Marksizmin doğuşu ve Marksist felsefe (I)

Aşağıda okuyucularımızla, İşçi Demokrasisi Partisi’nin eğitim seminerleri kapsamında “Marksizm’in Doğuşu ve Marksist Felsefe” başlığı altında 28 Mart’ta yapılan sunumun ilk bölümünü paylaşıyoruz.

Sunumun ikinci bölümüne buradan, üçüncü bölümüne buradan, dördüncü bölümüne ise buradan ulaşabilirsiniz.


Marksizm’in içerik olarak doğuşu ve biçim olarak doğuşu

Hem Marksizm’in doğuşu hem de Marksist felsefe, üzerine konuşulması zor konular.

Öncelikle Marksizm’in doğuşu olarak adlandırdığımız fenomen başlı başına tartışmalı bir başlıktır çünkü biz Marksizm derken, bu isimle temsil ettiğimiz bir metodolojiyi, bir analiz ve eylem aracını kastediyoruz ve onun isminin Marksizm olmasının nedeni, bu metodolojiyi en çok geliştirenin, ona niteliksel bir sıçrama yaratanın isminin Marx olmasıdır. Ancak Marksizm’in doğuşu, Marx’ın biyografisiyle yalnızca tesadüfi bir ilişkiye sahiptir. Zira Marx 19. yüzyılda değil de, diyelim ki 16. veya 11. yüzyılda, bugün sahip olduğunu bildiğimiz aklî yetenekleriyle dünyaya gelseydi, Marksizm’in yine de bir yöntem olarak ortaya konacağını düşünmek hatalı olurdu.

“İnsalık Dörtyol Ağzında”
Diego Rivera, 1933, ayrıntı.

Marksizm’in maddeci bir metot olarak ortaya konmasının şartları, toplumsal üretimin ve yeniden üretimin kendinde yatmaktadır. Emek gücünün çeşitli üretim birimlerinde aşırı yoğunlaşmasının yaşanmadığı, artı değere el koyuşun temel olarak kentlerde değil kırlarda gerçekleştiği feodal ve Asyatik üretim rejimleri altında Marksizm’in biçim olarak doğuşu mümkün olamazdı. Yine, sadece üretici güçlerin geçim araçlarını, yani sadece üretim araçlarını değil, direkt üretici güçler olan kölelerin kendisini özel mülkiyet olarak organize eden köleci üretim tarzının altında da Marksizm’in biçim olarak baş göstermesi söz konusu olamazdı.

Dikkat ederseniz, biçim olarak doğması mümkün değildi demek zorunda kalıyorum çünkü Marksizm esas olarak bir icat değil, bir keşiftir; yani birtakım verili kavramların ve anlayışların yapay bir kombinasyonu değil, kendi başına, insanın tarihsel eyleminin ve doğal ve sosyal gelişiminin verili bir yöntemidir. Marksizm’in bir icat değil, keşif olduğunu anlamak oldukça önemli. Dolayısıyla Marx ile Engels’in doğumundan bağımsız olarak Marksizm, içerik anlamında bir metodik kutup olarak mevcuttu anca onun keşfinin şartı, toplumsal bir kategori olarak işçi sınıfının doğuşuydu. Bunun nedenine daha sonra geleceğiz ancak bunu kavrayabilmek için birkaç örnek sunmak istiyorum burada. Mesela Marksizm’in tarihi anlamada ve yorumlamada kullandığı analiz maddelerinden birisi de sınıflar mücadelesidir. Peki biz Marksizm’in keşfinden önce, onun bir metodoloji olarak ortaya konmasından önce sınıf mücadelesinin var olmadığını; sınıf mücadelesinin ancak Marksizm onu kavramsallaştırdığında ortaya çıktığını iddia edebiliyor muyuz? Elbette hayır; Manifesto’nun dediği üzere “bütün toplumların tarihi, aslında sınıf mücadeleleri tarihidir.” Bir örnek daha: Marksizm’in ekonomik alanda kullandığı analiz maddelerinden biri emek-değer olgusudur. Benzer bir şekilde, emek-değer olgusunun Marksizm’in biçim olarak ortaya konmasından önce var olmadığını söyleyebiliyor muyuz? Hayır, zira emek-değer olgusu hem kapitalizmin doğum sancılarında ve onun ilksel dönemlerinde, hem de köleci ve feodal üretim tarzları altında da geçerliydi (emek-değer olgusunun köleci ve feodal dönemlerde de hükmü süren bir yasa olduğunu, özellikle Adam Smith, Ulusların Zenginliği kitabında ispatlamıştır). Son bir örnek: Marksist felsefenin bilinen ismi nedir? Diyalektik materyalizm. Bu adlandırma bize ne anlatmaya çalışıyor? Doğada belirli maddeler mevcuttur ve bu maddeler birbirleri arasında ve karşısında belirli bir pozisyona sahiptir ve bu maddeler birbirleri arasında bir etkileşime girerler ve hareket ederler. Hem bu maddelerin hareketi, hem etkileşimleri, hem de birbirleri arasındaki ilişkileri diyalektik bir karakter taşır. Marksizm’in ortaya konmasından önce maddenin hareketinin ve kendisiyle olan ilişkisinin diyalektik olmadığını söyleyebilir miyiz? Hayır, bu mümkün değildir. Hatta bu diyalektik yalnızca doğada değil, tarihte ve insan bilincinin işleyiş tarzında da gözlemlenmektedir ve bu, Marksizm bir yöntem olarak oluşturulmadan önce de böyleydi. İşte Marksizm’in keşfi derken, onun bilimsel içeriğinden bahsederken bunları kastediyoruz. İnsanlığı yöneten ve daha sonra insanlığın kendi öz-eylemiyle dönüştürdüğü toplumsal yasaların bilimsel olarak yorumlanması ve devrimci bir biçimde dönüştürülmesinin olanağı, ancak Marksizm’le mümkün olabildi. 

Atina şehir devletindeki topraksızların mücadelesini, Spartaküs’ün Vezüv dağına çıkışını, serflerin toprak sahiplerine isyanını veya 1908 Jön Türk Devrimi’ni bugün Marksist bir perspektifle değerlendirebiliyor olmamızın sebebi budur. Aynı ilişki biçimi ve olanaklar başka düşünsel ve pratik ekoller için söz konusu değildir. Kantçı bir bakış açısıyla Osmanlı Devleti’nin İstanbul’u fethinin ardında yatan maddi süreçleri ve sınıf karşıtlıklarını veya maddeleri elementlerine kadar çözümlemiş olmamızı anlayamazsınız çünkü Kant’a göre toplumsal olayların yorumlanışında ahlak (kesin emir) birincil önemdeki bir kategoridir ve Kantçı epistemolojiye göre insan bilinci kendinde şeyi bilemez. Aristoteles’in yöntemiyle 19. yüzyılda patlak veren Amerikan İç Savaşı’nı yorumlayamazsınız çünkü Aristotelesçi politika teorisi sıkı bir biçimde köleliğin doğadan kaynaklanan bir kurum olduğu anlayışı üzerine bina edilmişti. 

“Birlik İçin Savaş”
Winslow Homer, 1826.
(Amerikan İç Savaşı’nda “Birlik”, kölelik karşıtı güçlerin ismiydi.)

O halde Marksizm derken biricik olan bir yöntemden bahsediyoruz, eşi benzeri olmayan bir metodolojiden. İronik bir şekilde Marksizm derken aslında bilimlerin biliminden bahsediyoruz çünkü onun bir eylem aracı olarak uygulanabileceği alanların bir sınırlaması yoktur. İronik olarak dedik çünkü aslında Descartes’dan bu yana Batı metafiziğinin en öne çıkan sistemlerinin öncelikli gayesi bilimlere kesinlik kazandırabilmek, insan bilgisinin temellerini sağlamlaştırabilmek, “açık ve seçik” bir başlangıç ve temel oluşturabilmekti çünkü eğer ilk adım, temel doğru olursa, onun üzerine konanlar veya ondan çıkanlar da doğru olacaktı (filozoflar kendisinin hiçbir şeyden türemediği ancak her şeyin kendisinden türediği, kendisinin hiçbir başlangıcı olmadığı ama her şeyin kendisinden başladığı bir ilk ilke, bir ilk temel arıyorlardı). Bu bağlamda filozofların birçoğu için metafizik ilk temeldi. Ancak bilimlerin bilimi olma noktasında bütün metafizik denemeler çöktü (bugün benzer bir deneme modern fizik tarafından “Her Şeyin Teorisi” adı altında yürütülmektedir). Bu çöküş (ki Hegel’in üstün sisteminin Sol Hegelciler, özellikle de Feuerbach ve Marx gibilerinin eleştirisinden geçmesiyle olmuştur) beraberinde metafiziğin bilimlerin bilimi olma iddiasını da ortadan kaldırmıştır. Bu çöküşün ardından metafizik, bilimsel bilginin kesinliğini ve uygulanabilirliğini birtakım teolojik veya spekülatif sistemlerin inşasıyla sağlama alma uğraşından vazgeçmiştir ve doğrudan doğruya bilimin kendisini, pozitif bilimlerin bilgi nesnelerinin bilimsel olarak tanınma süreçlerini hedef almıştır. 20. yüzyılın önde gelen fenomenologlarından Husserl’in “Avrupa bilimlerinin krizi” metni, Heidegger’in Varlık ve Zaman’daki teknoloji fobisi ile bütün eski metafiziği varlık sorunuyla ilgilenmediği mazereti altında “vulgar” ve “karanlık” ilan etmesi, Bergson’un en kaba dinî formları yeniden piyasaya sürmesi ve benzerleri, hepsi bu kritik virajla açıklanabilir.

Immanuel Kant, Gottfried Leibniz ve Baruch Spinoza.

Dolayısıyla Descartes, Leibniz, Spinoza, Locke, Kant, Fichte, Hegel ve benzerlerinin sistemlerinin idealizmleriyle Marx sonrası idealizm arasında kategorik bir fark vardır. Marx öncesi idealizmin temel kaygısı hala dış dünyanın, nesnelerin ve bilginin olanaklılığını ve tezahürlerini, öznenin bilinciyle, kendimin bilinciyle ve bu bilincimin doğru veya yanlış, çıkardığı sonuçlarla karşılaştırmalı bir biçimde sorgulamaktı. Marx’tan sonra ise bu güçlü düşünce geleneği, harikalar yaratmış olan bu ekol kendini inkar etti ve sistemli bir düşünce inşa etme geleneğini terk ederek (ki ilk örneği Türkiye’de çok sevilen ancak felsefesi yüzeysel tanımlamasından başka bir sıfatı hak etmeyen Nietzsche’dir) felsefenin kendisini felsefenin kendisinden ve konularından, yani insan ile onun maddi ve manevi eyleminden soyutlamaya çalıştı. Marx’tan sonrası, kendisinden soyutlanmış felsefeydi.

Bu konuya Engels’in yaklaşımı zihin açıcıdır. Kendi çağının doğa bilimlerinde gösterdiği ilerlemelerden bahseden Engels, şöyle yazıyor:

“(…) doğadaki bütün bağlatınların bir tablosunu çizme olanağına sahibiz. Eskiden, bu genel tabloyu sağlamak doğa felsefesi denen alanın göreviydi. Bunu, ancak henüz bilinmeyen gerçek bağların yerine hayali, gerçek dışı bağlar koymak, eksik olan olguları fikirlerle tamamlamak ve gerçeklerde var olan boşlukları yalnızca hayal gücüyle doldurmak suretiyle yapabiliyordu. Böyle davranmakla ortaya birçok dâhiyane fikir attı, sonradan yapılacak birçok buluşu önceden sezdi, fakat bu arada, zaten başka türlü olamayacağı için bir sürü budalalık da yaptı. Doğa üzerinde yapılan incelemelerin sonuçlarını diyalektik olarak, yani kendine özgü bağlantıları içinde yorumlamanın, zamanımız için doyurucu bir ‘doğa dizgesine’ varmaya yettiği ve bu dizgenin içindeki bağlantının diyalektik niteliğinin, metafizik okulda yetişmiş bilginlerin  bile kafalarına kendini kabul ettirdiği günümüzde, doğa felsefesi kesin olarak bir kenara itilmiştir. Onu diriltmek yolundaki her deneme yalnızca gereksiz olmakla kalmaz, bir gerileme olur.” (F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu)

Engels haklıydı; doğa bilimlerinin hücrenin, enerjinin ve evrimin keşfiyle bütünlüklü bir tablo çizebilme yetisine kavuşmasından önce filozofların temel uğraşları maddeyi anlamak olmuştu, yani bir doğa felsefesi ortaya çıkarmak. Aristoteles mesela, bir “ilk madde” veya töz fikrini ortaya atmıştı. 17. ve 18. yüzyıllarda yaşayan İngiliz filozof Berkeley maddenin Tanrı’nın zihnindeki bir fikir olduğunu söylemişti. Ve yine Engels’in dediği üzere birçok dahiyane fikir de ortaya attılar. 20. yüzyılda atomların varlığının ampirik olarak kanıtlanmasından çok önce Antik Yunan’da Atomcular ismi verilen bir felsefe okulu, maddenin artık bölünemeyecek derecede küçük birtakım bileşenlerden meydana geldiğini ileri sürüyordu (gerçi ABD emperyalizmi bize, Japonya’ya attığı atom bombalarıyla, atomun da bölünebileceğini ispatlamış oldu).

Engels’in de ortaya koyduğu nedenler dolayısıyla biz, Marx-öncesi felsefî idealizmle Marx sonrası idealizm arasında kategorik bir fark olduğunu söylüyoruz. Bu bağlamda ve yalnızca bu bağlamda, SSCB’deki resmi Stalinist felsefe ders kitaplarının iddia etmeyi sevdiği üzere, Marx’tan sonra felsefe “ölmüştür”. Israrla vurgulamamız gerekir ki bu yalnızca belirli bir bağlamda doğrudur, o da şu: Marx öncesi felsefenin metodik birikiminin mantıksal sonucu, kendisinin yadsınmasıyla Marksist metodolojinin ortaya çıkışıydı. Dolayısıyla Marksizm, kendisinden önceki felsefî mirasın yadsınması olduğu için, aynı zamanda da onun en üst ifadesiydi, onun pik noktasıydı çünkü bir şeyin kendisi olmamaya başladığı an, bir şeyin kendisinden farklılaştığı an, o şeyin kendisiyle çeliştiği andır, yani o şeyin kendisini olumsuzladığına, ancak kendisini aşarak olumsuzladığına işarettir. Eğer Marksizm kendisinden önceki felsefî birikimi mutlak addetseydi, yani onu olumlasaydı (Hegel’de bir uğrağı olumlamak onu hareketsiz kılmaktır), bu birikimin en ileri yanlarının bu birikimi aşan hareketinin kendisi olarak, yani komünizmin yöntemi olarak kendisini var edemezdi. Çünkü bir toplam veya dinamik, ancak kendisini reddederek kendini gerçekleştirebilir; ancak kendi varlığına sebebiyet vereni ortadan kaldırarak, kendi varlığını doğal sonuçlarına ulaştırabilir.

O halde diyebiliriz ki Marksizm, kendisinin doğuşuyla proletarya öncesi felsefî ve bilimsel birikimin spekülatif yanlarının, kurgusal taraflarının ölümü anlamına gelmiştir. Bu geleneğin en ileri ve derin tarafları bizim akımımızda muhafaza edilmiştir. En kaba, yüzeysel ve geri yanları ise şekil değiştirerek varlığını sürdürmektedir: Bir kısmı, az önce sözünü ettiğimiz biçimde, kendisinin metodik birikiminin ve zenginliğinin inkarı üzerine kurulu yavan bir idealizm şeklinde, bir kısmı da çirkin bir pozitivizmin altında, Auguste Comte ve Karl Popper örneğinde olduğu üzere.

Ancak bu dönüşümün miladını Marx’ın kendisinde belirlemek, Marx-öncesi ve Marx-sonrası olarak bir ayrım yapmak hatalı olacaktır. Az önce dilsel bir kolaylığa kaçarak nitel değişimi Marx’ın kendisi üzerinden ifade ettik. Halbuki bu değişimi olanaklı kılan olgu, yani Marksizm’in doğumuna neden olan olgu işçi sınıfının tarih sahnesine çıkışından başka bir şey değildir. Şöyle düşünün: Kesintisiz bir biçimde dünyayı her gün ve her gün üretip değiştiren ve yeniden üretip yeniden değiştiren bir devrimci öznenin tarihsel ve politik varlığının altında metafiziğin sistemli bir idealist düşünce mekanizmasını ve bilgilerin her şart altında ve her zaman ve mekan aralığında kesinliğini sağlayacak değişmez bir ilke ile temeli ileri sürmesi mümkün olamazdı. Marx bu imkansızlığın felsefî düzlemdeki mantıksal devrimci sonuçlarını ifade etti. Marx ne diyordu? “Katı olan her şey buharlaşıyor.” Gerçekten de geçmiş kuşakların ölü zihinsel emeklerinin oluşturduğu havuz, işçi sınıfının sosyo-politik gerçekliği altında kendi kendini yadsımalı, yeni ve daha üst bir seviyede ifadesine kavuşmalıydı. İşçi sınıfı, insan düşüncesinin ve kültürünün gidişatını ve derinliğini, daha önce hiçbir sınıfın değiştiremediği derecede değiştirdi. Bunun tek nedeni onun bir sınıf olarak sahip olduğu devrimci karakterdi: Sınıfsız toplumun inşasının gündeme getirilmesi. 

Tam da Marksizm, kendisinden önceki düşünsel-kültürel birikimin pik noktasını temsil ederek onu yadsıdığı ve aştığı için, onun zaferiyle birlikte diğer burjuva düşünce akımları düşüşe geçti ve nitelik kaybetti. Bu mirasın en ileri yanlarını kendi devrimci dönüşüm gücünden geçirerek kapitalizmin temellerine yönelten Marksizm’in ardından, burjuvazi için temel ideolojik propoganda faaliyeti, bu mirasın reddi oldu. Ricardo’nun ardından burjuva ekonomi-politiği, neo-klasisizm emek-değer teorisinin inkarı üzerine kuruldu, yani Adam Smith’i ve David Ricardo’yu inkar etti; Marx’ın artı değer, emek gücü ve benzeri keşifleri zaten ya çöpe atıldı, ya görmezden gelindi ya da kaba bir arz-talep parametresine oturtulmaya çalışıldı. Hegel’in ardından diyalektik yöntemi kullanan bir idealist ekol daha çıkmadı; aksine Hegel’in, mantıksal sonuçlarına ulaştırılıp materyalist bir eleştiriden geçirilince devrimci sonuçlar üreten mevzilerinin topa tutulması için profesörler Kant’a döndü ve neo-Kantçılık ismi verilen bir akım ortaya çıktı. Bu neo-Kantçı akımın II. Enternasyonal içindeki temsilcisi Bernstein, yani revizyonizm olacaktı. Fransız Devrimi’ni incelerken sınıflar mücadelesinin varlığını keşfeden Fransız sosyoloji ekolünün tarihçileri silme karşıdevrimciydi; keşfettikleri olgunun tehlikesinin bilincine vardıkları için. Ütopyacılar ise, sosyalizm bir kere bilimsel bir temele oturtulunca, ütopyalarını Çalışma veya İç İşleri Bakanlıkları’na önerdikleri rejimlere katıldılar; bunun en iyi örneği, okumalarımız arasında da bulunan Louis-Blanc’tır. J. J. Rousseau’dan sonra hiçbir burjuva ideoloğu insanlar arası eşitsizlikten ve bunun kökeninin mülkiyet ilişkilerinde yattığından söz edemedi; aksine, Robespierre’in ateşli muhalefetine rağmen İnsan Hakları Bildirgesi benzeri hukukî belgelerle özel mülkiyetin dokunulmaz kutsallar arasında olduğu yönünde bir saldırı başlatıldı. Burjuva materyalizmi ise Feuerbach’tan bu yana en fazla gerileyen düşünce ekollerinden birisi oldu çünkü varlığını dahi sürdüremedi. Feuerbach doğayı materyalist bir biçimde yorumluyordu ancak bunu tarihe ve toplumun anlaşılmasına uygulamıyordu. Dahası diyalektiği de benimsemiyordu. Pozitif bilimler 19. yüzyıldan bu yana inanılmaz keşifler gerçekleştirdiler ancak bu otomatik olarak materyalist anlayışın güçlendiği anlamına gelmiyor. Hubble evrenin genişlediğini keşfettiğinde zamanı geriye sardı (yani evren genişliyorsa, onun bir zamanlar daha küçük olması gerektiğini fark etti) ve evrenin, ilk anlarında küçük bir nokta olduğu sonucuna vardı. 18. yüzyılda kilise ve Tanrı’yla olan anlaşmazlığını çözüme kavuşturup onları kendi safına çağıran burjuvazinin egemenliği altında bu keşif, evrenin yoktan var olduğu şeklindeki gerici bir hipotezle anlaşılmak istendi (halbuki Zenon paradoksu varlığın hiçliğe indirgenemeyeceğini iyi açıklar. Önünüze bir hesap makinesi alın ve 2 sayısını sürekli olarak 2’ye bölmeye başlayın, asla sıfıra ulaşamazsınız; dolayısıyla evren genişlediği için onun sıfır noktasından başladığı tahminiyle onu ne kadar küçültürseniz küçültün, sıfıra varamazsınız). Bugün bu gerici hipotez yaygın olarak Büyük Patlama diye biliniyor; eğer madde yoktan var olduysa, bunu ancak madde dışı bir irade yapabilir, değil mi? Biyoloji, canlılık evriminin zengin içeriğini ne kadar ispatlarsa, bu zenginlik o oranda söz konusu canlıların karmaşık “yaratımında” ne denli yüksek bir yaratıcı dehanın rol oynadığına yoruluyor. Yaratılışçılık modern biyolojinin bulgularını, materyalist yorumun noksanlığına dayanarak suistimal ediyor. Çağdaş evrimbiliminin uluslararası otoritesi kabul edilen Richard Dawkins, Gen Bencildir kitabında özel mülkiyetin insan genine işlenmiş bir kod olduğunu iddia ediyor. Dolayısıyla evet, pozitif bilimler ilerliyor ancak onlarla birlikte gericilik de yol alıyor. Bunun ismine, büyük Marksist ustamız Lev Troçki eşitsiz ve bileşik gelişim yasası demişti; burjuvazinin politik, ekonomik, sosyal, kültürel, bilimsel ve benzeri alanlardaki birtakım ilerlemelerinin, gelişim projelerinin, insanlığın ezici çoğunluğu açısından mutlak bir yıkım, gerileme ve barbarlık anlamına geleceğini ifade eden yasa. 

Durum neden bu şekilde? Bunun  cevabı açıktır: İnsanlığın dönemsel düşünsel ve kültürel ufku, onu o sırada yönetmekte olan sınıfın çıkarlarının ufku kadardır. Bu yüzden Tesla arabası uzaya gönderilirken hepimiz otobüslere akbille binmeye devam ediyoruz. Bu bizim potansiyellerimizin bir ifadesi değil, burjuvazinin sınıf olarak sahip olduğu sefil ufkun bir yansıması; halbuki yeryüzünde refahı sağlayamayan, gökyüzünü fethedemez.

Bu bakımlardan Marksizm diyalektiğin, materyalizmin, toplumların şekillenişinde emek-değer olgusunun ve tarihin ve bugünün anlaşılmasında sınıflar mücadelesinin metodik miraslarının devrimci sentezini kendinde barındırmaktadır. Yanlış anlaşılmasın, Marksizm eklektik bir yöntem değildir. Eğer bize öyle geliyorsa bunun sebebi gerçekliğin parçalı yapısındandır. Ancak gerçeğin kendisi gibi, Marksizm de bir bütündür.