Bugün Türkiye’deki en büyük gündemin ekonomik kriz olduğu hususunda nerdeyse herkes hemfikir. İşçi ve emekçilerin alım gücündeki radikal düşüş büyük bir hoşnutsuzluk yaratmışken sendikalardan Türkiye gündemini belirlemesi beklenirdi. Ancak Hak-İş’inden Türk-İş’ine, DİSK’ine kadar sendikaların belirleyici olma konusunda son derecede yetersiz olduğunu görebiliyoruz.
Tablonun niçin böyle olduğu sorulduğunda genellikle Türkiye’de sendikaların güçsüzlüğü, sendika üyeliklerinin sınırlılığı ilk yanıt olarak ortaya koyulur. Bu yanıtı derhal, sendikal bürokrasinin tabanları üzerindeki tam denetimleri ve hakimiyeti takip ediyor.
En genel anlamı ile bu iki gerekçede haklılık payının olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bu doğruluk payı yine de tablonun tamamını açıklamaya yetmiyor. Evet Türkiye’de sendikalar Avrupa ya da seferberlik halindeki Latin Amerika ülkeleri ile kıyaslandığında oldukça güçsüz, ancak yine de var olan gücünün işçi emekçileri büyük kazanımlar elde etmeye yetecek düzeyde olmadığını söylemek de doğru değil. Öyle ki, şu an için emeğin toplumsal servetten daha çok pay alması için yalnızca Türk-İş tabanını seferber etse dahi büyük kazanımlar elde edilebilir. İşçi sınıfının küçük bir kesiminin dahi örgütlü gücü Türkiye’yi değiştirmeye yeter. Ayrıca sendikal bürokrasinin işçi ve emekçilerin en acil sorunlarını ifade etmeyip, kapalı kapılar ardında yaptığı pazarlıklar ile işçi emekçileri sattığı için emekçilerin sendikalara sırtını döndüğünü söyleyen argümanı da yakından incelemekte fayda var zira Türkiye’de işçi sınıfının örgütsel davranışına baktığımızda, sınıfın sendikalardan uzaklaşmadığını görebiliyoruz.
Sendikalı işçi ve sendikalılık oranında artış eğilimi
2013 yılında özel sektörde yalnızca bir milyon işçi sendika üyesiyken bu yıl Ocak ayında özel sektörde sendikalı olan işçi sayısı 2,5 milyona dayanmış durumda. Artış eğilimi sendikalılık oranda da söz konusu: 2013’te sendikalı işçi oranı yüzde 9,21’ken 2024 Ocak ayında bu oran 15,22’ye çıktı.
Türkiye’de sendikaların çok güçlü olduğunu kimse iddia edemese de 12 Eylül sonrasında ve 90’lı yıllardaki işçi düşmanı baskıcı uygulamaların ardından nihayetinde AKP’ye kadar uzanan özelleştirmeci, sendikal örgütlenmeyi zorlaştırıcı çok sayıda yasal ve fiili uygulamaya ve işçilerin sendikalara yönelik genel güvensizliğe rağmen, Türkiye’de işçi sınıfının sendikaları terk etmediği ve bir eğilim olarak, elindeki tek araç olan sendikalara yöneldiği gerçeği ile karşı karşıyayız.
Bu hususta önemli bir not düşmek gerekir. Elbette ki sendikalara dair yalnızca üye sayısı ve oranların artışı üzerinden bir değerlendirme yapmak yanıltıcı olabilir. İşçi sınıfının sendikalara olan yaklaşımını daha sağlıklı görebilmek için üye sayısının yanı sıra kayıt dışı çalışmanın artışı, toplu sözleşme ve toplu sözleşmelerden faydalanan işçilerin sayısı ve ayrıca örgütlenen sektörlerle beraber imzalanan TİS’lerin niteliğine de bakmak gerekir. Hakkını veren bir değerlendirme ancak bu hususların büyüteç altında incelenmesi ile mümkün olabilir. Ancak buna rağmen bu kriterler altında çeşitli sektörlerde sendikalılık ve TİS’in artması, TİS’ten faydalanan işçi sayısındaki yükseliş eğilimi ile karşı karşıya olduğumuz görülebiliyor. Bu hususun niçin ayırt edici bir öneme sahip olduğunu AKP’nin ilk yıllarındaki tam tersi eğilimin yaşandığı uzun yılları hatırlayarak anlayabiliriz.
Devam edecek olursak, sendikaların tamamen düzen içi bir aparat haline gelip, patronların bürokrasi aracı ile emekçileri dizginlediğini ifade eden görüşler için de şu soruyu sormamız gerekir: Mademki sendikalar düzenin aracı ve patronların denetim aparatı haline gelmiş durumda, o halde niçin patronlar halen işyerlerinde sendikanın olmaması için büyük bir çaba sarf ediyor. Vestel patronu için Türk Metal sendikası elverişli bir partner olabilir. Peki, Zorlu bugüne kadar niçin işyerindeki işçilerin sendikalı olmasını engellemek için sayısız baskıya başvurdu? Toplu iş sözleşmeleri tamamen patron ile bürokrasi arasında bir orta oyunu haline geldi ise, niçin AKP iktidarı toplu iş sözleşmesi sürecindeki patronların başvurduğu yetkiye itiraz davalarının süresini fiili olarak artırmak için bunca çaba sarf etti? Sendikal yetkiye itiraz davaları pek çok örnekte yıllar sürüyor. Bu süre Türkiye’nin gözü dönmüş burjuvazisi tarafından öncü işçilerin işten atılması ve örgütlülüğün parçalanması için itina ile değerlendirilmeye devam ediyor.
Sendikalar elbette ki büyük bir bürokrasinin denetimi altında ve çok sayıda ihanet örneği ile karşı karşıyayız. Ancak görmemiz gereken nokta işçi sınıfının başka bir araca sahip olana kadar elindeki araçtan vazgeçmediği gerçeğidir. Bugün işçiler sendikaların büyük çoğunluğunun önderliklerine güvenmese de sendikalara üye olmaya devam ediyor ve TİS’ten faydalanmak için çaba sarf ediyor. Yani işçi emekçilere ulaşmak, örgütlü bir seferberlik yaratmak için sendikalar hala bir araç olmayı sürdürüyor.
İşçiler sendikaları terk etmiyor, bürokrasi denetim altında tutmayı sürdürüyor
İşçi ve emekçiler sendikalara yönelmeyi sürdürse de sendikal bürokrasinin tabanını halen denetim altında tuttuğunu görebiliyoruz. Ancak bu değişmez bir denklem değil. Bürokrasinin ancak sendikalar var oldukça yaşayabileceğini ve tabanın basıncından çekindiğini unutmamalıyız. 90’lı yıllar ve 2000’lerin başlangıcında seferber olan sendikalar daha iyi bürokratlara sahip oldukları için seferber olmuyorlardı. ‘89 bahar eylemleri, ‘90’lı yıllarda devam eden memur ve işçi seferberlikleri atmosferinden çıkan çoğunluğu açıkça bürokrat olan sendika yöneticileri, tabanın basıncı ile seferberlikler çağırmaya ve hatta Sendikal Güç Birliği Platformu örneğinde olduğu gibi ortak hareket etme eğilimlerine yönelmişlerdi. Yani geçmişte iyi sendika yöneticileri sayesinde seferberlikler olmuyordu, seferberlik dinamikleri mücadeleci birkaç sendikanın yanı sıra son derecede bürokratik bir dizi sendikayı da ortak hareket etmeye zorlamıştı.
Bugün bunun gibi olumlu örneklerin uzağında olsak da bürokrasinin üzerindeki taban basıncını küçümsememeliyiz. İşçi sınıfının gerçek gündemlerini önüne koyan bir sendikal eğilim halen büyük bir fark yaratma gücüne sahiptir. Eriyen alım gücüne karşı emekli maaşları dahil olmak üzere tüm çalışanların maaşlarına enflasyon oranında zam, gelir vergisi dilimlerinin düzenlenerek vergideki aslan payının işçi değil, patrondan alınması, OVP’nin emek düşmanı saldırılarına karşı ultra zenginlerden ek vergi alınması, kıdem tazminatı tavanının düzenlenmesi gibi talepler ile emekçilerin bu mücadele programı etrafında bir araya gelmesi Türkiye’nin kaderini değiştirebilecek büyük bir potansiyel taşımaktadır.
1 Mayıs ışığında sendikalar ve acil görevler
Krizden emekçiler lehine çıkış için çok sayıda imkân olmasına rağmen konfederasyonların bu talepleri öncelemeyişi önümüzdeki en büyük sorunlardan biri olarak karşımızda durmakta. 1 Mayıs örneği de bu sorunun ne denli derin olduğunu bir kez daha gösterdi.
İşçi sınıfındaki derin yoksullaşma, krizin tüm yükünün emekçilere yıkılması gibi gündemler sanki hiç yokmuş gibi DİSK yönetimi “Demokrasi şimdi, Taksim şimdi!” çağrısı ile 1 Mayıs’ta Taksim deyip, nihayetinde Saraçhane’de toplanmaya karar verdi. Üstelik eylemi bitirirken de her yerin Taksim olduğunu vurguladı. Madem her yer Taksimdi, niçin temel taleplerimiz etrafında bir yerde bir araya gelip bir mücadele programı yayınlanamadı? DİSK 1 Mayıs performansı ile işçi ve emekçilerin acil taleplerinin gölgelenmesine katkıda bulunup, en acil meselelere dair de raporlar yayınlamanın ötesinde bir çabaya girişmek istemediğini, daha acısı tabanından kopuk yapısı ile böylesi bir yeteneğe de sahip olmadığını bir kez daha göstermiş oldu.
Birleşik bir 1 Mayıs’ın olmaması için elinden geleni yapan Türk-İş bürokrasisi ise Bursa’yı tercih ederek, Türkiye’nin en büyük proleter şehri olan İstanbul’da 1 Mayıs’ın yaşanmamasını sağladı ve ihanet listesine bir çentik daha attı. Ancak bu noktada şunu da unutmamak gerekir ki, her şeye rağmen oldukça kitlesel geçen Bursa 1 Mayıs’ında Türk-İş bürokrasisinin tabanını karşısına almaktan çekindiğini bir kez daha görmüş olduk. Uzlaşma içerikli çok sayıda sözün yanı sıra Türk-İş bürokrasisi daha öncesinden sözünü ettiği vergi adaleti ve kıdem tazminatının gaspı gibi gündemleri göstermelik dahi olsa merkezine almak ve kürsüden önümüzdeki yıl İstanbul’da 1 Mayıs kutlamasını yapma sözünü vermek durumunda kaldı. Türk-İş bürokrasisinin samimiyetten uzak ve “aman hükümetle aramız açılmasın” kaygılarına rağmen hayallerindeki sendikacılığı yaşayamadığı ve tabanın ayağa kalkma ihtimalinin dahi koltuklarının titrediği görülüyor.
Sonuç olarak bir mücadele programı sunulması halinde seferber olmaya hazır bir işçi sınıfı ile karşı karşıyayız. Bu gerçeğin Hak-İş ve Türk-İş bürokrasi dahi farkında.
Ne yapmalı?
Türkiye’de sınıf mücadelesi çorak topraklar üzerinde değil, öte yandan mücadele dinamikleri adına bir kuraklık falan da yaşanmıyor. Sayısı az da olsa mücadeleci sendika ve şubeler hala var. Öte yandan, Hak-İş dahil olmak üzere, Türk-İş, DİSK ve bağımsız sendikalarda da direniş halinde olan işyerlerinin, işçilerin olduğunu görebiliyoruz. Türkiye emekçiler adına bir yangın yerine dönmüş ve emekçiler bir çözüm ararken, bürokrasiyi alaşağı edecek yahut hareket etmeye zorlayacak adımları atmak da mümkün.
Mücadeleci sendikaların, şubelerin ve direniş halindeki işyerlerinin ücret zammı, vergi adaleti, OVP’nin faturasının işçilere değil ultra zenginlere kesilmesi, kıdem tazminatına yönelik planlanan yeni saldırıların durdurulması ve tavanının düzenlenmesini ifade eden bir mücadele programı yayınlaması Türkiye’nin kaderini bambaşka ve aydınlık bir yere doğru çevrime dinamiği taşıyor.
Bizlere düşen görev de mücadeleci sendikaların ortak bir eylem programı etrafında bir araya gelmesini teşvik etmek için var gücümüzle çalışmak. Sendikaları terk etmemiş, hatta oraya yönelen emekçilerse net taleplere sahip ve açık bir mücadele programı ile hareket eden sendikaların birleştiği bir odağa yaklaşıp kendi bürokrasilerini harekete geçirmeye, hatta onların koltuklarını ellerinden almaya aday olabilirler.