Devrimci Marksizm’de “Geçiş Programı” anlayışı (IV)

Yazının birinci bölümüne buradan, ikinci bölümüne buradan, üçüncü bölümüne ise buradan ulaşabilirsiniz.

Yazar: M. Yenice

Kaynak: “Devrimci Marksizm’de Geçiş Programı Anlayışı”, Eleştiri Yayınevi, Devrimci Sosyalizm Dizisi 3, Nisan 1980, İstanbul.

***

Çürüyen kapitalizm ve geçiş programı

Bu yazının başında, işçi hareketi içindeki farklı program anlayışlarının temelinde, farklı toplumsal gelişme teorilerinin, kapitalist gelişmeye ilişkin farklı değerlendirmelerin yattığını söylemiştik. Asgari program-azami program ayrılığı temelinde düşünen ve hareket eden Kautsky’nin ve “ortodoks” merkezcilerin ekonomist ve kaderci Marksizm’inde, karşı konulmaz bir zorunlulukla işleyen nesnel ekonomik yasalar kapitalist toplumu kaçınılmaz bir çöküşe götürecekti; bu çöküş aynı zamanda sosyalizmin başlangıcı da demekti. Azami programın görevi, sosyalizmin bu kaçınılmaz doğuşunu ortaya koymaktı. Asgari program ise, işçi hareketine, zaten kaçınılmaz olan bu doğumu biraz daha hızlandırmak için gerekli olan taktik araçları sağlayacaktı: Sendikal ve parlamenter yöntemler. Buna karşılık Bernstein ve diğer revizyonistlere göre, azami program büsbütün gereksizdi çünkü kapitalizmin herhangi bir zorunlu hareket yasası yoktu; kapitalizmin gözlenebilen çelişkileri, sistemin özüne ilişkin nedenlerden değil, “arızî” ve yüzeysel nedenlerden kaynaklanıyordu. Bunlar, esas olarak, kapitalizmin örgütlenme düzeyindeki aksaklıkları (kapitalizmin anarşik niteliği) ve bölüşüm alanındaki adaletsizliklerdi (gelir farklılıkları). Bu aksaklıkların, temel bir kopuşa, temel bir çatışmaya gerek kalmadan, asgari programda belirtilen mücadele yöntemleriyle düzeltilmeleri mümkündü. Kapitalizm kaçınılmaz bir çöküşe değil, barışçı bir biçimde “sosyalizme” doğru, yani “adil bir toplum düzenine” doğru ilerliyordu.

Gerek Kautsky’nin mekanik determinizmine gerekse Bernstein’ın ahlaki sosyalizmine karşı, Luxemburg, Troçki, Lenin ve dönemin diğer devrimci Marksistleri, Marx’ın tarihsel diyalektiğinden kaynaklanan bir gelişme teorisini ortaya koydular. Değişik ifadelerini Lenin’in Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’nda, Luxemburg’un özellikle dünya savaşı dönemindeki yazılarında, Troçki’nin Komintern kongrelerindeki konuşmalarında ve nihayet Geçiş Programı’nda bulan bu teori iki sözcükle özetlenebilir: “Ya sosyalizm, ya barbarlık!” Buna göre, kapitalizmin hareket yasalarının işleyişi, gelişimin belli bir aşamasında kapitalist toplumdaki çelişkilerin son derece şiddetlenmesine, nitel bir dönüşüm geçirmesine yol açar. Bu, “çürüyen kapitalizm” çağının başlangıcına tekabül eder. Kapitalizm, artık, göreli “ilerici” niteliğini genelde yitirmiştir. İnsanlık, daha doğrusu proletarya, iki seçenekle karşı karşıyadır: Ya bu gelişmeye müdahale ederek sosyalizmi kurmak, ya da insanlık kültürünün yok edilmesi ve milyonların açlık ve ölüme terkedilmesi demek olan barbarlığa gömülmek. Başka bir deyişle, kapitalizmin gelişmesi otomatik bir biçimde sosyalizmi getirmez, sosyalizmin nesnel önkoşullarını hazırlar, o kadar. Sosyalizm, son tahlilde, bilinçli insan çabasının ürünü olacaktır.

“Proleter devrim için gerekli nesnel önkoşullar sadece olgunlaşmakla kalmayıp, neredeyse çürümeye yüz tutmuştur. Önümüzdeki tarihsel dönemde sosyalist devrimin gerçekleşmemesi halinde bütün insanlık kültürü bir yıkım tehdidi altındadır.”

Geçiş Programı ilk bölümünde bu iki tarihsel seçeneği açıkça ortaya koymakta, öneri ve taleplerini kapitalizmin çürüme çağına girmiş olduğu gerçeği üzerinde temellendirmektedir.

Ancak, Program’ın bu çok önemli yönü, aynı zamanda en fazla yanlış anlaşılmış noktasıdır da. Bunun bir nedeni, Marx’ın kapitalist gelişme ve kapitalizmin çürüme çağı ile ilgili düşüncelerinin de sosyalist hareket içinde yeterince kavranmamış olmasıdır. Bu noktayı biraz açmayı deneyelim.

Program’da Troçki, “İnsanlığın üretici güçlerinin duraklama içine girdiğini, yeni keşif ve buluşların maddi refah düzeyini arttıramadığını” söyler. Başka bir deyişle, kapitalizm artık gelişememekte, üretici güçleri de geliştirememektedir. Çoğu eleştiriciler, kapitalist dünyada İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki hızlı ve uzun süreli ekonomik gelişmeye işaret ederek, Troçki’nin “kehanetinin” yanlış çıktığını ileri sürmüşlerdir. Buradan çıkan sonuç, kapitalizmin henüz çürüme çağma girmemiş olduğudur; yani proleter devriminin nesnel koşulları hazır değildir. Ya da kimi dogmatikler, tam ters bir zihinsel işlemle, savaştan sonraki gözle görülür ekonomik büyümeyi görmezden gelmişler, kapitalizmin sürekli bir bunalım içinde olduğunda diretmişler, gerçekleri iptal etmeyi denemişlerdir. Bu iki hatalı yaklaşım (birincisi, sadece dış görünüşlerle yetinen ampirik bir yaklaşım, İkincisi ise teoriyi gerçeklerden ve pratik sınanmadan koparan dogmatik bir tutum) devrimci strateji alanında aynı ölçüde etkisiz kalmaktadır.

Kapitalizmin çürüme çağma girmiş olması, üretici güçlerin gelişmesinin durması, hele mutlak anlamda durması demek değildir. Kapitalizm daha ilk ortaya çıkışından itibaren çelişkili bir üretim tarzıdır; bu çelişki, kapitalizmin en temel kategorisinde, meta kavramında mevcuttur: Metanın üretilmesiyle satılması arasındaki kopukluk; başka bir deyişle, kullanım değeriyle mübadele değeri arasındaki çelişki. Metanın içindeki bu en temel çelişki, genelleşmiş meta üretimi demek olan kapitalist üretim tarzının bütünlüğü içinde, üretimin genişlemesiyle artık değer üretimi arasındaki çelişki biçiminde ortaya çıkar:

“Çelişki, çok genel bir ifade ile şudur: Kapitalist üretim tarzı, değeri ve onun içindeki artık değeri hesaba katmaksızın ve kapitalist üretimin çerçevesini oluşturan toplumsal koşulları dikkate almaksızın üretici güçleri mutlak olarak geliştirme yönünde bir eğilim taşımaktadır; buna karşılık, bu üretim tarzının amacı, mevcut sermayenin değerinin korunması ve azami ölçüde genişletilmesidir. (…) Kapitalist üretimin gerçek engeli, sermayenin kendisidir. Sermaye ve onun kendini büyütmesi, üretimin hem çıkış noktası hem de sonuç noktası olarak görünür. (…) Araç – toplumsal üretim güçlerindeki kayıtsız şartsız gelişme – sınırlı amaçla, mevcut sermayenin kendi kendini büyütme amacıyla devamlı olarak çatışma içine girer.” (120)

Kapitalist üretim tarzının bu temel çelişkisi, kapitalizmin tarihsel varoluşunun başlangıcından beri mevcuttur:

“(Kapitalizmin) bu içsel sınırları, sermayenin doğasına, sermaye kavramının özüne tekabül ederler.” (121)

Konjonktürel aşırı-üretim bunalımları, bu çelişkinin hem dışavurumu hem de çözümüdür. Her bunalımla birlikte, sermayenin yoğunlaşma ve merkezileşmesi artar, başka bir deyişle tekelleşme hızlanır. Bu üretici güçlerin de gelişmesi demektir.

Ama bu gelişme mutlak değildir. Söz konusu içsel çelişkiden ötürü, bu gelişmenin kendisi de çelişkilidir. Kapitalizmin tarihsel gelişiminin belli bir aşamasında, bu temel çelişki ve onun yansıması olan diğer çelişkiler (üretimin toplumsal niteliği ile üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişki, üretimin uluslararası niteliği ile sermayenin ulusal temelleri arasındaki çelişki, artık değerin üretilmesi ile gerçekleştirilmesi arasındaki çelişki, üretimin çeşitli dalları arasındaki uyumsuzluk, vb.) öylesine derinleşir ve şiddetlenir ki, kapitalizm kendini ve çevresini tahrip eğilimi içine girer: Kapitalizmin çürüme çağı açılmıştır. Sistemin içinde başlangıçtan beri var olan çelişkiler, artık nitel olarak farklı bir düzeye çıkarlar:

“Sermaye zayıf olduğu sürece, daha eski üretim tarzlarının koltuk değneklerine dayanır. Kendini güçlü hissetmeye başlar başlamaz, bu koltuk değneklerini bir yana atar ve kendi yasalarına uygun olarak devinmeye başlar. Ama kendisinin gelişmeye bir engel olduğunu hissetmesiyle ve bunun bilincine varmasıyla birlikte de, serbest rekabeti sınırlayarak sermayenin egemenliğini daha da kusursuzlaştırıyor gibi görünmelerine rağmen, aynı zamanda onun (sermayenin) çürümesinin ve ona dayalı üretim tarzının da çürümesinin habercileri olan biçimlere sığınır.” (122)

Başka bir deyişle, tekelci kapitalizm ve emperyalizm, kapitalizmi bir dünya sistemi haline getirmekte ve üretici güçleri geliştirmektedir – bu sermayenin zorunlu ve kaçınılmaz bir özelliğidir – ama, artık bu gelişme çürüme biçimini almaktadır. Üretici güçlerin kapitalist sistem içinde daha da gelişmesi, kapitalizmin kendi çelişkisini daha da şiddetlendirecek ve artık büyüme çürümeyle birlikte gidecektir. Lenin’in Emperyalizm’de belirttiği gibi:

“Şüphe yok ki, üretim giderlerini azaltma ve uygulanan teknik düzeltme işlemleriyle kârı arttırma olanağı, bir takım değişikliklere yol açmaktadır. Ancak tekellere özgü o durgunluk ve çürüme eğilimi işlemeye devam etmekte, bazı ülkelerde, bazı sanayi dallarında bir zaman için üste çıkmaktadır.” (123)

Burada, başa dönmek ve bir noktayı yeniden vurgulamak gerekiyor: Çürüyen kapitalizm çağında temel çelişkilerin nitel bir dönüşüm geçirdiği ve uzun süreler boyunca durgunluğa ve üretici güçlerin kitlesel olarak tahribine yol açtığı doğrudur. Savaşlar, kitlesel tahrip araçlarının bilimsel olarak geliştirilmesi, doğal dengenin bozulması, teknik ilerleme sonucunda işsizliğin artışı, vb., bu çağın bilinen özellikleridir. Ama bütün bu gelişmeler kapitalist büyümenin ürünüdürler ve ancak onun çerçevesi içinde anlaşılabilirler. Bu yüzden, çürüme çağının ekonomik büyümeyi kesin olarak ihtimal dışı bıraktığını düşünmek ciddi bir yanılgı olur.(*)

Troçki de birçok kez bu ihtimali ortaya koymuş, özellikle uzun vadeli gelişme çizgisi konusunda çok temkinli bir tutum almıştır. Örneğin 1921’de, Komintern’in Üçüncü Kongresi’nde işçi hareketinin ve sermayenin karşılıklı güçlerini değerlendirirken şunları söylemekteydi:

“İşçi sınıfının devrimci mücadelede yükselemediğini ve burjuvazinin dünyanın kaderine hükmetmesine bir süre daha, diyelim yirmi, otuz yıl daha izin verdiğini varsayarsak, o zaman hiç şüphesiz bir tür yeni denge kurulacaktır. Avrupa müthiş bir gerileme içine girecek, milyonlarca işçi işsizlik ve kötü beslenmeden ölecektir. ABD dünya pazarında kendine yeni bir yöneliş bulacak, sanayisini dönüştürecek ve uzunca bir süre üretimi kısmak zorunda kalacaktır. Bundan sonra, yani 15, 20 ya da 25 yıl içinde büyük acılar ve kıvranmalarla birlikte yeni bir uluslararası işbölümünün kurulmasından sonra, yeni bir kapitalist yükselme çağının başlaması mümkündür.” (125)

Aynı düşünce 1928’de de Troçki’yi uğraştırmaktadır:

“Hiç şüphesiz, teorik olarak, en güçlü, hakim ve önder ülkelerde kapitalizmin yeni bir genel ilerleme dönemine bile girmesi mümkündür. Ama bunun olması için, kapitalizmin daha önce gerek sınıfsal gerekse devletlerarası nitelikte çok büyük engelleri aşması gerekmektedir. Proleter devrimini uzun bir süre için boğazlaması gerekmekledir (…).” (126)

Ne garip, olan da budur! Troçki’nin yukardaki sözleri söylediği tarihten tam 25 yıl sonra, Avrupa’da milyonlarca işçi işsizlikten, kötü beslenmeden, faşizmden ve savaştan ölmüştür. Alman, Fransız ve İspanyol işçi sınıflarının ezilmesi ve bastırılmasıyla birlikte, “çok büyük sınıfsal engeller” aşılmıştır. Amerika uzunca bir süre (1929-38) üretimini kısmak, işsizlik oranını arttırmak ve bu temel üzerinde sanayisinin yapısını dönüştürmek zorunda kalmıştır. ABD’nin savaştan en güçlü emperyalist ülke olarak çıkmasıyla birlikte, emperyalizmin savaş öncesindeki dengesiz durumu aşılmış, emperyalist sistem ABD’nin varlığını koruyucu ve bütünleştirici bir merkeze kavuşmuş, başka bir deyişle “devletlerarası nitelikte çok büyük bir engel aşılmıştır.” ABD’nin dünya pazarına hakim olmasıyla yeni bir uluslararası işbölümü kurulmuştur. Ve sonuçta, 1940’ların sonundan itibaren yeni bir kapitalist büyüme dönemine girilmiştir. (**)

Ancak, uzun vadeli gelişme olasılıkları ne olursa olsun, kapitalizmin tarihsel misyonunu tamamladığı ve çürüme dönemine girdiği doğruydu. Lenin, Luxemburg ve Troçki, Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte kapitalizmin yıkıcı ve gerici yönünün ilerici yönüne ağır bastığını söylerlerken, sadece Marx’ın teorisine değil, çok sağlam bir gözleme de dayanıyorlardı: 19. yüzyıl dünya tarihinde büyük savaşların ve kitlesel şiddetin görece az rastlandığı bir dönem olmuştu. Ama 20. yüzyıl ve özellikle Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte militarist ve ırkçı eğilimlerde, bireysel özgürlüklerin kısıtlanmasında, savaşların sıklığında gözle görülür nitel bir yükselme belirmişti. Ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki hızlı büyümeye de korkunç bir silahlanma, bir atom savaşı ve kitlesel ölüm tehdidi, azgelişmiş ülkelerde açlık ve kıyım eşlik edecekti; öte yandan, belli koşullarda kapitalizmin yeniden hızlı bir büyüme dönemine girmesi mümkündür ama o dönemin gerçekliği, Lenin ve Troçki’nin dönemlerinin gerçekliği, büyüme değil durgunluk ve gerilemeydi. Bu gerileme, kâr oranındaki düşüşte, işsizliğin artışında, vb. kendini belli ediyordu.

İşte, Troçki’nin Geçiş Programı’ndaki sözlerini bu çerçeve içinde görmek gerekir: Somut durumun tanımlanması ve böyle bir durumda işçi hareketinin önünde duran görevlerin ortaya konuluşu. Ya sosyalizm, ya barbarlık!

Bu bizi Geçiş Programı’nda yine çok tartışma konusu olmuş bir noktaya, “önderliğin rolü” sorununa getiriyor.

“Bütününde dünya politik durumu esas olarak proletarya önderliğinin tarihsel bunalımıyla belirlenmektedir. (…) Önümüzdeki tarihsel dönemde sosyalist devrimin gerçekleşmemesi halinde, tüm insanlık kültürü bir yıkım tehditi altındadır. Şimdi artık her şey proletaryaya, yani esas olarak da onun devrimci öncüsüne bağlıdır. İnsanlığın tarihsel bunalımı, devrimci önderliğin bunalımına indirgenmiştir.”

Geçiş Programı’ndaki bu sözlere, “bütün karmaşık toplumsal, ekonomik, ideolojik ve siyasal sorunları tek bir etkene indirgediği için” çeşitli çevrelerden itirazlar gelmiştir. Bu itirazlar, doğru bir yöntemsel yaklaşımdan kaynaklanıyor gibi görünmekle birlikte, sadece yöntemsel kaldıkları, yani fazlaca genel oldukları ve somut durumun özgüllüğünü kaçırdıkları için isabetsizdirler. Oysa söylenen, somut koşullarınş içinde kavrandığı takdirde hiçbir yanlış anlamaya yer bırakmayacak kadar açıktır ve çok sağlam, bütünüyle pratikte sınanmış bir yöntemsel ilkenin ürünüdür. Baştan alalım.

1920’lerde kapitalizm yapısal bir bunalım içindedir. Bu bunalımı aşması, her şeyden çok işçi sınıfına ağır bir darbe indirmesine, sınıfın ekonomik ve siyasal kazanımlarını geri almasına bağlıdır. Ama o dönemde Avrupa işçi sınıfının savaş gücü azalmamakta, tersine artmaktadır. Bu koşullarda, sömürü oranında ciddi bir artış sağlamak mümkün değildir. Devrimcilerin gündemindeki görev de, yeni bir kapitalist canlanma döneminin olasılığı üzerine düşünmekten çok proleter devriminin olasılıkları üzerinde kafa yormak, yapısal bunalımı devrime dönüştürmeye çalışmaktır. Avrupa’nın değişik bölgelerinde ardı ardına devrimci durumlar ortaya çıkmaktadır. Buna karşılık, uluslararası sermaye de işçi hareketini sınırlamak, geriletmek ve ezmek için az ya da çok bilinçli stratejiler oluşturmaktadır (faşizm, Keynesçilik, vb.). Böyle bir durumda işçi hareketinin önderliğinin stratejisi önemli midir, önemsiz mi? Troçki 1928’de şöyle diyor:

“Burjuvazi yeni bir kapitalist büyüme ve egemenlik dönemi elde edebilecek midir? Böyle bir olasılığı sadece kapitalizmin ‘umutsuz durumuna’ dayanarak reddetmek, basit bir devrimci lafazanlık olur. Lenin’in dediği gibi ‘mutlak olarak umutsuz bir durum olamaz’. Avrupa ülkelerinde bugünkü kararsız sınıfsal denge, sırf bu kararsızlıktan ötürü, hep böyle sürüp gidemez. (…) Ne proletaryanın iktidarı alabildiği, ne de burjuvazinin kendi evinde kendini efendi gibi hissedebildiği bu kararsız durum, er veya geç şu ya da bu yönde sert bir biçimde değişmek zorundadır: Ya proletarya diktatörlüğü doğrultusunda olacaktır bu dönüşüm, ya da halk kitlelerinin kemikleri üzerinde, sömürge halklarının kemikleri üzerinde ciddi ve uzun süreli bir kapitalist istikrar sağlanacaktır. (…) Avrupa burjuvazisi, ancak proletaryanın yenilgileri ve devrimci önderliğin hataları sayesinde ölümcül çelişkilerinden bir çıkış yolu bulabilecektir. Ama bunun tersi de doğrudur: Ancak proletaryanın bugünkü kararsız dengeye devrimci bir çözüm getirmesi halinde, dünya kapitalizmi yeni bir büyüme dönemini yaşayamayacaktır.” (128)

Yazık ki, olan da bundan başkası değildir. Rus devriminin zaferi ve 1918-23 Alman devrimci yükselişinin yenilgisiyle açılan kararsız denge dönemi 1930’larda sona ermiştir, önderliğinin hataları ve kimi yerde de açık ihanetlerinden ötürü işçi sınıfının Almanya, Fransa ve İspanya’da aldığı ağır yenilgi ve ardından dünya savaşı, kapitalizmin yapısal bunalımının bir kez daha sermaye lehine çözülmesi için gerekli koşulları hazırlamıştır. Siyasal durumdaki hızlı dönüşlerle, ardı ardına devrimci durumların ya da devrim öncesi durumların patlak vermesiyle belirlenen dengesiz bir toplumsal ortamda, önderlik ve izlediği siyasetin devrim ve karşıdevrim denkleminin kilit öğesi haline gelmesi kaçınılmazdır. Bunu abartılmış bir değerlendirme olarak görenlerin, “Troçkizm’in her şeyi Stalinizm’in ve önderliğin ihanetine bağlama eğiliminin bir ürünü” olarak görmek isteyenlerin, söz konusu dönemde ve daha sonra resmî komünist harekette önderlik konumunda bulunmuş bir devrimcinin, hiç de “Troçkist” sayılamayacak bir devrimcinin tanıklığına kulak vermeleri gerekir:

“Kapitalizmin tarihindeki en ciddi ekonomik bunalım, Komintern’in beklediği gibi proleter devrimiyle sonuçlanacak olan ‘nihai bunalım’ olmak yerine, kapitalist gelişmenin yeni bir evresinin doğum sancıları olmuştur. (…) Kapitalist, cihazın korkunç ‘mantığı’, bir kez daha insanlığın vicdanından ve proletaryanın sınıf bilincinden güçlü çıkmış, devrimin ‘dünya partisi’nin stratejik ve taktik plan ve entrikalarından daha kurnaz çıkmıştır. Yine de, Hitler’in iktidara gelişiyle dünya çapındaki kıyımın başlaması arasındaki dönemde Avrupa’da bu ‘mantığa’ karşı çıkmak ve olayların akış yönünü değiştirmek için yeni fırsatlar doğmuştur. (…) İşçi sınıfı hareketinin faşist ilerlemeye ve kapitalist sömürünün yoğunlaşmasına karşı yönelttiği bu karşı saldırı, 1936’da doruk noktasına çıkmıştır. (…) İspanya ve Fransa’daki bu iki hareketin yer ve zaman yönünden birbirine yakınlığı, Avrupa’daki manzarayı kökten değiştirebilecek bir süreci başlatmak için eşsiz bir fırsat yaratmıştır. Şüphesiz o dönemde İspanya’daki derin devrimci duygunun ve savaş ruhunun Fransa’dakinden daha güçlü olduğu doğrudur. Ama Fransa’daki hareket de devrimci bir potansiyel taşımaktaydı; bu potansiyel onu yüreklendirmesi ve teşvik etmesi gerekenler tarafından kasıtlı olarak sınırlandırılmış, geri itilmiştir. İspanyol Devrimi böylece Fransa’daki hareketin devrimci olasılıklarının boşa çıkarılması sonucunda tecrit olmuştur ve bu da onun yenilgisinin temel nedenlerinden biridir. Böylece Hitler’in saldırısının ve İkinci Dünya Savaşı’nın yolu açılmıştır.” (129)

İşçi sınıfının aldığı yenilgiler kesin ve mutlak yenilgiler miydi, yoksa kısmi ve geçici yenilgiler mi? O dönemde Troçki’nin kendi kendine sorduğu bu soru (130), şöyle de ifade edilebilir: Kapitalizmin yeni canlanma ve büyüme evresi sonsuza dek uzayıp gidebilecek midir? Kapitalizm, aşılması imkansız çelişkilerle birlikte vardır; “sermayenin en büyük engeli kendisidir.” Bu demektir ki, kapitalizm mutlak ve ebedi bir sistem değil, tarihsel ve geçici bir üretim tarzıdır. Belli bir noktada sistemin doğasında var olan çelişkiler yeniden yüze çıkacak, bir bütün olarak toplumsal ilişkilerin bunalımı yeniden başlayacaktır. Başka bir deyişle, uzun vadede proleter devriminin kendisinin değil ama koşullarının ortaya çıkması kaçınılmazdır. Bu koşullar kitleleri yeniden devrim yoluna itecektir. Ama bu yeni devrimci dalganın devrimle sonuçlanması ve daha önemlisi, bu devrimin Stalin yönetimindeki SSCB’den farklı, gerçek bir proletarya diktatörlüğüne dönüşebilmesi için, işçi sınıfı bilincinin yükselmesi, sınıf öncüsünün geçmiş deneylerin derslerini çıkarmış ve yeni görevlere ilişkin bir perspektif çizmiş olması gerekir. Bu yeni sınıf öncüsünün de yeni bir önderlikte, yeni devrimci kitle partilerinde ve yeni bir kitle enternasyonalinde örgütsel ifadesini bulması gerekir. Böyle bir öncünün ve önderliğin doğması için devrimci Marksizm’in teorik ve programatik sürekliliğinin korunması şarttır. Ne var ki, bu süreklilik sadece teorik metinlerle vb. sağlanamaz: Yeni bir pratiğin çekirdeklerini oluşturacak olan yeni bir militanlar ve kadrolar kuşağında cisimleşmesi gerekir. İkinci Dünya Savaşı’nın eşiğindeki elverişsiz koşullarda, eski öncünün kısmen Stalinist aygıtın içinde eriyip gitmiş, kısmen de umutsuzluğa kapılmış olduğu, kitlelerin büyük çoğunluğunun şovenist bir ruh halinin etkisi altına girdiği bir noktada Dördüncü Enternasyonal’in kurulmasının anlamı budur.

Dördüncü Enternasyonal’in kuruluş kongresinde kabul edilen temel doküman olan Geçiş Programı da, aynı düşünceyle belirlenmişti: Burjuva toplumunun tarihsel bunalımında proletaryanın ve öncüsünün yetersizliği; yeni bir öncünün oluşturulma zorunluluğu. Ancak (burada bir basitleştirmeden kaçınmak gerekir), işçi hareketinin yetersizliği (“öznel etken”), sermayenin kendi egemenlik koşullarını yeniden kurmasına fırsat vermiş (öznel hatanın sonucu olarak bunalımdan çıkan “nesnel koşullar”) ve bu durum da proletaryanın öznel gelişme imkanlarını ve çerçevesini hiç değilse bir süre için belirlemiştir. Başka bir deyişle, işçi sınıfının ağır yenilgilerinin hemen sonrasında, proleter öncüsünün devrime hazırlanması, tek bir sıçrayışla gerçekleşecek bir şey, bugünden yarına tamamlanacak bir görev değildir; öznel hatalar, nesnel ürünlerini vermiştir. Bu demektir ki, sorun sadece işçi hareketinin “önder kadrolarının” daha becerikli bir yeni kadroyla değiştirilmesi sorunu değil, bir bütün olarak bu hareketin kendisinin yeniden kurulması sorunudur. (***)

Troçki de yazılarında ve Geçiş Programı’nda (****) öznel etkenin bunalımının bu karmaşıklığını, ikili yönünü vurgulamıştır: Bir yanda önderliğin bunalımı, öbür yanda proletaryanın sınıf bilincinin bunalımı. Mandel’in dediği gibi:

“(Öznel etkenin) bu iki yönünün birbirine diyalektik olarak bağlı olduğu bir Marksist gelenekten gelen Troçki, büyük ölçüde reformist düşüncelerin egemenliği altındaki bir işçi sınıfının, gerçek bir çaba göstermeksizin, ustaca bir manevrayla, devrim yapmağa kandırılabileceği yolundaki düşünceyi büyük bir saçmalık olarak reddedebilirdi ancak. Geçiş talepleri için mücadelenin temel işlevi, işçilerin, kendi deneyleri içinde, iktidarı almanın gerekli olduğu düşüncesine varmalarını sağlamaktır. Program, işçilerin var olan bilinçleriyle başarılı bir sosyalist devrim için gerekli olan bilinç düzeyi arasında bir köprüdür. Ama bu köprü ancak çok sağlam direkler üzerinde kurulabilir: İşçi sınıfının, kapitalist toplumun çelişki ve bunalımlarından kaynaklanan ve o toplum tarafından gittikçe daha az karşılanabilen, bilinçli gereksinme ve istekleri. Bunları kitle seferberlikleri yoluyla, işçi sınıfı eylemleri ve özörgütlenmeleri yoluyla karşılamak için mücadele: Bu da köprüyü sağlam temellere oturtan ikinci direktir.” (132)

Bu nokta, yazının diğer bölümlerinde de açıklamaya çalıştığımız gibi, geçiş programı anlayışıyla reformist asgari programlar arasındaki belirleyici farklılığı oluşturmaktadır. Reformist programlarda tek tek talepler kendi başlarına bir değeri olan ve toplumu ciddi bir sarsıntıya uğratmaksızın gerçekleştirilmeleri düşünülen hedeflerdir. Dahası, çoğu kez bunları gerçekleştirecek olan işçi sınıfının dışındaki güçlerdir: İlerici burjuvazi, ilerici cunta, CHP, vb. Bu hedeflerin gerçekleşmesiyle, reformist bürokrasinin pazarlık gücü artacaktır. Örneğin Türkiye İşçi Partisi, “ülkenin demokratikleştirilmesi için bir eylem programı” olarak sunduğu “ekonomik demokratikleşme planındaki” hedefler için şöyle diyor:

“Bu hedeflerin nasıl ve hangi iktidar eliyle gerçekleştirileceğini, bu hedefler için mücadeleye katılan işçi sınıfı, emekçi kitleler ve tüm demokratik güçler (?) belirleyecektir. (…) Planda öngörülenleri, işçi ve emekçilerin ağır bastığı, işçi sınıfı partisinin ortak olarak katıldığı bir iktidar da gerçekleştirebilir; veya burjuva bir iktidar, nesnel koşulların zorlaması ve işçi, emekçi kitlelerle diğer demokratik güçlerin mücadelesinin baskısıyla bu yönde önlemler almak zorunda kalabilir (…).” (a.b.ç.)

Yani “işçi sınıfı partisinin” programındaki talepleri, ya bu partinin ortak olarak (kiminle ortak: Ulusal burjuvaziyle mi, ilerici cuntayla mı, sol sosyal demokrasiyle mi, sosyal demokrasiyle mi, Adalet Partisi’yle mi?) katıldığı bir tür Halk Cephesi hükümeti gerçekleştirecektir, ya da dosdoğru burjuvazinin kendisi gerçekleştirecektir. Tarihsel halk cephelerindeki öbür ortağın, burada adı belirtilmeyen ortağın neler yapabildiğini daha önce gördük. Burjuva hükümetlerine gelince; herhangi bir “işçi sınıfı partisinin” burjuvazi tarafından (şu ya da bu zorlamayla) uygulamaya sokulan talepleri, sadece kapitalizmin teknik açıdan daha rasyonelleşmesine, yani daha da sağlamlaşmasına hizmet etmiştir. Yirminci yüzyılın ekonomik tarihi buna örnektir: Sermaye, ücret taleplerine, üretim sürecini gittikçe otomatikleştirerek, ücret artışlarını verimlilik artışına bağlayarak karşılık vermiş, yüksek ücretleri kapitalizmin itici gücü haline getirmiştir. İşçi sınıfı partilerinin talebi olan ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geniş ölçüde uygulanan devletleştirme ve ekonomiye devlet müdahalesi önlemleri de, kapitalist anarşinin bir ölçüde engellenmesini ve bunalımların hafif geçirilmesini sağlamıştır. 1918-1923 döneminde Almanya’daki işçi konseyleri bile, sosyal demokrasi tarafından devrimci özleri kurutulduktan sonra, burjuvaziyle işçi sınıfının üst kesimleri arasında bir pazarlık ve uzlaşma zemini haline gelebilmiştir.

Geçiş Programı’ndaysa bu türden bir soruya (nasıl ve hangi iktidar tarafından?) ve belirsiz cevaplara (ya işçilerin ağır bastığı (…) ya da burjuva iktidarı) yer yoktur. Devrimci Marksizm için demokratik ve geçiş talepleri başlı başına bir amaç değil, işçi sınıfının ve çalışan kitlelerin bilinç ve mücadele düzeyini ve özeylemini (Lenin’in deyimiyle, “özyönetimlerini”) geliştirmek için birer araçtırlar. Talepler kitle mücadeleleri ve özörgütlenmeleri yoluyla gerçekleştirilmeye çalışılacak ve ancak bir devrimci durumda, devrimci durumun başarılı bir devrime dönüştürülmesiyle gerçekleşecektir. Günümüz Türkiye’sinden bir örnek: Çok hızlı fiyat artışlarına karşı ücretleri korumak için zaman zaman bazı sendikalar ve MSP gibi partiler, hatta hükümet, eşel mobil (oynak merdiven) sistemini, yani ücretlerin de belli dönemlerde fiyat artışları oranında otomatik olarak arttırılmasını önermekteler. Şimdi tastamam bu talep, Geçiş Programı’nda yer almaktadır. Ama önemli bir farkla; programda bu talep, başka bir taleple, iş saatlerinin ayarlanmasında oynak merdiven (*****) talebiyle birlikte ve kitle mücadelesi ve özörgütlenmesi (fabrika komiteleri, fiyat denetim komiteleri) yöntemlerine dayanılarak ileri sürülmektedir. Bu iki talep, birlikte ele alındıklarında, kapitalist ekonominin çerçevesinin dışına taşmakta, sosyalist toplumun ilk aşamasının ekonomik örgütlenmesine işaret etmektedir. Programüzerine konuşmalarında Troçki bunu şöyle anlatıyor:

“Nedir bu slogan (ücret ve iş saatlerinde oynak merdiven sloganı)? Gerçekte sosyalist toplumdaki çalışma sisteminin tanımıdır. Toplam iş saatlerinin toplam işçi sayısına bölünmesi. Oysa eğer biz sosyalist sistemin (işleyiş anlamında) bütününü sunacak olursak, bu ortalama bir Amerikan işçisine bir ütopya, Avrupaî bir şey gibi görünecektir. Biz bu işleyişi bunalıma bir çözüm olarak, işçilerin yeme, içme ve elverişli konutlarda yaşama haklarını güvenceye alacak bir çözüm olarak sunuyoruz. Bu sosyalizmin programıdır ama çok basit, herkesin anlayabileceği bir biçimde ifade edilmiştir.” (133)

Öte yandan, sendika bürokratlarının ortaya koyduğu ve bugün bazı Avrupa ülkelerinde uygulandığı biçimiyle oymak merdiven sistemi, patronlar, devlet ve sendika bürokrasisinin üst kesimleri arasında dönem dönem yapılan anlaşmaların çerçevesi içinde yürüyecek bir pazarlıktır. İşçi sınıfının gereksinim ve taleplerinin, sınıfın doğrudan denetiminin dışındaki özel ve kapalı komitelere, burjuva demokrasisinin uzmanlaşmış cihazlarına akıtılmasıdır. Buna karşılık Geçiş Programı, bu sloganı, “defterler açılsın!” ve “sanayide işçi kontrolü” gibi, işçilerin ve çalışan halkın toplumsal ve ekonomik süreçler üzerindeki bilgisini ve denetimini geliştirmeye yönelik diğer taleplerle birlikte ileri sürmektedir. Ve çalışan kitlelerin bu yoldan gelişecek etkinliğinin, somut bir özörgütlenme biçiminde, “fiyat denetim komitelerinde” cisimleşmesini öngörmektedir. Kapitalistler yüksek ücret taleplerine razı olabilir; Türkiye’deki şu bunalım durumunda, metal işkolundaki patronlar, oldukça yüksek zamları kabul edebileceklerini, ancak işçi denetimini arttıracak, “fabrikayı kimin yönettiği sorusunu gündeme getirecek” taleplere kesinlikle ve aktif biçimde karşı çıkacaklarını ilan etmişlerdir. (134)

Geçiş programının da amacı budur; kitlelerin somut olarak hissettikleri, bilinçli gereksinme ve taleplerinden hareket ederek, bunları genelleştirmek, birbirine bağlamak, bu talepler için verilen mücadeleler içinde kitlelerin elde ettiği deneylere dayanarak daha ileri talepler atmak, kitle seferberliği ve özörgütlenmesiyle iktidar sorununu günlük yaşamın içine sokmak; gittikçe genişleyen bir kitleyi sosyalist devrim mücadelesinin içine çekmek. “Geçiş programı, bugünden sosyalist devrimin başlangıcına kadar olan sürenin eylem programıdır.”Geçiş Programı’nı doğru okumak ve doğru uygulamak için şu soruyu da sormak gerekiyor: “Bugünden sosyalist devrimin başlangıcına kadar olan süre”, değişmez niteliklere sahip, her zaman ve her yerde aynı kalan bir süreç midir? Ya da şöyle soralım bunu: Programın talepleri, koşullardan bağımsız, sabit talepler midir? Tabii, hiçbir şey böyle değildir; geçiş programı da. Marksizm’in bütün önermeleri, belirli tarihsel koşullarla birlikte var olan, özgül, tarihsel önermelerdir. Geçiş Programı’nın da özü, temeli, mutlak olan tek yönü, yukarıda tanımlamaya çalıştığımız yöntemidir. Ama bunun böyle olduğunu, bizzat programın yapısında da görmek gerekir.

Program dört ana bölümden (emperyalist ülkelerde, geri ülkelerde, SSCB’de ve faşist ülkelerde) ve üç tip talepten oluşmaktadır. Birinci tip talepler, kitlelerin günlük çıkarlarının ve yaşam düzeylerinin savunulmasıyla ilgili kısmi ekonomik taleplerdir. İkincisi, temel hak ve özgürlüklerin, işçi sınıfının hem ekonomik alanda hem de siyasal alanda bağımsız örgütlenme özgürlüğünün savunulması ve genişletilmesiyle ilgili demokratik taleplerdir. Bu iki tür talep de, çağdaş kapitalizmin gerici yönlerinin açığa çıktığı durumlarda ve devrimci yöntemlerle savunuldukları ölçüde, kısmi niteliklerini aşan patlayıcı bir yöneliş kazanacaklardır. Üçüncü olarak da, işçi sınıfının ve çalışan kitlelerin vazgeçilmez gereksinimlerinden kalkan ama genelde kapitalizmin çerçevesi içinde gerçekleşmeleri mümkün olmayan geçişsel talep ve adımlar (örn. oynak merdiven ve çalışma süresi talebi, işçi kontrolü, fabrika komiteleri, vb.) yer almaktadır. Şimdi, somut konjonktürlere bağlı olarak bu üç tür talebin sıralanmaları ve göreli ağırlıkları da değişecektir:

“Proletaryanın mücadelesinde tek tek demokratik ve geçiş taleplerinin göreli ağırlıkları, karşılıklı bağları ve sunuluş sıraları, her geri ülkenin özellikleri ve özgül koşullarıyla, büyük ölçüde de ülkenin gerilik derecesiyle belirlenmektedir.”

Program’ın uzayıp giden emperyalist çağın (yani geçiş çağının) karmaşık ve değişken koşullarında düşünülebilecek her türlü talebi kapsadığını varsaymak da yanlıştır. Geçiş çağının uzaması, 1930’larda öngörülemeyecek biçimler alması, program düzeyinde de etkisini şüphesiz gösterecektir, örneğin bunalım koşullarında geçerli olan bazı taleplerin ekonomik denge ve rahatlama dönemlerinde aynı ağırlığı alması beklenemez. Geçiş Programı’nı tamamlanmış, kapalı bir metin olarak değil, açık bir programatik yöneliş olarak, bir yöntem olarak görmek gerekir. Troçki de Program’ın içinde bu yönde bir uyarıda bulunmaktadır:

“Bir geçiş çağında, işçi hareketinin sistemli ve dengeli değil, hummalı ve patlayıcı bir niteliği olur. Sloganlar kadar örgütsel biçimler de, hareketin bu özelliğine bağımlı kılınmalıdır. (…) Kitlelerin devrimci seferberliğinin somut aşamalarının ne olacağını önceden görmek mümkün değildir. Dördüncü Enternasyonal seksiyonları, her yeni aşamada eleştirel bir biçimde kendilerini yönlendirmeli ve kitlelerin bağımsız bir siyasete ulaşmalarına yardım edecek, bu siyasetlerin sınıfsal niteliğini derinleştirecek, reformist ve barışçı yanılsamaları yıkacak, öncünün kitlelerle bağını güçlendirecek ve iktidarın devrimci fethini hazırlayacak türden sloganlar ileri sürmelidirler.”

Geçiş Programı, kapitalist toplumun çelişkilerinden doğan kitlesel talepleri bir devrim öncesi durumun doğmasına yol açacak kitlesel devrimci mücadelelere dönüştürmenin, devrim öncesi durumları devrimci durumlara dönüştürmenin ve devrimci durumları da başarılı devrimlere dönüştürmenin aracıdır. Bu, hareketin farklı gelişme aşamalarında, proletaryanın farklı siyasal olgunlaşma düzeylerinde farklı talep ve örgütsel biçimlerin ortaya atılacağı anlamına gelir; örneğin Sovyetler sloganı, ancak kitlesel özörgütlenme biçimlerinin toplumun çok geniş alanlarına yayıldığı, her alanda bir karşı iktidar kutbunun doğduğu ya da doğmakta olduğu durumlarda “güncel bir ajitasyonel slogan olarak” kullanılabilir. Peki, Program’ın diğer kısımları rafa mı kaldırılacaktır? Burda, Komintern’in Dördüncü Kongresi’nin Taktikler Üzerine Tezler’de ortaya koyduğu ve Troçki’nin de bağlı kaldığı bir ayrıma işaret etmek gerekir: Bir talep ya da sloganın, “genel propaganda sloganı” olarak kullanılmasıyla, “güncel bir ajitasyonel slogan” olarak kullanılması arasındaki ayrım. Bunu, Troçki’nin İspanya’da 1930’lardaki devrimci yükselişle ilgili yazılarında da görebiliriz.

Troçki, 1931’de diktatör Primo de Rivera’nın düşüşü ve monarşinin çözülüşüyle birlikte açılan dönemde, İspanyol Komünist Partisi’nin “derhal proletarya diktatörlüğü” öneren Üçüncü Dönem çizgisine ve İspanyol Troçkistleri içindeki aceleci eğilimlere karşı, daha nüanslı bir politikayı ortaya koyarken şunları söylemektedir:

İşçilerin ve köylülerin silahlandırılması (bir işçi ve köylü milisinin kurulması) sloganı, mücadele içinde kaçınılmaz olarak gittikçe artan bir önem kazanacaktır. Ama içinde bulunduğumuz aşamada, bu slogan da işçi ve köylü örgütlerinin savunulması sorununa, toprak devrimi, özgür seçimlerin güven altına alınması ve halkın gerici askerî darbelerden korunması sorununa bağlı olmalıdır. (…) Ancak kitabî doktrinerler, demokratik sloganların geçişsel ve düpedüz sosyalist sloganlarla birleştirilmesinde bir çelişki görebilirler. Böyle bir bileşik program, tarihsel toplumun çelişkili kuruluşunu yansıtmaktadır ve geçmişten devralınan sorunların karmaşıklığının kaçınılmaz bir ürünüdür. Bütün çelişki ve görevlerin bir asgari ortak paydaya – proletarya diktatörlüğüne – indirgenmesi, gerekli ama tamamıyla yetersiz bir işlem olur. Zihinsel bir sıçrama yapsak ve proleter öncüsünün İspanya’yı daha fazla çürümeden ancak proletarya diktatörlüğüyle kurtulacağı fikrini benimsediğini varsaysak bile, devrime hazırlanma sorunu, bütün ağırlığıyla gündemde durmaktadır: Öncünün çevresinde, işçi sınıfının heterojen (türdeş olmayan) kesimlerini ve köylülüğün daha da heterojen kesimlerini birleştirmek.”

Farklı konjonktürlerde görevlerin ve sloganlarında farklılığı, programın bütünlüğünün bir yana atılması demek değildir. Sadece güncel kitlesel ajitasyonda, bazı sloganların öne çıkarılması demektir:

“‘İşçi cumhuriyeti’ sloganına gelince; kesinlikle bu slogandan vazgeçmek gerekmez. Ama içinde bulunduğumuz dönemde, bu sloganın ajitasyondan çok, propaganda açısından bir değeri vardır. İleri işçilere, işçi cumhuriyetine doğru yürüdüğümüzü ama başlangıç olarak köylülerin bu slogana kazanılması gerektiğini söylemeliyiz. Ama köylüler, gerçekte proletarya diktatörlüğü anlamına gelen işçi cumhuriyetini ancak ara deneyler yoluyla destekleme noktasına gelebilirler; bu ara deneylere, parlamenter deneyler de dahildir. Köylülük, proletarya diktatörlüğünü, bütün diğer olanakları tükettikten sonra kabul edecektir.” (135)

Bu pasajdan da görülebileceği gibi, Troçki, bir slogan ya da talebin bir propaganda öğesi olarak kullanılmasıyla, güncel ajitasyon öğesi olarak kullanılması arasında bir ayrım yapmaktadır. Programın bütünü ve özellikle sosyalizme işaret eden en ileri talepleri, işçi sınıfı öncüsünün oluşturulmasında ve uzun vadeli eğitiminde her zaman kullanılacaktır. Ama, somut ve anlık konjonktürlerde kitlelerin geniş kesimlerine yer gösterecek, bilinç ve mücadele düzeylerini bir üst noktaya çıkaracak ajitasyon sloganları, o konjonktürdeki güçler ilişkisi tarafından belirlenen sloganlar olacaklardır. Geçiş programı, bir kalıp halinde ortaya sürülecek bir reçete değil, farklı durumlara göre farklı bileşimler içinde kullanılabilecek taleplerden meydana gelen bir eylem kılavuzudur.

***

Dipnotlar:

(*): Lenin kapitalist çürüme çağını “her türlü ekonomik büyümenin durması” olarak görenleri şöyle uyarıyordu: “Ancak bu çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızlı gelişimini durduracağını sanmak yanlış olur. Emperyalist dönemde, bazı ülkeler, bazı sanayi kolları, burjuvazinin bazı tabakaları, bu eğilimlerden (çürüme ve durgunluk eğilimi ile büyüme ve birikim eğilimi) birini ya da ötekini şu veya bu oranda gösterirler. Bütünüyle kapitalizm, eskiye göre çok daha büyük bir hızla gelişmektedir.” (124)

(**): Troçki’nin uluslararası güçler ilişkisinin tahliline dayanan bu “kehanetinin” özgünlüğünü kavrayabilmek için, onu aynı dönemdeki resmî komünist hareketin “öngörüleriyle” karşılaştırmak yeter. İki Sovyet tarihçisi, o dönemdeki “çöküş teorilerine” ilişkin olarak şunları söylüyorlar: «Dimitrov’un sonradan işaret edeceği gibi, Komünistler, uzun bir süre, 1929’da başlayan ekonomik krizi (kapitalizmin) nihai krizi olarak görme yanlışını yaptılar; burjuvazinin bu krizden bir çıkış yolu bulamayacağını, bunun zorunlu sonucunun proleter devriminin zaferi olacağını düşündüler.” (127)

(***): “Geriye önderlik sorununu incelemek kalıyor. (…) proletarya devrimine önderlik edebilecek bir partiyi zamanında oluşturabilecek miyiz? Bu soruya doğru cevap vermek için, soruyu doğru koymak gerekir. Doğal olarak, devrimci önderliğin olgunlaşmamış olması nedeniyle, şu ya da bu ayaklanma (…) yenilgiyle son bulacaktır. Ama söz konusu olan tek bir ayaklanma sorunu değildir. Bütünüyle bir devrimci çağ sorunudur bu.” (131)

(****): Geçiş Programı’nda kullanılan ifade şudur: “Önümüzdeki dönemin stratejik görevi, nesnel devrimci koşulların olgunluğu ile proletarya ve öncüsünün hamlığı (eski kuşağın kafa karışıklığı ve hayal kırıklığı, yeni kuşağın deneysizliği) arasındaki çelişkinin aşılmasıdır.”

(*****):  Geçiş Programı: “Yapısal ve konjonktürel işsizliğe karşı (…) işgününün oynak merdiven sistemiyle ayarlanması sloganını ileri sürmenin zamanıdır. Sendikalar ve diğer kitle örgütleri, işçileri ve işsizleri karşılıklı sorumluluk ve dayanışma anlayışı içinde birbirine kenetlemelidir. Bu temel üzerindeki eldeki işin tamamı, var olan bütün işçiler arasında bölünebilecektir (yani iş saatleri kısaltılarak her işçinin eski ücret üzerinden iş bulması sağlanacaktır. – Ç.N.) Her işçinin ortalama ücreti, eski çalışma süresindekinin aynı kalacaktır. Kesin olarak güvence altına alınmış bir asgari düzeyin üzerinde ücretler fiyat artışları oranında artacaktır. (…) Bu durumda (bu talebin) ‘gerçekleşip gerçekleşemeyeceği’ sorunu, ancak mücadeleyle saptanabilecek bir güçler ilişkisi sorunudur. Kısa vadede pratik başarı şansı ne olursa olsun, bu mücadeleyle işçiler kapitalist esareti yıkma zorunluluğunu en etkin biçimde kavrayacaklardır.”

120.) K. Marx, Kapital, İstanbul 1975 (Odak Yayınları), c. 3, s. 379-80

121.) K. Marx, Grundrisse, Harmondsworth 1973 (Pelican Books), s. 415

122.) K. Marx, a.g.e., s. 651

123.) Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Ankara 1974 (Sol Yayınları), s. 124

124.) Lenin, a.g.e., s. 156

125.) Troçki, First Five Years of The Communist International (Komintern’in ilk Beş Yılı), New York 1972 (Pathfinder Press), s. 211

126.) Troçki, Third International After Lenin (Lenin’den Sonra Üçüncü Enternasyonal), New York 1974 (Pathfinder Press), s. 81

127.) B. M. Leibzon ve K. K. Şirinya, Povorot v politike Kominterna («Komintern Politikasında Dönüş»), Mysl, Moskova 1965; aktaran F. Claudin, a.g.e., s. 685

128.) Troçki, Third International After Lenin, s. 64-65

129.) F. Claudin, a.g.e., s 169-70

130.) Bkz. Troçki, Faşiszme Karşı Mücadele, İstanbul 1977 (Köz Yayınları), s. 429-30

131.) Troçki, Emperyalist Savaş ve Dünya Devrimi, İstanbul 1979 (Enternasyonal Yayınları), s. 53-54

132.) E. Mandel, Trotsky; A study in the Dynamic of his Thought, Londra 1979 (New Left Books), s. 115-16

133.) Troçki, Amerikan İşçilerinin Politik Geriliği, elinizdeki kitap içinde, s. 238

134.) Tercüman, 29 Şubat 1980

135.) Troçki, The Spanish Revolution (1931-39), New York 1973 (Pathfinder Press), s. 79-80, 90