1.) Castro-Chavizm şeklinde ifade edilebilecek olan antikomünist politik akım, 21. yüzyılda Marksizm’in içerisinde yer aldığı iddiasıyla hareket ettiği için, Kautskycilik ile Menşevizme karşı verilen teorik-politik mücadelenin bir benzerinin örgütlenmesiyle, yeni oportünizm olarak anlaşılmalı ve bu bağlamda devrimci komünistler, bu yeni oportünizme karşı programlarını savunmalıdırlar.
Sadece örgütsel tarihi boyunca değil ancak teorik-politik ve düşünsel-felsefi tarihi boyunca da Marksizm, işçi sınıfı taraftarı olduğunu deklare eden, hatta “halkçı” bir programı sahiplenmiş olan birçok farklı siyasal akımla ideolojik mücadeleler halinde olmuştur. 1914’ün bir barut fıçısına dönmüş olan savaş ortamında, Alman partisinin önderi olarak görülen ve “Marksizm’in Papa’sı” olarak anılan Kautsky, Marksizm adına ulusal burjuva hükümetlerin silahlanma kararlarının lehinde oy verdiğinde, Rosa Luxemburg’un deyişiyle ancak “bir at arabasını dolduracak kadar” olan bir avuç enternasyonalist, bu yurtsever ihaneti reddederek, Marksizm’in en büyük otoritelerinin dediklerinin aksine kıta proletaryasına silahlarını generallerine çevirmelerini önermişti. Bugün ise Marksizm adına konuşulurken, burjuva militarizminin sözcülüğüne soyunan bu “otoritelerden”, misal Kautsky’den veya Bernstein’dan çok az söz edilir. Ancak Zimmerwald’da toplanıp, Marx ile Engels’in mirasının gerçek devamcılığına soyunan o bir avuç kadro, bugün dahi hem pratikte, hem de teoride aşılamamış olan eserleri bırakmış olan bir kuşaktır: Lenin, Luxemburg, Liebknecht, Troçki, Gramsci…
Ancak hikaye 1914’te de başlamıyor. 1840’lardan itibaren dünya sahnesine çıkmış olan birçok politik akım, argümanlarını siyasal olarak solun renklerine boyayarak, eski toplumun sonunu getirecek olan sınıfın ve devrimin gerçek otoritesi ve öncüsü olduğunu iddia etti. Marx’ın ortaya koyduğu bilimsel öğreti, hem teorinin gri ağacında, hem de pratiğin yeşilinde, bütün bu akımların ontolojik koşullarının en radikal siyasal eleştirilerini ve alternatiflerini sunarak, onların sonunu getirdi. Zira bu akımların hiçbiri, söylemlerinin aksine, Marx’ın deyişiyle “içinde insanın aşağılanmış, köleleştirilmiş, yalnız bırakılmış ve onuru çiğnenmiş bir varlık olarak yer aldığı ilişkiler ağını” paramparça etmeyi hedeflemiyordu. Bahsi geçen akımların en radikali dahi, bu barbar ilişkilerin güler yüzlü bir sömürü mekanizmasının hayata geçirilmesi aracılığıyla reforme edilmesini savunuyordu. Tıpkı çağımızın Castro-Chavizm’inin yaptığı üzere.
Programatik ilkelerin inşası noktasında başlatılan mücadele ilk olarak yeni yeni oluşturulmaya çalışılınan sosyalist teorik birikimin dışarısında konumlanan çeşitli felsefi-iktisadi programlara karşı verildi. 1840’ların başında Marx ve Engels, tarihin okunması noktasında çürümüş idealizmin silahlarıyla savaşan Genç Hegelcilerle hesaplaştılar. 1840’ların sonuna gelindiğinde aynı ikili, iktisat öğretilerini geliştirerek Proudhonculuğa karşı mücadeleyi başlattılar. 1848’in derslerinin çıkarılması noktasında en başarılı ekolü temsil eden Marx ile Engels, işçi hareketinin içerisindeki farklı eğilimlerle çatışmaya başladı. 1870’lerin başlarında bu yönelim, Bakuninciliğin marjinal hale getirilmesiyle sonuçlandı. Aynı on yılın devamında Proudhoncu Mühlberger ve pozitivist Dühring, bilimsel sosyalizm öğretisinin metodolojisi karşısında ezilince, işçi hareketi içerisindeki zafer kesin olarak Marksizm’e ait oldu.
Ancak bu dönemin ardından, 1890’larla birlikte, bugün Castro-Chavizm ismi verilen fenomen için de geçerli olan bir değişim yaşandı. Lenin bu değişimi aşağıdaki gibi tarif ediyordu: “Tarihin diyalektiği hükmünü icra etti ve Marksizm’in teorik zaferi, düşmanlarını Marksist kılığına bürünmeye zorladı. İçten içe çürüyen liberalizm, kendisini sosyalist oportünizm biçiminde canlandırmaya çalıştı.”(1) Marx’ın sürekli olarak “düzeltilmesiyle” geçen ve revizyonizm olarak anılan bu dönemde profesörler Kant’a dönme nutukları attılar. Diyalektik yöntem terk edildi, Hegel’e “ölü köpek” muamelesi yapıldı. Fransa’da Millerandcılık revizyonist siyasal yönelimin en dolaysız toplumsal sonuçlarını ortaya koydu. “Hareket her şeydir, nihai amaç hiçbir şey!” diye haykıran Bernstein, adeta günümüzün post-modern hareketçiliğini, kendi revize edilmiş “Marksizm’inin” sloganlarıyla çağırıyordu. Marksizm içerisindeki bu ilk büyük yarılma bütün ülkelerde benzer sonuçlar verdi: Almanya’da ortodokslar ile Bersteincılar, Fransa’da Guesde ile Jaures, İngiltere’de Sosyal-Demokrat Federasyon ile Bağımsız İşçi Partisi, Belçika’da Bouckere ile Vandervelde, İtalya’da Bütünlükçüler ile Reformistler.
Önceki dönemden farklı olarak bu durum, Marksist metodolojinin teori ve eylem alanındaki düşmanlarının, sosyalizm bayrağı altında mücadele ettikleri izlenimi yaratarak, işçileri kendi burjuva programlarının kuyruğuna takmaya başlamış olmalarıydı. Bu gelenek daha sonra Sovyetler içerisinde Menşevikler tarafından sahiplenildi. Şubat Devrimi’nin ardından Sovyetlerdeki gücü %2 civarında olan Bolşevik Parti, Menşevikler tarafından “Marksizm’i saptırmakla” defalarca suçlandı. İşçiler arasında “Rus Marksizm’inin Babası” olarak anılan Plehanov, “Bir halkın gerçek demokrasiye ne derecede hazır olduğu (…) iktisadi gelişiminin derecesine bağlıdır. Üretici güçlerin gelişimi, bizi hedeflerimize daha da yakınlaştırır ve proletaryanın zaferini garanti altına alır.”(2) cümlesindeki anlayışı programlaştırarak, sosyalist devrimin henüz gerçekleştirilmemesini savunacak ve kapitalist sanayinin gelişimini öncelikli görev olarak benimseyecekti. Plehanov’un antikomünist yönelimine karşıt olarak Lenin’in Nisan Tezleri’nde, bir eylem aracı olarak Marksist yöntemin kurucu ilkelerinden hareket ederek, sınıfsız topluma ilerleyişin taktikleri ile stratejisini ortaya koyduğunda “Marksizm” içi odaklardan aldığı tepki ise ilginçtir. Plehanov’un karşı saldırısı, tıpkı devrimci Marksizm’in Venezuela için önerdiği proletarya diktatörlüğü programının Castro-Chavizm’den aldığı cevaba benzer: “Lenin, burjuvazinin çıkarlarıyla tüm bağları kopararak, sosyalist devrimi yok ediyor (…) Sosyalist devrimi bu şekilde aceleye getirme girişimi, anarşistlerin 1889 Enternasyonal Kongresi’nde, burjuvazinin henüz olgunlaşmadığı bir zamanda kalkıştıkları girişimlere benzetilebilir.”(3) Bu çarpıtmalar, Lenin’in bir politik savaş programı olarak Marksizm’i somutlaştırmaya dönük çabalarından asla vazgeçirmedi.
Sol içi mücadeleler tarihi yoluna, Stalinizmin, Plehanov’un yukarıdaki alıntısında ifadesini bulan Menşevik aşamacı teoriyi benimsemesiyle ve böylece uluslararası devrimci dinamiklere dönük teslimiyetçi politik hatlar önermesiyle sürdü. Stalin, kendi sözleriyle “işçi sınıfının emperyalizme karşı devrimci burjuvaziyle ittifakını hafife almak”tan kaynaklanan “sapmayı” (Plehanov’un Lenin’i suçladığı “sapmanın” aynısı!) 1925 senesinin Mayıs ayındaki bir konferansta eleştirdi.(4) Bunun üzerine 1923 yılına kadar kararlı bir Menşevik önderi olan, daha sonra Stalin-Buharin cephesinin aşamalı devrim teorisini geliştirmek üzere partiye giren Martinov “Çin Komünist Partisi’ni”, “Bolşeviklerin liberal burjuvaziye uyguladığı taktikleri” uygulamamaya çağırdı.(5) Aynı sıralarda İsviçre’de sürgünde olan Menşeviklerin çıkardığı bir bültende, Menşeviklerin önderi olan Dan “işçilerin büyük burjuvaziyle yan yana oturdukları koalisyon hükümetini yıkmakta acele edilmemesi” gerektiğini, Stalin’in “dört sınıf bloğunun muhafaza edilmesi” gerektiğini yazıyordu ve devam ediyordu: Troçki’nin başını çektiği “Sol Muhalefetçilerin” yaptığı üzere “vaktinden önce sosyalist görevlerin empoze edilmemesine” dikkat edilmeliydi.(6)
Marksizm’in büyük bir zenginlik – ve aynı zamanda çeşitli ihanetler de – gösteren kendi iç politik-ideolojik mücadelelerinin tarihinin kısa bir özetini, önemli bir sebepten dolayı verdik: Sol/sosyalist ve proleter hareketlerin tarihi boyunca, dünya proletaryasının ve onun önde gelen savaşçılarının (Marx, Engels, Lenin ve Troçki gibi) tarihsel miraslarını ve “sosyalizmi” söylemsel düzlemde sahiplenen, ancak aslında eylem ve strateji boyutunda tamamen anti-Marksist bir metodolojiye ve programa sahip olan akımlar ve oluşumlar olmuştur ve olacaktır. Bu akımların hepsi ayrı ayrı özgül dinamiklere ve farklılaşan sosyopolitik önerilere sahip olsalar da, ortaklaştıkları üç temel nokta vardır: 1.) Bunların hiçbirisi dünya proletaryasının dünya partisini, yani sosyalist devrimin Leninist enternasyonalini kurma hedefini gütmemiştir ve gütmez de. Marx ilkini, Engels ikincisini, Lenin ve Troçki üçüncüsünü ve son olarak Troçki Dördüncü Enternasyonal’i ilan ederek, daima uluslararası bir üretim ve bölüşüm sistemi olan kapitalist üretim ilişkilerine karşıt olarak işçilerin enternasyonal savaş partisini bina etmeye çalışmışlardır. Marksizm’in içerisinde olduğu iddiasındaki çeşitli oportünist akımların ise hiçbiri bir uluslararası örgüt inşasını enternasyonalist bir perspektif olarak önlerine koymamıştır, hatta bir kısmı var olan enternasyonal partiyi “Churchill’in isteği üzerine” kapamıştır.(7) 2.) Bu akımların hiçbirisinde Marx’ın Paris Komünü’nün ardından komünistlerin programlarına eklemesi gerektiğini deklare ettiği ve Lenin ile Troçki’nin büyük geliştirmelerde bulunduğu proletaryanın diktatörlüğü hedefi yoktur. Oportünist oluşumların tarif ettiği rejimler, tıpkı Chavizmin Venezuela’sında olduğu üzere daima liberal burjuvaziye tanınan ayrıcalıkların ve kapitülasyonların gerçekliğini içerecek şekilde tanımlanır: “Halkçı”, “ilerici”, “ulusal demokratik”, “yurtsever”, “Halk Cepheci”, “Bolivarcı” ve benzerleri… Bunların hiçbirisi Lenin’in Nisan Tezleri’nde geliştirmiş olduğu ve ne burjuvazinin, ne toprak sahiplerinin, ne de oligarşinin içerisinde yer almadığı işçi devleti tanımı içerisinde konumlanmaz. 3.) 1890’lardan itibaren oportünist programlarını Marksizm’in argümanlarıyla maskelemeye çalışan akımların bir diğer ortak noktası da, özel mülkiyet kurumunun ilga edilmemesi gerektiği noktasında vardıkları mutabakattır. Bu gerici mutabakatın diğer ismi aşamacılıktır: Yani özel mülkiyetin ilga edilmesinden önce proletaryanın ve ulusun daima birtakım başka “acil” ve “demokratik” gündemlerinin olduğunun söylenmesiyle, sınıflar mücadelesinin sistem içi sınırlara hapsedilmeye çalışılması ve “burjuva-demokratik” aşamanın mutlaklaştırılmasıdır.
Konumuz olan Castro-Chavizm, Marksizm’in içerisinde yer aldığı iddiasında olan ve yukarıdaki üç oportünist maddeyi de benimsemiş olan bir akımdır. Bu yönüyle o, Alman Kautskyciliğinin ulusal önyargıları sürekli olarak körükleyen yurtsever eklektizmiyle, sosyalist devrimi sürekli olarak erteleme eğiliminde olan Plehanovcu Rus Menşevizminin günümüzdeki bir bileşimi, yani çağımızın sol içi anti-komünizmidir. 21. yüzyılda Castro-Chavizm iktidarda olduğu hiçbir ülkede mülksüzleştirmelere gitmemiştir. Yine o, iktidarda olduğu hiçbir ülkede işçi sınıfını iktidara taşımamış veya proletaryayı iktidara taşıyacak olan ikili iktidar organlarını güçlendirmemiştir. Bunların mantıksal bir sonucu olarak da o, hiçbir zaman dünya proletaryasının emperyalist barbarlık karşısında en temel savaşım aracını ifade edecek olan bir Enternasyonal’in inşasına soyunmamıştır. Castro-Chavizm için Venezuela’nın kapitalist dünya ekonomisi içerisindeki ticari ilişkileri ve ihracat-ithalat dengesi, daima dünya işçi sınıfının çıkarlarından öncelikli bir konu olmuştur.
2.) Castro-Chavizm’in programı devrimci değil, reformisttir. Hedefinde proletaryanın devrimci diktatörlüğünün kurulması değil, özel mülkiyet rejiminin sınırlarını aşmayan anayasal reformlar gerçekleştirmek vardır. Castro-Chavizm’in “21. yüzyıl sosyalizmi” adı altında hayata geçirdiği ve propagandasını yaptığı öneri, gerici bir burjuva projesinden öte bir anlam taşımamaktadır.
- “Yeni dünya düzenine karşı bir devrim mümkün mü?”
- “Ben devrimden ziyade, değişim demeyi tercih ediyorum.”
Comandante belgeselinin 19. dakikasında Fidel Castro, Oliver Stone’un kendisine yönlendirdiği soruyu işte böyle cevaplıyor. Ancak bu akımın reformist karakteri, elbette bir belgesel cümlesiyle anlatılabilecek bir hadise değil. Yine de Castro’nun, barbar bir diktatörlük rejimini devrim aracılığıyla yıkan tarihsel bir momentin figürü olmasına rağmen “yeni dünya düzenine” karşı bir devrimi mümkün, gerekli veya arzulanabilir görmüyor oluşu, etimolojik sıçramalarla anayasal reformist alternatifini “değişim” olarak ifade etmek zorunda kalıyor oluşu, önemlidir.
Latin Amerika kıtası genelinde Castro/Chavist rüzgârla beraber iktidara gelmiş olan bütün odaklar, ayakta kalmaya çalışmayı seçimler aracılığıyla sürdürdü. 1999’da Chavez, 2003’te Lula, 2006’da Morales, 2010’da Mujica, 2011’de Rousseff, 2013’te Maduro seçimlerle hükümet kurma hakkı kazandı. Seçimle iktidara gelen bu sözde “ilericiler”, burjuva seçim yasalarını ve kurumlarını dokunmadan bıraktılar; bunun yanı sıra işçilerin kendi özörgütlenme organlarının yaratılmasına dönük fiili bir kampanyaya girişmediler. Yargı, yürütme ve yasama şeklindeki anayasal burjuva hükmünün meşrulaştırılması noktasında kitleleri düzen içi mevzilere davet eden, bu hükmün “legal” boyutlarına dönük eleştirel bir tutum bile almayan ve daima seferberlikten veya grevden değil, “toplumsal barıştan” ve “diyalogdan” yana olan yeni oportünistler, burjuva-demokratik yanılgıları güçlendirme pahasına ülkelerinin kapitalist siyasal döngülerinde kırılmalara yol açmaktan kaçındı. Aksine hepsi, yabancılaştırıcı politik sistemi soldan olmak üzere yeniden ve yeniden üretti. Chavez’in başkan yardımcısı Jose Vicente Rongel’in “Demokratik bir oyun oynuyoruz ve oyunun kurallarına saygı göstermeliyiz.”(8) şeklindeki demeci, Castro-Chavizm’in burjuva demokrasisinden ve onun kurumlarından bırakalım radikal bir kopuşu, bu gerici kütlenin içerisinde asgari bir revizyonu dahi gerçekleştirmeye çabalama niyetinde olmadığını ispatlamıştı. Hepsi de “eşitlik” veya “kamucu ekonomi” benzeri taleplerle iktidara gelen ve politik önerilerinden birer “devrim” olarak bahseden bu yeni oportünistler, kendi eski ulusal rejimlerinin ekonomik ve politik altyapılarında hiçbir dönüşüme imza atmadı. Başlarına geçtikleri rejimlerin artı değeri gasp eden niteliklerini muhafaza eden yeni oportünistler, vaat ettikleri yeni bir toplum biçimi yaratma misyonunda, antikomünist doğalarından kaynaklanan kronik bir başarısızlığa saplanıp kaldılar.
Bahsi geçen sözde “ilerici” ve “solcu” iktidarların veya akımların önderliklerinde bulunan kadroların geçmişlerine baktığımızda, onların işçi sınıfı mücadeleleri içerisinde veya sınıf örgütleri kapsamında mücadele etmemiş olduklarını görüyoruz. Bu önderliklerin hepsi ya küçük-burjuva ve bürokratik örgütlenmelerden, ya da sosyal demokrat reformist geleneklerden gelen yetkililer ile kaynıyor. Birçoğu egemen parti haline gelmelerinden dolayı milyon dolarlık servetlere ve mülklere sahip. Kapitalist sömürü ilişkilerine karşı verilen savaşımda işçilerin yanında asla yer almamış ve eğitimini burada görmemiş olan, ülkelerinin ulusal rejimlerinin görece iyileştirilmesi haricinde bir eylem programına sahip olmamış olan ve son olarak iyileştirmeyi arzu ettiklerini iddia ettikleri liberal sömürü ve baskı ilişkilerinden artık servet kazanmaya ve finans kapital biriktirmeye başlamış olan yeni oportünizmin temsilcilerinin, devrimci bir yolun savunuşuna soyunmaları zaten nasıl beklenebilir ki?
Bir sıralar Hugo Chavez’in danışmanlığını yapmış olan, Fidel Castro’nun kitaplarından övgüyle söz ettiği, “21. yüzyıl sosyalizminin” teorisyeni olarak anılan Heinz Dieterich, yeni oportünist akımın toplumsal önerisinin devrimci değil reformist yöntemlerle vuku bulması gerektiğini şöyle anlatıyordu:
“Amaçlanan şey, çoğunluğun bilinçlendirilmesinin öyle bir düzeye ulaştırılmasıdır ki, dünya ölçeğindeki güçler dengesi demokratik güçlerin yararına doğru kaysın, dolayısıyla küresel toplumun gelişme mantığını oldukça etkileyecek olan, kapitalist sistemin ve onun seçkinlerinin artan ölçülerde etkisizleştirilmesi sağlansın.”(9)
Dieterich’in demokratist-reformist yaklaşımı ve sözde bir çoğunluğun “demokratik” bilinçlendirilmesini ideolojik olarak şart koşuyor olması, yeni oportünizmin sınıflar mücadelesini birer tartışma kulübüne benzeten anlayışının en kaba tezahürünü oluşturuyor. Ancak soyut bir güçler dengesinin demokratik güçlerin yararına kaymasıyla “toplumun gelişme mantığını oldukça etkilemeyi” hedefleyen Castro/Chavist akımın “iktidar” perspektifinde, ne devrimci partiye, ne de işçi sınıfına rastlanmıyor. Sadece son derece metafizik bir toplam olan “çoğunluk” ile bu çoğunluğun “bilinçlendirilmesiyle” ortaya çıkacak olan demokrasiden yana bir “güçler dengesinden” söz ediliyor. Eğer objektif hedef sınıfsız toplumun inşası ise (ki Castro-Chavizm için aslında değildir), Dieterich’in koymuş olduğu ölçütlerin somut durumun karşısında hiçbir geçerliliği kalmıyor. Öte yandan Dieterich’in açık yüreklilikle ifade ettiği pasifist-reformist yönelimin, kapitalist-emperyalist paylaşım ilişkilerinin ekonomik doğasına dokunmayan bu önerinin ve sözde sınıfsız olan bu stratejinin, 21. yüzyılın sol içi anti-komünizmi olarak Castro-Chavizm’in küçük-burjuva, bürokratik, reformist, aşamacı ve emperyalizmle barış içinde bir arada yaşama programına aykırı düşen hiçbir yönü bulunmamakta. Dieterich’in proleter devrimin en etkili araçlarını dışlayan bu eylem önerisinin biricik anlamı, burjuva-kapitalist döngülerin yapısal bir yıkıma uğratılmadan belirli politik taraflarının reforme edilmesi gerektiğidir. Biz bu önerinin asıl sahibini, yani “dönek Kautsky’i” geçtiğimiz yüzyıldan zaten hatırlıyoruz.
Chavez, “21. yüzyıl sosyalizmi” projesini Şubat 2005’te açıkladığında, kapitalizmden “seçkinler diktatörlüğü” diye bahsediyordu ve ekliyordu: “Bizde bu seçkinler diktatörlüğü yok, proletarya diktatörlüğü de yok, diktatörlük istemiyoruz, demokrasi istiyoruz.” Chavez üzerinde ısrarla durarak vurguladı: Onların sosyalizmi “Hıristiyan, yerli ve Bolivarcı” idi ve bu kesinlikle – kendi sözleriyle – “Marksist bir proje değildi.”(10) Chavez, iktidara gelişinin reformist metodunu ve devrim karşıtı mücadele yöntemini bu sefer de toplumsal-politik düzlemde mantıksal sonuçlarına vardırmak istercesine, kendisine yakınlığıyla bilinen Miranda Uluslararası Merkezi’nin araştırmacılarına “21. yüzyıl sosyalizmini” bu doğrultuda tanımlamalarını talep etti. Merkez’in yaptığı tanımda Castro-Chavizm’in “stratejik unsurları arasında özel mülkiyetin yok edilmesi yoktur. 21. yüzyıl sosyalizmi bu hakkı reddetmez.” deniyordu. Özel sermaye ve piyasa ekonomisi “devlet ile birlikte daha fazla katılımda bulunmaya” davet ediliyor ve “toplumsal zenginliğe katkının, özel ticari işletmelerden değil, hükümetin teşvik edeceği sosyal üretim işletmelerinden bekleneceği”(11) yazıyordu.
Özetle sadece Venezuelalı işçiler ve köylüler değil ancak bir bütün olarak dünya solunun ezici bir çoğunluğu, tıpkı 1914’te Kautsky’nin ardından çağrıldığı üzere, yeni bir oportünizmin ve proleter düşmanı bir siyasi programın ardına kuyruk olmaya davet ediliyordu. Castro-Chavizm’in çağrısı bir işçi sınıfı iktidarı altında toplumsal ve ekonomik mülkiyet ilişkilerinin dönüştürülmesi, artı değere el koyan döngülerin parçalanması ve mübadele mantığına yaslanan serbest piyasa ekonomisinden çıkılması değil, verili ekonomik ve politik rejim altında anayasal reformlar aracılığıyla solun argümanlarının kullanıldığı bir “halkçı kapitalizmin” yaratılmasıydı. Dünya solunun ve birçok Komünist Parti’nin Birleşik Devletler emperyalizmi karşısında ehven-i şer gördüğü bu öneri, tam da “kötünün iyisi” denmesi dolayısıyla son derece anti-Leninist reflekslerle kutsallaştırıldı. Ehven-i şer olduğu için propagandası yapılan, bu sebeple de herhangi bir bağımsız işçi örgütlenmesinin veya seferberliğinin siyasal günah sayılmaya başlandığı bu önerinin kapsamı dahilinde, hükümet sözcülerinin dönemlik basın açıklamalarının “anti-emperyalist” tınıları haricinde sosyalizme dair hiçbir tedbir alınmadı. Ekonomide antikapitalist önlemlerin uygulanmasını bir kenara bırakalım, özel sektörün talanına ve yabancı sermayenin yağmasına açılan alanlar genişletildi. “Sosyalizm” adı altında alkış tutulan, kıta genelindeki radikal burjuva reformist önderliklerin, Marksizm’in argümanlarının makyajı altında proletaryayı “21. yüzyıl liberalizmine” peşkeş çekmesiydi.
Bolivya’da Sosyalizme Doğru Hareket (MAS) isimli partiyle 2006’da iktidara gelen Morales, seçimlerin hemen öncesinde günlük La Gaceta gazetesine şu demeci veriyordu: “Eğer başkan seçilirsem, ne yazık ki neoliberal yasalara saygı duymak benim görevim olacak. Kararnamelerle ve yasalarla bazı değişiklikler yapılır ama hemen büyük değişiklikler olmayacak çünkü 20 yıllık neoliberal yasalar var.”(12) Morales seçimleri kazandı ve ertesi gününde yeni bir açıklama yayınladı: “Yabancı şirketlerin varlıklarına el koymayacağız ya da kamulaştırmayacağız. Mülkiyet hakkı için duyulan saygıyı güçlendireceğiz.”(13) Ardından Morales’in başkan yardımcısı Alvaro Garcia Linera da yeni hükümetin “tek bir sınıf veya sektör için değil, bütün Bolivya için çalışacağını” ve “özellikle iş dünyasının kendisini dışlanmış hissetmemesi gerektiğini”(14) söyledi. Morales’in sağ kolu daha da ileri gitti ve ulusal gelişim için “And Dağları kapitalizmini” hayata geçireceklerini açıkça deklare etti.(15) Havana ve Caracas’ta pozlar veren Sosyalizme Doğru Hareket’in Morales’i, “And Dağları kapitalizmi” adı altında ülkesinin üretici güçlerini, dünya solunun da geniş desteği ve onayıyla, emperyalizme pazarlıyordu. Chavez’le beraber Morales’in de neoliberal saldırganlığını eleştiren bütün komünist argümanlar veya bu iktidarların altında can çekişen yoksulların cüret ettikleri herhangi bir seferberlikle grev, derhal olmak üzere “emperyalizmin oyunu” veya “komplosu” denilerek kriminalize edildi.
Ne Chavez’in, ne Lula’nın, ne Morales’in, ne de Latin Amerikalı diğer sözde “ilerici” hükümetlerin stratejisi burjuva devlet aygıtını parçalayarak proletarya diktatörlüğünü tesis etmek oldu. Castro/Chavist dalganın önde gelenleri, kendi ulusal kapitalizmlerinin belirlediği özel mülkiyet rejiminden dışarıya asla adım atmadılar. Bazıları, antikapitalist ekonomik tedbirler alınmasa dahi, Castro/Chavezci iktidarların ülke genelinde işçi sınıfının hegemonyasını güçlendirdiğini yazıyor. Bu doğru değil, ancak doğru olsaydı dahi, sorun yine Troçki’nin 1905’te ortaya koyduğu biçimiyle gündeme gelirdi: “Proletaryanın politik iktidarı, iktisadi köleliğiyle yan yana yaşayamaz.”
Chavez’in “21. yüzyıl sosyalizmi” adı altında hayata geçirmiş olduğu ve Maduro’nun aynı isimle hayata geçirmeye devam ettiği kapitalist sosyoekonomik tedbirlerin en mükemmel teorik tanımı, Lenin’de bulunmaktadır: “Marksizm öncesi sosyalizm yenilgiye uğratıldı. Bu sosyalizm anlayışı mücadelesini sürdürüyor, ama artık kendi bağımsız zemininde değil, Marksizm’in genel zemininde revizyonizm olarak mücadelesini sürdürüyor.”(16) Chavez, kendi önerisinin Marksizm dışı olduğunu defalarca kez tekrarlamış olmasına rağmen Venezuela Komünist Partisi, yeni oportünizmin gerici yönelimlerini Marksizm’in ölçütleriyle meşrulaştırmayı sürdürdü. Dünya solunun ezici bir çoğunluğu Chavez’i, sol içi yeni oportünizmin önderlerinden birisi olarak değil, yüzyılımızdaki sosyalizmin sesi olarak görmeyi tercih etti. Böyle yaparak da metodolojik olarak Marksist mirastan ne denli kopuk olduklarını ispatlamış oldular. Castro-Chavizm’in içerisine özel ve yabancı sermaye ile özel mülkiyet hakkını da dâhil ettiği “21. yüzyıl sosyalizminin” tanımının karşısında, sosyalizmin biricik gerçek anlamı, Marx ile Engels’in ortaya koymuş olduğu bilimsel ölçütlerin kendisi olmayı südrüyor: Sınıfsız ve kurumsuz toplum. Sosyalizmde devlet aygıtı yoktur; bunun yanı sıra bankalar, tröstler, çokuluslu firmalar ve hatta bir evrensel meta olarak paranın kendisi dahi mevcut değildir. Bu sebeple Marx sosyalizme geçiş (proletarya diktatörlüğü) ile sosyalizm arasındaki nitel farkın önemine vurgu yapar.
Ancak mesele, yeni oportünist dalganın vasıfsız ve yanlış sosyalizm tanımıyla da sınırlı değil. Zira Castro-Chavizm, organik olmasa dahi politik olarak Alman Kautskyciliğinin ve Rus Menşevizminin bir devamı olduğu için, sosyalizmin inşa olanaklarını da, sırtına yüklenmiş olduğu bu gerici siyasal mirasın perspektifinden değerlendiriyor. Chavez ile Castro’nun favori yazarı Dieterich şöyle yazıyor:
“Postkapitalizme doğru bu suretle geliştirilebilecek olan bölgesel-ulusal geçiş programları, temelinde yatan nesnel gerçeklikler ve öznel koşullar nedeniyle oldukça zıtlıklar içerdiğinden doğal olarak değişik özelliklere sahiptir. Avrupa programı, yeni sosyalizm için gerekli tüm nesnel koşullar olduğundan dolaysız olarak katılımcı demokrasiye geçişle işe koyulabilir. Bu, Latin Amerika’da neoliberalizmin yol açtığı, sosyalizm için öngörülen nesnel ve öznel koşulların tahribatı çok büyük boyutlara varması nedeniyle, yalnızca dolaylı olarak oluşabilir.
Sosyalizme geçişin ilk ara aşaması, Venezuela Başkanı Hugo Chavez’in uğraşını verdiği gibi, dönüşüm programının stratejik ufku olarak bölgesel Latin Amerika iktidar-bloğunun yaratılmasında gizlidir. Afrika’da ise durum çok uç noktalardadır; çünkü orada katılımcı demokrasi için gerekli koşullar henüz oluşmamıştır ve öncelikli olarak işlerlik kazanan ulusal devletlerin, toplumsal birleştiriciliğin, laik ve metafizik yapıların birbirinden ayrılmasının, ulusal kimliklerin ve birleştirici ekonomik alt sistemlerin oluşturulması zorunludur.(…)
Çoğunluğun artık sürdürülemez durumlarda maruz kaldığı acılar, hızlı bir değişim isteğini doğuruyor, elbette bu nesnel evrimin olgunlaşması sorununu ortadan kaldırmıyor. Örneğin sırf bu yüzden Çin, Küba ve Venezuela’da uygun iletişim donanımı sağlanamadığı sürece eşdeğerli ekonomi inşa edilemez.”(17)
Evet, gerçekten de 1905 ve 1917 Şubat’ında, Plehanov tarafından dile getirilen gevezeliklerin yüzyılımıza tercüme edilmiş paçavralarıyla karşı karşıyayız! Dieterich “hızlı bir değişim” isteğinden bahsediyor ancak hemen ardından “nesnel evrimin olgunlaşması sorununun” buna engel teşkil ettiğini deklare ediyor. Artık yıllar geçtikçe adeta bir tekerlemeye dönmüş olan aşamacı devrim argümanlarının, çağımızın postmodern literatürünün türlü demokratist ve konformist sıfatlarıyla ifade edildiği en yalın halini Castro-Chavizm’in bu teorisyeninde buluyoruz. Avrupa dışında hiçbir coğrafyanın sosyalizm veya sosyalist devrim için hazır olmadığını ilan eden revizyonizmin bu küçük-burjuva yeni profesörü, doğrudan doğruya II. Enternasyonal Marksizm’inin Bernstein ve Plehanov gibi isimlerinden besleniyor. Dieterich için Venezuela veya bir başka Latin Amerika ülkesinde yaşanacak olan devrimci gelişmeler, doğaları gereği burjuva demokratik olmak durumunda. Plehanov’un “üretici güçlerin gelişmişliğini” şart koşan ekonomik determinizminin Dieterich’e tezahür eden biçimi ise çok daha çarpık bir anlayışa denk düşüyor: “Uygun iletişim donanımı sağlanamadığı sürece eşdeğerli ekonomi inşa edilemez.” Menşevizmin teorik olarak beslendiği mekanik materyalizmin ve ekonomik belirlenimciliğin, “21. yüzyıl sosyalizminin” teorisyeninde dolaysız olarak teknolojik determinizme indirgendiğini gözlemliyoruz. Dieterich için üretici güçler dahi sosyalizmin bina edilmesi olanaklarının bir ölçütü olamaz. Onun için ancak insan ve doğa ile beraber üretici güçlerin sadece bir parçası olan tekniğin ve o tekniğin de bir parçası olan “iletişim donanımlarının” gelişimi, proletaryanın karşısına Dieterich’in deyişiyle “eşdeğerli ekonomiyi”, yani sosyalizmi gündeme getirebilir. Dieterich’in tarihsel ve toplumsal gelişmeye dönük pozitivist ve kaderci yaklaşımının, kendinden öncekilerden farklılaşan tarafı, varılacak yerin dahi sınıfsız toplum değil, “çoğulcu demokrasi” olmasıdır. Hem siyasal amacın metafizik bir demokratizme indirgenmesi, hem de iletişim araçlarının nicel fazlalığının sosyopolitik gelişimin biricik temeli olarak ele alınması, Castro-Chavizm’in yüzyılımızda yeni Menşevik bir akım olarak var olmasının ideolojik zeminini hazırlamıştır. Castro-Chavizm’in bütün bir tarihsel, sosyal ve siyasal gelişmeyi tek taraflı olarak nesnelci bir ekonomik ve teknolojik determinist anlayışla, analitik-soyut ölçütlere indirgiyor oluşu, onun farklı ulusların özgün toplumsal formasyonlarıyla kapitalist gelişimin genel eğilimleri arasındaki sentezin diyalektiğini asla anlayamadığına işaret etmektedir. Nesnel olan ile öznel olan arasındaki kaba ve soyut karşıtlığın terkiyle gerçekliğin bütün uğraklarının gelişiminin bütünsel bir kavrayışı, ekonominin vülger evrimci değil, diyalektik yorumlanışına gereksinim duyar. Karşıtlıkları yeryüzünde birbirine dönüştürmek yerine, onları gökyüzünde donduran Castro-Chavizm, bu başarıdan daima muaf olmuştur. Zira metodolojik olarak o, bu yetenekten yoksundur. Dieterich’in Afrika ve Ortadoğu coğrafyalarına dönük olarak önerdiği burjuva demokratik tamamlanış stratejisi, Bernstein’ın sosyalizm için medeniyetin asgari kurumlarını şart koşan aşamacılığından hiçbir noktada ayrışmamaktadır. Dieterich’in sosyalizm için değil, “çoğulcu demokrasi” için talep ettiği asgari uygarlık edimleri, evrimci bir kaba iktisatçılığın karşıdevrimci sonuçlarından başka bir şey değildir. Castro-Chavizm’in Dieterich’in sayfalarında somutlanan teorik mevzileri, “eşdeğer ekonominin” veya “çoğulcu demokrasinin” toplumsal bir gündem halini alabilmesi için “uygarlığın” birtakım asgari uygulamalarını ve gereksinimlerini şart koşarken, Lenin 1917’nin ertesinde Menşevik Sukhanov’a verdiği bir cevapta şöyle yazıyordu:
“Sosyalizmi kurmak için – diyorsunuz – uygarlık gerekiyor. Çok iyi. Fakat neden önce ülkemizde, uygarlığın çiftlik beyleri ve Rus kapitalistlerini kovmak gibi önkoşullarını yaratıp, daha sonra sosyalizm yürüyüşüne başlamayalım? Bilinen tarihsel düzende bu tür değişikliklerin uygunsuz ya da imkânsız olduğunu hangi işe yaramaz kitaptan okudunuz?”(18)
Ve düşünün; Lenin, fiziksel olarak mümkün olmadığı için, Castro-Chavizm’in “işe yaramaz” kitaplarını okumuş değildi…
3.) Chavezci Venezuela hükümeti, Kerenskici bir rejimdi. Chavezci rejim, tıpkı 1917’nin Kerenski örneğinde yaşanmış olduğu üzere, liberal kapitalist unsurlarla sözde sosyalist özneler arasındaki bir burjuva koalisyonuydu. Bolşeviklerin Chavezci rejimlere dönük tutumu, Lenin’in Kerenski’ye dönük almış olduğu siyasal pozisyonun ilkesel temellerinin aynısıdır.
İlk tezimizde Castro-Chavizm’in, 1840’lardan bu yana benzer argümanlarla ve metotlarla proleter sosyalist inşaya düşmanca tutum almış olan sol içi siyasal akımlar ile odakların geleneksel bir devamcısı olduğunu söyledik. İkinci tezimizde Castro-Chavizm’in bunu hangi teorik ve pratik gerekçelere dayandırdığını ve onun programının öngördüklerini eleştirel bir şekilde inceledik; böylece bu siyasal akımın neden antikomünist bir formasyondan türemiş olduğunu gösterdik. Ancak yeni oportünizmle hesaplaşılması gereken alan yalnızca ideolojik ve politik düzlem değil. Bunun bir de kurumsal bir bağlamı var: Venezuela’da yaşandığı üzere Castro/Chavezci olduğu iddiasındaki hükümetlerin ve rejimlerin doğası nedir? Bu karaktere bağlı olarak devrimci Marksistlerin bu rejimlerle olan ilişkisi nedir? Bu soruların cevaplarını, şu sıralar özellikle gündemde olan o olduğu için, Venezuela hükümeti üzerinden açıklamaya çalışacağız.
Venezuela’nın Chavezci hükümetlerini gözlemlediğimizde onların, Lenin’in Şubat Devrimi’nin ardından Kerenskici Geçici Hükümet için tarif ettiği ölçütlerle politik ve toplumsal noktalarda uyuşmakta olduklarını görüyoruz. Öncelikle iktidardaki PSUV’da (Venezuela Birleşik Sosyalist Partisi) sanayicilerin, bankerlerin, generallerin ve onların karşısında sendikacıların, çeşitli işçi temsilcilerinin var olduklarını; kısaca bir kurumun çatısı altında liberal burjuva ve sözde “sosyalist” öğelerin birlikte organize olmuş olduklarını fark edebiliriz. Sınıflar arası örgütsel-politik birliğin PSUV’da kurumsal ifadesini bulan olgu, Lenin’in “yarı Kadet, yarı Menşevik” şeklinde tarif ettiği Kerenskici hükümet tipolojisinin bir devamıdır. Halk cepheci, sınıf işbirlikçi, Kerenskici bir “sol” rejim: İşte Chavezci hükümetin alamet-i farikası budur. Bu hükümetin özel mülkiyetle sahip olduğu kopmaz bağların makyajlanması için radikal söylemlerin kullanılıyor olması ise, tam da Kerenskici bir refleks olarak hayat bulmaktadır.
Bu bağlamda Kerenskici hükümet modeli, bütün yönleriyle ve ilişkileriyle birebir olarak Şubat 1917’nin ortaya çıkardığı rejime benzemek zorunluluğunda değildir. Kerenskizm bir program anlayışının sonucu olarak var olur ve sadece son derece belirli birtakım özellikler söz konusu olduğunda, somutlaşabilir. Troçki söz konusu deyimi birçok örnekte kullanmıştır:
“Ülkenizde (Fransa) kesinlikle bir Kerenskizm dönemi yaklaşmaktadır; savaş döneminin kafası karışık ilk yansıması Radikal-Sosyalist Blok’un rejimidir.”(19)
“İşçi sınıfının iktidarda görünmesi hükümetin eylemlerinin sorumluluğunun tamamını İşçi Partisi’ne yükleyecektir; ve bu da parlamentarizm döneminde bir İngiliz Kerenskizmini yükseltecektir.”(20)
“Ama burjuvazinin bir reformist ve pasifist yönelime başvuracağına dair çok fazla gösterge var; proletarya belirleyici saldırıya kendisini hazır hissetmeden önce. Bu bir Avrupa Kerenskizmi dönemi anlamına gelecektir.”(21)
“Bugün İspanya’da var olan rejim, burjuvazinin kendi mücadelesinde devrime karşı ortaya koyabileceği son (veya sona yakın) ‘sol’ hükümet olarak en çok Kerenski konseptine uymaktadır.”(22)
Görülebileceği üzere Lenin’in Nisan Tezleri’nin metodolojisinden hareketle Troçki, özel mülkiyet rejiminin savunucularıyla “sol” partiler-yapılar arasındaki hemen hemen bütün siyasal birlikleri ve ortak hükümet çalışmalarını Kerenskizm kategorisi altında sıralamıştır. Bunlara 1922 Fransa’sının “sol” hükümet deneyimi, 1931 İspanya’sının liberal-sosyalist koalisyonu ve hatta İngiltere’de öndevrimci bir durumda iktidara gelebilecek olan bir İşçi Partisi hükümeti olasılığı bile dahildir. Bu bağlamda Kerenskizm tanımı onun “klasik” karakterine veya “orijinal” köklerine yapılan bir gönderme değildir. Nahuel Moreno Şili’deki Allende ve Bolivya’daki Torres deneyimlerini de Kerenskizm olarak adlandırmaktadır.(23) Bu örneklere bakıldığında, birçoğunda, Rus Kerenskizminin deneyiminde yaşandığı üzere ikili iktidar organları yoktur ve hatta bir kısmı parlamenter araçlarla vuku bulabilecek olan (ve Allende örneğinde olduğu üzere olmuş olan) Kerenskist iktidarlardır.
Venezuela proleterlerinin mücadele ettikleri Chavezci iktidarın, 1917’deki Rus işçilerinin ve köylülerinin mücadele ettikleri Kerenski rejimiyle politik-mantıksal düzlemde aynı programa ve yapıya sahip olduğunu söylüyoruz. Chavizm gibi sınıf işbirlikçisi “sol” bir iktidarın Kerenskici olarak tanımlanması şu üç ölçüte sımsıkıya bağlıdır: 1) Savaş, kriz, devrim, devrimci durum veya bunlardan herhangi birisiyle paramparça olmuş ve işlemez duruma gelmiş olan eski burjuva rejiminin ve daimi ordusunun bir yönetim krizi yaşıyor olması ve kitleler önünde prestijini kaybetmiş olması, 2) kitlelerin seferberliği ile mücadelesinin süreklileşmesi sonucunda eski rejimin restore edilmesinin “olağan” ve “normal” araçları ile yöntemlerinin iflas etmiş olması ve 3) “liberal burjuvazi” ile “sosyalistleri” aynı örgütsel yapının ve politik programın altında “kaynaştıran”, işçilerden yana gözüken kaba bir sol retoriğe sahip küçük burjuva kapitalist bir sınıf işbirlikçisi hükümet kadrosunun, “yeni olanın” temsilcisi ve sesi olarak ortaya çıkmış olması. 1989 Caracazo ayaklanmasının ve 2002 askeri darbesinin kitlelerce ezilmesinin ardından devrimci atılımlar karşısında yıpranmış olan Venezuela kapitalizmi, tam da kendisini restore etmenin “olağan” araçlarından yoksun kaldığı için, kendisinin Bolivarcı Kerenski’sini yaratmak zorunda kalmıştır. Chavez tam da bu sebeple, 90’lar boyunca yükselmekte olan Venezuela işçi sınıfı hareketinin sentezi değil, antiteziydi. Bir Bolşevik Parti’nin yokluğunda o, kendisinin sınıfsız toplum idealinin gerçek temsilcisi olduğunu bütün dünya soluna inandırdı. Halbuki 21. yüzyılın bu ilk Kerenski’si, programında Venezuela proletaryasının sosyalist devrime ilerleyişini durdurmayı taşıyordu. Moreno ustalıkla bu durumu şöyle özetler:
“Kerenskizm bir işçi devrimiyle burjuva karşıdevriminin toplamıdır. Ama öyle bir toplam ki, dinamik ve karar verici unsur yükselmekte olan işçi devrimi olmayı sürdürür.”(24)
“O tipik bir sınıf işbirlikçisi iktidardır, zayıftır, dengesizidir, solcu bir retorikle burjuva karakterini gizler ve müsrif bir demagojiyle – hiç şüphesiz ilerici olan – görevlerini saklamaya çalışır: Bankaların ve monopol şirketlerin kamulaştırılması.”(25)
Venezuela’da ABD destekli 2002 darbesinin kitlelerce yenilgiye uğratılmış olması yerel oligarşinin ve emperyalizmin politik ve askeri hezimeti anlamını taşıyordu. 2002 darbe girişiminin ardından Venezuela işçi sınıfı tarih sahnesine kendine güvenir bir biçimde ağırlığını koyarak çıktı. Öncelikli olarak hayat şartlarının sürekli olarak yağmalanmasına karşıt olarak eyleme geçme güdüsü azami ölçekteydi. Sınıf bilinçli işçiler bütün bir toplumu yönlendiriyor ve tartışmalarda yığınları kendi argümanlarına kazanıyorlardı. Oligarşinin birçok unsuruyla işçilerin bürokrat temsilcilerinin kurmuş olduğu PSUV, tam da bu nedenlerle 2007’de kendisini ilan etmek zorunda kaldı: Venezuela Kerenskizmi bir siyasal parti formunda örgütlenmeye muhtaçtı ve sol/sosyalist tezleri, kendi restorasyoncu burjuva hedeflerine endekslemek durumundaydı. PSUV’un 2007’deki kuruluşundan önce Chavez (Bolivarcı Kerenski), 2005 senesinde “21. yüzyıl sosyalizmi” projesini açıkladı. Bu projeye göre, devrimci sürecin demokratik aşamalarına ve özellikle de özel mülkiyet “hakkına” saygı duyulmalıydı. “Mülk sahibi tüm kliklerin temsilcileri, yani Kadet partisi, henüz iktidarı ele geçiremiyordu. Büyük bir uzlaştırıcıya, bir arabulucuya, tarafsız bir hakeme gerek duyuluyordu.”(26) 2002 sonrası Chavez ve onun sınıf işbirlikçisi partisi olan PSUV, bu amaca hizmet etmek üzere göreve atıldılar. Sınıf bilinçli işçiler suikastlere uğradı. İşgal edilen fabrikalara hükümet memurları el koydu. Toplu iş sözleşmesi hakkı ilga edildi. Grevler paramiliter çeteler tarafından fiziksel olarak bastırıldı. PSUV’den bağımsız örgütlenen proleter seferberlikler militarist polis aygıtıyla ezildi. IMF ile yapılan neoliberal sömürü anlaşmaları yenilendi. Vatikan’ın temsilcileri ülkede kilise açmaları üzere başkanlık sarayına davet edildi. ABD emperyalizmiyle var olan diplomatik anlaşmalar korundu. Petrol ve sanayi özelleştirildi. Burjuvaziye ve oligarşiye yağlı ihaleler dağıtılarak iktidarın Boliburjuvazisi ve Boligarşisi yaratıldı. Ekonomide hiçbir devrimci önlem veya antikapitalist tedbir alınmadı.
Bütün bunların biricik sonucu şu oldu: Castro-Chavizm’de somutlaşan Venezuela Kerenskizmi, kendisini alaşağı edip sosyalist bir devrimi bina edecek olan Bolşevik Parti’nin yokluğunda, burjuva karşıdevrimini derinleştirme hedefinin sonuçlarına ulaşarak, Kerenskici karakterini de kaybetti ve açık bir petro-Bonapartizmin barbar kurumsallaşma sürecinin içerisine girdi. Zira bugün itibariyle, işçi seferberlikleri ile burjuva reaksiyonu arasındaki çatışmayı sınıflar arası bir politik-kurumsal işbirlikçilikle düzen içi sınırlarda tutma kaygısı güden Kerenskici bir hükümet yok karşımızda. Bunun ne zaman gerçekleştiği önemli olmasa da, bugün Venezuela’da, kapitalistleşerek ve egemen bloğun organik birer unsuru haline gelerek, kendi burjuva egemenliğinin diktatoryal Bonapartist kurumlarını inşa etme uğraşında olan bir iktidar kliği mevcuttur. Bu kliğin sol bir retoriği sürdürüyor olması, kendisinin petro-Bonapartist bir karşıdevrimci inşa sürecine girmiş olduğu gerçeğini değiştirmez. Zira Moreno’nun anlatımıyla “Kerenskici hükümetler, tıpkı parlamenter hükümetler gibi, Bonapartizme ilerleme eğilimindedir.”(27) Yine bu hükümetler, Troçki’nin 1917 senesinde dile getirdiği üzere “bilinçli olarak iki mümkün taban arasında kurulmuştur: Emekçi kitleler ve emperyalist sınıflar. Bonapartizmin kaynağı buradadır.”(28)
Ama Maduro hükümetinin kapitalist bir saldırı hükümeti olduğu gerçeğini bir an için göz ardı edelim. Onun petro-Bonapartist bir neoliberal sömürü rejimi üzerinde yükseldiğinin somut verilerini de şimdilik bir kenara bırakalım ve mevcut Venezuela hükümetinin, bugün bile hala Kerenskici bir karakter taşımaya devam ettiğini söyleyelim. Bunu Castro-Chavizm’in ileri sürdüğü argümanların lehine yapıyoruz; yani rejimin olduğundan daha sol bir konumda olduğunu tahayyül ediyoruz. Bu durumda (hükümet Kerenskici dahi olsa) devrimci Marksistlerin politikası ne olurdu? Lenin, Batı cephesinde Almanya emperyalizmiyle savaşan ve Kornilov’un karşıdevrimci askeri darbesinin tehlikesiyle sarsılan Kerenski hükümetine dönük olarak hangi politikayı hayata geçirdiyse, biz de, ABD emperyalizminin hoşlanmadığı ve Venezuela ordusu içerisinden çıkan darbecilerle sarsılan Maduro (yaşarken Chavez) hükümeti için aynı politikayı öneriyoruz: “Proletaryanın bu hükümete en ufak bir destek vermesi bile kabul edilemez.”(29) Maduro’ya soldan verilen bütün destekler kendilerini potansiyel emperyalist ve darbeci tehditleri işaret ederek meşrulaştırırken, Lenin’in Kerenski hükümetine Alman emperyalizmi işgali ve Kornilov darbesi tehlikeleri karşında dahi eleştirel bile olsa en ufak bir siyasal desteği sunmamış olması, bizim pusulamızın ta kendisidir! Bu metodolojinin ismi, bu sene 100 yaşına girmiş olan Nisan Tezleri’nin kendisidir ve başka da hiçbir şey değildir. Bugün Leninist-Bolşevikleri, temel sloganlarını ve faaliyetlerini Maduro rejiminin yıkılması üzerinden bina etmekle ve bu sebeple de aslında emperyalizme ve sağcı iktidar olasılıklarına kapı aralamakla suçlayan herkes ama herkes, Alman emperyalizmi ve Kornilov darbesi tehdidiyle karşı karşıya olan Kerenski hükümetine karşı Lenin tarafından açılan acımasız savaşın programı karşısında hesap vermelidir. O dönemin emperyalist barbarlığının öncüsü olan Almanya ordusunun bütün bir Batı Rusya’yı işgal çabası sürerken, Lenin’in, Chavez’in ve Maduro’nun aksine bir seçimle değil, bir devrimle iktidara gelmiş olan Kerenskici “sol” hükümeti devirme çağrıları, Alman generallerin değirmenine su mu taşıyordu? Cevaplayın! Kornilov’un karşıdevrimci birlikleri, devrimin başkentine doğru yürüyüşe geçtiğinde, Lenin derhal olmak üzere bu “sol” görünümlü sahte “sosyalist” hükümeti devirme çağrılarını askıya almaya ve Kerenski’yi desteklemeye mi karar verdi? Yanıtlayın! Bize Kerenskici ve sınıf işbirlikçi hükümetlere karşı 1917’de ortaya atılan Leninist tezlerin yanlış olduğunu söyleyin. Yok eğer bu tezler doğruydu ve metodolojik olarak bugün de geçerliliklerini politik bağlamda koruyorlar diyorsanız, o halde Venezuela proletaryasını emperyalist saldırı ve sağcı barbarlık şantajlarıyla Kerenskici bir programın peşine takılmaya çağırıyor olmanın da en büyük siyasal günah olduğunu biliyorsunuz.
İktidar partisi PSUV’de bir araya gelmiş ve kaynaşmış olan oligarklar ile “işçi temsilcilerinin” önderi rolündeki Venezuela’nın Bolivarcı Kerenskileri, diledikleri kadar Trump karşıtı söylevler çeksinler, “Wilhelm’i devirmek için savaşıyoruz” iddiasındaki Kerenskicilerin bu argümanlarını Lenin “aldatmacıların en büyüğü”, “işçilere karşı en büyük dolandırıcılık”(30) diyerek mahkûm etmişti.
Sol görünümlü burjuva bir hükümete karşı hayat bulan seferberliklerin, mekanik bir biçimde sağcı bir iktidarı yaratacağı beklentisi, köklerini tamamen kıta proletaryasına duyulan kibirli bir liberal güvensizlikte bulmaktadır. Sınıfsız toplum savaşımının daima en önlerinde saf tutmuş olan Latin Amerika işçilerine gösterilen bu komplocu inançsızlık, yeni oportünizmin metodolojik çarpıklığının en karakteristik taraflarından biridir. Dünya solunun, Castro/Chavez çizgisinde somutlanan sol içi neoliberal yağmaya karşı seferber olan proleterlere dönük duyduğu bu inançsızlık-güvensizlik, bugün Latin Amerika kıtasında, 20 sene önceye oranla sermaye taraftarı katliamcı sağ odakların daha kuvvetli olmasının en önemli sebeplerinden birisidir.
(Belirtmekte fayda var ki, Lenin, Kornilov tehdidi karşısında Kerenski hükümetine koşullu veya koşulsuz politik destek vermeyi asla düşünmedi. O, Sovyetlerin savunulması adına desteğini askeri sınırlarda tuttu. Lenin’in politik destek ile askeri destek arasındaki ayrımı hayatidir. Bu ayrımın önemine vurgu yapmak için onun kendi Merkez Komitesi’ne yazdığı bir mektubun tamamını, aşağıda yayınlıyoruz.)
EK:
“Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi Merkez Komistesi’ne
Olaylar büyük bir devir hızıyla yaşandığı için, bu satırların geç gelmesi muhtemeldir. Bunu 30 Ağustos Çarşamba günü yazıyorum; alıcılar bunu 2 Eylül Cuma’dan önce okumayacaklar ama her şeyle ve bundan dolayı da riske ederek, aşağıdakileri yazmanın görevim olduğunu düşünüyorum:
Kornilov’un isyanı, olayların son derece beklenmedik bir şekilde (biçimde ve zamanda beklenmedik) değiştiğini ve inanılmazca ortaya çıktığını gösteriyor. Bütün ani dönüşlerde olduğu üzere, bir revizyona ve taktiklerde değişikliğe ihtiyaç duyuyor. Ve herhangi bir revizyonda olduğu gibi, bununla birlikte de ilkelerin eksikliğine kapılmamak için olağanüstü ihtiyatlı olunmalıdır.
Benim görüşüme göre, Geçici Hükümet’i desteklemek için savunuculuğun pozisyonlarına inmek (Volodarski gibi) veya sosyalistlerle blok kurmak (diğer Bolşevikler gibi) ilkelerin eksikliğidir.
Ancak iktidar proletaryaya geçtikten sonra, barış önerisini yaptıktan sonra, bankalarla var olan gizli anlaşmalardan ve bağlardan koptuktan sonra, ancak bunlardan sonra savunmacı olacağız. Ne Riga’nın, ne de Petrograd’ın düşmesi bizi savunmasız yapar. (Bunun Volodarski’ye okunması için dua edin.) O zamana dek, biz savaşın karşısında, proleter devriminin yanında olacağız ve savunmacı olmayacağız.
Şu anda bile Kerenski hükümetini desteklememeliyiz. Bu ilkelerin eksikliğidir. Bize soracaklar: Kornilov’a karşı bir mücadele mümkün değil mi? Tabii ki! Fakat aynı şey değil; bunun bir sınırı var; ve bu sınır bazı Bolşevikleri olaylar tarafından tarif edilen ‘uzlaştırıcı bir konuma’ düşürerek yer değiştiriyor.
Kerenski’nin birliklerinin yaptığı gibi Kornilov’la savaşacağız ve savaşacağız, ama biz Kerenski’yi desteklemiyoruz, biz onun zayıflığını teşhir ettik, işte fark burada. Bu son derece ince bir fark, ancak kimsenin unutmaması gereken bir fark.
Kornilov ayaklanmasından sonra taktiklerimizdeki değişim nedir? Kerenski’ye karşı mücadelemizin şeklini değiştiriyoruz. Onun aleyhine söylediğimiz tek bir kelimeyi kaldırmadan, Kerenski’yi devirme hedefinden feragat etmeden, ona karşı düşmanlığımızı zayıflatmadan diyoruz ki: Şu anki durum dikkate alınmalıdır; Kerenski’yi bir an önce devirmeyeceğiz; şu anda ona karşı mücadele etme göreviyle karşı karşıyayız; yani Kerenski’nin zayıflıklarını ve tereddütlerini Kornilov’la savaşan halka açıklayacağız. Bu daha önce yapıldı, ama şimdi en temel şey haline geldi; değişiklik budur. Daha sonra değişimin sıkılaşacağı yer, Kerenski’ye yapacağımız ‘kısmi talepler’ ismini verdiğimiz ajitasyonumuzu yoğunlaştırmaktır: Milyukov’u tutuklamak, Petrograd işçilerini silahlandırmak, Petrograd’a Kronştat, Viborg ve Helsingfors birliklerini çağırmak, devlet Duma’sını dağıtmak, Rodzianko’yu tutuklamak, buğday ile fabrikaların işçi kontrolünde olması anlamına gelecek olan toprak sahiplerinin topraklarının köylülere verilmesini sağlamak vs., vs. Ve bu talepleri sadece Kerenski’ye sunmamalıyız, Kerenski’den çok Kornilov’a karşı mücadeleye atılmış olan işçilere, askerlere ve köylülere sunmalıyız. Onları mücadeleye çekmeye devam edin, onları kamuya açık bir şekilde Kornilov’un lehine konuşan generalleri ve subayları yok etmek için cesaretlendirin, onları toprakların bir an önce köylülere verilmesi için, Rodzianko ile Milyukov’un tutuklanması için, devlet Duma’sının kapatılması için, Rech ve diğer burjuva gazetelerinin kapatılması için ve bir yargı soruşturması başlatılmasında inisiyatif almaları için acile ettirin. Bu yönde ilerlemek zorunda olanlar, sol kanattır.
Proletaryanın iktidar fethinin hedefinden saptığımızı düşünmek yanlıştır. Hayır. Ona olağanüstü yaklaştık, ancak doğrudan değil, yanından. Ve tam şu anda ajitasyon yapmak bir ihtiyaçtır, tamı tamına Kerenski karşıtı değil ancak aynı zamanda ona da karşıt bir ajitasyon; Kornilov’a karşı canlı, çok canlı, açıkça devrimci bir savaşın verilmesi ajitasyonu…
Vatan savunması, devrimci demokrasinin birleşik cephesi, Geçici Hükümet’in savunulması vs., vs. gibi söylemlere karşı acımasızca savaşmalıyız; onların tam da sadece söylemler olduğunu göstererek. Demeliyiz ki, şu an çalışma zamanı: Siz, beyler, devrimciler ve Menşevikler, bu söylemleri çok uzun zamandır kullanıyorsunuz. Bugün ise eylem vaktidir. Kornilov’a karşı savaş devrimci yoldan verilmelidir, kitleleri uyararak, onları uyandırarak, onları alevlendirerek (ve Kerenski kitlelerden korkmaktadır, halktan korkmaktadır). Almanlarla olan savaşta, şu an harekete geçmeye kesinlikle gerek var: Kesin koşullar temelinde hemen ve mutlak olarak barış önermeliyiz. Eğer bu yapılırsa, hızlı bir barışı veya savaşı devrimci bir savaşa çevirmeyi başarmak mümkün olacaktır. Aksi halde, tüm Menşevikler ve Sosyalistler, emperyalizmin fakirleri olarak kalacaklardır.”
– V. İ. Lenin, 30 Ağustos 1917, Merkez Komite’ye Mektup
Dipnotlar:
1.) Bkz. “Karl Marx’ın Öğretisinin Tarihsel Kaderi”, V. İ. Lenin, Mart 1913. Vurgular Lenin’e aittir.
2.) Bkz. “Noscontroverses”, Oeuvres philosophiques, Paris 1970.
3.) Aktaran için bkz. Sürekli Devrim Teorisi, Michael Löwy, Ayrıntı Yayınları, Çeviri: Aslı Önal, sf. 52.
4.) Bkz. Des taches politiques de l’Université des Peuples de l’Orient, Stalin.
5.) Bkz. Le role du PC chinois, Martinov, 1927.
6.) Aktaran için bkz. The Chinese Revolution and the Theses of Comrade Stalin, Leon Troçki, 7 Mayıs 1927.
7.) Bkz. https://www.marxists.org/reference/archive/stalin/works/1943/05/28.htm
8.) Bkz. La genesis del Chavismo, Fernando Damaceno – Cesar Neto.
9.) Bkz. 21. yüzyılın sosyalizmi, Heinz Dieterich, Pencere Yayınları, Çeviri: Beray Tamar – Canan Şahin, sayfa 166.
10.) Aktaran için bkz. Geçiş Programı’nın Güncellenmesi, Nahuel Moreno, h2o Yayınları, Muhittin Karkın’ın “Önsöz”ü, sf. 56.
11.) Aktaran için bkz. agy. sf. 57.
12.) Bkz. “Bolivia’s ‘socialist’ president-elect Morales guarantees private property”, Bill Van Auken, 4 Ocak 2006.
13.) Bkz. agy.
14.) Bkz. agy.
15.) Bkz. agy.
16.) Bkz. Marksizm ve Revizyonizm, V. İ. Lenin, Nisan 1908.
17.) Bkz. H. Dieterich, agy, sf. 171, 172.
18.) Bkz. Devrimimiz Üzerine, V. İ. Lenin
19.) Bkz. Komünist Enternasyonal’in İlk Beş Yılı, Lev Troçki
20.) Bkz. L. Troçki, agy.
21.) Bkz. L. Troçki, agy.
22.) Bkz. The Spanish Revolution – 1931-39”, Leon Trotsky
23.) Bkz. Revolution and Counter Revolution in Portugal, Nahuel Moreno
24.) Bkz. Nahuel Moreno, agy.
25.) Bkz. Nahuel Moreno, agy.
26.) Bkz. 1917 Yılı, “Bonapartizmin Unsurları”, Lev Troçki
27.) Bkz. Nahuel Moreno, agy.
28.) Bkz. Lev Troçki, agy.
29.) Bkz. “Devrimimizde Proletaryanın Görevleri: Proleter Partisi İçin Platform Taslağı”, V. İ Lenin
30.) Bkz. “J. S. Hanecki’ye Mektup, 30 Mart 1917”, V. İ. Lenin