Siyonist proje ile yerinden edilen, mülklerine el konulan ve sürekli bir şekilde katliamlara maruz kalan Filistinlilerin yurtlarına geri dönüş mücadelesinin parçası olan ve 7 Ekim 2023’te başlayan El Aksa Tufanı Operasyonu, Siyonist rejimin işgal altında tuttuğu tarihsel Filistin topraklarındaki varlığını zora sokmuş ve krizini bir gün öncesine göre daha derin bir hale getirmiştir. 7 Ekim’in yarattığı yeni dönemi Hamas-İsrail savaşı olarak adlandırılma eğilimi en baştan reddedilmelidir. Bu eğilime karşı çıkmamızın sebebi devrimci Marksistlerin Hamas’ı terörist olarak tanımlıyor olması ve dolayısıyla var olan durumu Hamas üzerinden tartışmaktan kaçınmak istemesi değildir. Elbette Hamas’ın burjuva İslamcı politik programını desteklemiyor olsak da Hamas, İsrail karşısında Filistin halkının bir kesiminin desteğini almış meşru bir direniş örgütüdür ve Siyonizmin karşısında Filistin halkının hak ve özgürlüğü için mücadele ettiği sürece askeri zaferini destekliyoruz. Bununla beraber yaşanan savaş ve ardından gerçekleşmekte olan soykırım ne yalnızca Gazze’yi kapsamakta ne de sadece Hamas’ı hedef almaktadır. 76 yıldır olduğu gibi Siyonist İsrail topyekûn bir şekilde Filistin halkını, örgütlerini ve topraklarını hedef almaktadır. Aksi takdirde Hamas’ın değil işbirlikçi El Fetih’in yönetiminde olan Batı Şeria’ya İsrail’in 7 Ekim’in ardından gerçekleştirdiği kanlı saldırıları açıklamak mümkün olmayacaktır. El Aksa Tufanı’nın doğru bir şekilde anlaşılması ve etkilerinin incelenmesi ancak böyle gerçekleşebilir.
Filistin ulusal kurtuluş hareketinin bir diğer ismiyle Filistin Direnişi’nin gerçekleştirdiği silahlı ayaklanmanın yarattığı etki, 7 Ekim’in ardından Filistin direnişinin ve halkının dehümanize ve kriminalize edilmesini hedefleyen kara propagandanın ölçüsüne bakılarak anlaşılabilir. Dünyanın dört bir tarafında, elbette öncelikle emperyalist metropollerde, doğrudan doğruya emperyalist kurumlar ve sözcülerinden küçük burjuva ‘hümanist’ aydınlara kadar Siyonist sömürge projesini öyle ya da böyle destekleyen her kim varsa yerleşimci sömürgeciliğe karşı bu silahlı ayaklanmayı kınama yarışına girmesi tesadüf değildir. El Aksa Tufanı’nın yarattığı yeni dönem Siyonist projenin yenilmezlik imajını yerle yeksan etmiş, bölgedeki Arap gerici rejimlerinin İsrail ile normalleşme görüşmelerini rafa kaldırmıştır. Filistin davası dünyadaki anti-kolonyal mücadele için tekrar bir kerteriz noktası haline gelerek özellikle işçi sınıfı ve öğrenci hareketleri arasında hak ettiği merkezi konumunu kazanmıştır. Bu tehdit ve tehlikelerin farkında olan ABD emperyalizmi elbette sadece kınama ile sınırlı kalmamış ve ABD başta olmak üzere batılı emperyalist güçler İsrail’e on milyarlarca doları bulan mali ve askeri desteğini esirgememiştir. Bu destek ile Gazze başta olmak üzere bütün Filistin’de Siyonist projenin çöküşü ötelenmeye ve Filistinlilerin imhası yoluyla Siyonist proje ayakta tutulmaya çalışılmaktadır.
Bu noktada kısa bir şekilde olsa da Siyonist projenin amacını ve tarihsel gelişimini özetlemek gereklidir. Çünkü Siyonist projenin kökenleri, ve amacı anlaşılmadan Filistin davasının nihai çözümünün anlaşılması mümkün değil. Siyonizm temelde kapitalist üretim ilişkilerinin sonucunda ortaya çıkan ve Yahudi halkına karşı ırkçılık şeklinde özetleyebileceğimiz antisemitizmin sebep olduğu pogromların ve sistematik ayrımcılığın etkisiyle ortaya çıkmış bir akımdır. Yalnızca bu şekilde ifade edildiğinde ilerici bir akım olarak değerlendirilmesi mümkün gözükse de Siyonizm’in varlık zemini olarak sunduğu antisemitizm ile buna çözüm olarak önerdiği yöntem, yani yerleşimci sömürgecilik, en az antisemitizm kadar gerici, işçi sınıfını bölen ve egemen sınıfın aracı olan bir ideolojidir. Ortaya çıkışından itibaren Rus Çarlığı’ndan İngiliz emperyalizmine kadar egemen sınıfın bütün unsurları ile işbirliğine girmekten kaçınmayan Siyonizm, “topraksız bir halk, halksız bir toprak” kolonyal şiarı ile hareket etmiş ve Filistinli Arapları yurtlarından etme planını adım adım hayata geçirmiştir. Siyonizmin ilk dönemi olarak adlandırılabilecek 1897-1917 arası yıllarda Siyonizm Theodor Herzl’in önderliğinde kendisine sürekli bir şekilde emperyalist bir hami arayışı içerisine girmiş ve bu yıllarda Filistin’de küçük çapta koloniler kurmaya başlamışlardır. Alman Kayzer’inden Osmanlı İmparatorluğu’na baskı uygulamasını ve kolonilerini büyütmesi için yardımcı olmasını isteyen Siyonistler istedikleri desteği bulamamıştır. Aradıkları emperyalizm desteğini Birinci Paylaşım Savaşı’nın ardından İngiliz emperyalizminden bulan Siyonizm, sömürgeci projenin ikinci evresine bu destekle geçebilmiştir.
1917 Balfour Deklarasyonu’nun ardından İngiliz mandası ve işgali altında gelişip serpilen Siyonizm, bir Yahudi devleti kurmak için emperyalizmle birlikte Filistinlilerin yenilgisinin koşullarını hazırladığı ve sonucunda korsan devletin kuruluşunun gerçekleşeceği süreci inşa etmiştir. Uluslararası işçi sınıfı hareketinin büyük yenilgiler aldığı 1930’lu yıllarda Britanya emperyalizminin önünde büyük engeller bulunmuyordu. Bunun üstüne Arap feodal önderliklerinin kararsız ve ihanetçi karakteri eklenince Filistinlileri yurtlarından çıkaracak süreç gerçekleşecekti.
Siyonizm işgal planını gerçekleştirmek ve korsan devleti inşa etmek için şu üç slogan etrafında hareket etmiştir: kibush Hakarka (toprağın fethi), kibush Ha-avoda (işgücünün fethi), ve t’ozteret ha’aretz (toprak mahsulleri). Bu sloganların hayata geçirilmesi için Yahudi sermayesi kadar Siyonist sendikaları yani Histadrut’u ve paramiliter örgütlenmeleri olan Haganah gibi yapıları da kullanılmıştır. Yani Yahudi sermayesi sadece Yahudi emek gücüne başvurmuş, Arap ve Yahudi işçilerin ortak grevleri Hisradrut eliyle bölünmüş ve Haganah gibi paramiliter örgütler eliyle de Filistin köylülüğü olan Fellahlar imha edilmeye çalışılmıştır. Bütün bu sürecin tamamında İngiliz emperyalizminin oynadığı rolü tekrar hatırlatalım. Filistin köyleri yakılarak boşaltılmış, Filistinliler şehirlere geldiğinde iş bulamaz hale gelmiş ve son kertede Filistinli Araplar Nakba ismi verilen soykırım metodlarıyla tarihsel topraklarından atılmıştır. 1948’den sonra korsan devletin kuruluşu ile Siyonizm üçüncü evresine girerek Filistinlilerin topraklarını ve kaynaklarını sürekli bir şekilde gasp etmeye devam etti. (1)
Tarihsel Filistin topraklarını düzenli bir şekilde işgal eden İsrail ve onun Siyonist rejimi hiç olmadığı kadar sıkışmış durumda ve kriz içerisinde görünüyor. İsrail’in yenilmezlik imajı aslında bir süredir gerilemekteydi. İsrail’in 2006 yılında Lübnan’da aldığı yenilgi, en büyük hamisi ABD’nin Afganistan ve Irak’taki yenilgisi ve gerileyişi önemli göstergelerdi. Bunların üzerine Filistin direniş güçlerinin askeri kapasitesindeki artış ve Siyonist rejimin içinde bulunduğu ordu ve yargı krizi eklenince Siyonist projenin varoluş koşulları hepten sorgulanır hale geldi. 7 Ekim’in ardından başlayan süreç, Gazze’nin yıkımı ve soykırım ile devam etse de aynı zamanda İsrail’in askeri ve politik hedeflerine ulaşamadığı bir sürece de tanıklık ediyoruz. İsrail’in kendi ağzından ifade ettiği üzere belli başlı hedefleri bulunuyordu: rehineleri ele geçirmesi, Hamas’ı tamamen imha etmek ve direnişin savaşma kapasitesini yok etmek. İsrail’in başlattığı soykırımın üzerinden 8 ay geçmesine rağmen Siyonist yıkım makinesi hâlâ bu hedeflerinde herhangi bir başarı elde edebilmiş değil. Gazze ve Han Yunus’u işgal girişimlerinin ardından bu bölgelerden Filistin Direnişi, sayısı azalsa da, hâlâ roket saldırıları düzenlemeye devam ediyor. Ayrıca İsrail işgal güçlerinin bu bölgedeki askeri varlığını ciddi oranda azaltmak durumunda kaldığı da bir diğer olgu. Bunun sebebi ise rezerv ordularının İsrail ekonomisine oluşturduğu yük ve Siyonist burjuvazinin ihtiyaç duyduğu emek gücünün karşılanmak zorunda olması. Yani İsrail askeri ve politik hedeflerine ulaşabilmiş değil. Ayrıca Yemen’de Husilerin, Lübnan’da ise Hizbullah’ın İsrail üzerinde kurduğu baskı devam etmekte. Öte yandan, İsrail uzun yıllar sonra işgal ettiği toprakların bir kısmını boşaltmak durumunda kaldı ve yüzbinlerce yerleşimci işgal topraklarının iç bölgelerine geri dönmek zorunda kaldı. Gazze’ye yakın yerleşim bölgeleri ve kuzey sınırındaki ciddi miktarda bir alan boşaltılmış durumda. Bütün bunlara rağmen başlayan Refah’ın işgali, Siyonist ordu için sadece daha fazla askerinin öldüğü ve yaralandığı bir başka ümitsiz girişim olma ihtimalini taşıyor.
Filistin Direnişi, 7 Ekim ile uzun bir süre sonra savunma pozisyonundan çıktı ve durdurulamayan canavar İsrail’e karşı ciddi bir darbe vurdu. Bu savaş ne kadar sürerse sürsün İsrail yukarıda geçen hedeflerine ulaşamadığı ve direniş güçleri ile masaya oturup taleplerini karşılamak ve anlaşmak zorunda kaldığı her koşulda bu savaşı kaybetmiş olacak. Unutulmamalıdır ki Vietnam savaşı yıllarca sürmüştü, savaşın sonucunda 1 milyonun üstünde sivil ve direnişçi Vietnamlı ABD emperyalizmi eliyle katledilmiş fakat yine de Vietnam halkı zafer elde etmeyi başarmıştı. Filistin’de 7 Ekim’in ardından gelişen soykırımın ne kadar süreceğini/ sürebileceğini bilmiyoruz fakat Siyonist proje için Gazze’nin sonun başlangıcı olması ciddi bir ihtimal olarak karşımızda duruyor.
Bütün bunlar olurken İsrail’in soykırım planları karşısında Filistin Direnişi’nin çağrısına kulak veren milyonlarca emekçi dünyanın dört bir tarafında seferber oluyor. 7 Ekim’in ardından başlayan seferberlikler 2024 Nisan’ında başta ABD olmak üzere birçok üniversitedeki kampüs intifadaları ile devam ediyor. Bu eylemlerin İsrail’e öncelikle ekonomik yaptırım olmak üzere siyasi ve askeri boykotu gündeme taşıması oldukça önemli. Dahası, bu eylemlilikler bununla sınırlanamayacak bir başka talebi de görünür kılıyor: “Nehirden Denize Özgür Filistin”! Filistin için düzenlenen dayanışma eylemlerine damga vuran bu slogan Şeria Nehri’nden Akdeniz kıyılarına kadar Filistin’in birleşik ve özgür olması gerektiğini ifade ediyor. Dünya halkları arasında uzun yıllar sonra Filistin’in özgürlük mücadelesi kitleleri seferber edecek bir konu halini aldı. Bunun yanında İsrail’in sistematik soykırım planı Siyonist projeyi tamamen ortadan kaldıracak olan nehirden denize özgür bir Filistin’in kurulması yönündeki talep ayrıca önemli ve oldukça ileri bir noktayı temsil ediyor.
Bununla birlikte, hem dünya genelinde hem de hem de Türkiye’de maalesef sosyalist güçlerin önemli bir kısmı kitlelerin gerisine düşmüş durumda. Birleşmiş Milletlerin Filistin’i parçalama planı olan 1948 ve 1967 Filistin’in taksim planlarını baz alan çok sayıda sosyalist parti Filistin’in yanında olduklarını, İsrail ile kendi hükümetlerinin ilişkilerini kesmesini talep etseler de iki devletli çözüm ve İsrail ile Filistin halklarına eşit siyasal haklar çerçevesinde politika üretmeye devam ediyor. Halbuki 7 Ekim dünya emekçi halkları nezdinde çok uzun zaman sonra Filistin davasının hak ettiği prestiji tekrar kazanmasını ve Filistin’in özgürlük mücadelesinin koşulsuz desteklenmesini tekrar gündeme getirdi. Kitlelerin seferberliklerini Filistin’in özgürlüğü talebiyle desteklemek ve içinde bulunmak yerine Siyonist projenin önermelerine yenik düşerek yerleşimci kolonyal nüfusun derdine düşen sosyalist yapılar, Filistin Direnişi’nin ve halkının talep ettiği dayanışmayı sağlamaktan uzak ve enternasyonal görevlerini yerine getirmemekte ısrarcı gözüküyor.
Siyonizm Türkiye’de sanılanın aksine yalnızca Milli Görüş geleneği ve partilerinin Türkiyeli emekçileri ajite etmek için kullandığı bir fantezi değil, mevcudiyeti oldukça somut ve varlık zemini maddi şekilde açıklanabilen bir ideolojik akımdır. Dolayısıyla sosyalistlerin böylesi bir akıma yaşam hakkı tanıyacak hiçbir öneriyi savunmaması gerekir. Bir Nazi rejimi olan Siyonist İsrail’in yıkılması için başta Filistinliler olmak üzere dünya halklarını seferber edecek en doğru sloganın “birleşik, laik ve ırkçı olmayan Filistin” sloganı olduğunu düşünüyoruz. Bu demokratik sloganı yükseltiyor olmamız biz sosyalistlerin görevlerini yerine getirmediği anlamına gelmez. Bilakis bu demokratik görevin emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadeleyi zorunlu kıldığını ve bunu da ancak işçi sınıfının gerçekleştirebileceğine olan güvenimizden kaynaklanmaktadır. Yani bu demokratik sloganın şampiyonları olmaktan asla çekinmemeliyiz çünkü bu görevi işçi sınıfı ve onun devrimci önderliği dışında bir güç gerçekleştiremez. Bu önermemizin delili için birçok örnek verilebilir ama sadece Filistin mücadelesinin tarihine bakmak bile yeterli olacaktır. Filistin Kurtuluş Örgütü ve onun dinamo gücü olan Arafat’ın Fetih’inin zamanında üstlendiği ilerici role rağmen zamanla birleşik Filistin sloganını nasıl terk ettiği ve Oslo süreci ile de işgalin bir aparatı haline dönüştüğü ortadadır. Filistin halkı elbette bu ihanetin farkına varmış ve Filistin Direnişi bu bir önderlik değişimi yaşamıştır.
Başta ifade ettiğimiz üzere Hamas önderliğindeki direnişin Filistin halkının özgürlüğü adına askeri zaferini desteklesek de Filistin’i özgürleştirecek tek güç Filistin işçi sınıfı başta olmak üzere Arap proletaryası ve onlarla dayanışma içinde olan dünya emekçileridir. Filistin ulusal kurtuluş mücadelesini sınıflar mücadelesinden bağımsız bir şekilde ele almak ancak Filistin davasını izole edecek ve 76 yıldır sürmekte olan Nakba’nın devamı anlamına gelecektir. Uzun yıllar Filistin direniş örgütlerinin elini kolunu bağlayan ve 7 Ekim’in ardından ise Filistin halkını yalnız bırakan Arap gerici rejimleri hiç kuşkusuz Filistin halkının yanında değildir. Fakat bu rejimlerin zulmü ve sömürüsü altında yaşayan Arap emekçiler Filistinli kardeşleri ile dayanışmak ve özgürlük mücadelelerine destek olmak istemektedirler. Onları durduran rejimleri de teşhir eden Filistin davası bölgedeki Bonapartist rejimler için de bir tehdit işlevindedir. Dolayısıyla Filistin’in özgürleşmesi ve Siyonist devletin yıkılması ekseninde gerçekleşecek seferberliklerin yaratabileceği devrimci mücadelelere kulak kesilmeli, işçi sınıfının bağımsız politikası ekseninde bu seferberliklerin parçası olmalı ve hiç gecikmeksizin bu mücadeleleri bir araya getirecek devrimci önderliği inşa etmeliyiz.
***
Dipnot
1.) Yazının konusu olmadığı için ifade etme gereği duymadık fakat Siyonizmin tarihsel gelişimi olduğu gibi Siyonist sömürgeciliğe karşı Filistin-Arap ulusal kurtuluş hareketinin de her zaman direndiği ve kendi gelişim seyrini izlediği unutulmamalıdır.