Dünya solu içerisinde Chavizm’e dönük olarak temelde iki farklı tutum alındı. Bir siyasal kamp, Chavez’in “21. yüzyıl sosyalizmi” adı altında gerçekleştirdiklerini ve daha da önemlisi politik programını, koşullu veya koşulsuz bir biçimde destekledi. Chavizme verilen bu destek de kendisi içerisinde birkaç bölümü ayrılıyordu. İlk olarak, kesin bir biçimde sosyalizme (sınıfsız topluma) gidildiğini iddia edenler vardı. İkinci olarak, sosyalizmin inşasının henüz başlamamış olduğunu ancak Chavez iktidarının bu inşayı somut bir olanak olarak var ettiğini söyleyenler vardı. Destekleyici kampın son halkası ise, Chavizmin burjuva karakteri sebebiyle sosyalizmin inşasını başlatamayacağını ancak Chavezci hükümetin Venezuela’yı bir yarı-sömürge olmaktan, emperyalizme bağımlı olmaktan kurtarabileceğini deklare edenlerden oluşuyordu. Bütün bunların karşısındaki ikinci temel tutum ise, Chavizmin yukarıda sayılanların hiçbirisini gerçekleştirmeye muktedir olmayan ve politik-programatik olarak burjuva bir karakter taşıdığını söyleyen; bunun yanı sıra Chavez’in eleştirel dahi olsa desteklenmesinin, yalnızca kitlelerin bu programla tecrübelerini tüketmelerinin ertelenmesi anlamını taşıyacağını propaganda edenlerin önerdikleri devrimci sosyalist hatta somutlaşıyordu.
Destekleyici kampın siyasal argümanlarının hepsi, istisnasız, Chavizmin formunun veya biçimsel olarak vaat ettiklerinin, onun programatik özüyle karıştırılmasının bir sonucu olarak vuku buluyor. Zira akımımızın senelerdir söylediği üzere Chavez ve Chavizm bırakalım Venezuela’yı sosyalizme ilerletmeyi, onu emperyalizme daha da bağımlı hale getirmiştir.
Üzücü ancak zorunlu bir giriş: Tartışmaya çağrı!
Venezuela’da yaşanmakta olan son süreç, senelerdir olduğu üzere bir kere daha Türk sol basınının ezici bir çoğunluğu tarafından “gerici bir kalkışma” veya “sağcı bir provokasyon” olarak okundu ve bu okumalar üzerinden bir kere daha uluslararası politik akımımız, hakaret boyutuna varan yüzeysel tepkilerle ve haksız ithamlarla karşı karşıya geldi. Venezuela proletaryasının kıtlığa karşı burjuva hükümete karşı başlatmış olduğu seferberlik dalgası, Chavezci hükümete dönük başlatılan diğer ayaklanmalarla (ayaklanmalardan kasıt işçilerin doğrudan seferberliğidir, Chavezci hükümetin iddia ettiği üzere “darbe girişimleri” değildir) aynı kaderi paylaşarak, dünya solu tarafından derhal olmak üzere kriminalize edildi. Hem Venezuela partimiz, hem dünya partimiz, hem de Türkiye partisi olarak bizler Venezuela kapitalizmi, Chavist hareketler ve hükümetler, bu ülkedeki sınıflar mücadeleleri üzerine birçok incelemeler, röportajlar ve deklarasyonlar yayınladık. Ancak Türkiye Marksizminin kronik olarak yaşamakta olduğu yüzeysellik veya teorik yeteneksizlik, özellikle Venezuela konu olunca iyice krizli bir yapıya dönüşmüş olacak ki, bu incelemelere ve metinlere dönük verilen cevaplar politik argümanlardan ziyade kaba ve klişe suçlamalar/ithamlar (işbirlikçilik gibi) olmak şeklinde bir hat çizdiler. Hayır, akımımızın tahlillerine ve önerilerine dönük tek bir ciddi cevap verilebilmiş değil.
Ancak Venezuela’da yaşanan son seferberlik dalgası, yeni bir dinamiği ortaya serdi: Geleneksel olarak Chavist akımın içerisinde yer almakta olan uluslararası veya ulusal militanlar-düşünürler, Maduro hükümetinin artık inkar edilemez bir boyuta ulaşmış bulunan kapitalist saldırganlık politikalarının ardından, radikal olmasa da içerisinde bunun nüvelerini barındıran bir kopuş yaşamaya başladılar. Uluslararası boyutta son derece zengin bir içerik eşliğinde vuku bulan bu tartışma, ne yazık ki, bizim basınımıza yansımadı veya yansımaması tercih edildi. Bu durum, eğri oturup doğru konuşmak gerekirse, Türk Chavizminin doğrudan doğruya doğasından kaynaklanan bir fenomen.
Zira Türk Chavizmini, Güney ve Orta Amerikalı siyasi yoldaşlarından ayıran bir fark mevcut: Akılcı, rasyonal ve eleştirel bir yöntem ve yeteneğin kırıntısının dahi bünyesinde var olmaması, dahası barınamaması. Chavezci sahte solun Venezuela’daki hükümet kanadı, artan derecelerde ekonomik bir liberalleşmeyi ve karşıdevrimci bir saldırıyı benimsedikçe, kendilerini Chavezci olarak tarif eden birçok militan unsur, yukarıda da bahsettiğimiz üzere, ya bu yeni oportünist dalgadan koptu, ya da eleştirel bir pozisyon aldı. Örneğin Franck Gaudichard, Memoria de Mexico dergisinde “Döngünün sonu? Halk hareketleri ve ‘ilerici’ hükümetlerin krizi” başlıklı bir metin kaleme aldı. Bir Venezuela dergisi olan Contrapunto’da sosyolog Edgardo Lander ile yapılan röportaj “Elveda Chavizm” başlığıyla yayınlandı. Ancak en önemli hadise, Venezuela’da Chavezci dalgaya kapılmış işçici komünist grupların, Maduro hükümetinin kapitalist özel mülkiyeti polis gücüyle nasıl savunduğunu görmeleriyle “Mücadeledeki Halkın ve Eleştirel Chavizmin Platformu”nu kurmuş olmalarıydı. Bugün, Venezuela kardeş partimiz olan PSL (Sosyalizm ve Özgürlük Partisi) bu platform içerisinde ve dışarısında Chavizm isimli burjuva milliyetçi akımdan ve oportünizmden Leninist bir kopuşu organize etmek için mücadele vermektedir.
Yukarıda saydıklarımızın karşıtı bir örneği teşkil edecek şekilde, Türkiye’de hiçbir Chavist yapılanma veya dergi-gazete çevresi, eleştirel bir politik-programatik yargının yakınından dahi geçememiştir ve aslında tam da bu sebeple, Türk Chavizminin siyasal önderliği, uluslararası bir dalga olarak kendini var eden bu yeni oportünizmin en gerici kutuplarından birisini temsil etmektedir. Bu önderliklerin Caracas ve Havana merkezli anti-komünist bürokrasilere itaatkarlıkları (ya da biz buna “boyun eğişleri” diyelim…) o denli teslimiyetçi ve kapalı bir öze sahiptir ki, kapitalizmden ve burjuva devlet aygıtından devrimci Marksist bir kopuşun metodolojisi ve stratejisi üzerine yeni kuşaklara hiçbir alternatif veya öğreti vaat edememektedir.
Bu sebeple biz, İşçi Demokrasisi Partisi olarak, sol içerisinde yapılmasını talep ettiğimiz, Venezuela örneği üzerinden gerçekleştirilecek olan Chavizm tartışmalarının çağrıcılığını, hiçbir çekince hissetmeden yapıyoruz. Gelin Chavizmin devrimci bir karaktere mi, yoksa oportünist bir siyasal programa mı sahip olduğunu; bu akımın dünya proletaryasına neyi nasıl önerdiğini kamuya açık bir oturumda tartışalım. Bolşevik-Leninist akım bu tartışmaya hazır ve açıktır.
Tartışmaya başlamadan önce erken bir sonsöz
Aşağıda Chavizmin ekonomik, toplumsal, siyasal ve ideolojik kökenlerine ve aidiyetlerine dönük uzun bir tartışmaya girişmeden önce, akımımızın, savunduğu Leninist ilkeler uyarınca vermiş olduğu kayıpların burada anılmasının uygun olacağını düşündük. Uluslararası politik programımızın bir gereği olarak Venezuelalı proleterlerin ve onun sınıfsal müttefiklerinin seferberliklerini ve mücadelelerini daima destekledik ve desteklemeyi de sürdüreceğiz.
2002 senesindeki ABD destekli darbeye karşı, kardeş partimizin, sendikasının yönetiminde olduğu petrol işçileri en kahramanca ve militanca direnişi sergilediler. İroniktir, 2002 askeri darbesinin önlenmesinde öncü rolü oynayan petrol işçilerinin sendikal seçimleri senelerdir Chavezci hükümet tarafından ertelenmektedir. Neden mi? Zira seçimler yapıldığı taktirde partimizin önermiş olduğu devrimci sendikal program sendikada iktidara gelecektir. Yine 2002 askeri cuntası sırasında, direnişte öncü rolünü üstlenmiş olan partimizin üç sendikacı işçi militanı, Chavezci hükümetin emriyle para-militer milisler tarafından katledilmiştir. 2008 senesinin Kasım’ında Richard Gallardo, Luis Hernandez ve Carlos Requena isimli yoldaşlarımız, Aragua bölgesinde hükümetin onayıyla öldürüldüler. Şubat 2009’da ise Mitsubishi işçisi olan Jose Marcano ve Macusa tekstil fabrikasında işçi olan Pedno Suarez isimli yol arkadaşlarımız, proleterlerin öncülük ettiği bir fabrika işgali sırasında, Chavezci PSUV üyesi vali Tarek William Saab’ın çeteleri tarafından göğüslerinden 9 milimetrelik silahlarla vurularak öldürülmüşlerdir.
Bolşevik işçilere karşı girişilen bu suikastlerin anlam kazandırdığı bir başka gerçek daha var: Chavez, kendisine karşı yapılan darbe girişiminin karşısında direnişe geçen savaşçı işçilere suikastler düzenlerken, darbe girişiminin başını çeken generalleri yargılamamıştır bile! İşte, “21. yüzyıl sosyalizmi” adı altında alkış tutulan “ilericiler” ve “halkçılar”, burjuvazinin kiralık katili rolünü böyle oynamaktadırlar!
Chavezci rejimin tanımlanmasında metafiziğin reddi
Öncelikle kısa bir hatırlatmayla başlayarak konumuza giriş yapalım. Chavez’in rejimi sol basında, son derece genelleştirilmiş ancak üzücü bir şekilde literatüre de sinmiş olan birkaç sıfat üzerinden tanımlanıyor. Bu tanımlamalar oldukça içerik yoksunu olmakla beraber rejimi “halkçı” veya “ilerici” şeklinde kategorize ediyorlar.
Eğer Marksizmin tahlil ölçütlerinin esas alınacağı bir tanımlama yapacak olursak, bu iki sıfat da geçersizdir. Ne halkçı, ne de ilerici kategorilendirmeleri rejimin üzerinde yükseldiği mülkiyet biçimine; yani sosyo-ekonomik altyapının örgütlenme tarzına bir atıfta bulunmaktadır. Bu sıkça göz ardı edilse dahi Marksist yazın, bu tarz tamlamaların yüzeyselliğine karşı verilmiş teorik mücadeleler ile doludur. Marx’ın Lassalle’a karşı Gotha ve Erfurt programları noktasında verdiği mücadele, Lenin’in Narodniklere karşı tutumu ve Troçki’nin Stalinizme karşı savunduğu teorik mevzilerin bütünü, “halkçı” sıfatının bilimsel olmayan yönüne dönük geliştirilmiş argümanlardır. Marx, Alman partisinin, bu metafizik belirlenimi programından derhal çıkartmasını talep etmişti. Lenin, Narodniklerin programında yer alan “halkçı devlet” önerisiyle haklı olarak dalga geçiyordu. Troçki, “Halk Cephesi” ismiyle anılan bloğa “halk” tanımı çerçevesinde katılan kapitalistlerin varlığına dikkat çekiyordu.
Bu bağlamda, çağımızda temel olarak yalnızca iki adet devlet biçiminden bahsedebiliriz: Bir burjuva devleti ve bir işçi devleti. Bir devletin hangi karakterde olduğunun anlaşılması ise şu üç Leninist ilkeye tabidir: Üretim araçları üzerindeki egemenliğin sınıfsal kaynağı, ekonominin planlı veya plansız olması ve dış ticarette devlet tekelinin uygulanıp uygulanmadığı. Rejim, bu devletin hangi metotlarla yönetildiğine dair bir kategoridir. Bu yönüyle mülkiyet ilişkilerinden ve uluslararası emperyalist ekonomik döngüden soyutlanmış “halkçı” veya “ilerici” bir rejim tanımı – devrimci Marksizmin açısından – yoktur ve asla da var olamayacaktır.
O halde Marksist metodoloji açısından Venezuela devleti ve rejimi ne halkçıdır, ne ilericidir, ne de “Bolivarcıdır”. Bu soyut belirlenimlerin, bizim bilimsel yöntemimiz açısından hiçbir ağırlığı yoktur. Zira rejim, Chavez’in veya Maduro’nun ideolojik aidiyetleri veya söylevleriyle değil, üzerinde yükseldiği ekonomik altyapıyla kendi karakterini kazanmaktadır. Erdoğan’ın Davos’taki çıkışı, Türk rejimini anti-Siyonist kılar mı? Hayır çünkü Türk kapitalizminin İsrail’le derin ticari bağları vardır ve siyasal üstyapı da diplomatik olarak Siyonist rejimi tanımaktadır. Aynısı Chavez ve Maduro için de geçerlidir. Onların, Beyaz Saray’da oturan başkanlara dönük alaylı tavırları Venezuela rejiminin anti-emperyalist bir karakter taşıdığı anlamına mı gelmektedir? Kesinlikle hayır. Zira ülkedeki hiçbir çokuluslu şirketin mülklerine ne el konmuştur, ne de bu şirketlerin varlıkları tazminatsız kamulaştırılmıştır.(1)
Chavizmin tarihsel benzerlerine dair bir not
Küçük-burjuva milliyetçi bir hareket olarak Chavizmin politik ve ideolojik kökenleri 1940’ların Arjantin Peronizmiyle veya 1950’lerin Mısır Nasırcılığıyla benzerlik göstermektedir: Milli egemen sınıfların, ulusal pazarda üretilen artı değer toplamının daha yüksek oranlardaki bir bölümünün ülkede kalmasını talep ederek emperyalizmle sürtüşmeler yaşaması ancak bu sürtüşmeyi de, kendi kapitalizmlerinin mantıksal sınırlarından dolayı doğal sonuçlarına ulaştıramaması. Bu noktada milli burjuvazi kitlesel seferberlikleri, emperyalizmle pazarlık masasına oturduğunda elini güçlendirmek için kullanır ancak aynı zamanda kitleleri polis aygıtı aracılığıyla sıkı bir denetim altında da tutar ki, devrimci olasılıklar hayat bulamasın.
Bu tam olarak Troçki’nin, Zapata’nın 1930’lar Meksikası için kullanmış olduğu popülist “sui generis” Bonapartizm tanımına denk düşen bir sosyal gerçeklik durumudur. Akımımız, tam da Chavizmin bu sınıfsal kökenleri sebebiyle, onun sol içerisindeki yeni oportünizm olduğunu ve çökmeye mahkum bir kapitalist blok olduğunu söylemiştir. Tarihin şaşmaz yasalarından birisi de, emperyalizm ile finans kapitalden tam bir kopuşu örgütlememiş olan siyasal programların, emperyalizmin birer aracı/aygıtı haline dönüşmeleridir. Bu tarihsel yasa, hatırlanacak olursa Yunanistan’da Syriza örneğinde birkaç ayda yaşanmıştır. Chavizmin bu dönüşümü tamamlaması birkaç sene sürmüş ama bu döngü yine de tamamlanmıştır.
Chavez aslında yıkımı gecikmiş bir yarı-sömürge kapitalizminin, geç kalmış bir küçük-burjuva milliyetçisiydi. Emperyalistler arası ikinci paylaşım savaşının ardından oluşan uluslararası emperyalist konjonktür, ulusal “otonomcu” tecrübelere, boom ekonomisinin etkisi altında ve SSCB’nin varlığının hakiki olduğu bir dünyada tahammül etmek zorunda kalabiliyordu. Ancak 1970’lerden itibaren bu tahammül asgari düzeylere indirildi.
Chavizmin tarihsel ve ekonomik arka planı
Aylık siyaset dergisi Yön’ün Mayıs sayısında Venezuela’daki son süreç üzerine kaleme alınmış bir yazı şöyle başlıyor: “Hikayeyi doğru anlamak için Venezuela’nın yakın tarihine göz atmamız lazım.” Son derece doğru bir tutum olarak gözüken bu tarihsel bakış açısı önerisi, ardından gelmekte olan cümleler ile adeta çocuksu bir hamlığın dışavurumu olarak donakalıyor: “Hugo Chavez Frias, ilkokul öğretmeni bir anne babanın altı çocuğundan ikincisi olarak 28 Temmuz 1954’te dünyaya geldi. Resme, şiire, beyzbol oynamaya ama en çok da ansiklopedi okumaya ve hayallere dalmaya meraklı Chavez, yoksul ama çok mutlu bir çocukluk geçirdiğini söylüyordu.” Hayır, Venezuela yakın tarihi, bir ilkokul piyesinden alıntıymış izlenimi yaratan bu göz yaşartıcı “ama mutlu” hikayeyle sınırlı değil, zira onunla da başlamıyor…
Biz yukarıda bahsi geçen metnin yazarından farklı bir yol izleyerek, çeşitli başlıklar altında Venezuela’nın bugüne dek uzanan tarihsel ekonomik ve siyasal gelişiminin evrelerini ayrıntılarıyla incelemeye çalışacağız. Buradan yola çıkarak Chavizmin neden anti-komünist bir akım olduğuna dair savunduğumuz tezlerimizi ileri süreceğiz.
İlk olarak bugünün Venezuela’sını anlamının yolunun, aşağıdaki üç temel sürecin incelenmesi ve anlaşılması olduğunu söyleyelim: 1.) Punto Fijo Anlaşması, 2.) Caracazo Ayaklanması, 3.) Chavist hareketin ortaya çıkışı, içsel dinamikleri ve programı.
Petrol gelirlerinin kapitalizm içi bölüşümü
Punto Fijo Anlaşması 1958’de imzalandı. Asıl hedefi sermayenin birliğinin tesis etmek ve senelerdir diktatörlük yoluyla hüküm süren ordunun petrol gelirleri üzerinden el koymakta olduğu artı değer oranını azaltmaktı. Bunun yanı sıra ordunun işlevi ve rolü de asgariye indirilmek isteniyordu. Cumhuriyetçi Demokratik Birlik (URD), Sosyal Hıristiyan Partisi (COPEI) ve Demokratik Eylem (AD) adlarındaki üç burjuva partisi arasında somutlaşan anlaşmanın birincil hedefi yargı ve parlamento üzerinden burjuva demokratik rejimi güçlendirmekti. URD bir süre sonra anlaşmadan çekildi ve ertesinde tarih sahnesinden de silindi.
Anlaşmanın yetkilerini belirlediği yeni rejim, petrol gelirlerinin düzen içi taraflara eşit dağıtımından sorumluydu. Venezuela ulusal sermayesi COPEI ve AD arkasında hizaya girdi.
Bu anlaşmayı doğuran ihtiyaç, kapitalizm içi teknolojik gelişimin sonucunda petrol endüstrisinde yoğun bir gelir akışının yaşanmaya başlamış olmasıydı. Kimya, petrokimya, eczacılık ve gıda endüstrileri, hammaddeleri petrol olan yeni ticari yatırım alanlarıydı. Petrol ürünlerinin kullanımının bu denli yaygınlaşması, petrol fiyatlarının artışını beraberinde getirdi ki, şu tabir uluslararası bir üne sahip oldu: Suudi Venezuela!
1970’lerde Birleşik Devletler’de, Avrupa’da ve Japonya’da boom döneminin etkileriyle sermaye birikimi fazlalık vermeye başlayınca, bu kapital artığı yüksek faizlerle Latin Amerika’ya ihraç edildi. Böylece bu ülkeler 1980’ler ve 1990’lar boyunca inanılmaz oranlarda borçlandılar ve sayısız ulusal finans kurumunun iflaslarına tanıklık ettiler. Bu sermaye ihracının ve borçlanmanın Venezuela açısından anlamı çokuluslu şirketlerin yalnızca petrol dağıtımı, bölüşümü ve pazarlanışıyla ilgilenmeye başlamaları oldu.
Chavezci sermaye birikim modeli: Rantiyeye dayanan ve asalak bir yöntem
Chavizmin burjuva karakterini tarihsel olarak zayıf kılan en önemli faktörlerden birisi, küçük ve güçsüz bir kapitalist sınai gelişime dayanıyor olmasıydı. Bu noktada Venezuela kapitalizminin sermaye birikimi ile temerküzünün, bir yarı-sömürge metodu olan ve asalak bir karakter taşıyan petrol rantiyesine dayandığını bilmek önemlidir. Venezuela kapitalizmi rantçıdır (yalnızca bir gelir kaynağına dayanır) çünkü birikiminin motoru, petrol ihracından elde edilen gelirlerdir ve başka hiçbir şey değildir. Venezuela kapitalizmi asalaktır çünkü oldukça verimsiz bir karaktere sahiptir ve bütün bir ulusal egemen sınıflar ile burjuva devleti, yalnızca petrol gelirleri üzerinden varlık şartlarını yaratabilmektedirler. Emperyalist tekellerin karlarının odak noktasını da, yine bu gelir biçimi oluşturmaktadır.
Evet Venezuela burjuvazisi rantiyeci bir karaktere sahiptir çünkü onun gelirlerinin yüksek bir oranı yalnızca petrol gelirlerinden sağlanır ve devlet kaynaklarına asalaklık yapmaya mahkumdur. Bahsini ettiğimiz petrol gelirinin çok ufak bir bölümü sanayileşmeye ayrılır. Marksist düşünür Andre Gunder Frank, bizim rantiyeci olarak tarif ettiğimiz bu sınıfsal fenomeni “lümpen burjuvazi” olarak adlandırmıştı. Bu burjuvazi ne sağlam bir tarım ekonomisi, ne de altyapısı güçlü bir endüstri bina edebildi. Bu kapasitesizliğin bir sonucu olarak Venezuela kapitalizmi Chavezci yönetim altında yumurtayı, sütü, tuvalet kağıdını ve en basit elektronik aletleri dahi ithal eder oldu.
Elbette bu yarı-sömürge, rantiyeci kapitalist birikim modelinin; Chavez’in “21. yüzyıl sosyalizmi” olarak adlandırdığı barbarlığın, petrol fiyatlarının düşmesiyle beraber çökmesi kaçınılmazdı. Frank Gaudichaud bu birikim modelinden “Latin Amerika’nın kolonyal mirası” diye bahsediyor. Edgardo Lander, Chavizmin çöküşünü “petrol rantiyesi modelinin derinleştirilmesine” bağlıyor. Bu iki Chavezci de, Chavez’in önerdiği burjuva projenin, Venezuela’da bugün yaşanan sosyo-ekonomik yıkımın sorumlusu olduğunun bilincindeler. Chavizm, 21. yüzyılın ilk sosyalist toplumunu geçtik, kapitalizmin bir hayli dar çerçevesi içerisinde kalan ve emperyalizm karşısında “otonom” bir karaktere sahip olan bir toplumsal düzen dahi inşa edememiştir.
Sosyalist stratejinin tam karşıtı olarak sanayisizleşme
Bunların da ötesinde, ülkede daha az üretmeye dönük bir eğilim giderek güçlenmektedir. Hem gıda üretimi, hem de sınai mamul mallar üretimi artan oranlarda bir düşüş yaşamaktadır. Venezuela kapitalizmi üretim azlığını bir refleks olarak ithalatla kapamaya çalışmıştır. Bu eğilim 1970’lerde Carlos Andres Perez’in (bundan sonra yazı boyunca CAP kısaltmasıyla anılacaktır) hükümetiyle en üst noktasına varmıştır.
Chavizm işte bu üretim(sizlik) ve birikim modelini muhafaza etmekle kalmadı, onu derinleştirdi de. Misal 1998’de toplam ihracatın %64’ünü temsil eden petrol ve petrol ürünleri, 2012’ye gelindiğinde ihracatın %92’sini oluşturuyordu. Bugün itibariyle petrol gelirleri, devlet kaynaklarının %90’ını temsil ediyor. 1998 GSYH’nın %18’ini oluşturan sanayi ise 2012 senesi itibariyle %14’e düşmüştü bile.(2)
Ekonomide emperyalist ve yabancı kontrolün artması
Chavez PDVSA (devlet aygıtının resmi petrol tekeli) aracılığıyla sömürüyü devlet monopolleri üzerinden örgütlemekle kalmadı, hayata geçirdiği ekonomi politikalarıyla beraber ilk CAP hükümetinden daha özelleştirmeci bir çizgi de izledi. Bu bağlamda Chavez, 1969-1974 ve 1994-1999 seneleri arasında devlet başkanlığı yapmış olan Rafael Caldera’nın “açık petrol” politikasının sadık bir takipçisiydi. Bu yönelimin bir sonucu olarak Chavez’in yönetimi altında Chevron ve Exxon-Mobil gibi büyük emperyalist tekeller, petrol üretiminin %40’ından fazlasını kontrol eder ve ihraç eder oldu.(3) Bugün Maduro yönetimi altında petrol kaynakları üzerindenki yabancı kontrol ve tekel artarak sürmektedir. Venezuela petrolünün en yoğun bulunduğu bölge olan ve Orinoco şeridi olarak anılan havza PetroChina (CNPC) isimli bir kapitalist Çin şirketine teslim edildi bile.(4) Otomotiv ve otomotiv parçaları gibi birçok üretim dalında emperyalist tekellerin egemenliği %90’lara çıkıyor.(5)
Chavez’in, zamanında anti-emperyalist bir yönelim içerisine girmiş olduğunu deklare edenler, onun emperyalizmin finans kuruluşu IMF’den ülkenin üyeliğini neden hiçbir zaman çekmediğini ve hatta bu kopuşu neden tartışmaya dahi açmadığını cevaplayamıyorlar. Aynı şekilde Chavezci yönetim, iktidarının ilk günlerinden bu yana, dış borç ödemelerini hiçbir zaman reddetmedi. Bugün, işte bu sebeple, Venezuela proletaryası bir borç batağının içerisinde yüzüyor. Aynı şekilde ABD Irak’ı işgal ettiğinde, Chavez Birleşik Devletler’e petrol satmayı sürdürdü.
Chavizmin “anti-emperyalizminden” söz ederken unutmadan eklemek gerekir ki, son dönemde ortaya çıkmış bir skandal olarak, Maduro’nun Trump’ın seçim kampanyasına bağışlamış olduğu 500 bin dolarlık bir “anti-emperyalizmden” bahsediyoruz. Birkaç sene önce ise General Motors, Toyota, Ford, Cargill, Chrysler, American Airlines, Nestle, Procter and Gamble gibi şirketlerin 2004 ve 2012 seneleri arasında Chavezci hükümetten 180 milyar dolarlık “teşvikler” aldıkları ortaya çıktı. Chavizmi biliyoruz ancak devrimci Marksizm için Exxon Mobil, Chevron Texaco veya Repsol’la “sosyalizm” olmaz!
Caracazo ve Chavizm
1989 senesinde patlak veren ve bir anda bütün bir ulusu sarmalayarak proleter bir devrimci durumun başlangıcına işaret eden Caracazo ayaklanması, Punto Fijo Anlaşması’nın fiilen sonunu getirdi. Ayaklanmadan üç sene sonra Chavez ilk darbe denemesine kalkıştı ve başarısız oldu. 1993 senesinde CAP hükümeti devrildi ve ertesinde yapılan seçimlere nüfusun %60’ı katılmadı. CAP 1970’lerdeki ve 1980’lerdeki yıkıcı resesyonla artan yoksullaşma eğilimlerinin bir sonucu olarak 1988’deki seçimleri kazanmıştı. Fidel Castro hemen bir metin kaleme almış ve sosyal demokrat CAP’tan övgüyle söz etmişti. Ancak yeni hükümetin ilk işi IMF’yle yeni bir anlaşmaya imza atmak, ücretleri dondurmak, fiyat kontrollerini terk etmek ve benzine %100 zam yapmak olmuştu.
Caracazo’nun en önemli siyasal sonucu, mevcut politik rejimin bir enkaza dönüşmüş olması ve burjuvazinin bu enkazlar arasından kapitalist statükoyu yeniden bina edecek bir alternatife veya stratejiye sahip olmamasıydı. Bunun yanı sıra silahlı kuvvetlerde son derece ciddi kırılmalar yaşanmış, bu da burjuva devlet aparatının krizli yapısını daha da derinleştirmişti.
Venezuela ordusu 1960’lı ve 1970’li seneleri gerilla hareketleriyle mücadele ederek geçirmişti. Venezuela solunun “mezarlarla barış” olarak adlandırdığı ve 1970’lerin ardından gelen süreç, ordunun Orta Amerika’daki CIA operasyonlarına desteği ve aktif katılımıyla damgalanmıştı. Caracazo’ya gelindiğinde silahlı kuvvetler tamamen yozlaşmıştı. Hükümet ihalelerinde yolsuzluk yapıyor ve Kolombiya sınırındaki uyuşturucu ticaretini ve trafiğini örgütlüyordu.
Caracazo ayaklanması sırasında, birçok asker ve yetkili olmayan subay, emirlere karşı gelerek kitlelere ateş açmayı reddetti. Caracazo’ya 10.800 (on bin sekiz yüz) askeri gönderilmişti ve her ne kadar bu konuda resmi bir rapor olmasa da, ateş açmayı reddeden ordu görevlilerinin sayısının 5000 (beş bin) civarı olduğu düşünülüyor. Kesin olan veri ise “itaatsizlik” suçlamasıyla 3000 (üç bin) askerin gözaltına alınmasıydı. Generallerden gelen katliam emrini yerine getiren taburlar ise (ki Chavez’in, daha sonra MRV-200 ismini alacak grubu da bunların arasındadır!) kamuoyunun karşısında prestijlerini kaybettiler ve derin bir toplumsal moral sorgusunun konuları haline gelerek siyasal bir krize sürüklendiler. Chavez’in 1992 darbe girişiminin en önemli sebeplerinden bir tanesi, bu siyasal moral krizinin aşılmasında katalizör görevi görmekti.
Caracazo hiçbir şüphe yok ki, kitlelerin seferberliği, rejimin ve egemen sınıfların yönetim krizi ve ordunun bölünmesi gibi fenomenlerin sentezlenmesinden de anlaşılacağı üzere, bir devrimci durumdu. Birçok kişi ve grup, Chavizmin seçim zaferinin bu isyanda ve ardıllarında yattığını düşünüyor. Ancak aksine Chavizm, askeri aparatın ikincil planları dahilinde, rejim krizini durdurmak, en azından onu kontrol etmek ve böylece sürecin bir sosyalist devrime evrilmesinin önüne geçmek için, Caracazo’nun mirasçısı gibi hareket etti. Chavez’in önerdiği programın üç sonucu şuydu: 1.) Burjuva daimi orduyu rehabilite etmek, 2.) burjuva devlet aygıtını onarmak ve 3.) işçilerin yanında durduğu izlenimi yaratan kapitalist bir hükümet kurmak.
Özetle Chavizm silahlı kuvvetlerdeki dağınıklığı-yıkımı onarmayı-gidermeyi ve burjuva devleti – kendi krizini öteleyecek biçimde – yeniden bina etmeyi hedefleyerek, kendisini Caracazo’nun söylemlerini kullanmak zorunda hissederken buldu. Zira Caracazo’yu sahiplendiğini söyleyen Chavez, tam da ona dahil olan proleterlerin yıkmaya çalıştığı yapıyı; yani burjuva devlet aygıtını ve kapitalist özel mülkiyeti muhafaza eden bir rejimi bina etti. Bu bağlamda (sosyalist bir işçi devriminin çıkarları bağlamında) Chavizm ilerici değil, aksine tamamen gerici bir rol üstlenmişti: Venezuela kapitalizminin emperyalizmle ortaklaşa sahip olduğu mülklerin gardiyanlığına soyunmak!
Ordunun, Venezuela proletaryasının hafızasınki kötü anısı, Chavez tarafından defalarca hatırlatıldı ve yinelendi. Venezuela ordusu sadece 2000 ve 2007 seneleri arasında 7243 kişiyi öldürdü. Cinayetlerin sebepleri anti-kapitalist veya anti-emperyalist programlara dayanmıyordu. Aksine tamamen kapitalist hükümetin çıkarları önünde bir engel teşkil edilenlerin fiziksel varlıkları sonlandırılıyordu. Öldürülenlerin %45’i, yani 3267 kişi Chavizmin iktidarda olduğu yerel yönetimlerde katledildi. Öldürülenler uyuşturucu tüccarları, toprak sahipleri, yabancı istihbarat servisi elemanları, işletme patronları değildi. Bunlar yoksullar, köylü önderleri, sendikacılar, öncü işçiler, aktivist öğrenciler, Troçkistler ve Maoistlerdi.
2002 darbe girişimi
2002 Nisan’ında gerçekleşen ve emperyalizm ile yerel işverenlerin desteğini alan darbe ve lokavt girişimi, Caracazo’nun yolunu açtığı devrimci durumu daha da derinleştirdi. Bağımsız kitle hareketi ve özellikle endüstri proletaryası burjuvaziyi ve emperyalizmi ülke çapında defalarca yenilgiye uğrattı. Seferberlikler ve mücadeleler sırasında sayısız kitlesel özörgütlenme araçları yaratıldı. Nesnel durum, radikal bir devrimci duruma işaret ediyordu. Ancak Chavez bu koşullardan ve seferberliklerden yararlanarak, mülksüzleştirme eylemlerine girişmedi. Kamulaştırdığı ve sayısı bir elin parmağını geçmeyen bütün işletmelerin eski patronlarına da, devlet kaynaklarından aldığı (işçilerin vergilerinden gasp ettiği) yüklü tazminatlar ödedi. Chavez’in hedefi devrimci durumu sonlandırmak, en azından dondurmaktı.
Aslında bu noktada karşımıza bir ironi çıkmaktadır: Chavizm başarılı olmuştur! O, Venezula kapitalizmini ve burjuva devletini kurtarmıştır. Örneğin darbecilerin yargılanmasını isteyen kitlelere dönük olarak Chavez’in başkan yardımcısı Jose Vicente Rongel, mahkeme kararına saygı duyulması gerektiğini ifade edip şöyle devam etmişti: “Demokratik bir oyun oynuyoruz ve oyunun kurallarına saygı göstermeliyiz.”(6) Evet, Chavezci başkan yardımcısı burjuva demokrasisinin kurallarına saygı çağrısı yapıyor!
Ek olarak hatırlatmakta fayda var ki, ABD destekli darbelerin önünün kesilmesi noktasında kalıcı adımlar atmamakla kalmayan Chavez, Reagan döneminde Orta Amerika’da düzenlenen CIA operasyonlarında kontgerilla olarak görev almış Ramon Rodriguez Chacin’i kendi İç İşleri Bakanı olarak atamıştı. Yine Chavezci Henry Lopez Crisco, Venezuela ordusunun 1980’lerdeki katliamlarının birçoğunun planlayıcısıydı.(7) Chavez’in, önce MRV-200 ve ardından da MBR-200 olarak anılan ve küçük burjuva subaylardan ve plebyen unsurlardan oluşan grubu, anti-komünist bir formasyondan geliyordu.
“21. yüzyıl sosyalizminin” (!) zengileştirdiği “Boliburjuvazi”
Boliburjuvazi kavramı, “Bolivarcı” ve “burjuvazi” kelimelerinden türetilen bir kelime. Bu tabir, Venezuelalı devrimci Marksistler tarafından, Chavez ve Maduro döneminde yükselen ve zenginleşen burjuva kesimleri tarif etmek için kullanılıyor. Chavizmin toplumsal olarak orduda, bankacılık sektöründe ve “iş dünyasında” ayrıcalıklı konumlara sahip bu kesimlere dayandığı bir gerçek. Zira bu kesim doğrudan doğruya Chavez’in petrol varillerinin fiyatlarıyla besleniyordu ve hala da Maduro tarafından aynı biçimde besleniyor.
Solcu iktisatçı ve tarihçi Domingo Alberto Rangel, Venezuela’da Boliburjuvazi olarak tarif edilebilecek üç büyük ekonomik gruptan bahsediyor. Bunların en güçlüsü, ikisi de ordudan emekli olan Diosdado Cabello ve Rafael Sarria. Bu grubun mülkleri arasında bankalar, endüstriyel tesisler ve hizmet şirketlerinde pay içeren hisseler var. Polar grubunun ardından, ülkenin kurulmuş olan ilk finans imparatorluğu da bu gruba ait.
İkinci grup, yine bir emekli asker olan Jesse Chacon etrafından toplanmaktadır. Bu grubun başını Chacon’un kardeşi çekmektedir. Chacon’un kardeşi Chavezci iktidarın ilk sekiz senesi boyunca yeni bir banka kurmuş, Güney Amerika’nın en büyük süt tozu fabrikalarından birini edinmiş ve birkaç “haciendas” (kolonyal dönemde çiftlikleri, plantasyonları ve diğer ticari tesisleri tanımlamak için kullanılan İspanyolca kelime) “sahibi” olmuştur.
Üçüncü grup da Ronald Blanco La Cruz ile Edgar Hernandez Behrens’in isimleriyle anılan finans topluluğudur. Bu iki isim de emeklidir. Cruz devlet kademelerinde çeşitli görevlerde bulunmuştur. Behrens bankerdir ve uzun süredir Mevduat Garanti Fonu’nun, CADIVI’nin (Döviz İdaresi Komisyonu) ve SUBEDAN’ın başkanıdır.
Bu gruplar, Chavez’in proleterleri mülksüzleştirerek zenginleştirdiği Boliburjuvazinin üç merkezini temsil etmektedir. Ancak liste bununla sınırlı değildir. Örneğin Chavez’e ve Chavizme en başından beri destek vermiş olan sanayicileri ve bankerleri de saymak şarttır. Bunları aşağıdaki gibi sıralayabiliriz: FEPORCINA’nın başkanı Alberto Cudemus, Ron Santa Teresa’nın sahibi ve Mercosur’un Venezuela temsilcisi Alberto Vollmer, FEDEINDUSTRIA’nın başkanı Miguel Perez Abad, BOD kısaltmalı bankanın sahibi ve lakabı “Chavez’in favori bankeri” olan Victor Vargas Irasquin, Luis Alfonso de Borbon’un kayınpederi ve İspanyol diktatör Franco’nun büyük torunu olan, aynı zamanda Ortak Fon isimli bir bankanın sahibi olan Victor Gil, milyoner bir petrolcü olan Wilmer Ruperti, Chavez’e destek açıklamaları yapınca serveti 10 milyar dolara çıkan Luis Van Dam(8), 2006 ve 2008 seneleri arasında Altyapı Bakanlığı yapmış ve o günden beri SENAT’ın (Vergi ve Gümrük Servisi) yöneticisi olan Jose David Cabello.(9)
Bunların yanı sıra eski Enerji ve Petrol Bakanı olan, PDVSA’nın eski başkanı olan Chavezci Rafael Ramirez Carreno’nun dış ticarette metaların giriş ve çıkışını tekelinde tuttuğu, bütün vergilendirmelerin ve ücretlendirmelerin kendisi tarafından gerçekleştirildiği biliniyor. Carreno, gıda ithalatı yapan hükümet programına da katıldı ve Büyük Konut Misyonu adlı Chavezci projeyle zenginleşti. Tahminlere göre bugün kendisi 150 milyar dolarlık bir servetin sahibi.(10)
Bir gerillanın oğlu olan Diego Salazar Carreno (yukarıda bahsettiğimiz Rafael Ramirez Carreno’nun kuzeni), sigorta ve reasürans politikasının milyonlarca dolarlık sigortasını hazırlayan kişi ve bugün ülkenin en zenginlerinden.(11)
Alejandro Jose Andrade Cedeno, silahlı kuvvetlerde teğmenlik yapıyor. Chavez’le beraber 1992 darbe girişimine katıldı ve bugünkü serveti 5 milyar dolar.(12)
Gazeteci Jose Vicene Rangel tarafından “Chavizmin kamu figürü” olarak anılan Pedro Torres Ciliberto’nun serveti 700 milyon dolar.(13)
Venezuela Sanayi Bankası’nın eski başkanı ve Chavizm taraftarı Leonardo Gonzalez Dellan’ın serveti 1 milyar dolar.(14)
PDSVA’nın eski direktörü ve Chavez destekçisi Eudomaro Carrullo’nun oğlu Eudo Carrullo Perozo, 500 milyon dolarlık emlak mülkünün sahibi.(15)
PDVSA’nın eski Finans Danışmanı Baldo Sanson, 600 milyon dolarlık bir servetin sahibi.(16)
Emperyalizm yanlısı sağcı muhalefet partisi MUD’un önderi Capriles’in kuzeni olan Armando Capriles’in serveti 2 milyar dolar. Maduro, Chavez’in izinden giderek bırakalım bu aileyi mülksüzleştirmeyi, onlara ihaleler vermeye devam ediyor.
Boliburjuvaların yanı sıra Chavizmin altında doğmakta olan iki yeni fenomen daha var: “Bolichicos” ile “bolicharos”. Yirmi ile otuz yaş aralığında olan, devlet teşebbüsünün ardında olan sulu sözleşmelerle milyonerlere dönüşen bir grup gençten söz ediyoruz. Bunların büyük bir kısmı, Chavez’in yoksullara yaptığını söylediği evlerin müteahhitleri ya da üst düzey rejim yetkililerinin halkla ilişkiler sorumluları. Yine birçoğu varlıklı ailelerden geliyorlar ve en iyi üniversitelerde okutuluyorlar. Ne sosyalizmle, ne de anti-emperyalizmle bir alakaları yok… Chavizmin zenginleştirdiği üçüncü sektör ise gasp ve uyuşturucu kaçakçılığı yaparak, hatta organize suç örgütleri yönetmeyi de içeren faaliyetlerin içerisinde bulunarak büyük miktarlarda para kazanan askeri personelin kendisi.
Venezuela’da Leninist-Bolşevik çizgi
Bugün itibariyle devrimci solun Venezuela konusundaki görevleri, kitlelerin seferber olmasını ve örgütlenmesi savunmak, onların bir burjuva milliyetçi akım olan Chavizmle tecrübelerini tüketmelerine yardımcı olmak, ardından bu yeni oportünizmden kopmalarını organize etmek ve onları devrimci sosyalizmin programına kazanmaktır. Marx’ın ustalıkla ifade ettiği üzere, kitlelerin yanında olmak, onların “yanlış bilinçlerine” teslim olmak değildir. Dünya solu, bu stratejik gerekliliğin tam tersini uygulayarak Chavizmi ve onun kitleleri kandırmak için kullandığı illüzyonları güçlendirmiştir. Bunu yaparak elde edilen biricik sonuç, karşıdevrim kampının daha da kuvvetlenmiş olmasıdır.
Bu tutum kitlesel devrimci seferberlikleri ve mücadeleleri güçlendirmek yerine, Chavizme karşı işçici ve soldan bir alternatifin örgütlenme olanaklarını zayıflatmıştır. Bugün emperyalizm yanlısı Venezuela burjuva muhalefetinin, 20 sene öncekinden çok daha güçlü olmasının sorumlusu, işte yine bu tutumdur. Biz bu tutumu, doğrudan doğruya Marksizmden Chavizme tanınmış “kapitülasyonlar” olarak tanımlıyoruz. Zira Castro/Chavizmin kendisi, çağımızda kitlelerin devrimci seferberlikleri tarafından tehdit edilen kapitalizme, onun tehdit edildiği her yerde kapitülasyonlar tanımanın siyasal ifadesidir!
Uluslararası çapta Stalinist kökenli Komünist Partiler, ismine “anti-emperyalist cephe” veya “demokratik, halkçı, ilerici rejim” dedikleri bir kurgu adına, işçi sınıfı ile onun sınıflar mücadelesini feda ettiler. Bu sözde “cephe” ve “ilerici” hükümet uğruna, Venezuela proleterlerinin bütün sınıf örgütlenmelerini ve mücadelelerini lekelediler. Venezuela, kitlelerin karşılaştığı karşıdevrimci tutumların ilk örneği değil. Misal Brezilya Komünist Partisi 1964’te, başkan Joao Goulart’a karşı patlak veren seferberliklere karşı “radikallerin” anti-kapitalist taleplerinin gücünün kırılmasını önermişti. Çünkü bu ayaklanmalar “demokratik” cepheye zarar verici bir niteliğe sahipti. Goulart ülkeden kaçmak zorunda kalınca BKP, silahlı kuvvetlerin darbesine karşı direnişe geçilmesini reddetmişti: “Kan banyosunu önlemek için…” Aynı teslimiyetçi tutumun bir başka örneğine, Endonezya KP’sinin Sukarno hükümeti politikalarında rastlanabilir.
Solun küçük bir kısmı Chavez’e koşulsuz değil, “eleştirel” destek verdi. Bu desteğin mazereti olarak Chavez’in – devrimci süreci derinleştirmesi için – üzerinde basınç uygulanması gerektiği öneri sürüldü. Ancak bu “eleştirel” desteğin ifade ettiği yönelim bir gerçeği es geçiyordu: Chavez hükümetinin ve ardından gelen Chavezci hükümetlerin karakteri burjuvaydı. Zira ne onun kendisi, ne de takipçileri kapitalist üretim ilişkilerini ve onların doğum şartlarını yaratan özel mülkiyeti ilga edici herhangi bir eyleme girişmedi. Devrimci süreci derinleştirmesi istenen Chavizm devrimci bir programa dahi sahip değildi. O reformistti ve hala da öyle: Burjuva özel mülkiyet rejiminin sınırları içerisinde yer alan anayasal reformlar aracılığıyla düzenlemeler gerçekleştirmek! Chavez daima bu eski yalanı savundu.
Devrimci Marksizm, karakteri burjuva olan bütün hükümetler karşısında aynı temel önermeyi öne sürer: İşçi sınıfını ve müttefiklerini iktidarı ele geçirmeleri için ikna etmek. Zira proletarya burjuva devletini ve kapitalizmi paramparça edip, kendi devlet aygıtını inşa etmeden, sorunlarına kalıcı bir çözüm bulamayacaktır. Bu sebeple burjuva rejimler altında bütün stratejiler ve taktikler, ortak olarak devrimi ve iktidarın fethedilişini hazırlama amacı gütmelidir.
Bu sebeple, burjuva bir rejimin “ilerici” olduğu söylenen yönlerine verilen her destek, Leninizmin karşısında yer alan politik bir tavır olarak var olacaktır çünkü bu destek, kitlelerde, burjuva bir hükümetin anti-kapitalist adımlar atabileceği yanılgısını güçlendirmekten başka hiçbir işlev taşımayacaktır. Bu gidişatın, birçok örneğinde de görüldüğü üzere, biricik sonu şu olabilir: Devrimci solun fiziksel tasfiyesi. “Chavizmi sola çekmek” şeklindeki programatik önermenin tek anlamı, proleter öncünün felç edilmesidir. Halbuki Bolşevik strateji, Chavizme hiçbir kapitülasyonun tanınmaması ve işçi sınıfının bağımsız siyasetinin savunulmasıdır.
Bugün Marksist olduğu iddiasındaki bütün akımların Venezuela konusundaki önceliği, Chavezci hükümetin reddiyesi olmalıdır. Bu akımlar Chavizmden, yoksul proleterlerin taleplerine karşılık vermesini talep etmelidir. Bu elbette bir “rica” etme meselesi değildir. Bunun hedefi, kitleleri ve sınıf örgütlerini bir mücadele planı ve programı ekseninde, taleplerini burjuva hükümet karşısında savunmaya bir davettir.
Elbette gerçek (!) bir askeri darbe ve emperyalist işgal durumunda devrimci sosyalizmin görevi, Chavezci hükümetle askeri (politik değil!) eylem birliklerini savunmak olmalıdır. Ancak bu eylem birliği sırasında dahi Marksizmin öncelikli görevlerinden birisi, Lenin’in Kornilov ve Kerenski örneğinde gerçekleştirdiği üzere, Chavizmin emperyalizmden ve kapitalizmden asla kopamayacağının teşhiri olurdu.
Bugünkü mevcut durumda Bolşevik program, Venezuela için nasıl bir politika önermektedir? Öncelikle biri nesnel, biri öznel olmak üzere ortada duran iki gerçeklik vardır: Öndevrimci bir durum ve özel mülkiyet ilişkileri üzerinden yükselen burjuva nitelikli bir hükümet. O halde devrimci politika, doğası gereği, işçi ve emekçi düşmanı burjuva hükümetin karşısında devrimci proleter alternatiflerin inşa edilmesini savunmak olacaktır. Bu alternatifin somut bir güce dönüşmesi ve işçilerin iktidarını tesis edebilmesi için her gün verilecek olan amansız bir mücadeleden başka yol yoktur.
Chavezci Maduro hükümeti, işçilerin seferberliklerine “darbe”, “emperyal komplo”, “sağcı provokasyon” ve benzeri mazeretler eşliğinde saldırmaktadır. Eğer Maduro’nun saçma iddialarının bir doğruluk payı varsa, bu noktada her Leninist, Maduro’nun barbar kapitalist hükümetine karşı şu talepleri savunabilmelidir: “Madem sağcı bir provokasyon tehlikesi var, Chavezci hükümet işçileri silahlandırsın, hemen şimdi! Madem darbe tehlikesi söz konusu, düzenli ordu kaldırılsın! İşçi milisleri kurulsun! Emperyalist komplo söz konusuysa ülkedeki bütün çokuluslu şirketlere ve bankalara derhal el konsun! Petrol tazminatsız ve işçilerin denetiminde kamulaştırılsın! ABD’ye petrol satışına son! Maduro IMF’den çık! Bütün iktidar ve zenginlik işçi sınıfına!”
Dipnotlar:
1.) Troçki, 1930’lar Meksika Bonapartizmi üzerinden, bu tarz tazminatsız kamulaştırmalar üzerine şöyle yazıyor: “Meksika’da demiryolları ile petrol sahalarının ulusallaştırılmış olmasının, elbette ki sosyalizmle hiçbir ortak yanı bulunmamaktadır. Bu, ulusallaştırmalar yoluyla kendisini bir yandan yabancı emperyalizme, diğer yandan da kendi proletaryasına karşı korumaya çalışan, geri kalmış bir ülkedeki devlet kapitalizminin başvurduğu bir önlemdir.” Bkz. Emperyalist Çürüme Çağında Sendikalar, Ağustos 1940. Ek olarak Troçki, “Meksika ve Britanya Emperyalizmi” başlıklı makalesinde, bu kamulaştırmaların anti-emperyalist önlemler olarak savunulması gerektiğini de yazar.
2.) “Las razones del fracaso del chavismo”, International Courier, No. 14, Aralık 2015.
3.) Bkz. agy.
4.) Bkz. agy.
5.) Bkz. agy.
6.) Bkz. Fernando Damaceno – Cesar Neto, La genesis del Chavismo
7.) Bkz. agy.
8.) Bkz. Leonardo Avantes, La boliburguesia: Un nuevo sector burgues
9.) Bkz. agy.
10.) Bkz. agy.
11.) Bkz. agy.
12.) Bkz. agy.
13.) Bkz. agy.
14.) Bkz. agy.
15.) Bkz. agy.
16.) Bkz. agy.