dönüşümü, sermayenin sermaye tarafından yıkımı, özel mülkiyetin özel mülkiyet tarafından yıkımı demektir ki; bunların göstergesi mali krizler, işsizlik, açlık ve üretici güçlerin yıkımıdır. Bunlar artık her gün gördüğümüz emperyalizmin yapısal krizinin sürekli özelliğidir. Çünkü, “Değer-sermayenin değerlendirilmeye konulması ve korunmasının aşılamayan çerçevesine yardım eden sınırlar üretici büyük bir kitlenin yoksullaştırılması, mülksüzleştirilmesine dayanmaktadır. Bundan dolayı bunlar durmaksızın üretim yöntemleriyle çelişkiye girerler.” [Marx; Kapital 3]
Sanal sermayenin değer-sermaye olarak yeniden değerlendirilmesinin metotları yalnızca kapitalist üretim tarzını kokuşturmaz, aynı zamanda yaşayan-emek, hatta gelecekteki-emek güçlerini yıkar. Çünkü göreceli (nispi) artı-değerin gerçekleştirilmesi, her seferinde sermayeyi oluşturan kısımlarını sorun yapacaktır. Bu durum kâr oranlarının düşme eğilimini yaratsa bile kârın düşmesi veya azalması demek değildir. Elde edilen kâr miktarlarının artışı her zaman görülebilir. Kâr oranlarının düşme eğilimi, göreceli artı-değer kazanmak için patronun teknolojik değişiklikler yaparak üretimi artırmak için sabit sermaye miktarını arttırmasından kaynaklanır. Emperyalizmin başlangıç döneminde sermayenin dolaşım sürecinin yavaşlamasına karşı sermaye ihracatı kapitalistin başvurduğu yöntemdi. Günümüzde sabit sermayenin bir muhasebe değeri vardır, bir de borsadaki kapitalizasyon değeri vardır. Ve belirleyici olan da sermayenin borsa değeridir. Ki bu borsa değeri tamamen spekülatif karakterdedir.
Spekülasyon bir yandan genelinde üretimi koşullandırırken, diğer yandan sermayenin yeniden değer kazanması; sermayenin yeniden üretimini koşullandırır.
Spekülasyon para kazanmanın, yani artı-değer sömürüsünün son tahlilde genel bir yöntemi olmuştur. Reel sermaye azalırken sanal sermaye çoğalır. Kapitalisti ilgilendiren ne kadar artı-değer elde ettiği değil, ne kadar kâr sağlamasıdır. Bundan dolayı bir yandan yeni teknoloji gerektiren yatırımlar, diğer yandan borsadaki spekülatif karakterli değer artışları son tahlilde sermayenin bileşenlerinden olan sabit sermayenin artmasına neden olur. Bu durum kâr oranlarında düşme eğilimi yaratır. Buna karşılık kapitalist, sermayenin diğer bileşeni olan değişken sermayeyi azaltmaya gidecektir. Değişken sermaye ücretlerin toplamı demektir. Yani kapitalist ücretlerin miktarını azaltacaktır.
Sermayesini verimli kılmak için kapitalist, sermayenin yeniden üretim sürecinde değişiklikler yapacaktır. Sermayenin yeniden üretiminde bu yeni süreç başka alanlara doğru bir uzama ve yoğunlaşma alacaktır. Savaş sonrası gördüğümüz durum şu ki, ilk dönemde ileri ülkelerde kapitalizmin bir ilerlemesine tanık olduk. Daha sonra ise 1970’lerden bu yana yeni bir kriz vardır. Savaş sonrası dönemdeki kapitalist gelişmenin biçim ve içeriği bir bütün olarak savaş öncesi dönemdekinden farklıdır. Kapitalizmin ilerlemesi işçi sınıfının aleyhine katastrofik sonuçları olan kaotik bir eğilim almıştır. İleri kapitalist ülkelerde üretim araçları üzerinde, kamu mülkiyeti temelinde, işçi kontrolü altında planlı bir ekonomi insanlığa üretici güçlerle uyumlu maddi bir ilerleme olanağı verecektir. Öyle bir ekonomi, sosyal sorunun çözümüne tek yanıt olacaktır.
Finans kapitalin yayılmacılığı borsadaki spekülasyonlar aracılığıyla başlıyor, orada sanal sermayeye dönüşüyor, daha sonra ise üretime giriyor. Ve bu süreç son derece karmaşık bir hal alıyor. Bir yandan tahvil, bono vb. – sermayenin nominal temsilcisi kağıtlar – ürünler pazarı, diğer yandan faiz taşıyıcısı sermaye, sermayenin yeniden değer kazanma sürecinde asalaklığın kaynağını oluşturmaktadır. Öyle ki bir tür imtiyazlı sosyal kesim, sermayesinden kâr elde etmek için gerçek üretime girmeye bile ihtiyaç duymuyorl. Ancak kâr, gerçekleşmesi için reel bir üretimin varlığını ön görür. Bu demektir ki, mal ve hizmet üretimi olmaksızın asla kâr olmayacaktır. İş gücü ile kâr arasındaki bu bağıntı üretim sürecinde tersine işlemektedir. Sermayenin sahip değiştirmesi ücretlerin toplam miktarının düşmesini istemektedir. Kâr, değişken sermayenin sabit sermayeye göre küçülmesini istemektedir. Çünkü bir noktadan sonra para da el yakmaya ve pahalanmaya başlayacaktır. Böylece, bir bütün olarak ekonomik hayat boğulmaya başlayacak ve emperyalist kapitalizmin kendi bağrında taşıdığı uzlaşmaz çelişkilerin yarattığı girdap daha da ilerleyecek, reel planda küçülürken sanal planda aşırı büyüyecek, sonuçta kartopu gibi patlayacaktır.
Sonuç olarak kapitalist üretim ilişkileri üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel oluşturmaktadır. Kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesi olmaksızın üretici güçler özgürce gelişemeyecektir. Dahası, özel mülkiyet ilişkileri tarafından yıkıma maruz kalacaklardır.
Mayıs 2002