“Kesinlikle yenmemiz gereken uğursuz bir felaket bütün ülkede karşımıza dikilmiştir: Kitlelerin uzaklaşması, dogmatizm, sekterlik. Bunlar yüzünden bürokrasi bizi tehdit ediyordu.”
Ernesto “Che” Guevara, Nisan 1962, ‘Textes politiques’, sayfa 89.
“Latin Amerika’nın tüm bir panoraması gözler önüne serildiğinde zaferin tecrit edilmiş bir tek ülkede kazanılabileceğine, inanmayı çok zor buluyoruz.”
Ernesto “Che” Guevara, ‘Textes politiques’, sayfa 84.
Gramsci’nin “Gerçekler devrimcidir” önermesi ile Troçki’nin “Gerçekler oranında radikal olun” ifadesi sadece tarihsel olayların değil ancak tarihte bireylerin oynadığı rol ve gördüğü işlev üzerine de politik bir doğruculuğun vazgeçilmez olduğuna işaret ediyor. Zira devrimciliğin en temel açıklaması verilecek olsaydı bu, gerçeklere sadık kalmak şeklinde özetlenebilirdi. Bu sadakat elbette duygusal değil siyasaldır. Bu bağlamda sonuçları acımasız dahi olabilse, devrimci gerçekçilikten; somut olanın somut analizi olarak ifade edilebilecek olan materyalist bir yorumlamadan kaçınmak söz konusu olamaz. Bugün hala bütün ülkelerin en ücra köşelerinden, varoşların merkezlerine dek Küba devrimi ve onun ilham verdiği düşünceler milyonlarca işçiyi ve devrimciyi etkiliyor. Bu dinamiğin sadece kendisi dahi, kıra dayalı bir ekonomik altyapıya sahip olan küçük bir ada ülkesinde sermayenin mülksüzleştirilmesinin emperyalizmin aleyhinde ne denli güçlü depremlere yol açabileceğinin en açık göstergesi. Devrimci komünistler açısından 1959 devriminin meşruiyeti ve mantıksal sonuçlarına vardırılmasının ihtiyacı bir tartışma konusu olamaz, olmamalı. Küba proletaryası Rus işçi sınıfının ardından “buzun kırılıp, yolun açılmasında” belki de en kahramanca mücadeleyi vermiş olan sınıftır. Bu, 1917’nin ardından patlak veren diğer devrimler sırasındaki işçi sınıfının daha az kararsız veya daha az kahraman olduğu şeklinde değil, Küba işçilerinin olağanüstü bir seyir izleyen iradelerinin ne denli sağlam ve yapılı olduğu şeklinde değerlendirilmelidir.
Marx 1859’da yayınlanmış bulunan Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı adlı eserinin önsözünde şöyle yazıyordu: “Nasıl ki bir kimse hakkında, onun kendisine ilişkin düşüncesinden yola çıkarak hüküm verilmezse, benzer biçimde, böylesi bir geçiş dönemi de kendi bilinciyle değerlendirilemez.” Biz bu önermenin, özellikle tarihi yeniden yazma noktasında otoriteleri hiçbir şekilde sorgulanmayan aygıtların (çeşitli Komünist Partilerinin) tarih yazımınına karşıt olarak sol içi eleştirel alternatiflerin üretiminin ve gerçeğe sadık kalınmasını öngören metodolojimizi sahiplenmenin ne denli ağır ancak hayati bir görev olduğunu vurguladığını düşünüyoruz. Meselenin bu bağlamı Fidel Castro ve Castroculuk için de geçerlidir. Sol içi alternatif bir tarih yazımının ve politika önerisinin, elbette Miami’de Castro’nun ölümünü kutlayan burjuvazinin torunlarının, uyuşturucu tüccarlarının, emperyalizmin ajanları rolündeki asalakların vuku bulan rezil ve aşağılık sevinç naralarıyla hiçbir ortak noktası bulunamaz. Ancak hiçbir taviz vermeden de eklemek gerekir: Bu gerici güruhun dışavurduğu alçak mutluluk dalgasının temelini Castro kardeşler önderliğindeki Küba Komünist Partisi, son kongrelerinde fabrikaları ve işletmeleri özelleştirme, kapitalizmi restore etme ve özel mülkiyete tavizler verme kararını alarak kendisi hazırlamıştır.
Castro ve Küba Komünist Partisi
Söz konusu Küba Komünist Partisi (KKP) olduğu zaman 1959’dan öncesi olmayan bir parti tarihiyle karşılaşıyoruz. Tarih bilimi alanında otoritesini koruyan Marksist metodoloji açısından, bu bir trajedidir. Halbuki KKP’nin tarihi, bugün adına ders çıkarabileceğimiz birçok içerikle dolu olmasının yanı sıra Castro’nun temsil ettiği sınıfsal hattın hangi bağlamdan doğmuş olduğunu anlamamız noktasında da oldukça yararlıdır. Bu sebeple bu partinin politik ve düşünsel evrimiyle sonuna dek hesaplaşılmalıdır.
Küba Komünist Partisi’nin kurucusu, Troçki ve Mariategui gibi figürlerin hayranı ve 1929’da diktatör Machado tarafında öldürülünceye dek partinin başlıca teorisyeni olan Julio Antonio Mella, aşamacı devrim doktrininin henüz Latin Amerika Komünist Partilerine dikte edilmediği erken bir tarihte Küba devrimi üzerine oldukça Bolşevik bir perspektif geliştirmişti. Mella için “ulusal bağımsızlığın kazanılması sadece proletarya tarafından ve bir işçi devrimi aracılığıyla gerçekleştirilebilirdi”. Mella, “gerçek bağımsızlık mücadelesinde ulusal hareketlere her zaman ihanet etmiş olan” ulusal burjuvaziyle ittifak kurma düşüncesini şiddetle yeriyordu.(1) Machado’yu koltuğundan eden devrimci strateji işte tam olarak buydu. 1933’te Havana’da otobüs şoförlerinin grevleriyle başlamış bulunan seferberlik dalgası Bonapartist diktanın devrilmesini hedefleyen bir işçi ve öğrenci ayakalanmasına dönüştü. KKP devrimin fitilini ateşlememiş olsa da değişen şartlara merkeziyetçi yapısı sayesinde hızla ayak uydurdu ve derhal işçi sovyetlerinin kurulması ve yönetime geçmesi gerektiği yönünde tutum aldı. 1934’te işçi hareketinin biricik kutbu halini gelen KKP, Kremlin’den aldığı talimatlar doğrultusunda sovyetik işçi örgütlenmeleri talebini geri çekti, Küba devlet aygıtının ilga edilmesi yönündeki sloganlarını terk etti ve Grau San Martin hükümetine desteğini açıkladı. 1935’teki başarısız genel grev denemesinin ardından Batista yüzlerce işçi sınıfı militanını ve komünist öncüyü katletti.
1938 senesinde Komintern, KKP’ye “ilerici ulusal güçlerle” ittifaka gitmesi gerektiği yönünde ihtar verdi. Bu karşı-devrimci “öğüt”, KKP’nin Batista’ya koşulsuz politik destek sunmasını vaaz ediyordu. Mella önderliğinde geliştirilmiş bulunan sürekli devrim stratejisini uzun seneler önce terk etmiş bulunan KKP kendisini, üzerine Stalinci Komintern aracılığıyla giydirilmiş bulunan deli gömleğinin içerisinde bulacaktı. Kübalı “komünist” lider Blas Roca 1936 yılında yaptığı bir konuşmada, Stalin’in işçi sınıfı ve “devrimci” burjuvazi arasındaki ittifakı küçümseyen politikayı eleştirdiği 1925 tarihli “uyarısını” hatırlatacaktı. Roca şunları dile getiriyordu:
“Halkımızın proletaryadan ulusal burjuvaziye kadar, ülkemizi özgürleştirmek amacıyla ortak bir çıkar etrafında kardeşçe bir araya gelen tüm katmanları yabancı mezalimine karşı geniş bir halk cephesi oluşturabilir ve oluşturmalıdırlar.”(2)
KKP’nin Stalinist doktrine duyduğu bu katı ve kraldan çok kralcı itaatin sonuçları yıkıcı oldu. Aşamacı anlayışın yol açtığı felaketler Küba Komünist Partisi’nin, geleceğin diktatörü Albay Batista ile 1939 ile 1944 yılları arasında kurduğu siyasi ittifakta somutlaştı. Batista, 1940 seçimlerinde Küba Komünist Partisi’nin adayıydı! Bizzat Castro, Sierra Maestra dağlarında gerilla mücadelesi yürütürken, neden komünist olmadığına dair yaptığı bir açıklamada, bu gerçeği vurguluyordu:
“Batista Bey, komünizmden nasıl söz eder? Sonuçta kendisi, 1940 seçimlerinde Komünist Parti’nin adayıydı … Onun portresi, Blas Roca ve Lazaro Pena’nın yanında asılıydı; Ve onun yarım düzine bakanı ile sırdaşları Komünist Parti’nin önde gelen üyeleridir.”(3)
Batista ve onun iktidarıyla özdeşleşmiş olan sözde komünistler, artık geniş kitlelerce bir muhalif alternatif olarak görülmüyordu. Üniversite öğrencilerinin, orta ölçekli çiftçilerin ve küçük köylülüğün tabanını oluşturduğu Ortodoks Parti (bazı kaynaklarda Otantik Parti olarak geçiyor) bu şartlar altında kuruldu. Eduardo Chibas önderliğindeki parti güler yüzlü bir kapitalizmi savunuyor ve programı da küçük-burjuva milliyetçi bir karakter taşıyordu. Fidel Castro politik yaşamına bu parti içerisinde başladı. Batista’nın darbesiyle engellenmiş olan 1952 seçimlerinde Castro, Ortodoks Parti’nin bir adayıydı ve “ilerici” sermaye çevrelerinin başını çekeceği bir tarım reformunun propagandasını yapıyordu. Zira Castro, 26 Temmuz Hareketi’nin programatik olarak değil ancak sadece bir taktik olarak savunduğu 1957 ve 1958 genel grevlerine dek, işçi sınıfı hareketi içerisinde herhangi bir siyasal odak bina etmekten veya bu hareketin kendisinden dahi hiçbir şekilde söz etmedi. Onun programının merkezinde proletarya değil, “Küba ulusunun zinde kuvvetleri” vardı. Batista sendikaları ve genel grevleri yasakladığında, 26 Temmuz Hareketi işçilerin arasında hayata geçmeye başlamış olan öz örgütlenmelere destek vermedi. Castro’nun politik yaşamında sınıflar arası işbirliği önermesi daima ön planda olacaktı.
Castro, Moncada kışlası baskınını gerçekleştirdiğinde KKP onu “burjuva darbecisi” olarak yerden yere vurdu. 1957 senesi boyunca KKP, sürmekte olan gerilla mücadelesini tamamen göz ardı etti. Ancak 1958 senesidir ki, KKP Castro ile müzakerelere açık olduğunu deklare etti. Küba Komünist Partisi’nin 1959 devrimine dek olan tarihi, yukarıda da aktardığımız üzere, yerli kapitalistlerle, diktatörlük rejimiyle ve işçi düşmanı uygulamalarla kol kola girmiş bulunan bir partinin tarihidir. Stalinci aşamacı doktrinine kör bir sadakatle bağlı bulunan bu partinin, farklı bir siyasal ve tarihsel bilançoya sahip olması, zaten düşünülemezdi.
Castro’nun ikilemi
Bu noktada Castro’nun devrime kadar ve hatta devrimin ardından da bir süreliğine kendisini asla “komünist” olarak tanımlamadığını (ancak sadece Küba Komünist Partisi’nin işbirlikçi yönelimi sebebiyle lekelenen “komünist” sıfatı anlamında değil, Che’nin kendisini açıkça içerisinde konumlandırdığı devrimci komünist sıfatı anlamında da kendisini “komünist” olarak tanımlamadığını) unutmamak gerekir. Castro, 21 Mayıs 1959’da verdiği bir demeçte, aşağıdaki yargıları dile getiriyordu:
“Bizim devrimimiz ne kapitalist ne de komünist! Kapitalizm insanı feda eder, komünizm totaliter anlayışıyla insan haklarını feda eder. Ne birine ne de diğerine katılıyorum … Bizim devrimimiz kırmızı değil zeytin yeşilidir. Sierra Maestra’daki asi ordusunun rengini taşımaktadır.”(4)
Bu demeçten birkaç gün sonra, 25 Mayıs 1959’da, Küba Komünist Partisi Merkez Komitesi bir bildiri yayınladı. Bildiride şöyle yazıyordu:
“Bizler Amerika’dan çok kısa bir mesafede bulunan küçük bir ülkeyiz. Ekonomimizin emperyalist etkilerden dolayı bozulması, halkın en temel gıda maddelerinde bile olsa, ithalata çok bağımlı hale gelmemize neden oldu. Bu nedenle herhangi bir aşırı devrimci eğilim, devrim tarafından uygulanacak herhangi bir abartılı önlem ve Küba devriminin karşı karşıya bulunduğu gerçekleri ve somut zorlukları göz ardı eden girişimler reddedilmelidir.”(5)
Bu noktada Küba içerisindeki ve hatta dışarısındaki politik odakların anlaştığı nokta, devrimin “aşırı uçlara” ulaşmamasının; yani bir bir diktatörün devrilişinin üretimin kapitalist karakterine karşı bir eyleme dönüşmemesi gerektiği üzerine var olan mutabakattı. Batista rejiminin kafasının atılmasına ancak gövdesinin muhafaza edilmesi gerektiğine, Küba’yı yöneten sınıfların değil isimlerin değişmesiyle sınırlı kalınması zorunluluğuna bütün politik aktörler ikna olmuşlardı. Ne var ki bu mutabakat devrimi mümkün kılmış olan kitleler nezdinde kabul görmüyordu, görmedi de. Küba devrimi, diğer bütün devrimlerde olduğu üzere, ekonomik ve toplumsal sefaletin sorumlusunun siyasal rejim olarak görülmeye başlanmasıyla ve kitlelerin sosyo-ekonomik taleplerini bu rejimin alaşağı edilmesi sloganında ifade etmeye başlamalarıyla kendisini karakterize etmişti. Kübalı yığınlar sadece Batista’nın düşürülmesini değil, Batista rejiminin yol açtığı sefaletin de yok edilmesini istiyorlardı.
Bu bağlamda Castro kendisini, 26 Temmuz Hareketi’nin öne sürdüğü demokratik talepleri hayata geçirme zorunluluğu ile karşı karşıya buldu. Bunlardan en önemlisi, siyasal programının en öne çıkan talebi olan toprak reformuydu. Ancak kırsal üretim ilişkilerinde yoksul ve topraksız köylülerden yana işleyecek demokratik bir toprak reformunun mantıksal sonuçları, Küba tarımı üzerinde egemen olan ABD merkezli çokuluslu şirketlerin ve yabancı sermaye varlığının kamulaştırılmasıydı. Castro’nun ve Küba devriminin kaderini bu ilişki belirledi: Yarı-sömürge bir ülkede demokratik görevlerin yerine getirilmesinin yegane yolunun ekonomide anti-kapitalist önlemler alınmasını zorunlu kılması!
Küçük-burjuva milliyetçi bir siyasal programın taşıyıcısı rolündeki Fidel Castro, kendi akımının ifade ettiği burjuva demokratik talepleri kitlelerin basıncı sonucu yerine getirmek durumunda kaldı. Ancak bu görevin tamamlanabilmesi, kendi eşitsiz ve bileşik mantığı içerisinde, sanayide ve tarımda kamulaştırmaları, dış ticaret tekelini ve planlı ekonomiyi gerektiriyordu. Castro demokratik görevlerin ancak sosyalist uygulamalar aracılığıyla kendisini gerçekleştirebileceğini birinci elden tecrübe ediyordu.
Bunu yanı sıra Castro’nun SSCB’ye yaklaşımını zorunlu kılan ABD dış politikası da Küba’da alınan anti-kapitalist önlenlemlere zemin hazırladı. ABD, devrimin ilk senelerinde kapitalist dünya düzenine sadakati yönünde demeçler vermiş olan ve Birleşik Devletlere diplomatik dostluk ziyaretinde bulunan yeni devrimin önderi Castro’nun bütün bu çabalarına rağmen, coğrafi olarak hemen yanıbaşındaki bir adada bir dikta rejiminin devrilerek kapı araladığı devrimci durumu bir tehdit olarak algıladı. Bu konumlanış ABD’nin Küba’ya ekonomik ambargo uygulamasıyla ve askeri bir işgal denemesine girişmesiyle tamamlandı. ABD tarafından kabul görmeyen ve 26 Temmuz Hareketi’nin burjuva demokratik taleplerinin gerçekleştirilmesini kitlelerin basıncı altında hisseden Castro, bu ikili açmazdan çıkışı Küba Komünist Partisi tarihinde yeni bir dönemi başlatacak olan sosyalist uygulamalara imza atmakta buldu.
Bu bağlamda Küba devriminin, doğuştan dejenere bir işçi devleti doğurmuş olmasının şartlarını Castrocu önderliğin küçük-burjuva programının kitlelerin basıncı sonucunda mülksüzleştirmeye başvurmak zorunda kalışı ve ABD dış politikasının karşı-devrimci karakterinin devrimin kazandığı mevzileri korumaya yönelik savunmacı bir anti-emperyalist siyasetin kurulmasını zorunlu kılması oluşturdu. Castro, Lenin ile Troçki’den farklı olarak işçi sınıfı içerisine kök salmış öncü bir devrimci partinin sınıflar mücadelesi içerisinde iktidarı ele geçirmesi yönündeki devrimci Marksist stratejiyi izlemedi. Bu elbette iktidarın fethinin bir ve değişmez bir kuralı olduğu anlamına gelmez.
21. yüzyılda Castroculuk
Castro’nun önderliğinde Küba, geçtiğimiz seneler süresince Vatikan’ı ve Papa’yı adada birçok kereler ağırladı. Reagan’dan Obama’ya dek süren müzakereler sonunda ABD sermayesinin ekonominin en kritik mevzilerinde pay sahibi olmasına izin verildi. Latin Amerikalı, Kanadalı ve Avrupalı birçok çokuluslu şirket ile işbirliği anlaşmaları yapıldı. İş güvencesi kaldırıldı ve yüz binlerce insan devletin sağladığı istihdam hakkından yoksun bırakıldı. Devrimin mülksüzleştirdiği birçok kapitalistin çocuklarına ve torunlarına kısmen de olsa mülkleri geri verildi. Karşılığında onların uluslararası iş gücü piyasasında sermaye ihraçlarının Küba’ya yapılmasını savunmaları istendi. Küba dış politika alanında gerici ve karşı-devrimci hükümetlerle el sıkıştı. İran’da komünistlerin katili İslamcı iktidarın anti-emperyalist olduğu propagandasını yaptı. Çünkü ambargo yemiş olan İran burjuvazisi ile Küba Komünist Partisi bürokratlarının ekonomik çıkarları uyum içerisindeydi. Kuzey Afrika’daki neoliberal diktatörlük, ayaklananların karşısında desteklendi. Onların da sözde anti-emperyalist olduğu söylendi ve arkalarından ağıtlar okundu. Ama Castro kardeşlerin en büyük restorasyon hamlesi, KKP’nin son kongrelerinde karar altına alınan özel mülkiyetin bir hak olduğu ilkesiydi. 1959 devriminin yarattığı mülkiyet ilişkileri, kapitalizm lehine ilga edildi.
Devrimci bir genç ve ateşli bir anti-emperyalist olarak Fidel Castro çok uzun seneler önce ölmüştü. Geçtiğimiz günlerde hayata veda eden Fidel Castro ise, bir bağlamda devrimci ve anti-emperyalist Castro’nun yaptıklarını son kırıntısına dek yok etmeye yeminli başka bir politik figürdü. Castro Küba devriminin hem önderi, hem de mezar kazıcısıydı. Bu da devrimci Marksist bir metodolojinin yokluğunun en keskin sonucuydu. Siz Lenin ile Gorbaçov’un aynı sosyo-politik figür içerisinde birleştirebilmeyi hayal edebiliyor musunuz? Elbette hayır. İşte bu, yöntem ve program farkıdır. O halde Castro’nun ardından yapılan apolitik, nostaljik ve duygusal güzellemeleri bir kenara bırakalım ve Küba’daki kapitalist restorasyonun siyasal bilançosunu ele almaya başlayalım.
***
Dipnotlar:
1.) Julio Antonio Mella, “Que es el ARPA? (1928), Ensayo srevolucionarios, Havana 1960, sayfa 23-24. Aktaran için bkz. Michael Löwy, “Sürekli Devrim Teorisi”, Çeviri: Aslı Önal, Ayrıntı Yayınları, sayfa 146-147.
2.) Aktaran için bkz. agy. sayfa 148-149.
3.) H.M. Enzenburger, “Raids and Reconstructions”, Londra, 1976, sayfa 200.
4.) Bkz. http://www.marxisme.dk/arkiv/binns/80-cucas.htm#note2
5.) Bkz. http://www.marxisme.dk/arkiv/binns/80-cucas.htm#note2