Ortadoğu ve Kuzey Afrika devrimleri üzerine perspektifler – 2012

Uluslararası Birlik Komitesi

1. 17 Aralık günü Muhammed Bouazizi’nin kendini yakmasıyla başlayan isyanın Tunus’ta bir devrime dönüşmesi ve bu devrimin kısa sürede Mısır, Fas, Bahreyn, Yemen, Libya ve son olarak da Suriye’ye sıçraması Arap ülkelerindeki devrimler sürecini başlatmış oldu. İşsizlik ve yoksulluğun hızla artmasıyla patlak veren seferberliklerde, emperyalist sömürüye ve rejimlerin baskıcı aygıtlarına tahammülü kalmayan kitleler “diktatör, defol!” sloganıyla sokağa çıktılar. Arap Devrimleri, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki politik dengeleri alt üst ederken, dünya politik durumunda yeni bir dönemin açılmasının olanaklarını yarattı.

2. Emperyalizmin ve Siyonizmin müttefikleri olan diktatörlüklerin büyük bir kısmının devrilmesi dünya ölçeğinde de sınıflar mücadelesine etkilerini yansıttı. Avrupa’da yayılan “öfkeliler” hareketi, ABD’deki “Occupy Wall Street” eylemlilikleri gibi Arap halklarının mücadelesini örnek aldıklarını ifade eden mücadeleler filizlendi. Bölgede ise, bu süreç, Filistin halkının mücadelesine yeni bir dinamik kazandırmakta. Kaddafi’nin Trablus’tan kaçtığı gün Mısırlı kitlelerin İsrail’in Kahire büyükelçiliğini işgal etmeleri; Filistin’in Birleşmiş Milletler’e bağımsız devlet olarak tanınma başvurusunda bulunması; Filistin Kurtuluş Örgütü ile Hamas arasında birleşme doğrultusunda adımların atılması bunun örnekleri. 

3. Devrimlerin patlak vermesiyle kendisini solda tanımlayan bir dizi hareket içerisinde sürecin devrim olup olmadığına ilişkin yaygın bir tartışma başladı. Yaşanan kafa karışıklığı bir dizi politik tutarsızlığa sebep oldu. Sosyal demokrasi ve resmi sosyalist partiler kuşkusuz karşıdevrimci bir yönelişle kendi ülke burjuvazileri ve emperyalist dünyayla birlikte, önce Bonapartist rejimleri destekledi, ardından bu rejimlerin devrim karşısında dayanamayacağını anlayınca muhalefet hareketlerini “onaylayıp” devrimi ve alternatif önderlikleri denetim altına alma çabasına yöneldi. Bunların yanında Chavez ve Castro iktidarları, ulusalcı sol akımlar; Libya’ya NATO müdahalesi ile birlikte, devrimleri “antiemperyalist” komplolar olarak niteleyerek; Kaddafi ve Esad rejimlerini desteklediklerini ifade ettiler. Bu tutum, uluslararası sınıf dayanışmasının örülmesini ciddi manada engellemiştir.

4. Bugün Arap coğrafyasında, yıllarca kitleleri otoriter yönetimler aracılığıyla boyunduruk altında tutan asker polis rejimlerinin yıkılması, hem bölge hem de dünya devrimi açısından önemli bir kırılmayı ifade ediyor. Arap devrimleri, ulusalcı veya İslamcı önderliklerin etkisi veya doğrudan müdahalesi olmadan, kitlelerin bağımsız girişimleri sonucunda birer halk devrimi olarak başlamıştır. Ayaklanan kitlelerin herhangi bir örgütlü önderliğe sahip olmamaları bu devrimlere kendiliğinden bir karakter kazandırmıştır. Arap devrimlerinin gücünü olduğu kadar sınırlarını belirleyen de, işte bu karakteridir. Öte yandan, başta Tunus ve Mısır’da diktatörlerin gitmesine rağmen, rejimin eski kurumlarının varlığını sürdürmesi devrimlerin politik açıdan henüz hedeflerine ulaşamadığını, tamamlanmadığı anlamına geliyor. Sürecin geneline ilişkin, kitlelerin demokratik sloganlar altında kendiliğinden harekete geçerek kurulu sistemi tahrip etmesi, ikili iktidar nüveleri taşıyan savunma amaçlı özyönetim organları oluşturmaları ve bunun olası işçi ve halk hükümetinin oluşmasının nesnel politik koşullarını yaratması sebebiyle, Arap Devrimlerinin içinde bulunduğu aşamayı tamamlanmamış demokratik devrimler olarak tanımlayabiliriz.

5. Libya, Yemen, Bahreyn ve Suriye’de diktatörlerin kitle seferberliklerine karşı katliamlara girişmesi Arap Devrimleri sürecinde yeni bir aşamayı başlattı. Libya sürecine müdahil olan emperyalizm, aynı macerayı diğer ülkelerde tekrarlamaktan kaçınmakta, ama devrimleri durdurma ve denetimi altına alma doğrultusunda yeni taktikler geliştirmekte. Libya’ya müdahalesi sırasında topladığı tepkiler ve ardından ülkede oluşan denetim dışı kaotik durum, dünya ekonomik krizinin yaratığı basınç, askeri bir müdahalenin gerektirdiği güçlükler, Suriye’nin stratejik konumu nedeniyle bölgedeki bir istikrarsızlığın İsrail için yaratabileceği tehlikeler… bütün bunlar emperyalizmi başka taktikler uygulamaya zorlamakta. Suudi Arabistan’ın Bahreyn’e askeri birlikler göndermesi ya da Yemen’deki gibi pilotsuz bombardıman uçaklarının kullanılması gibisinden dolaylı bir askeri müdahale, ya da Yemen’de ve şimdi Suriye’de uygulamaya çalıştığı rejim ile muhalefet arasında uzlaşma sağlama girişimleri hep devrimi durdurmaya yönelik uygulamalarıdır. Bu amaçla emperyalizm, yıkılan rejimlerin kalıntılarından çok, kitlelerin desteğine sahip “yeni” önderliklerle işbirliği yapma, neredeyse sürece hiç katılmamış İslamcı önderlikleri öne sürme çabasında. Ancak İslamcı akımların, emperyalist çıkarlarla hareket ederek kitlelerin taleplerini karşılayabilmeleri hem imkansız hem de kendi varlıkları adına ölümcül bir çabadır. Çünkü çokuluslu şirketlerin İslamcı önderliklerle işbirliği yaparak bu ülkeleri fütursuzca yağmalamaya devam etmesi, eskiden olduğu gibi pek de kolay olmayacaktır.

6. Ulusalcı Arap iktidarları 1980’li yıllara dek, dünya jeostratejisinde emperyalizmle aralarına mesafe koyup dönemin SSCB’siyle daha yakın diplomatik ve askeri ilişkiler geliştirerek popülist politikalar temelinde kendisine toplumsal bir temel oluşturmaya çalışmışlardı. Bununla birlikte, kapitalist dünyanın birer parçası olarak kalmışlar ve ülkelerindeki toplumsal biçimlenişte burjuva mülkiyet ilişkilerini temel almaya devam etmişlerdi. Rejimler, komprador burjuvazi ile devlet bürokrasisinin (askeri ve sivil) çıkarlarına hizmet eden Bonapartist bir nitelik kazanarak kitleler üzerinde işleyen müthiş bir baskı mekanizmasına dönüşmüştü. 

7. 1970’lerin ikinci yarısından itibaren dünya kapitalizminin yeni bir krize sürüklendiği, 80’lerin ortalarında neoliberalizmin “küreselleşme” saldırısını başlattığı ve Stalinizmin SSCB’den başlayarak tüm eski işçi devletlerinde çökmeye yüz tuttuğu koşullarda, Arap Bonapartizmleri de derin bir bunalıma girdi. Arap ülkeleri için 1974 petrol kriziyle başlayan bunalım, petrol gelirine dayalı ekonomileri şiddetli bir krize sürükledi. Öte yandan, emekçilerin gelir düzeyindeki hızlı düşüş sonucu yaygınlaşan yoksulluk, Arap ulusalcılığının kitlelerin desteğini kaybetmesine yol açtı. Fakat kitlelerin hoşnutsuzluk ve tepkilerini örgütleyip önderlik boşluğunu dolduranlarsa İslami akımlar oldu. İslami akımların geliştirdiği “antiemperyalist” söylem, yerli burjuvazilerin kendi ülkelerinin kaynaklarından daha fazla yararlanma istemlerinin bir ürünü ve emperyalizmle işbirliği içindeki asker-polis rejimleri karşısında kendileri için istedikleri “demokrasi”den ibaretti.

8. Bu koşullar altında Arap rejimleri politik ve ekonomik düzeylerde yeniden örgütlenmeye ihtiyaç duyuyordu. Politik düzlemde, içerde baskı sistemini yoğunlaştırırken uluslararası arenada emperyalizmle daha iyi ilişkiler kurmaya giriştiler. Öncelikle Mısır ve Ürdün, ardından Filistin Kurtuluş Örgütü Siyonist devletin meşruiyetini tanıyarak emperyalizmle barış anlaşmaları imzaladılar (1979 Camp David, 1993 Oslo). Suriye bu anlaşmaları sessizce destekledi ve bunun karşılığında Lübnan’daki askeri işgaline emperyalizmin ses çıkarmamasını sağladı. 1980-88 arasında Irak, emperyalizmin jandarması rolüyle İran’a karşı tüm bölgeyi yangın yerine çeviren ve kitlelere sefalet getirmekten başka bir işe yaramayan kanlı bir savaşa girişti. 1988’de Cezayir, Fas üzerinden eski sömürgecisi Fransa ile diplomatik ilişkilerini yeniden tesis etti. 2003’ten itibaren Kaddafi emperyalizmin dünya ölçeğindeki “anti-terör” savaşında ajan ve işkenceci olma görevi üstlendi. Bütün bu gelişmeler yarısömürge Arap devletlerinin emperyalizme olan bağımlılığına daha doğrudan ve derin bir nitelik kazandırdı. 

9. Ulusalcı Arap rejimlerinin ekonomik alanda gerçekleştirdikleri dönüşüm, liberalleşme ve ulusal kaynakları emperyalizmin dünya örgütlerine ve çokuluslu şirketlerine açmak oldu. 1980’ler boyunca Mısır, Sudan, Fas, Tunus, Ürdün, onu izleyen on yıl içinde Lübnan, Cezayir ve Yemen IMF (Uluslararası Para Fonu) ve Dünya Bankası ile teknik ve mali anlaşmalar imzaladı, nihayet 2000’lerde Libya ve Suriye aynı doğrultuda adımlar attı. Kaddafi , İspanya ve Almanya’dan kolaylıkla silah satın alabiliyordu. Tunus’u kendi şirketiymişçesine işleten Bin Ali ailesi, Fransız hükümet temsilcilerini özel uçaklarla getirip lüks yatlarda ve yazlıklarda ağırlayabiliyor, bu sayede kendi denetimindeki ülke ihracatının yüzde 50’sini Avrupa’da pazarlayabiliyor ve AB’li yatırım şirketlerine cazip pazarlar sunabiliyordu. Gelir dağılımı, yoksulluk düzeyi ve işsizlik oranı rakamları insanlık dışı korkutucu düzeylere ulaşan Fas’ta monarşi, serbest ticaret bölgesi için ayırdığı Tanca limanının inşaatı için 1 milyar dolar harcayabiliyordu. Ürdün ve Bahreyn monarşileri de ABD ile benzer serbest ticaret anlaşmaları imzalamışlardı. 2009’da Mısır, Uluslararası Finans Korporasyonu ve Dünya Bankası tarafından kendisine verilen en yüksek kredi notunu kutlarken, aynı zamanda bu kuruluşların raporlarında ülkedeki işsizlik oranına, gelir adaletsizliğine ve Kahire’nin çevresine yığılmış milyonlarca yoksulun yaşadığı gecekondulara değinilmemesine seviniyordu. İşte Arap devrimleri süreci, bu ekonomik, politik ve toplumsal saldırı panoramasına karşı duyulan öfkenin nitel bir dönüşüme uğramasının bir sonucudur.

Tunus ve Mısır

10. 2010’un sonunda, polisin, seyyar satıcılık yaptığı sırada tezgahına el koymasını, kendini ateşe vererek protesto eden Muhammed Bouazizi’nin eylemi; binlerce işsiz, öğrenci ve yoksul kitleleri ülkede yüzde 31’e varan işsizliğe, baskı politikalarına karşı ayaklandırdı. Bu ayaklanmaların süreklilik kazanması ve işçi sınıfının isyana yaygın bir grev dalgasıyla kitlesel olarak katılımı sonucu, 24 yıllık diktatör Zeynel Abidin Bin Ali devrildi. İşçi sınıfının devrime katılımı rejim yanlısı UGTT (Tunus Genel İş Sendikası) sendikası içinde çatlamalara yol açtı, pek çok yerel sendika örgütü bürokrasiden koparak devrime aktif olarak ve hatta belirli bölgelerde öncü örgütleyici güç olarak katıldı. Tunus’ta Bin Ali’nin devrilmesinden bu yana 1500’ü aşkın grev ve işçi mücadelesi gerçekleşti.

11. Kendiliğinden gelişen bu isyan dalgasının şöyle bir arka planı var. Tunus’ta ekonominin liberalleştirilmesi sonucunda doğan yoksulluğa karşı 1984’te “Ekmek Ayaklanması” gerçekleşmiş; 1987’de UGTT’nin düzenlediği protesto gösterilerine güvenlik kuvvetleri ateş açmış (“Kara Perşembe”); 2008’de güneydeki Maden Havzası’nda madenciler ücret ve sosyal hakları için grev ve direnişler düzenlemiş; 2010 Ağustosu’nda Ben Guerdane’de hükümetin sınır kapatması uygulamasını protesto eden göstericiler ile polis arasında çatışmalar yaşanmıştı. Tüm bu süreçle birlikte, 2008 krizinin etkilediği turizm ve hizmet sektörlerindeki işten çıkarmalar, temel gıda fiyatlarındaki artış ve baskı politikaları Tunus devriminin taşlarını döşedi.

12. Tunus’ta halk, rejimin muhafızlarına karşı birçok şehirde savunma milisleri oluşturdu. Kafsa, Kassarin, Sidi Bu Zeyd ve Tala şehirlerinde, yerel yönetimin ve polisin kaçışıyla, kitleler güvenlik, gıda, sağlık gibi ihtiyaçlarını oluşturdukları halk komiteleriyle karşılıyorlar. Yine, rejimin paramiliter güçlerine karşı güvenliklerini sağlamak amacıyla “devrim savunma komiteleri” oluşturuldu, ancak rejimin temel direği olan orduya yönelik güven hâlâ sürmektedir. Komiteler çok sınıflı yapıda olup kendiliğinden bir biçimde oluşmuştur, ama aynı zamanda ikili iktidar nüvelerini oluşturmaktadır. Bu komitelerin en önemli zaafı kendilerini yeni seçimlere kadar hükümeti “denetlemekle” sınırlamaları ve iktidarı kendi ellerine almaktan kaçınmalarıdır. Bu tutum sadece gericiliğe alan açmakla kalmamakta, ama aynı zamanda demokratik sürecin “tamamlanması” adına grevlerin frenlenmesine olanak sağlamakta. Bunun sonucunda seçimlere en kötü koşullarda gelindi ve emperyalizmin kendi müttefikini belirleyebilmesini olanaklı kıldı: En Nahda seçimlerde mutlak çoğunluğu elde etti. Bununla birlikte işçi mücadeleleri Bin Ali’nin düşüşünden sonra olduğu kadar, kitlelerin yaşam koşullarında hiçbir iyileşme yaratma yeteneğine sahip olmayan Ennahda’nın iktidara gelmesinden sonra da sürmüştür ve halen de sürmektedir (Tunus’ta devrimden bu yana 138 kişi işsiz olduğu için kendini yakma eyleminde bulundu). Bu durum, demokratik ve toplumsal istemlerine ulaşabilmeleri için kitlelerin bir işçi-emekçi hükümeti doğrultusunda seferberliklere devam etmelerinin acil bir ihtiyaç olduğunu gösteriyor. 

13. 7 aydır iktidarda bulunan İslamcı Ennahda partisi, sosyal demokrat Etakatol ve cumhuriyet kongresi, kitleler yeni bir devrim için mücadeleye girmezlerse, işsizliğin son bulmayacağını açık bir biçimde kanıtladılar. İşsizlik rakamları, Bin Ali dönemini aratmadığı gibi, bugün daha da artmış durumda ve işçilerin sömürülme koşullarında en ufak bir değişiklik yok. Kitlelerin diktatörlüğe karşı verdiği mücadeleden beklentisi bu değildi. Ama bazı şeyler süratle değişmeye başlıyor; İslamcı Ennahda üzerinde yoğunlaşan güven, her geçen gün erimeye yüz tutuyor. Birkaç ay öncesine kadar yorumlar, diktatör yanlılarının tutuklanmasının hükümete yönelik güveni besleyecek bir etmen olduğunu vurguluyordu. Bugün bu olasılığa çok az kişi inanıyor. Bunun en açık göstergeleri, madencilik bölgesi Redeyef ya da Moulares, Regueb gibi yerlerdeki grevler veya Tala gibi iş istemleriyle kitlesel gösterilere sahne olan ve taleplerin hükümet tarafından yanıtlanmadığı gibi bu taleplerin polis ve İslamcıların şiddetiyle bastırıldığı kentler.

14. UGTT önderliğinin Bin Ali’nin düşüşünün ardından, onun devamcısı olan Gannuşi hükümetine katılışı ve ancak sendikal tabandaki militanların ve Tunus halkının basıncıyla birkaç saat sonra hükümetten ayrılışı örneğinde tanık olduğumuz rolü, tek kelime ile utanç vericidir. UGTT aparatı, Bin Ali hükümetinin bir parçası olmuş eski Tunus Komünist Partisi ve sol grupların çoğunluğu, 2011 yılının ilk aylarında  devrimi savunma komitelerinin ortaya çıkışıyla paralize oldular. Bu akımlar açısından öncelik, demokrasinin sağlamlaştırılmasındaydı. Ancak bir kez bu sağlandığında, sonraki adım olarak işçilerin, işsizlerin ya da grevcilerin taleplerinin tatmin edilmesiyle ilgilenilebilecekti. Bu nedenle, ne diktatörün devrilmesinden sonra patlak veren grevlere müdahil oldular, ne de devrim şehitleri annelerinin adalet taleplerinin takipçisi oldular. Kuşkusuz bu nedenle UGTT, Tunus toplumundan soyutlandı ve Ennahda’nın yükselişinin koşulları oluştu. Bu analiz aynı zamanda devrimcilerin önündeki görevlerden birinin de altını çizmekte; UGTT’yi işçilerin, işsiz gençlerin ve şehit annelerinin hizmetinde mücadelenin merkezine oturtmak. Bugün Tunus’daki değişime  UGTT’nin geçirdiği dönüşüm damgasını vurmakta. İslamcı Ennahda’nın sendikayı kontrol altına alma girişimlerinin yol açtığı bir aparatlar çatışması, sendikal merkez ile hükümeti karşı karşıya getirmiş durumda. Hükümetin bu girişimi, geride kalan günlerde, sendikal merkez ve tüm üyelerce yanıtlandı. Regueb’de gerçekleştirilen sendikal seçimlerde seçilen 14 delegenin yalnızca 1 tanesi Ennahda ile ilişkili iken, kalan 13 delege sol muhalefetin mensubuydu. Hükümet seçim sandığında ağır bir yenilgiye uğradı. Ülkenin iç bölgelerinde yer alan ve ülkenin en yoksul ve devrimci kentleri olan Sidi Bu Zeyd, Redeyef, Kafsa ve Tala gibi kentlerdeki seçimlerde de benzer sonuçlar alındı.

15. Seçimlerin ardından Ennahda hükümeti, tüm mücadelelerin 3 aylığına durdurulmasını istedi. Bazı yerlerde bu çağrıya uyuldu. Redeyef’te iş talebiyle verilen mücadeleler türünden örneklerde ise bu çağrıya uyulmadığı görüldü. Ülkenin güneyindeki maden bölgesinde bir süre boyunca, iş talebiyle işyeri işgali, kitle seferberlikleri ve açlık grevi türünden hareketler yaşandı. Bu haklı mücadeleler özellikle UGTT önderliğince, izolasyona terk edildi. UGTT’nin bu mücadeleleri desteklemek için kampanyalara girişmemiş olması ve koordine etmemesi bir dizi yenilgiye yol açacaktı. UGTT bu dönem boyunca bütün ağırlığını, İslamcılığa karşı mücadele ve laik bir toplum sloganına verdi. İlk bakışta anlamlı olan bu tutum, gerçekte sürdürülmekte olan emek mücadelelerine eşlik edilmediğinde işlevsiz bir taktik halini aldı. Ennahda hükümetinin hedefi, yalnızca İslami bir toplum yaratmak değil, İslamcılığın büyük ihaneti esas olarak Tunus’taki devrimci süreci imha etmek. Bugün Tunus’ta İslamcılarca hayata geçirilen emperyalizmin politikaları yalnızca İslami bir toplumu hedeflemekten ibaret değil, temel olarak Tunus burjuvazisinin ve ABD ve Avrupa emperyalizmlerinin çıkarlarını sahiplenmekte kristalize oluyor. Bu hükümet, Avrupa burjuvazisinin çıkarlarının bir garantörüdür. Bu koşullar altında, işçilerin ve işsiz gençlerin mücadelelerine eşlik etmeksizin, laik bir toplum çağrısında bulunmakla yetinmek, çoğunluğu Müslüman olan bir toplumda İslamcıların elini rahatlatmak anlamına gelmekte. Öte yandan Selefilerin sendikacılara, işçilere ve ilerici merkezlere yönelik artan saldırıları, demokratik devrimin az sayıdaki kazanımı açısından gerçek bir tehdit halini almaya başlamış durumda. Bu saldırılara, başını seferberlik halindeki gençliğin ve işçi ve emekçilerin çektiği örgütlü bir mücadele ile yanıt vermek şart.

16. Mısır devrimi, 2005 ve 2010 yılları arasında yaşanan grev hareketi ve ülkedeki işsizlik, güvencesizlik koşullarıyla ilişkili olarak değerlendirilmeli. Bu yıllar arasında Mısır’da 3000’den fazla işçi eylemi gerçekleşmiş, bu seferberlikleri tekstil, inşaat, ulaşım, gıda işleme işçileri ve hatta Kahire metro çalışanlarının grevleri takip etmiştir. 2007’deki dünya yemek krizinde yemek fiyatlarının %24 oranında artışı öfkeyi büyütmüş ve büyük ekmek eylemlerini tetiklemiştir. Protestoların son dört yıl içinde yoğunlaşması, özellikle 2006 ve 2008’de Mahalla’daki devasa grevler ve kitlesel gösteriler işçi mücadelesinde yeni bir atılım yaratmıştı. Mısır devrimi, kitlelerin yoksulluk koşullarına karşı, Tunuslu emekçilerden ilham alarak ayaklanması sonucu, rejimin silahlı güçlerinin protestocu genç yığınlara saldırması ile patlak verdi. Gençliğin işsizliğe karşı talepleri ile Bonapartist rejime karşı demokrasi talebinin birleşmesiyle açığa çıkan devrimci durumda 31 yıllık Mübarek iktidarı düştü.

17. Biriken öfkenin ekonomik arka planı 1980’lerin ikinci yarısından itibaren ülkede uygulanan neoliberal dönüşüm programına kadar uzanıyor. Emekçi sınıflar açısından işsizlik, güvencesizlik ve sefalet anlamına gelen bu uygulamalar neticesinde Mısır, nüfusunun yüzde 40’ı yoksulluk sınırının altında yaşayan, işgücünün yarısından fazlası “enformel” sektörde çalışan, yani gerçekte işsiz olan ve ortalama aylık işçi ücreti 80 doları, kişi başına yıllık geliri ise 4,400 doları geçmeyen 80 milyonluk bir ülke haline gelmişti. Üstelik Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) göre, Mısır işçi hakları ihlalinin en fazla olduğu dünyanın 25 ülkesinden biriydi. 

18. Ocak ayında Tahrir Meydanı’nı işgaliyle başlayan kitle seferberlikleri, Şubat 2011’de askeri konseyin yönetimi devralmasıyla durdurulmaya çalışıldı. Yeniden seçimleri yapmak üzere başa gelen konsey kitleleri oyalama sürecine girince, binlerce işçi Tahrir Meydanı’nı tekrar ele geçirerek, ücret artışı, güvencesiz çalışmaya son verilmesi talepleriyle cunta yönetimine karşı direnişe geçti. Kamu, petrol, tekstil, elektrik dağıtım ve bir dizi sektörde sürekli grevler yaşandı. Bu süreçte bir dizi komite birleştirilerek Devrimi Savunma Konseyi Sekreterliği oluşturularak komiteler arası eşgüdüm sağlanması kararı alındı. 2011’in Kasım’ında başlayan ve 2012’nin Şubat ayında tamamlanan parlamento seçimleriyle birlikte, İslamcılar (Müslüman Kardeşler tarafından desteklenen Özgürlük ve Adalet Partisi) yeni Mısır parlamentosunun temel politik gücü haline geldiler.

Fakat, Askeri Konsey iktidarı elinde bulundurmaya devam ediyor ve yeni Anayasa’nın düzenlenmesinde ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde belirleyici bir rol oynamak istiyor. Konsey’in bu tutumu ise, yeni kitlesel seferberliklerin gerçekleşmesini tetikliyor. Öte yandan, kitlelerin basıncı sonucunda yönetimi devralan ve gençliğin ve işçi sınıfının politik ve ekonomik taleplerini karşılamaktan uzak duran yeni hükümet, orduyla pazarlığa oturma niyetinde. 

19. 24 Mayıs tarihinde, Hüsnü Mübarek rejiminin devrilmesinden sonraki ilk başkanlık seçimleri gerçekleştirildi. Bu seçimlerin ilk ayağında yalnızca seçmenlerin %51’i – 26 milyon kişi- sandık başına gitti. Müslüman Kardeşler’in adayı Muhammed Mursi’nin elde ettiği %24.4’lük oy oranı, parlamento seçimleri esnasında aynı partinin elde ettiği % 40’lık oy oranı ile karşılaştırıldığında, İslamcılar açısından ciddi bir gerilemeye işaret etmekte. Bu güven kaybının en olası nedeni, bu akımın, neoliberal politikaların ve IMF anlaşmalarının gereği olan bir burjuva hükümetine giden yolda “barışçıl bir geçişi sağlamak” çabasında ve askeri rejimle düzenli işbirliğinde yatıyor. Başkanlık seçimlerinde % 23.3 oy oranıyla ikinci sırada kalan aday, Hüsnü Mübarek’in son başbakanı ve hava kuvvetleri eski şefi, Ahmet Şefik’ti. Askeri rejimin adayı Şefik, büyük oranda eski rejimin tabanını oluşturan orta sınıflardan ve devrimin ardından güvenlik kaygısı yaşayan sektörlerden oy toplamayı başardı. Bununla birlikte, İslamcıların belirleyici olduğu parlamento bir yasa çıkartarak, askeri ve politik geçmişi nedeniyle Şefik’in adaylığını yasaklamayı başardı. Seçimlerin ilk ayağında üçüncü sırayı %20.3 düzeyindeki oy oranıyla Nasırcı sosyal demokrat olarak tanımlanan ve solun adayı olarak sunulan Hamdim Sabbahi almış oldu. Sabbahi devrimin bazı taleplerini –iş hakkı, özgürlükler vb.- sahiplendiği seçim kampanyasıyla, başkent Kahire ve İskenderiye gibi kentlerde en çok oy alan aday konumuna ulaştı. Sabbahi ve diğer irili ufaklı sol-liberal partiler seçimlerin ikinci ayağında boykot kararı aldılar ve İçişleri Bakanlığı önünde düzenledikleri gösteriyle, polis şeflerinin Ahmet Şefik’e oy verilmesi için yaklaşık 900 bin adet sahte seçmen kağıdını dağıtıma soktuklarını ilan ettiler. Burada dile getirdikleri sahte seçmen kağıdı oranı hiç de anlamsız değildi, zira Şefik ile Sabbahi arasındaki oy farkı yaklaşık 700 bin olarak hesaplanmıştı. Son olarak, birçok devrimci grup tarafından desteklenen aday Abdümunim Ebu’l el-Futuh oyların %17’sini elde etti. Diğer yandan, “enternasyonalist sosyalistler” olarak adlandıran –Britanya SWP’sinin kardeş grubu- grubun da dahil olduğu bazı radikal sol akımlar, kötünün iyisi adına Müslüman Kardeşler’e oy çağrısında bulunmuş oldu. 

20. 14 Temmuz 2012 tarihinde Mısır Anayasa Mahkemesi aldığı çifte kararla, Kasım 2011 ve Ocak 2012’de gerçekleştirilen parlamento seçimlerini iptal ederken, Ahmet Şefik’in adaylığını geçerli kıldı. Mahkemenin kararına göre, parlamento üyelerinin üçte ikisi bir partiler listesi sistemine göre seçilmeli diğer üçte biri ise bireysel adaylıklara ayrılmalıydı. Fakat, askeri cunta ile politik güçler arasında varılan anlaşma gereği, bu kural bireysel adayların da bir parti üyesi olabileceği yönünde düzeltilmişti. Sonuç olarak parlamentonun lağvedilmesiyle bir kez daha iktidar, yürütme görevlerini de üstlenen askeri cuntanın ellerine geçmiş oluyordu. Askeri cuntanın adayı Şefik başkan olabilme olasılığını muhafaza ederken, Müslüman Kardeşler Anayasa Mahkemesi’nin kararına yönelik eleştirilerine karşın, karara boyun eğmeyi tercih etti. Bu iki kesim -İslamcılar ve generaller- aralarındaki mücadeleyi yasal bir çerçevede tutmaya çalışırken tüm olanaklarını, Türkiye’de de uygulanan ve emperyalizmin de desteklediği bir hat doğrultusunda, Mısır halkının mücadeleye geçmemesi yönünde seferber etmeye çalıştılar. Mısır halkının ve işçi sınıfının –burjuvazi ve devlet bürokrasisi arasındaki- bu danışıklı dövüş oyununa vereceği tepkiyi önümüzdeki dönemde de yakından takip etmek gerekiyor.

21. Mısır ve Tunus’ta seferberlikler, sivil hükümet, diktatörlük rejiminin kurumlarının lağvedilmesi gibi politik ve iş, ücret artışı gibi ekonomik taleplerle yaygınlaşırken, ne Askeri Konsey ne de Müslüman Kardeşler ve Ennahda hükümetleri kitlelerin taleplerini karşılayabilir. Kitlelerin seferberlikleri sürekli devrim haline dönüşme eğilimi gösterirken, rejimler burjuva mülkiyetini kurtaracak yeni düzenlemeler ve önderlikler arıyor. Yani devrim ve karşı devrim sürekli karşı karşıya geliyor. Şu an AB ve ABD emperyalizmi, bu ülkelerde, İslamcı önderlikleri ön plana çıkararak yarı bonapartist özellikteki bir hükümeti esas alan “Türkiye Modeli” ni dayatmakta. Bu da, çokuluslu şirketlerin yatırımlarını güvence altına almaya yönelik olarak “geçiş” sürecini kontrol etme, kitle seferberliklerini demokratik gericilik uygulamalarıyla denetleme istemlerinin bir ürünü. Bu ülkelerde karşıdevrimin stratejisi, emperyalizm ile işbirliği içinde yeni kurulacak olan burjuva demokratik aygıtlar (çok partili parlamenter sistem, politik ve sendikal örgütlenme ve ifade özgürlükleri içeren bir Anayasa, sivil yargı, vb.) aracılığıyla rejimin temel direklerini ve finans kapitalin egemenliğini koruma altına almak; gene onların aracılığıyla ve tabii başta İslamcı burjuva partiler olmak üzere uzlaşmacı kitle önderliklerinin işbirliğiyle kitlesel seferberliklere son vermektir. 

22. Tunus ve Mısır’da devrimin karşısındaki bir diğer tehlike, kitlelerin orduya sempatiyle bakıyor oluşuydu. Ancak bu yanılsama bilhassa Mısır’da giderek kırılmakta. Kitleler hoşnutsuzluğunu Aralık ayında Tahrir Meydanı’nı yeniden işgal ederek gösterdi. Kitlelerin bu kararlı tutumu sonucunda Geçici Hükümet istifa etti, Askeri Konsey cumhurbaşkanlığı seçimlerinin 2012 Temmuz’undan önce yapılacağını ve bu seçimlerin ardından Konsey’in yönetimden çekileceğini açıklamak zorunda kaldı. Askeri rejimin devrilebilmesi için politik bir genel grevin gerektiğinin farkında olan Mısır’ın öncü işçileri ve devrimcileri ise, şimdi bunun hazırlığı içinde. Yani rejimden gerçek bir kopuşun sağlanması görevi Mısır işçi sınıfının omuzlarında duruyor.

23. Tunus ve Mısırlı kitlelere düşen temel görev, başa gelen hükümetlerle yüzleşmek ve devrimci bir mücadele programıyla seferberlikleri sürekli kılmak olmalıdır. Kontrolü çok uluslu şirketlerde bulunan tüm stratejik işletmelerin devletleştirilmesi, işsizliğe son vermek için acil bir kamu programının oluşturulması, dış borç ödemelerinin durdurulması, eski rejimin temsilcilerinin, bugüne dek süren yağmadan beslenen yüksek rütbeli subaylar ve ailelerinin mülklerine halk adına el konulması, ayaklanan kitleleri kırıma uğratan bütün katil sürüsünün yargılanarak tutuklanması, köklü bir tarım reformunun gerçekleştirilmesi devrimin temel talepleri olmalı. Bu programatik yaklaşımın tamamlayıcısı ise kuşkusuz, emperyalizmden ve onun tüm ayak oyunları ve anlaşmalarından kopuş temelinde yeni bir işçilerin, gençliğin ve halkın iktidarı perspektifinin adım adım hayata geçirilmesi, emperyalizm ve Siyonist İsrail ile imzalanmış tüm anlaşmalardan süratle kopuş ve Gazze’ye yönelik ambargonun kaldırılmasına yönelik mücadelenin yükseltilmesi olmalıdır.

Suriye

24. Tunus ve Mısır Devrimlerinin ardından gerçekleşen Suriye Devrimi, bu ülkelerdeki süreçlerden ziyade, Libya, Yemen ve Bahreyn’de yaşananlarla benzerlik gösteriyor. Gelinen noktada, Suriye Devrimi, kitlelerle Beşir Esad arasında “uzatmalı bir yıpratma savaşı”na dönüşmüş durumda.

Suriye’de kitlelerin ayaklanmasına sebep olan etmenler, diğer ülkelerle hemen hemen aynı. Ülkede son on yılda derinleştirilen neoliberal uygulamaların özellikle devrimin sembolü olan Deraa gibi tarım kentlerini vurması, köylülerin topraklarını yitirmesi, ekonomik ve sosyal kesintiler, baskı ve terör uygulamaları kitleleri ayağa kaldıran etmenlerin başında geliyor. Deraa’da başlayan eylemliklerin Hama, Humus, Lazkiye, Banyas ve Qamışlı gibi kentlere yayılmasıyla devlet terörü giderek artmış; rejimin silahlı güçleri, katliam girişimleriyle kitle seferberliklerini durdurmaya çalışmıştı. Yoğun terörün eylemleri durduramaması üzerine, iktidar reform paketi açıkladı ve Esad hükümette değişiklikler yaptı. Fakat vaat edilenlerin yerine gelmemesi üzerine kitleler ayaklanınca, ikinci reform paketi sunuldu ve neticesinde, 300 bin Kürte vatandaşlık hakkı tanındı, gözaltına alınanların serbest bırakılacağı duyuruldu, ardından 48 yıllık OHAL yasası ve devlet güvenlik mahkemeleri kaldırıldı. Ama artık Esad’ın istifasını talep eden kitlelerin seferberliği durmadı ve bu arada rejimin askeri saldırıları ve bombardımanları yoğunlaştı.

25. Bu arada emperyalizm, Esad rejiminin giderek meşruiyetini yitirmeye başladığını ve sürecin  iç savaşa dönüştüğünü görünce Esad’a gitme çağrısında bulundu. Bir yandan da “alternatif” önderliklerle diyaloga başlandı, örneğin Türkiye arabuluculuğunda muhalif sürgünlere kapılar açılarak örgütlenmelerine destek sağlandı.

26. Suriye’de, gençlerin başını çektiği yerel komiteler biçimindeki örgütlülükler seferberliklerin örgütlenmesinde önemli rol oynamaktadır. Henüz grev ve fabrika işgalleri gibi işçi sınıfı temelli seferberliklere rastlanamasa da, küçük işyerlerinin ve esnafların gerçekleştirdiği ses getirici ve yaygın “kepenk kapatma” eylemleri yaşanmakta.

27. Rejimin katliam girişimlerine karşı kitlelerin özsavunma ihtiyacını oluşturmaları bir ihtiyaç. Şu an ordudan ayrılan askerlerden oluşan ve direniş saflarına geçen Özgür Suriye Ordusu önemli bir örgütlenme. Hama ve Humus kentlerinde etkili olan bu ordu, eğer kitlelerin özsavunma komitelerini oluşturmasına destek olursa, bu devrim için önemli bir ilerleme olacaktır. Ancak mezhep temelli bir program etrafında hareket ederse devrim için ciddi bir engel haline de gelebilir. 

28. Şu an rejim karşısında emperyalizm tarafından tanınan önderlik Suriye Ulusal Konseyi’dir (SUK). Bu konsey Müslüman Kardeşler, çeşitli burjuva partiler ve bazı Kürt örgütlenmelerini kapsayan bir cephe niteliğinde. Konsey programını “demokratik ve sivil bir devlet”in inşası olarak tanımlıyor. Bu oluşumun emekçilerin taleplerine duyarsızlığı ve burjuva bir programa sahip oluşundan ötürü, mülkiyet ilişkileri ve emperyalizmden bir kopuş gerçekleştiremeyeceğini söylemek mümkün.

29. Gelinen noktada Suriye’de rejim, büyük ölçüde meşruiyetini yitirmesine rağmen, seferberliklerin belirleyici nitelikte olan bütün şehirlere yayılamamış olmasından ötürü varlığını sürdürebildi. Öte yandan, rejim uluslararası düzeyde Rusya, İran, Hizbullah gibi kesimlerden elde ettiği destekle ve devrimci akımlar arasındaki parçalı görünüm nedeniyle ayakta durabiliyor. Her durumda hükümete olan destek bir hayli kırılgan. Şam’daki ticaret kesimleri rejime desteklerini çekerken, emperyalizm de temel bir hedef olarak diğer güçlerle birlikte Esad’ın alternatifini aramakta. Zira devrim şiddetle önüne geçilemez bir hale geldi.

30. Suriye’nin sahte dostlarının insani yardım ya da katliamları durdurmak söylemi etrafındaki asıl amacı, esas olarak ülkede düzenin yeniden tesis edilmesini ve devrimin halktan çalınmasını sağlamaktır. Emperyalizmi belirlemekte olan endişeyi hiçbir şey Britanya başbakanı David Cameron’un, “Suriye’de şiddeti sona erdirmenin en kısa yolu, alttan yukarı gelen bir devrimdense, Esad’ın görevi bıraktığı bir iktidar değişimidir.”, sözleri kadar iyi açıklayamaz.

Emperyalizmin “demokrasiye düzenli geçiş” stratejisi, gerçekte rejimin temellerine dokunmaksızın küçük değişiklikler aracılığıyla devrimi sönümlendirmeyi hedeflemektedir. Geçtiğimiz aylarda BM temsilcisi Annan ile Esad’ın katil rejimi arasında imzalanmış olan 6 maddelik anlaşma ne Esad’ın iktidarı terk etmesini, ne de rejimin işlediği suçların sorumlularının yargılanmasını kapsıyordu. Bu anlaşma esas olarak emperyalizmin politikasının berrak bir biçimde açığa çıkmasına yol açtı: devrimin imhası. Şu ana dek emperyalizm, askeri bir müdahalenin gerçekleştirilmesi için koşulların yeterince olgunlaşmış olduğu düşüncesinde değil. Ne var ki, aradan bir yılı aşkın bir süre geçmişken emperyalizmin öncelikli hedefinin devrimin imha edilmesi olduğu açık seçik görülebiliyor.

31. Birinci yılını tamamlayan Suriye devrimi oldukça güç bir dönemeçten geçiyor. Rejimin devasa şiddet ve katliam dalgası karşısında mücadele eden yığınlar, rejimin devrimi kan ve şiddetle boğma stratejisini yenilgiye uğratmış olsalar da henüz rejimi alaşağı etme hedefine ulaşmış değiller. İşçi sınıfının örgütlü bir biçimde devrime müdahalesindeki eksiklik ve devrimci bir politik önderliğin yokluğu, tarafların birbirine galebe çalamadığı bir “beraberlik” durumuna yol açmış durumda. Öyle ki emperyalizmin müdahalesini arzulayanlar sektörler muhalefet içinde her geçen gün daha geniş bir alan kazanıyor. Eğer Suriye muhalefeti BM’nin ve Esat’ın katil rejiminin önerdiği anlaşmayı onaylayacak olursa, bunu ancak ihanet olarak tarif etmek gerekecek. Bu koşullar altında, uluslararası sosyalist hareketin ve işçi örgütlerinin Suriye devrimini savunma konusunda üstlenmiş olduğu sorumluluk, belirleyici bir önem kazanacak. 

Suriye devrimi konusunda en öncelikli görev, bu devrimin savunulması doğrultusunda kampanyalar organize etmek, Suriye’deki devrimcileri desteklemek ve onlara işçi sınıfının devrimci önderliğinin inşasında yardımcı olmaktan geçiyor.

Libya

32. Libya devriminin Tunus ve Mısır’dan ayrılan en önemli yanı, devrimin bir iç savaşa dönüşmüş olmasıdır. Kaddafi’nin Libya’da devrimi bir iç savaşa dönüştürmesi bölgedeki diğer devrimlerin önüne ateşten bir duvar örmüştür. Kaddafi’nin bu girişiminin ardından Yemen’de Ocak ayından itibaren süren seferberliklere, ilk defa Mart ayında ateş açılmaya başlandı. Bahreyn monarkı ise, kitleleri bastırmak için yeterli asker-polis gücü bulunmadığından, bu ihtiyacını Nisan ayında Suudi Arabistan’dan on bin asker ithal ederek, sokakları teslim almaya girişti. 

33. Bunun üzerine emperyalizm, Kaddafi’nin devrim güçlerini bir süre telef etmesini bekledi; daha sonra Suriye’de de uyguladığı gibi, mücadelenin bir yenişememe noktasına ulaşmasını, böylece başlangıçta emperyalizmin askeri müdahalesini istemeyenlerin bunu talep eder hale gelmesini hedefledi. Bu esnada Yemen, Fas, Ürdün ve Suriye’de başlayan seferberlikler, bölgede inisiyatifin kitlelerin eline geçtiğinin sinyallerini veriyordu. Bu nedenle emperyalizm, kontrolü ele geçirmek, bu yolla kendi çıkarlarının koruyucusu olan rejimi yeniden yapılandırmak ve bölgede kendi adına istikrar temin etmek amacıyla taraflarla görüşmeler yoluyla anlaşmaya varma politikasını dayatmak için, yenişememe halinden yararlanarak askeri müdahale örgütledi. 

34. Libya Devrimi, dünya solunun bazı kesimlerince, muhaliflerin darbe girişimi ya da emperyalist yanlısı aşiretlerin savaşı olarak yorumlandı. Büyük ölçüde “emperyalist komplo” tanımı ile ifadesini bulan bu yorum, Arap Devrimleri’ne olan bakışı da belli ölçülerde erozyona uğratmış, emperyalist propagandaya alan açmış ve dünya solunun Libya devrimine verebileceğe desteği zedelemiştir. Oysa, ordu içinde bazı bölünmelere yol açan ve belli kesimlerin muhaliflerin safına geçtiği, Trablus ve Bingazi’de göstericilerin katledildiği bu ayaklanmalar, apaçık bir devrimdir. 

35. Kaddafi’nin düşmesi ve Ulusal Geçiş Konseyi’nin (UGK) başa gelmesiyle süreçte kısmi durulma yaşanmıştı. Fakat değişik düzeylerde ayrıcalıklara sahip büyük aileler ve aşiret temelindeki –aşiret şeflerinin mutlakiyetçiliğine dayalı bu yöntem uzun bir dönem boyunca diktatörlüğü garanti altına alamak ve halkı bölmek amacıyla Muammer Kaddafi tarafından da korundu ve desteklendi- Libya’nın sosyal dokusu ve gerçek anlamda antiemperyalist bir işçi emekçi önderliğinin yokluğu koşulları, Libya’nın “ulusal birliğini” berhava etti ve silahlı değişik aşiretler arasındaki bir tür iç savaşı beraberinde getirdi. Aşiretler geçtiğimiz Mart ayında ülkenin güneyinde yaşanan ve en az 150 kişinin ölümüyle sonuçlanan bir çatışmalar sürecine girdi. Silahlı çeteler, Çad ve Sudan yolunun kontrolü için yüzlerce kişinin can verdiği çatışmalara girişti. 

Ülkenin başkenti Trablus dolaylarında yaşanan çarpışmalar, sıklıkla Tunus sınırının kapanmasına yol açtı. Geçtiğimiz aylarda, silahlı bir grup, vaat edilmiş haklarını ileri sürerek başbakanlık ofisini bastı. Bu gruplar, yeni mali fonların dağıtımında ve hükümette temsil edilme konularında kendi aşiretlerinin “haklarını” savunmaya devam etmekteler. NATO müdahalesi döneminde 500’den fazla silahlı grup, ülke için oldukça kârlı ve yaşamsal önemdeki altyapısıyla birlikte, Libya’nın çeşitli bölgelerinin kontrolünü ele geçirdi. UGK’nın eski rejimin askerlerini toparladığı ve NATO ülkelerinin özel güvenlik şirketleriyle anlaşmalar imzaladığı koşullar altında, aşiret temelli silahlı grupların temel korkusu bir ulusal güvenlik rejimi altında kazançlarının ellerinden alınması. Irak işgalinin ardından bu ülkede büyük etkinlik kazanan Britanyalı güvenlik şirketi AEGIS, Libya sınırlarının korunması karşılığında yaklaşık 5 milyar dolar tutarında bir gelir elde edebileceğini hesaplamakta. Bu panaroma içinde bu silahlı gruplardan Al-Afwiya Haziran ayının ilk haftasında Trablus uluslararası havalimanına saldırarak liderleri Abu Al Ajila Habshi’nin UGK tarafından salıverilmesi için pazarlığa girişti. Gerilim öyle bir boyuta geldi ki, UGK, 19 Haziran olarak öngördüğü ilk genel seçim tarihini ülke güvenliğindeki dengesizlik şartlarında ertelediğini açıklamak durumunda kaldı. 

36. Vaat edilen seçimler eğer bir kez gerçekleştirilebilse dahi, genelde sonuç bir tür demokrasi parodisinden başka bir şey olmayacak. Zira, bu seçimlerde 200 koltuklu bir kurucu meclis seçilerek, daha sonra gerçekleştirilecek referandum sonuçlarına tabi olacak bir anayasa yazma görevini üstlenecek. Seçim yasasına göre, bu seçimlerde yalnızca “profesyonel bir meslekle” meşgul olanların adaylığı mümkün. Bu koşul karşısında işçilerin adaylığı olasılık dışı kalmakta. 

“17 Şubat devrimine açık ve derhal destek sunmamış” Kaddafi dönemi memurları da seçimlere katılma hakkından yoksun. Geçici hükümet aynı zamanda, 17 Şubat devrimine hakaret etmeyi ya da eski rejimi onaylar tutum almayı da yasaklamış durumda. Dolayısıyla yeni seçim kanunu, adaylık koşullarını hayli sınırlarken, adayları yüksek seçim kurulunun değerlendirmesine tabi kılmakta. Seçimlerin ertelenmiş olması batılı kamuoyunda pek az yankı buldu. Emperyalizmin Libya’daki temel yönelimi, ülkenin mevcut petrol rezervleri üzerindeki kontrolünü garanti altına alacak esnek bir idarenin hayata geçmesi, Kuzey Afrika’daki jeostartejik konumun güçlendirilmesi ve Afrika’ya nüfuz etme imkânlarını yoğunlaştırmak. Eski rejimin bekçileri, CIA’yla bağlantılı güçler ve İslamcı kökten dincilerin bir bileşimi olan UGK’ya arka çıkışlarının kaynağında bu arayışlar bulunuyor. Bununla birlikte, iktidarını üstlenmesinden bu yana geçen dönemde UGK’nın çok az güven uyandırdığı açığa çıktı. Dahası UGK’nın ülke üzerindeki kontrolü bir hayli kırılgan. Bütün bu koşullar altında, geçici hükümet kendini kontratlı güvenlik ve adalet desteği almak zorunda hissetmekte. Zira BM’nin bir açıklamasına göre, yalnızca geçtiğimiz Ocak ayında milis güçlerince tutuklanan kişi sayısı 7 bini geçmişti. Devrim halen ucu açık bir süreç olarak gelişmeye devam etmekte. 

Sonuçlar ve Olasılıklar

37. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanmakta olan devrimler, azgelişmiş ve yarısömürge ülkelerde kitlelerin en temel demokratik ve acil taleplerinin dahi, devrimin demokratik ve sosyalist aşamalara bölünmesiyle değil, sürekli bir nitelik kazanarak toplumsal kurtuluşa doğru ilerlemesiyle mümkün olabileceğini bir kez daha kanıtladı. En belirgin örnekler olarak ele alacak olursak, Tunus’ta ve Mısır’da “demokratik aşama”, İslamcı Ennahda ile Müslüman Kardeşler’in yarı parlamenter bir rejim altında devrimci seferberlikleri durdurmaları, bu seferberlikler sırasında doğan kitle özörgütlenmelerini tasfiye etmeleri (Libya’da ayrıca kitleleri silahtan arındırmaları); eski rejimin temel organları olan ordu ve polis teşkilatlarını, onların ekonomik ve toplumsal ayrıcalıklarına fazlaca dokunmadan, yeni yürütmenin çıkarları doğrultusunda seferber etmeleri; yönetim organlarında radikal bir personel arındırmasından kaçınarak devlet aygıtını kitlelerin basıncından ve denetiminden uzak tutmaları; örgütlenme ve ifade özgürlükleri alanlarındaki sınırların devrimci toplumsal dönüşüm taleplerinin serpilip gelişmesine olanak verecek bir çizgiye kadar yayılmasını tüm ideolojik ve politik/polisiye araçlarla engellemeleri; sendikaların devlet ve hükümet denetiminden bağımsızlaşmalarını engelleyici yeni yasal ve politik önlemler icat etmeleri; diplomasi alanında eski rejimin stratejik ittifaklarına sadık kalarak bunlara “uluslararası piyasaların”, yani emperyalizmin talep ettiği yeni biçimler kazandırmaları; ve nihayet, bu uygulamaları yeni bir “anayasal” temele bağlamaları anlamına gelecektir. Böylece kitlelerin seferberlikler sırasında ellerine geçirdikleri politik ve demokratik haklar yeni anayasal düzen altında tasfiye edilecek; demokratik gericilik stratejisiyle devrimci atılımın gerçekten demokratik bir toplumsal dönüşüme doğru ilerlemesi durdurulacaktır. Köylü kitleleri sefaletten ve kölelikten kurtaracak köklü bir toprak ve tarım reformundan uzak durulacak; Arap milliyetçiliği ve İslamcı söylemlerle, ezilen ve baskı altında tutulan ulusların, etnik ve dini grupların özgürlük ve kendi kaderlerini tayin hakları inkar ve reddedilecektir. Bütün bunlar şimdi Suriye ve Yemen’de, bizzat Bonapartist rejimin kendisi tarafından vaat edilmekte, buna karşılık “muhalefetten” uzlaşma ve rejimin içine dahil olmaları talep edilmektedir. Özetle: Arap devrimlerinin önce demokratik bir aşamada tamamlanıp sağlamlaştırılması ve daha sonra ileri toplumsal ve ekonomik dönüşüm taleplerine doğru ilerlenmesi yolundaki her türlü politik anlayış, gerçeklerle çelişmektedir. Devrimlerin önlerine koydukları demokratik hedeflere bu ülkelerdeki burjuva önderlikler ve hükümetler altında ulaşmak olanaklı değildir. Yarısömürge ve emperyalizme bağımlı bir ülkede demokrasi ancak bir işçi-emekçi hükümeti altında mümkündür. Bu anlamda Arap devrimleri Sürekli Devrim anlayışımızı tamamen doğrulamakatadır.

38. Arap devrimleri, devrimci Marksistler olarak onlarca yıldan beri kendimizi hasrettiğimiz önderlik inşası çabasının ve görevinin ne denli yakıcı olduğunu bir kez daha açığa çıkarmıştır. Kitleler ne denli kahramanca bir tarihi mücadele içine girseler de, kendi örgütlülüklerini yaratamadıkça veya mücadeleler içinde doğan özörgütlenmelere kalıcı, demokratik ve iktidara yürüyen bir özellik kazandıramadıkları sürece, tüm devrimci atılımlarının karşıdevrim tarafından frenlenip ezilmesi tehlikesi bulunmaktadır. Ama bu tip örgütlenmeler devrim ve savaş koşullarında örgütlenme ihtiyacı duyan kitlelerce kendiliğinden biçimde kurulsa bile, mücadelenin hangi doğrultuda ve hangi program çerçevesinde ilerleyeceği, emekçi kitlelerin sahip olabileceği politik önderliğin niteliğine bağlıdır. Eğer Arap kitlelerin ayaklanmalarının temelinde yatan “iş, ekmek ve özgürlük” taleplerinin hayata geçirilebilmesi için bu ülkelerde sadece diktatörlük bürokrasisinin değil, ama bir bütün olarak burjuvazinin iktidardan uzaklaştırılması gerekiyorsa, emekçilerin kendilerini böylesi bir program çevresinde birleştirebilecek bir politik önderliğe ihtiyaçları var demektir. Yani devrimi ve kitle seferberliklerini sürekli kılacak, ekonomiyi emekçilerin istekleri doğrultusunda ve onların denetiminde planlayabilecek, işçi demokrasisine dayalı bir yönetim sisteminin kurulmasını olanaklı kılacak, ülkeyi emperyalizmin tahakkümünden çıkarıp gençliğin ve emekçi yığınların ellerine teslim edecek bir program ve önderlik. İşte bu amaçla Dördüncü Enternasyonal’i yeniden inşası acil bir görev olarak önümüzde duruyor.