Açlığın (1) tarihini incelemeye kalkacak olursak, insanlığın tarihi kadar eski bir konuya el atmış oluruz. Yazılı tarihin kayıt altına aldığı ilk açlık vakası milattan önce 5. yüz yıla, antik Roma’ya dayanır. Sonrasında gelen süreçte ise, çeşitli üretim biçimlerinin çökmekte olmasından ötürü, yahut çeşitli salgın hastalıkların bir sonucu olarak kitlesel açlıklar ve ölümlere rastlamak mümkündür. Bu süreç içerisinde olduğu gibi, insanlığın tüm yazılı tarihi – yahut sınıflı toplum tarihi – boyunca yaşanan açlıklar, her dönemde farklı anlamlara bürünmüştür. Her ne kadar, 5. yüzyılın Avrupa’sında açlık çeken kişilerin, 16. yüzyılda Hindistan’da açlıktan ölen 2 milyon kişinin ve de bu gün dünyanın herhangi bir yerinde açlıktan ölmekte olan birinin biyolojik olarak içerisinde bulunduğu durum aynı olsa da, bir tarihsel materyalist açısından açlığın tanımı bu tarihsel süreçlerde sürekli olarak değişecektir. Bir tehdit olarak açlık, yiyecek yemek bulamama anlamından, savaşlarda kullanılan etkili bir silaha, oradan da bir avuç gıda tekelinin inanılmaz şekilde zenginleşmesi için olmazsa olmaza ve son olarak, belki de tüm insan cinsinin yok oluşuna dek ilerleyebilecektir.(2)
Emperyalist kapitalizmin tüm dünya ekonomisini sarsan krizi içerisinde dünya genelinde açlık sınırının altında yaşayan (yani günlük geliri 1 doların altında olan) insanların sayısı son bir yıl içerisinde 100 milyon arttı. Bu artışla açlık sınırının altında yaşayan insanların sayısı dünya nüfusunun yedide birinden fazlasını bularak 1 milyar 20 milyona ulaştı. İnsanlık tarihi boyunca görülmemiş bir düzey olan bu veri bizlere, kapitalizmin yol açtığı ve açabileceği felaketleri anlatan senaryoların ne denli gerçekçi olabileceğini anlatıyor.
Bunun yanı sıra, konunun burjuva yetkili/ilgilileri bu artışı bir sürpriz olarak nitelenmezken, açlık tehdidinin önümüzdeki dönemde dünya nüfusunu daha da çok etkisi altında bırakacağı hususunda hem kirler.
İnsanlığın önündeki açlık tehdidini aşmak için, başta Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası olmak üzere pek çok uluslararası burjuva örgüt “çözüm önerilerini” sıralamaya başladı. BM sekreteri Ban Ki-moon, Obama ile yaptığı bir görüşmede açlık sorununu çözmenin dünya barışına katkıda bulunup kararlı ve dengeli bir ekonomik büyümenin de önünü açacağını ifade etmişti. Bu bağlamda da açlık sorununu çözmek için 20 milyar dolarlık bir bütçenin açılacağı ve bu bütçelerin de, ortaklıkları besleyip barış ve kardeşliği yaratacağını umduğunu belirtmişti. Bu durum ve de son yirmi yılda gıda piyasaları içerisinde inanılmaz şekilde büyüyen şirketler bize açlık tehdidi üzerinden yeni saldırı planlarının gündemde olduğunu işaret ediyor.
Yeni felaketlerin ne boyutlara ulaşabileceği ve yaklaşan felakete karşı korunma çarelerinin ne olduğunu incelemeden önce, açlık oranındaki artışın sebeplerini ve artışın sorumlularını incelemekte fayda var.
Açlığın “Sebepleri”
Açlık sınırının altında yaşayan insanların sayısındaki bu rekor artışın sorumluluğunu kendi üzerlerinden atmak için burjuvaların ortaya attıkları iki argüman var. Bunların birincisi, artan nüfusa karşın gıda ürünlerinin yetersiz kalışı ve de buna paralel olarak gıda fiyatlarının yükselişi. Bunun doğal sonucu olarak da açlık ve yoksulluk… Bir diğer argüman ise, küresel ısınma. Söylenene göre küresel ısınmanın tarımı olumsuz yönde etkilemesi ve de azalan tarım üretiminin dünya nüfusuna yetmemesi, açlığı arttıran bir diğer temel faktör.
1.) Nüfus artışı açlık yaratır mı?
İlk argüman, yani nüfus artışının gıda üretimi artışından hızlı olması ve buna paralel olarak gıda fiyatlarının hızla artması fikri konusunda bize yardımcı olabilmesi için, 1872-2008 yılları arasındaki nüfus artışı ve tahıl ürünlerinin fiyatlarındaki artışı gösteren aşağıdaki grafiğe göz atmakta fayda var.
Grafik 1: 1872-2008 yılları arasında, tahıl fiyatları-nüfus artışı eğrileri(3)
Öncelikle nüfusu temsil eden eğriye bakacak olursak, nüfus verili zaman aralığında 1,7 milyardan, 6,7 milyara kadar çeşitli ivmelenmeler ile artıyor. Ardından tahıl ürünlerinin fiyatlarını temsil eden eğriye bakacak olursak genel kanının tam tersini ifade eden, şaşırtıcı bir veri ile karşılaşırız. Fiyat eğrisindeki üç büyük dalgayı göz ardı edecek olursak, tahıl ürünleri fiyatlarının sürekli olarak bir azalma eğiliminde olduğunu görebiliriz. Bunun bir tek anlamı var: İnsanlık makineli tarım uygulamalarının yaygınlaşması ve toprak reformları ile beraber tahıl ürünleri fiyatlarının düşmesini sağlamış ve de elde edilen tahıl ürünlerini nüfus artışını karşılayabilecek bir seviyeye getirebilmiştir.
Tahıl fiyatlarının düşme eğimlinin yanı sıra, hangi dönemlerde fiyat artışlarının yaşandığını incelemekte fayda var. Tabloya bakarak, tahıl yatlarındaki üç dalgalanmanın hangi tarihlere denk geldiğine bakacak olursak, her bir dalgalanmanın büyük açlık ordularını yarattığını anlamak da mümkün olacaktır. Tabloya bakarak ilk büyük dalganın birinci emperyalistler arası paylaşım savaşına, ikincisinin ise, ikinci paylaşım savaşına denk geldiğini görebiliriz. Üçüncü büyük dalga ise, gıda fiyatlarının bugünkü değişiminin en önemli karakteristik özelliğini barındırmaktadır. Üçüncü dalganın başlıca sebebi, 1971’de başlayan petrol krizidir ve bu üçüncü dalga ilk ikisinden oldukça farklı ve de önemlidir. Bu üçüncü dalganın ilk iki büyük dalgadan ayrı bir yer tutmasının sebebi, artık gıda piyasaları ile enerji piyasaları arasındaki kopmaz bağın ve enerji piyasalarının gıda piyasaları üzerindeki kesin belirleyiciliğinin ilk önemli göstergesi oluşudur.
Yukarıda değerlendirdiğimiz tablo, 2008 yılına kadar olan dönemi kapsamaktadır. Bu tip verilere doldurulup taşırılan yazıların okuyucu açısından sıkıcılaştığı arttırıp, yazının okunurluğunu azalttığını bilmemize rağmen, 2003’ten günümüze kadar uzanan döneme ait olan mısır, tahıl, pirinç ve de petrol fiyatlarını gösteren bir grafiğe daha baş vuracağız.
Grafik 2: Ocak 2003-Haziran 2009 dönemi arasında, temel gıda ürünleri-petrol fiyatları eğrileri(4)
Grafik üzerine uzun uzadıya konuşmaya lüzum yok. En üstteki eğrinin temsil ettiği, petrol fiyatlarındaki dalgalanma, doğrudan doğruya gıda fiyatlarını da etkilenmekte ve enerji piyasasının gıda piyasaları üzerindeki kesin belirleyiciliğini ortaya
Buraya kadar, açlığın artışına karşı sunulan “nüfus artışının büyük etkisi” argümanı ile ilgili olarak söylediklerimizi özetleyecek olursak:
a.) Günümüz koşullarında gıda üretimi, dünden daha çok ve daha ucuz yollar ile yapılabilmektedir.
b.) İnsanlık son yüz yıl içerisinde artan nüfusuna karşın gıda fiyatlarının düşebilmesini sağlamıştır. Nüfus artışının gıda yatlarını arttırdığı, açlığı doğrudan doğruya etkilediği, ya da açlığa sebep olduğu yönündeki fikri ispatlayabilen hiçbir bilimsel veri yoktur.
c.) Gıda fiyatlarının artışı bugün için esas olarak başta enerji sanayii olmak üzere, bir bütün olarak kapitalist ekonominin anarşik planlamasına bağımlıdır. Gıda fiyatlarının dalgalanmasının temel sebebi budur.
2.) Küresel Isınma Açlık Yaratır mı?
Formel şekliyle ifade edecek olursak küresel ısınma; güneşten gelen enerjinin geri yansımasını engelleyen atmosferdeki bazı gazların oranının artması sonucu dünyanın sıcaklığının gittikçe artması olayıdır.
Tarih boyunca atmosferin sıcaklığı hiçbir zaman sabit olmamıştır, ancak atmosfer sıcaklığındaki değişimler oldukça uzun zamanlara yayıldığı için, canlılığın bu değişime ayak uydurması kolay olmuştur. Fakat bugün durum farklıdır. Atmosferin ortalama sıcaklığı son buzul devrinden (20 bin yıl öncesinden) beri yaklaşık 5 derece artmıştır. Ancak sadece son yüz yılda atmosferin sıcaklığı 1 derece birden yükselmiştir. İşte küresel ısınmanın bugüne kadar ortaya çıkardığı korkunç bilanço budur.(5)
Sadece bu veri dahi, küresel ısınmanın tarım üzerinde ne denli büyük felaketlere yol açabileceğini göstermekte yeterlidir. Yakın dönem içerisinde beklenilen felaketler içerisinde, büyük susuzluklar yüzünden pek çok tarım arazisinin ekime elverişsiz hale gelmesi birinci sırada yer almakta. Tahminlere göre sırf bu sebep ile, dünyanın en verimli bölgelerinde bir daha tarım yapılamayacak.
Şimdilik bu ciddi tehlikeyi, gerçekçiliğini unutmamak kaydı ile bir kenara bırakalım. Açlığın yaygınlaşması ve küresel ısınma arasındaki etkileşimin güncel bir ifadesini somutlamaya çalışırsak, tatmin edici bir veri ile karşılaşamayız. Dünya genelinde yaşanan iklim değişikliğinin bir sonucu olarak bazı ürünlerin hasadında bir azalma olduğunu söylemek mümkün olsa da, henüz bu konuda bir genelleme yapıp, küresel ısınmanın günümüzde tarım üretiminde ciddi azalmalara yol açtığı savını ortaya atmak mümkün değildir. Çünkü küresel ısınmanın sonuçları henüz yeterince yaşanmamıştır ve tarım üretimine olan etkisi henüz sınırlıdır. Çeltik vs gibi sulak alanlarda yetişen ürünlerin ekiminde bazı kısmi azalmaların görüldüğünü ve bu azalışın başlıca sebebinin küresel ısınma olduğunu iddia etmek mümkün olsa da, son on yıl içerisinde tarımsal üretimde belirli bir artış dahi yaşanmıştır. Örneğin mısır üretiminde dünya genelinde %20’lik bir artış söz konusudur.(6)
Küresel ısınmanın tarım üzerindeki yıkıcı etkilerini henüz göstermemiş oluşu, 2003’ten beri açlık sayısındaki hızlı artışın ve de son bir yıldaki rekor düzeydeki artışın küresel ısınma ile açıklanamayacağını ortaya çıkarmaktadır.
Kapitalizmin tüm insanlığı tehdit eden açlık salgınının, küresel ısınmanın etkilerinin daha belirgin görülmeye başlanacağı önümüzdeki dönemlerde ise, daha da yıkıcı bir hal alacağı aşikar. İşte o dönemde, burjuvalar, yine bugün olduğu gibi, “Bizim elimizden ne gelir ki? Kahrolasıca karbon emisyonu. İşte tüm suçlu o!” diyip duracaklar ve bir kez daha günahlarını üzerlerinden atmaya çalışırlarken, sofralarından – eğer nesli tükenmemişse – koala etini eksik etmeyecekler.
Peki burjuvaların bu adi yalanlarını bir kenara bırakacak olursak, açlığın gerçek sebepleri nelerdir?
Açlığın Gerçek Sebepleri
Konuya tarihsel olarak baktığımızda son yüz yıl içerisindeki kitlesel açlığın artışının temel sebebinin, kapitalist üretim ve bölüşüm ilişkileri olduğunu söylemek mümkündür. Son yüz yıl içerisinde dünya her an tüm insanlığın ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar gıdaya sahip olmuştur. Ancak, kapitalizmde -her metada olduğu gibi – gıdanın da eşitsiz dağılımı söz konusudur. Sözgelimi, burjuvalar gıdaya insanların yaşamlarını sürdürebilmek için zorunlu olarak ihtiyaç duydukları temel bir madde gözü ile değil de, alınıp satılabilen, yani artı değer elde edilebilen bir meta gözü ile bakmaktadırlar. Bu yüzden de gıda ürünleri kapitalistlerin ambarlarında, açları doyurmayı değil, paraya çevrilmeyi bekleyen bir metalardır. Gıdanın ne kadar besleyici olduğunun, yahut birim yatırımla ne kadar fazla insana ürün ulaştırılabileceğinin de bir önemi yoktur. Bir kapitalist için mühim olan, “yatırımın” ne kadar kar getirdiğidir. Dünya genelindeki, fiyatı yüksek olan büyük baş hayvancılık üzerine yapılan yatırımların bu denli fazla olmasının sebebi bu basit prensipte yatar.
Burjuvaların ambarlarındaki gıda, alım gücüne sahip olanlar içindir. Açlarınsa alım güçleri yoktur. Bu yüzden de, onların sayılarının kaç olduğunun kapitalizm açısından hiçbir zaman önemi olmamıştır. Kapitalizmin açların sayısını gerçekçi bir şekilde azaltmak gibi bir amacı ve gayreti ise tarih boyunca görülmemiştir.
Kapitalizmde açlık konusunu başından başlayarak kısaca inceleyelim. 1800’lü yılların sonlarından itibaren, tekelleşme çağına girmekte olan kapitalist ülkeler, dünyanın çeşitli bölgelerindeki sömürgelerinin tarım ürünlerine el koyarak, kendilerine ciddi ticari gelirler elde ettiler. Bunun en tipik örneği Hindistan ile İngiltere arasında yaşandı. İngiltere Hindistan’ı sömürgeleştirirken, Hindistan’ın tüm tarımsal üretim ilişkisini yıktı. Hindistan’ın ürettiği gıda ürünleri İngilizler tarafından pazarlanmak üzere İngiliz ambarlarına dolduruldu. İngiltere sadece Hindistan’dan, 10 milyon ton ürün elde ederken, bunun karşılığı olarak Hindistan’da yirmi milyon insan açlıktan öldü. Sonuç olarak bu dönem içerisinde, başta Afrika, Çin ve Hindistan’da kitlesel ölümlerle sonuçlanan açlık vakaları yaşanırken Avrupa’nın kapitalist devletlerinin en büyük sorunu ellerindeki fazla gıdayı stoklayacak yer bulmaktı. İşte burjuva “zenginliğinin” gerçek yüzü ve dünya genelindeki açlığın tarih sahnesine kıtlık değil de, bolluktan ötürü girdiği ilk an!
Özellikle ikinci dünya savaşının ardından gelen süreç, kapitalizmin gıda piyasalarını korumak amacı ile iyiden iyiye kurumsallaştığı bir dönem oldu. Gıda Yardım Programları çerçevesinde, DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) ve IMF aracılığı ile atılan adımlar, esasında gıda tekellerine yardımdan başka bir işe yaramadı. İlk dönemde Avrupa’da Marchall planı içerisinde, ikinci dönemde ise, Latin Amerika’da Güney Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA) içerisinde büyük gıda tekellerinin yol haritaları çizilmiş oldu. Bu sayede sayıları dördü geçmeyen gıda tekelleri tüm gıda ürünlerinin fiyatlarını kontrol edebilir hale geldiler.
Zenginliğin, burjuvaların ellerinde yoğunlaşması buna karşın da işçi sınıfının yoksulluğunun sürekli olarak artması şeklinde açıklanabilecek olan sefaletin artması yasası, esasında kapitalizmin temel özelliklerinden biridir. Bu yasayı açlık sorununa uyarlayacak olursak; gıda tekellerinin ettiği kârlar arttıkça ve bu tekeller büyüdükçe bunun kaçınılmaz sonucu olarak, açlığın artması beklenecektir. Bu yüzden açlığın artışında hiçbir olağan dışılığın olmadığı söylenebilir. Ancak kapitalizmin bu doğal özelliğinin yanı sıra, gıda fiyatlarının belirlenmesinin ve de açlığın artmasının bazı başka sebepleri de vardır. Ki bu sebepler açlığın olağandışı bir hızla artması sonucunu doğurmuştur.
Öncelikle, daha önce de belirttiğimiz üzere tarımdaki makineleşme tarım ürünlerinin fiyatının petrol fiyatlarına paralel olarak artması veya azalması sonucunu doğurmuştur. Bu tip krizlerin bir sonucu olarak, kitlesel açlıklarda artışlara rastlamak mümkündür. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere 1971 sürecinde yaşanan petrol krizinin ardından gıda fiyatlarının patlamasının sebebi de tam olarak budur. Şimdi süreci faklı bir biçimde ele alalım ve petrol krizini petrol şirketlerinin krizi ve de bu krizi de kapitalist ekonominin krizi, yani bir tür fazla üretim bunalımı olarak okuyalım. Bu durumda, 1971’den itibaren açlık; salt gıda ürünlerinin eşitsiz dağılımından ibaret olmaktan çıkmış, emperyalist kapitalizmin içine girdiği farklı (fazla üretim) krizlerinin de etkisi ile, gıda fiyatlarındaki artış eğilimine paralel olarak artmıştır. Kısacası, kapitalizmin basit yasası gereği, burjuvaların ambarlarının dolup taşması dünyadaki yoksul kitlelerin açlığa itilmeleri için tek sebep olmaktan çıkmıştır. Gıda sanayii, makineleşmedeki inanılmaz artışın doğrudan bir sonucu olarak, pek çok sektörün bunalımından doğrudan etkilenerek krizlere sürüklenebilen hassas bir bünyeye sahip olmuştur.
Kapitalist düzenin sürekli krizlere gebe olan insanlık dışı örgütlenmesinden her daim nasibini alan “gıda sektörü”, etkilendiği her krizin ardından açlık sorununu daha da büyütmüştür. Fakat kapitalizmin doğurduğu bu yeni durum yetmezmiş gibi, tarımsal üretimin endüstriyel tarıma ağırlık vermeye başlaması ile; tarımın başka sektörlerin maliyetini düşürür ve daha fazla artı-değer vaat eder hale gelmesi sonucu “gıda krizi”nin yeni boyuları da ortaya çıkar. İşte gıda sanayisinin bu yeni boyutu, açlık meselesini insanlık tarihinin yüz karası olan bir zirveye, olağan dışı bir hızla taşınmasına sebep olmuştur.
Bahsettiğimiz sektörlerden bir tanesi, biyodizel aracılığı ile daha da güçlenen enerji sektörü, bir diğeri ise, tarım ile doğrudan doğruya ilişkisi olan biyoteknoloji sektörüdür.
Yoksulların Ekmeğinden Alınıp Petrol Sanayisine Katılan Mazot: Biyodizel
Biyodizel, çeşitli tarım ürünlerinden (ayçiçeği, mısır, soya, aspir, kolza…) elde edilen organik yağların, çeşitli baz ve alkollerle karıştırılarak dizel yakıta dönüştürülmesi ile elde edilir. Dizel motorların tümünde, motor çalışma prensibinde hiçbir değişiklik uygulanmaksızın biyodizel kullanmak mümkündür.
Biyodizelin bu potansiyeli, 2000’li yıllarda enerji piyasalarının içerisine girdiği kriz ortamında, petrol şirketlerine yüksek karlar kazandırdı. Burjuva hükümetler küresel ısınmaya karşı önlem alınmak mazereti ile, dizel yakıtlara belirli bir yüzdelik oranlar ile biyodizelin karıştırılmasını zorunlu kılmışlardı. Bu sayede, birkaç yıl içerisinde inanılmaz şekilde büyüyen biyodizel üretimi, ilk etapta söylendiğinin aksine çeşitli çevre felaketleri yarattı. Mısır ekimi için katledilen yağmur ormanlarının dışında ekimi ve toplanması sürecinde de çevreye inanılmaz zararlar verdi.
Konumuza geçecek olursak da, biyodizel üretiminden ötürü, başta Latin Amerika olmak üzere dünyanın pek çok bölgesinde, tarım alanları satış garantisine sahip oldukları için üretimlerini biyodizel sektörüne yapmaya başladılar. Yazının başında belirtilen, mısır üretiminin %20 oranında artmasının temel sebebi de budur. Ancak biyodizel üretiminin tek sonucu, yalnızca biyodizel üretilebilen ürünlerin gıda olarak değerlendirilmeyip, biyodizel için kullanılması olmadı. Biyodizel üretimi, belirli gıda ürünlerinin inanılmaz şekilde zamlanması sonucunu da doğurdu. Bu da yetmezmiş gibi, başka gıda ürünlerinin ekildiği alanların da hızla biyodizel olarak kullanılabilen tohumlar ile doldurulması sonucu da ortaya çıktı.(7)
Bu sebeple, başta Latin Amerika ve Afrika olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerindeki insanların açlık ve yoksulluk sınırının altına itilmesi olağan dışı bir hız kazandı. Yoksulların karınları boşaltılırken, petrol şirketlerinin kasaları doldu… Bunun yanı sıra, toprak üzerindeki aşırı sömürüden ötürü şimdiden pek çok verimli tarım arazisinin yakın gelecekte kullanılamaz hale gelme ihtimali de söz konusu.
Bu durumun en can alıcı sonuçlardan biri ise şu; İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gıda tekellerinin kontrolünde olan büyük tarım alanları, zaten alım gücünün daha yüksek olduğu bölgelere üretim yapıyordu. Gelir seviyesi düşük olan kimselerin bu tekellerden alış veriş yapması mümkün değildi. Açlıktaki bu olağandışı artış içerisindeki kimseleri, bugüne kadar besleyenler, yerli küçük üreticilerdi. Ancak endüstriyel tarımın bu denli büyümesi pek çok stratejik ülkedeki küçük üreticiyi ya yok etti, ya da onların da üretimlerini endüstriye yapabilmelerinin yolunu açtı. Böylece, yoksulların önündeki son bir parça ekmek de ellerinden alınmış oldu. Ne uğruna? Bir avuç tekelin daha fazla karı uğruna…
Burjuvazinin Açlıktan Daha da Fazla Faydalanmaya Niyeti Var: GDO
Kapitalizmin yıkıcı karakteri, kendi rutin işleyişinden ötürü pek çok felakete yol açmaktadır. Ancak insanlık için belki de en tehdit edici olanı, kapitalizmin kendi yerle bir ettiği şey üzerinden de kendine has “çözüm önerileri” aracılığı ile yeniden yükselebilmesi, yüksek karlar elde edebilmesidir. Sonuç olarak da kapitalizmin her “çözümü” kendi yarattığı yıkımı daha büyük bir enkaz haline getirmektedir.
Bu bahsettiğimizin en çarpıcı örneklerinden birini de açlık sorununda görmek mümkün. Burjuvazi 90’lı yıllarda, artan açlık tehdidine karşı GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) aracılığı ile bir çözüm oluşturabilecekleri savını ortaya attı. Onlara göre; besin değeri daha fazla olan, daha kolay yetişen, tohumu daha ucuz olan ve de ilaçlamaya lüzum olmaksızın yetişebilen bu tohumlar, tüm dünya yoksullarının karnını doyuracaktı!
90’lı yıllardan bu yana GDO’nun yaygınlığı arttı ve bu atış, 2000’li yıllardaki açlık oranındaki rekor yükselişi engelleyemedi. Sadece bu veri bile GDO’nun çözüm üretmekten ne denli uzak olduğunu bizlere göstermeye yeter. Fakat daha da kötüsü, açlığı azaltmayı bir kenara bırakalım, GDO’nun dünya çapındaki açlığın daha da hızlı yayılmasında ciddi hizmetleri oldu. Yakın gelecekte başımıza açabileceği tehlikeler ise daha da fazla.
GDO’nun sebep olduğu aşırı toprak sömürüsü, biyolojik çeşitliliğin azalması, insan ve hayvan sağlığına verdiği zararları bir kenara bırakıp, sadece açlık ile olan ilişkisini incelemeye bakalım. 2005 yılının verilerine göre, dünya üzerindeki yıllık olarak elde edilen toplam soyanın %57.5’ini, toplam mısırın %11’ini, pamuğun %21’ini ve kanolanın da %14’ünü genetiği değiştirilmiş çeşitler oluşturmaktadır. Buna ek olarak da GDO’lu tohum ekiminin yasallaşıp kullanıldığı ülkelerin sayısı da gün geçtikçe artmaktadır.(8)
Bu artış içerisinde, tüm biyoteknoloji pazarı dört şirket arasında paylaşılmış durumda. Bu şirketlerden biri olan Monsanto adlı bir Amerikan şirketi ise, tek başına tüm piyasanın %90’ını kontrol etmekte. Bu şirketler şu anda dünyada kullanılan pek çok tohumu patentlemiş durumda ve de, kendi patentledikleri tohumların dünyanın herhangi bir yerinde ekilmesine müsaade etmemekteler. Ayrıca bu şirketler kendi ürettikleri tohumların yanı sıra, ekimi yüz yıllardır yapılan bazı tohumların patentlerini de satın alarak yeni krizler yarattılar. Şu anda, bu tohumların yüz yıllardır ekildiği coğrafyalarda dahi patent sahibi şirketten tohum alımı yapılmadan üretimin yapılması yasaklınmış durumda. Bir kereliğine ekilebilen ve de bir daha tohum vermeyen bu “terminatör tohumlar” ise, ciddi bir mail yük yaratıyorlar. Bunların yanı sıra, biyoteknoloji tekelleri tarım ilaçlarının patentlerini de satın alarak, bu sektör üzerinde de bir hakimiyet kurmuş durumdalar.(9)
Sonuç olarak GDO’nun kullanışının artması ile beraber dünyanın dört bir yanındaki pek çok üretici, tohum yokluğu, yahut patent sorunu yüzünden üretim yapamamakta. Bunun dışında da üretim kar getirecek coğrafyalara kaymakta ve gıda kıtlığının yaşandığı bölgelere gıda ürünleri yine ithalat aracılığı ile pahalı yollardan girmekte. Bu gidişat da, tekellerin karlarını milyarların açlıktan ölümü ile arttırmakta…
Türkiye’de Açlık Sorunu
TÜİK’in verilerine göre Türkiye de günlük asgari besin ihtiyacını karşılayamayan nüfusun oranı 2002 ile 2006 yılları arasında 1.35 ile 0.87 arasında salınmış.(10) Ancak en kritik dönem olan, işsizliğin ve yoksulluğu hızla arttığı 2008-09 dönemine dair herhangi bir veri bulunmamakta.
Türk-İş’in açlık ve yoksulluk ile ilgili hazırladığı raporlarda ise, Haziran 2009’da 4 kişilik bir ailenin açlık sınırı 733 TL olarak belirlenmiş durumda. Bunun yanında, 2009 yılı içerisinde temel gıda ürünlerinin fiyatları, Haziran ayını saymazsak, sürekli olarak artmakta.(11)
Şimdiye kadar açıklanan veriler ekonomik krizin etkilerinin bir yansıması olarak görünüp, anlaşılabilir olarak betimlenebilir olsa da, krizin etkilerinin derinleşeceği ve uzun süreli olacağı hesaba katılırsa, yakın gelecekte bizleri çok ciddi tehlikeler bekliyor olacak. Bu bağlamda, Ziraat Mühendisleri Odası’nın Türkiye’de tarımın geleceği ile ilgili olarak yaptığı çalışmalarda oldukça iç karartıcı sonuçlar elde edilmekte. Başta sulak arazilerin kaybedilmesi ve yanlış sulama ile aşırı toprak sömürüsünün tarım arazilerini kullanılamaz hale getirmesi ciddi bir gıda krizinin kapımıza dayanmak üzere olduğunu bizlere göstermekte.
Bu “rutin” tehlikenin dışında Türkiye’de, GDO’nun ekimi ve tüketiminin tamamen yasallaşmasını sağlayacak olan yasa (şu anda meclisin onayını bekliyor), eğer yürürlüğe girerse, bu durum Türkiye’deki açlık sorunun daha da hızlı bir şekilde büyüyeceği anlamına gelebilir.
Tüm bunların yanı sıra, Türkiye’deki açlık sorununun istatistiklere yansımaya en önemli boyutu Kürt topraklarında yaşanmaktadır. Senelerce bu topraklarda uygulanan zorunlu güç uygulaması, “terörle mücadele” kapsamında yakılan ormanlar ve bu bağlamda tarımsal üretimin aldığı büyük darbeler, GSMH’nın Türkiye genelinde yükselişte olduğu dönemlerinde dahi bu topraklarında düşmesi, yakın geçmişteki en ciddi açlık sorunun niçin Kürdistan’da yaşandığını bizlere anlatacaktır.
Sonuç
Açlık sorunu, genel olarak kapitalizmin yarattığı ve doğası gereği asla önlemini alamayacağı bir sorundur. En basit şekliyle, tekelci kapitalizm olarak adlandırılabilecek olan emperyalizmin doğrudan bir sonucu ile birlikte açlık sorunu daha da ciddi boyutlar kazandı: bir yandan doğal kaynakların tahribatı hızlanırken, diğer yandan dünyayı veba gibi saran korporasyonlar ve özellikle gıda tekelleri, gıda fiyatlarını tek başlarına kontrol ederek, tüm dünyadaki yoksulları açlığa mahkum etme meziyetini göstermiştir.
Emperyalist kapitalizmin neo-liberal politikalarının sonucu dünya çapında (gerek metropol gerekse de yarı sömürge ülkelerin şehirlerinde) artan yoksulluk ile günümüzdeki açlık sorunu arasında doğrudan bir ilişki vardır. On yıllar boyunca yoksulluğa itilmiş kitlelerin payına, bugün açlık sınırının altına itilmek düşüyor.
Yazımızda vurguladığımız gibi kapitalist-emperyalist sistem açlığın varlığını sürdürmesi ve yayılmasından sorumludur. İnsanlığın ihtiyaçlarını karşılamak için değil ama kar için üretim yapan gıda sanayisi, diğer sektörlerdeki kapitalist krizlerden çok çabuk etkilenmekte ve bunun sonucu olarak da gıda fiyatlarında artış yaşanmaktadır. İkinci olarak tarımsal faaliyetin endüstriyel üretime kayması, büyükbaş hayvancılık ve biyodizel örneğinde görüldüğü gibi, artı değer yoğunluğu daha fazla olan sektörlerde üretimin yoğunlaşması sonucunu doğurmaktadır. Son olarak dünya tarımındaki payını hızla arttıran GDO’lu ürünler, patent ve aşırı toprak sömürüsü ve buna eşlik eden küçük ve orta çaplı üreticilerin i asa sürüklenmeleri ve gıdanın ulaşılabilirliğinin azalması gıda ürünlerinin fiyatlarının artmasına neden olmaktadır. Hiç şüphesiz mali piyasalarda gerçekleştirilen spekülatif faaliyetler petrol fiyatlarının olduğu gibi gıda ürünlerinin fiyatlarında önemli bir artışa neden olmaktadır.
Yukarıda vurguladığımız bu sebepler dolayısıyla açlık tarih boyunca hiç görülmemiş bir şekilde hızlanarak sürmektedir. Burada söz konusu olan açlığın yaşanmasının temel sebebinin hiçbir şekilde güncel ve gerçekçi bir “gıda krizi” olmamasıdır. Açlığın bu denli artmasının tek sebebi neo-liberal politikalar ve gıda piyasalarının içerisine girdiği kârlılık krizlerdir.
Bu basit çözümlemeden, açlar kitlesin daha da artacağı sonucu çıkıyor. Ancak bizi gelecekte bekleyen tehlike bunun da ötesinde. Kapitalizmin yeni üretim teknikleri, doğa üzerinde öylesine büyük bir tahribat yaratmaktadır ki, gerçek bir gıda krizi orta vadeli bir gelecekte kapımızdan içeri gireceğe benziyor. Dünyanın biyolojik çeşitliliği kaybedilmekte, tarıma elverişli araziler hızla yok olmakta ve ciddi bir su krizi bize doğru yaklaşmakta. Tüm bu tehlikelerin belirli sektörlerdeki burjuva mülkiyetinden kaynaklandığını görecek olursak, acil korunma çarelerini söylemek bizim için kolaylaşacaktır. Öncelikle, insanlığın geleceğini tehdit eden bu duruma karşı, başta gıda ve enerji olmak üzere tüm doğal kaynaklar üzerinde kamulaştırmaların savunulması en acil ihtiyaçtır. İşte bu, canlılığın devamı ve açlığın önlenmesi açısından önümüzdeki tek gerçekçi çözüm önerisidir.
Son on yıl içerisinde açlık sınırının altında yaşayan insanların sayısındaki olağandışı patlama ise, kapitalizmin bugün vardığı aşamada insanlığın sorunlarına bir çare bulmaktan çok uzak olduğunun açık bir kanıtıdır. Kapitalist geminin izlediği rotada artık kara göründü. Bu karanın bayrağında insanlık için sadece şu cümle yazıyor: “Barbarlık yolu ile toplu yok oluş!” Hızla artan ve kapitalizmin koşulları altında daha da büyük patlanmalar ile artacağı kesin olan açlıktan ölmekte olan insanların sayısı, barbarlığının karşısındaki tek alternati n sosyalizm olduğunun açıkça ispat etmektedir. Şöyle diyebiliriz, sosyalizm belki de hiç bugün olduğu kadar gerçekçi bir çözüm önerisi olmamıştı!
Tüm bu anlattıklarımızdan çıkan sonuç kapitalizmin yarattığı tahribatın vardığı boyutların proletaryanın tarihsel sorumluluğunu daha da artırdığıdır. Sadece burjuvazinin tarih sahnesinden süpürülmesi, yarattığı tüm yıkımları onunla beraber yok etmeyecektir. Kapitalizmin yarattığı hasar o denli büyüktür ki, proletaryanın bir görevi de, kapitalizmin yarattığı tüm yıkımları onarmak ve iyileştirmek olacaktır.
Sosyalistler açlığın temel nedenlerinin ortadan kaldırılmasını talep ederken kapitalist emperyalist sistemin sözcüleri açlık sorunu karşısında iki yüzlü bir tutum almakta. Onlar, açlığa çözüm aradıklarını iddia ederken, sadece gıda tekellerinin krizlerine çare yaratmanın peşlerindeler ve açlık sorununa dair ise sadece kozmetik tedbirler peşinde koşmaktadırlar: BM’nin Ban Ki-moon aracılığı ile sunduğu çözüm önerilerinin gerçekçi hiçbir yönü yoktur.
Ne 20 milyar dolarlık sadakalar, ne de gıda piyasalarını iyileştirme paketleri açlık sorununa çare olabilecek potansiyelde değildir.
Dünyanın yedide biri aç ve soruna kaynaklık eden hiçbir etmen ortadan kaldırılamıyor! Artık keskin bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. Günümüzde, açlık krizinin bir burjuva çözümü söz konusu olamaz! Ban Ki-moon’a katıldığımız tek bir konu vardır: Açlık sorununu çözmek, dünyaya barışı, hem de sonsuz bir barışı getirecektir.
Temmuz 2009
Dipnotlar
1.) Yazının tamamlanma sürecinde, her daim Marksizm’in köşe taşlarını işaret eden önerileriyle yazıya büyük kat- kılar sunan Erol Yeşilyurt’a teşekkürlerle…
2.) Tarih boyunca görülen açlık vakalarının bir listesi için bak: http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_famines.
3.) J. von Braun, BLS CPI veri tabanından hareketle hazırlanmıştır, Godo 2001, OECD 2005, and DGÖ 2008; Joachim von Braun, IFPRI, Mayıs 2009.
4.) DGÖ ve IMF 2009 verilerinden hareketle hazırlanmıştır.
5.) Ayrıntılı bilgi için bak: “İklim değişikliğinin neden olduğu sorunlar ve oluşturacağı risk- ler”, Ölçü, Temmuz 2007.
6.) Ayrıntılı bilgi için bak: Ölçü; Haziran 2007.
7.) Ayrıntılı bilgi için bak: National Geographic Türkiye, Ekim 2007.
8.) Ayrıntılı bilgi için bak: Ölçü, 2005.
9.) Ayrıntılı bilgi için bak: Neşe Yılmaz, “GDO: Yanıtlanamayan Sorular”, Kızılcık Dergisi, Mayıs-Haziran 2006.
10.) Bak: http://nkg.tuik.gov.tr/tum.asp?gosterge=47&Submit=G%F6r%FCnt%Fcle.
11.) Bak: http://www.turkis.org.tr/?wapp=52521E5F-FCA5-4BDD-940D-A284DA6F151D.