Krizin ışığında “kitle toplumu ve kültür” üzerine

Kapitalizm, tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birini yaşıyor. Dünyanın dört bir yanında milyarlarca insan bu ekonomik krizin yıkıcı sonuçlarıyla karşı karşıya… Dünya ekonomik krizinin daha ne kadar devam edeceği, bitip bitmeyeceği, bittiğinde ortaya nasıl bir dünya durumunun çıkacağı ve olası tahribatının boyutlarının ne olacağı şimdilik belirsiz. Bu konuda birçok farklı görüş mevcut. Dünya ekonomik krizini bir iş kazası gibi gören ya da bir tür doğal afet gibi karşılayan kapitalizm taraftarları için yaşananlar geçici. Üstelik onlara göre bu krizin bir de iyi yanı var: Sistem yaşadığı bu deneyimlerle daha da güçlü hale gelecek… İnsanlığın başta açlık ve çevresel yıkım gibi küresel sorunlar karşısında giderek daha çaresiz ve geri dönüşsüz durumlara sürüklendiğini düşünenler için ise mevcut dünya ekonomik krizi hayati önemde bir gösterge. 

Hangi öngörü doğru? Krizin sonucunda daha güçlü olacağımız mı, küresel yok oluşa bir adım daha attığımız mı? Mesafe’nin bu sayısında bu öngörüler derinlemesine çözümleniyor. Göreceğiniz üzere günümüz dünya tablosu genelleşen ve derinleşen işsizlik, yoksulluk, açlık ve su kıtlığıyla; bölgeler ve sınıflar arası uçurumla; bitki ve hayvan türlerindeki geri dönüşsüz tahribat görünümüyle zaten geleceği beklemeden bugünden bir felaketi yansıtıyor. 

Bu dramatik tabloya rağmen dünyanın çok da kötü bir durumda olmadığını, hatta kapitalizmin insan ve doğa için olabilecek en iyi seçenek olduğunu iddia edenler de mevcut. Bu düşüncenin önde gelenlerinin kapitalist dünyanın burjuva egemenleri ve “liberal müritleri” olması sanırız şaşırtıcı değildir. Kuşkusuz onların böyle bir dünyadan memnun olmaları 6,5 milyar insanın da mutlu olması anlamına gelmiyor. Aksine burada tersine bir orantı söz konusu. Dünyada 1 milyar insan aç, 2 milyar insan temiz sudan mahrum. Buna rağmen nüfusun yüzde 20’sini oluşturan zengin ülkeler tüm dünya tüketiminin yüzde 80’ininden fazlasını harcıyor. Küçük bir azınlığın mutluluğu geniş yığınların mutsuzluğuna rağmen var olup, devam ediyor. Dünya gelirlerinin yüzde 80’inin nüfusun sadece yüzde 2’sini oluşturan zengin bir kesimin kontrolünde olması da bunun bir göstergesi. 

Bütün bunlar sadece devletin zor araçları marifetiyle topluma benimsetilebilir mi? Biliyoruz ki zor, tarihin her döneminde iktidar sahipleri tarafından kullanıldı ve vazgeçilmez bir yöntem oldu. Bununla birlikte toplumun “ikna edilmesi” için sadece zor yetmez; devletin ideolojik aygıtlarının da devreye girip, işlemesi gerekir. Tekelci kapitalizm aşamasında kitle iletişim araçları, devletin ideolojik aygıtlarının topluma taşınmasında başat bir rol üstlenir. İşte bu sayede dünya ekonomik krizinin bir yol kazası ya da doğal afet gibi sunulması, sosyal ve ekonomik yıkımlara rağmen “kaybetmiyor, kazanıyoruz” propagandasının yapılması olanaklı hale gelir. Toplumun bu şekilde kandırılmasında sistemin “kanaat imalatı önderleri” başrollerde yer alırlar. Onlar, toplumu bir oyun hamuru gibi istedikleri şekilde biçimlendirme adına bir “kitle toplumu” ve onun “kitle kültürü”nü yaratma peşinde koşarlar. 

Bir “kitle toplumu” yaratmak olanaklı mı? İşsizleri, açları, hiç sayılanları yaşayabilecekleri en iyi hayatın yaşadıkları hayat olduğuna ikna edebilecek bir kitlesel afyon var mı? Dünya ekonomik krizinin başta işçi sınıfı ve emekçi yoksul halklar olmak üzere tüm ezilen ve sömürülenler üzerinde yaratacağı tahribatın boyutunu büyük oranda bu soru belirleyecek! 

Biz bir “kitle toplumu” yaratamadıklarını ve – özellikle de tekelci kapitalizm aşamasında – yaratamayacaklarını düşünüyoruz; ama bir “kitle toplumu” yaratma çabasının da farkındayız. Bu yazıda “kanaat/imalat” teknikleriyle bir “kitle toplumu” yaratma ve “insanı kaderine boyun eğmeye ikna etmeye dayalı” bir “kitle kültürü” oluşturma süreçlerinin günümüz dünya ekonomik krizi vesilesiyle teorik politik bir çözümlemesini yapmaya çalışacağım. 

Bir Zamanlar Dünya… 

İnsanların büyük çoğunluğu bugünkü kurumların ve kuralların bütün tarih boyunca değişmeden var olduğunu sanır. Hâlbuki gerçek daha farklıdır. Ünlü ilkçağ Yunan filozofu Herakleitos’a göre “her şey akar, her şey sürekli dönüşme, oluş ve yok oluş durumundadır.” 

Din, devlet, ulus gibi kurum ve kavramlar, tarihsel süreçlerin ürünleridir. Daima var olmamışlardır. Hukuk, ahlak, adalet, sanat, edebiyat, eğitim, savaş gibi kavramların içeriği ve kuralları tarih boyunca değişikliğe uğramıştır. Hiç kuşkusuz her gelişme ve değişme diyalektik olarak kendinden önceki süreçlerin üzerinde yükselir. Yadsıyarak ya da kapsayarak; ama mutlaka öncekilerin üzerinde… Ve sonraki süreçlerin temelini oluşturur. 

Tüm kurumlar, kurallar ve kavramlar böylesi bir zincirleme reaksiyonun tarih içindeki yansımalarıdır. Zorunlulukların ve rastlantıların belirlediği yaşamımız binlerce farklı olasılığa rağmen tarihsel maddi koşulların sınırları içinde devinir. 

Kurumların ve kuralların belirli tarihsel koşulların ürünleri olması, yani değişim ve gelişim dinamiği, bize, günümüzün algılanması ve çözümlenmesinde oldukça geniş bir bakış açısı sunar. “Kitle Toplumu”, “Kitle Kültürü” ve benzeri diğer bütün kavramlar, kurumlar, kurallar ve olgular da bu değişim ve gelişim dinamiğine bağlı olarak ele alınmalıdır. 

Dünyanın bir tamamlanmış şeyler karmaşası olarak değil de, görünüşte durulmuş şeylerin, tıpkı beynimizdeki zihinsel yansıları olan kavramlar gibi, kesintisiz bir oluş ve yok oluş değişmesinden geçtikleri, son olarak bütün görünüşteki rastlantılara ve geçici geriye dönüşlere karşın, ilerleyici bir gelişmenin eninde sonunda belirmeye başladığı bir süreçler karmaşası olarak dikkate alınması gerektiği düşüncesi, bu büyük temel düşünce, özellikle Hegel’den beri günlük bilince öyle derinlemesine işlemiştir ki, bu genel biçimiyle artık hemen hemen hiçbir itirazla karşılaşmaz. Ama onu sözde kabul etmekle, onu pratikte, ayrıntılı olarak, araştırmaya tutulan her alanda uygulamak ayrı ayrı şeylerdir. Oysa araştırmada hiç şaşmadan daima bu görüş açısından yola çıkılırsa, artık bir daha kesin çözümler ve sonsuz gerçekler istemekten kesin olarak vazgeçilir: her zaman edinilen her bilginin zorunlu olarak sınırlı olma niteliğinin ve bu bilginin, içinde, kazanılmış olduğu koşullara bağımlılığının bilincinde olunur; hâlâ geçerli olan eski metafiziğin, doğru ve yanlış, iyi ve kötü, özdeş ve değişik, zorunlu ve olumsal gibi giderilemez karşıtlıkların ancak göreli bir değerleri vardır, şimdi doğru olarak tanınan şeyin gizli bir yanlış yanı da vardır ve bu, daha sonra ortaya çıkacaktır, tıpkı şimdilik yanlış tanınanın da doğru bir yanı olduğu ve bu doğru yanı yüzünden daha önce doğru sayıldığı gibi; ve gene bilinir ki, zorunlu olduğu ileri sürülen şey, salt rastlantılardan meydana gelmiştir ve sözde rastlantı, zorunluluğun altında gizlendiği biçimdir – ve bu böyle sürer gider.(1) 

Demokrasi, Sınıf, “Kitle Toplumu” 

Günümüz toplumları kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu bir ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel sistemle çevrelenmiştir. Burjuva ideolojisi her türlü ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel özgürlüğün burjuva demokrasi kurumlarınca, tüm toplum için garanti altına alındığını ve tüm bireylerin bu özgürlüklerden, burjuva demokrasisinin özgürlüklerinden yararlanabileceği iddiasını taşır. Bu sistem “esas olarak, burjuvazinin tanımladığı şekliyle, üretim araçlarının özel mülkiyetine saygı temelinde bir dizi hak ve yükümlülüğü olan bireylerin, meta satıcılarının oluşturduğu bir toplumda egemen olan sistemdir.”(2) 

Bu, teoride herkesin, ama pratikte sadece zenginlerin, basın özgürlüğü, toplantı özgürlüğü, propaganda yapma ve politik olarak örgütlenme… hakkı olduğu anlamına gelir. Marksizm özgürlüğün bu tanımını sorgular ve modern kapitalist devletin “iktidar sisteminin işleyiş biçimi”nin bir sonucu olarak, burjuvazinin “iktidarına meşruiyet kazandırmak” amacıyla “kamuya dayanan bir demokratik toplum” olduğu iddiasını ideolojik olarak işlediğini gösterir. Özellikle feodal üretim tarzının ve üretim ilişkilerinin bir sonucu olan feodal toplumsal sistemin aksine, liberal demokrasi anlayışının, bireylerin “özgür iradeleriyle” toplumsal süreçlere “kanaat, görüş ve kirleriyle” katılımının önünü açtığını iddia eder. Bu sayede kendinden önceki toplumsal sistemlerde hiçbir bireyin sahip olmadığı, yöneticilerin “belirli politikalarını eleştirebilme hakkı”ndan, gerektiğinde kendi çıkar ve kirleri doğrultusunda, benzerleriyle bir araya gelerek birlikte örgütlenebilme hakkına kadar geniş bir alan bireyin önünde “açılır.” Kuşkusuz “meta satıcılarının oluşturduğu bir sistemde, egemen olan sistem” dâhilinde… 

Burjuva ideologları “bireyi” kutsar. “Birey”in binlerce yıllık esaretine, “bireylerden oluşan modern kapitalist toplum”u kurarak son verdiğini ileri süren burjuvazi, kapitalist devlet aygıtının aldığı tüm karar ve uygulamaları da “bireyin yüksek çıkarları” adına ve demokratik bir toplum olmanın gereği olarak yerine getirdiği iddiasındadır. Diğer yandan, 

…burjuva ideolojisi toplumun bireylerden oluştuğunu ifade ederken, Marksistler için toplum esas olarak sınıflardan oluşur. Bu, bireylerin varlığını yadsımak için değil, ama onların sınıflı toplum içinde ait oldukları konumu belirlemek içindir. Bireyler, toplumla sınıflar aracılığıyla ilişkilidirler; onlar sınıf dolayımıyla var olurlar. Herkes aynı olanaklara sahip değildir; birinin proleter diğerinin burjuva olması, özgürlük ve gelişim açısından farklı potansiyellere sahip olmalarına yol açar. Bu nedenle, burjuva ideologları verili bir toplumda bireyler için var olan özgürlük derecesini tartışırken, Marksistler toplum içinde işçi sınıfının elde etmiş olduğu özgürlüklerin derecesini sorgulayarak işe başlarlar. Böylece, işçilerin özgürlüklerinden söz ederken, konuyu iki ayrı düzeyde ele alırız; birincisi, bir bütün olarak toplum içindeki işçi sınıfı; ikincisi, kendi sınıfları içinde birey olarak işçiler. Bu iki düzey aynı değildir: aralarında diyalektik bir ilişki vardır ve bunlar sık sık çelişir.(3) 

…Bireylerin sınıfları aracılığıyla var olması gerçeğine burjuva ideologları liberal demokrasi anlayışıyla cevap verirler. Bahsettikleri demokrasi her zaman genel özelliktedir. Oysa ‘demokrasi’ her zaman için sınıf diktatörlüğünün bir biçimi olmuştur. Bundan öte bir anlam ifade etmemiştir: Bazı kesimler için bir diktatörlük olan şey, onları baskı altında tutan sınıf ya da kesimler için demokrasidir. Sınıflı bir toplumda, demokrasi (…) burjuva ideolojisi tarafından iddia edildiği gibi, asla bütün bireyler için var olmamıştır.(4) 

Buna rağmen bireyin kendini özgür bir şekilde gerçekleştirebileceği sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel düzenden bahsediliyor olması, bizzat kapitalist sistemin kendi yapısal özelliklerinin bir sonucudur. Ne tür bir rejime sahip olursa olsun burjuva devlet, “meşruiyet sahibi bir demokratik toplum ve düzen” iddiasıyla hareket ederek, üzerinde yükseldiği kitlelerin “onayını” almak zorundadır. Burjuva iktidar sistemi bu şekilde işler: yönetimin iradesinin “halkın iradesi” olarak genelleştirilmesiyle. Bu süreç birçok değişik biçim ve yöntem altında gerçekleştirilir. “Kitle toplumu” ve “kitle kültürü” çözümlemeleri tam olarak bu çerçeveye oturmalıdır. Çıkarları “aynılaştırılarak” bütünleştirilmiş bir toplum! “Yeni ve başka bir topluma duyulan umudun, git gide daha da ‘olumlayıcı kültür’ niteliği kazanan bugünkü kültür tarafından, yıpratılıp zayıflatılmakta olduğu”(5) görüşü!.. Bu görüş ancak, burjuva toplumun çıkarları zıt toplumsal sınıflardan oluştuğu ve tarihin esas olarak sınıflar mücadelesi tarihi olduğu bilimsel gerçeği ile bütünleştirilerek ele alındığı oranda açıklayıcı, değişim ve “kurtuluş” için ipuçları veren bir görüş olacaktır. Aksi yaklaşımların kabulü tarihin sonunun geldiğinin kabulüdür. 

“Teknolojik Belirlenimcilik” ve Wright Mills 

Wright Mills, “kitle toplumu” ve “kitle kültürü” yaklaşımını, toplumsal yapı ile ekonomik yapı arasında bir paralellik kurarak açıklamaktadır: “Nasıl serbest ekonomide pazardaki fiyatlar anonim, eşit güçte, karşılıklı pazarlık olanağına sahip çok sayıda insanca belirleniyorsa, kamuoyu da kendi başına düşünebilen, düşündüğünü ifade edebilen, herkesin herkesle birlikte bir büyük koronun içinde yer alabildiği toplumsal bir ortamın ürünü olmaktadır.”(6) Mills burada 18. yüzyılın liberal ekonomi anlayışının toplumsal hayata yansımasını ele almaktadır. 

Mills’e göre 19. yüzyıl düşünürlerinin liberal demokrasi anlayışlarının sonucu olarak kamu toplumu; “kanaat, görüş ve düşüncelerin ifade edilebildiği, kamuoyunun açık tartışmalarla oluşturulduğu, kamu eylemlerinin etkin şekilde, üstelik otoriter sisteme karşı bile olsa gerçekleştiği ve iktidarın kamu ve kamuoyu üzerinde örtülü yöntemlerle nüfuz kurmaya kalkışmadığı”(7) bir toplum olarak teorize edilmektedir. 

Kuşkusuz Mills’in bu teorik iddiası kapitalist bir sistem içinde söz konusu olamaz. Bu anlamda “kamu toplumu” tamamen bir soyutlamadır. Özellikle 19. yüzyılda işçilerin ve kadınların oy hakkının olmadığı, sendikaların yasadışı kabul edildiği düşünülürse, bu yaklaşımın ham olmaktan öte ideolojik bir yaklaşım olarak kabul edilmesi daha doğrudur. Aynı şekilde tekelci kapitalizmin yaşandığı günümüzde de bir “kamu toplumu” olgusundan bahsedilemez. 

Mills, “kitle toplumu”nun temel özelliklerini sıralarken özellikle kitle iletişim araçlarını ön plana çıkarmaktadır. Mills’e göre bu araçların kamu üzerindeki etkisi belirleyici niteliktedir. Kitle iletişim araçlarına yapılan bu vurguda, bu araçlar vasıtasıyla iktidar, her türlü denetim, yönlendirme, engelleme ve tek yönlü sunum gücünün sahibi olmaktadır. Özgür ve bağımsız bir tartışma ve yaratım olanağı – iktidar ve yandaşlarının dışında – imkânsız hale gelmiştir. 

Mills’e göre, bir toplumun egemen iletişim biçimi eğer kitle iletişim araçlarıyla gerçekleştiriliyorsa, o toplum bir “kitle toplumu”dur, ve yine Mills’e göre günümüz toplumu bu nedenle bir “kamu toplumu”ndan daha fazla oranda bir “kitle toplumu” özelliği göstermekte ve bu durum “liberal iyimserliğin” de çöküşü anlamına gelmektedir. 

Mills’e göre, “kamu toplumu”ndan “kitle toplumu”na geçiş bir tarihsel olgu olarak görülmelidir. İktidarın merkezileşmesi, küçük iktidar odaklarının yok olması ve/ veya merkezi iktidara bağımlı hale gelmesi, ekonominin yerelden ulusala, ulusaldan uluslararasına genişlemesi, ekonomik tekelleşmenin siyasi otoritenin tekelcileşmesine neden olması, siyasi ve ekonomik merkezileşme ve tekelleşmenin kültürel, sosyal ve psikolojik tekelleri yaratması sonucu “kitle toplumu” ortaya çıkmıştır. 

“Kanaat imalatı teknikleri”ni kullanan tekelci burjuvazinin karşısında “modern birey” Mills’e göre çaresizdir. Mills’in çizdiği bu genel çerçeve günümüz toplumunu anlamak için çok değerli ve doğru veriler sunmasına rağmen, toplumu çıkarları zıt ve uzlaşmaz ekonomik-sosyal sınıflara göre değil de birey temelinde çözümleme yoluna gitmesi nedeniyle yanlıştır. Teknolojinin bu derece abartılması burjuva iktidarını neredeyse ölümsüz Yunan tanrıları yapmaktadır. Bu nedenle “kitle toplumu” ve “kitle kültürü” çözümlemelerinde Mills’den kopmak, değerli ve doğru verilerini kullanarak, Marx’ın deyimiyle, Mills’de baş aşağı duran bu ideolojik, politik ve kültürel sistemi ayakları üzerine dikmek gerekir. 

Tekelci Kapitalizm 

Ekonomide tekelleşme bir kez başladı mı, bir daha önüne geçilemez. O, kendi iç yasaları ve dinamikleriyle sonuna kadar genişler. Genişleyemediği, daralma baskılarıyla karşılaştığı durumlarda kurulu olanı yıkarak krizini aşar ve yoluna devam eder. Ekonomik tekelleşme bu nedenle hem siyasal hem sosyal hem de kültürel tekelleşme eğilimi ve baskılarını yaratır; ama aynı zamanda sermayenin bu uluslararası niteliğidir ki emeğin de uluslararası bir örgütlülük ve mücadele sürecine girmesine yol açar. Bu ilişki diyalektik olarak bir sarmal oluşturur. Ekonomik tekelleşme sonucu oluşan kriz nasıl var olanı yıkarak ilerleyebilirse aynı şekilde kültürel, siyasal ve sosyal tekelleşmenin yürümesi için de yıkımlar yaşanması gerekir. Tüketim, daha çok tüketim, kâr, “yenilenme,” hiç durmadan devam eden bir kısırdöngü… 

Kapitalizm bu özelliğiyle kendinden önceki ekonomik ve sosyal sistemlerden ayrılır. Feodal düzen yüzyıllarca aynı üretim ve tüketim ilişkisini devam ettirerek yaşayabildi; durağanlık feodal düzenin yaşamasının tek yoluydu. Kapitalizm ise ancak ilerleyerek yaşayabilir. İlerlemesi için yıkmak zorundadır. Günümüz toplumları emperyalist kapitalizm tarafından bu nedenle bir “kitle toplumu” olarak şekillendirilmek isteniyor; ama sınıflı bir toplumun sürekli ve tam bir şekilde “kitle toplumu yapılması olanaklı değil. Kapitalizmin yapısal karakteri nedeniyle artık değer üreten bir sisteme ihtiyacı var. Kapitalizmin özel mülkiyete dayalı sınıflı bir toplum olması da kaçınılmaz krizler yaşamasına neden olmakta. Bu krizlerin aşılması ise çalışan geniş kitlelerin daha kötü yaşam koşullarına boyun eğmesi anlamına geliyor. 

Günümüz dünya ekonomik krizi de bunun son örneklerinden biri. Nitekim Birleşmiş Milletler Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’ya göre dünya ekonomik krizi nedeniyle 2009 yılında 50 milyon kişinin daha işsiz kalması bekleniyor. ILO yıl sonu itibariyle dünya işsiz sayısını da 240 milyon olarak öngörüyor. Böylece kapitalizmin teknolojik gelişmeler ve “sosyal uzlaşmalar” sonucu yarattığı yanılsamalar dünyası da son darbelerini yiyor. II. Dünya Savaşı sonrasında “barış içinde bir arada yaşama” politikalarının bir ürünü olan “uzlaşmalar” özellikle ABD ve Avrupa’da hızlı sermaye birikimlerine olanak sağlamıştı. Bu “altın yılların” bir sonucu olan “genel refah toplumları” 1970’lerde burjuvazinin düşen kâr oranlarına bağlı olarak ilk darbelerini yemeye başladı. Kuşkusuz ne işsizlik, ne de açlık ve yoksulluk bu ülkelerde hiç eksik olmamıştı. Toplumun her zaman ortalama yüzde 10’u bir göreli işsizlik, açlık, yoksulluk içindeydi. Dünyanın bu kapitalist merkez ülkeleri dışında kalan ülkeler ise “genel refahın” faturasını tam bir ekonomik sefalet ve politik baskı olarak yaşadı. Son 40 yıllık süreçte dünya çapında giderek egemen olan neoliberal politikaların da bir sonucu olarak günümüz dünya ekonomik krizine kadar gelindi. Bütün bu süreçlerin aynı zamanda daha kötü yaşam koşullarına karşı tepkinin örgütlenmesinin de dünya çapında yolunu açtığını belirtmemiz gerekir. 

“Kitle toplumu” yaratma çabasının temelinde emperyalist burjuvazinin daha çok kâr sağlama amacı vardır. Rekabete dayalı bir sistem olan tekelci kapitalizm bunu gerektirir. Bu süreç, sopa ve havuç politikaları eşliğinde dünyanın dört bir yanında sürdürülür. Örneğin demokrasi adına Vietnam, Panama, Nikaragua, Somali, Irak, Afganistan, Lübnan işgal edilir. Dünya “barışı ve güvenliği” için günlerce, televizyonların naklen görüntüleri eşliğinde Irak bombalanır. Emperyalist propaganda mekanizmaları gece gündüz bu saldırıları askeri olarak zorunlu, siyasi olarak gerekli ve hukuksal olarak da haklı göstermeye çalışır. Emperyalist diplomasi tüm bağımlı, yardımcı ve müttefik hükümetlere savaşın aslında barış olduğunu anlatır! Ama bu süreç, örneğin Bosna için, Kosova için, Çeçenistan için ya da Filistin ve Gazze için işlemez, çünkü “demokrasi”nin ibresi başka bir yönü göstermektedir… Eğer kapitalist dünya tam anlamıyla bir “kitle toplumu” olmuş olsaydı, kuşkusuz ne emperyalist merkezlerde ne de Ortadoğu’da örneğin Irak’ın işgaline ve Gazze’nin Siyonist İsrail’ce yerle bir edilmesine karşı gösteriler düzenlenmez, direnişler olamazdı… 

Lenin, tekelci kapitalizmin bu yapısal karakterine ilişkin şu can alıcı örneği verir: 

Demiryolları yapımı, basit, doğal, demokratik, kültürel, uygarlaştırıcı bir girişim gibi görünür: Bu, dar kafalı küçük burjuvaların gözlerine böyle göründüğü gibi, kapitalist köleliliğin iğrençliğini maskelemeleri için cepleri doldurulan burjuva profesörlerinin gözlerine de böyle görünür. Aslında bu girişimleri binlerce noktadan üretim araçlarının özel mülkiyetine bağlayan kapitalist bağlar, demiryolu yapımını, (sömürgelerin ve yarısömürgelerin) bir milyar insan için, yani dünya nüfusunun yarıdan fazlasını oluşturan bağımlı ülkelerdeki insanlar için, ve ‘uygarlaşmış’ ülkelerde sermayenin ücretli köleleri için bir baskı aracı haline getirmiştir.(8) 

Wright Mills, Frankfurt Okulu’nda Praksis ve “Kitle Toplumu ve Kültürü” 

Mills’in en büyük hatası neredeyse iki insanın yan yana gelip, ortak bir çıkar ve hedef doğrultusunda hareket edemeyeceğini düşünecek kadar kaderci bir kötümserlik içinde olması ve kapitalist toplumun sınıflar üzerine kurulu olduğu gerçeğini hesaba katmamasıdır. 

Günümüz toplumunda, örneğin önemli muhalefet merkezlerinden olan sendikaların ve benzeri kimi siyasi ve ekonomik örgütlerin, üyelerinin çıkar ve kirlerini gerekli şekilde temsil etmedikleri bir gerçektir. İlk kez 18. yüzyılda sanayileşmenin artmasına bağlı olarak işçi ve emekçi sınıf örgütleri gündeme gelmişti. Bu bağımsız örgütler özellikle 19. yüzyılın sonlarına doğru üyelerini temsil etmekten öte onları kontrol edip denetleyen, başka bir ifadeyle “devrimci potansiyellerini sistem içine kanalize ederek pasifize eden denge örgütleri” haline gelmeye başladı. Aynı şekilde Kautsky ve Bernstein’ın başını çektiği akımlar sosyalist örgüt ve hareketlerin sosyal demokratlaşmasına neden oldu. Bunlar tarihsel olgular; ama diğer yandan bu örgütler sınıflı toplumun eşitsizliklerinin bir yansıması olarak var ve işçi sınıfının ve tüm emekçilerin bir kazanımı. Bu örgütlerin herhangi bir nedenle işlevsizleşmesi ve tamamen kullanılamaz olması, işçi sınıfının kendisini başka şekillerde ifade etmesine yol açacaktır. 

Günümüzün uzlaşmacı/işbirlikçi sendikalarının yapılanması, siyasi iktidarların yapılanma ve hiyerarşisine benzeyen yöntemlerle olmaktadır, ama sınıf örgütleri işçi sınıfının bilincinde meşru ve tarihsel kazanımlar olarak yer almaktadır. Sendikalar bir yandan “etkisizleştirilmiş, yıldırılmış, ürkütülmüş” bireyleri barındırırken, çok daha aktif ve kendi kaderlerini ellerine almak isteyen mücadeleci unsurların olduğu da bir gerçektir. Bu örnekleri başka sınıf örgütleri için de vermek olanaklıdır. 

İlerilik ve geriliklerin burjuva toplumda bir arada yaşanması bizzat kapitalist üretim tarzının parçalayıcı, yabancılaştırıcı doğasının bir sonucudur. Bu nedenle “etkisizleştirilmiş, yıldırılmış, ürkütülmüş” bireylerin varlığı kapitalizmin kaçınılmaz bir sonucudur. Örneğin, daha 1850’lerde 

… işçi ve emekçi kitlelerine karşı sanayi kapitalizminin kurumlarını hızla pekiştirmeye yönelen sanayi burjuvazisi, devlet olanaklarından alabildiğine yararlanmaya başlamış; Paris kentini dünyanın bu yeni dönemdeki toplumun gerekleri açısından yıkılıp yeniden kurulmuş ilk başkenti yapmıştır. Caddeler genişletilmiş; kendi yaşamlarının süren karanlığı karşılığında aydınlatılan yeni bulvarlardan kentin çalışan nüfus kesimi önceleri bir seyirci, sonraları ise meta kültürünün gözü kamaşmış hayranı olarak gezinmeye başlamıştır. Eski Orta Çağın kent yapısı içindeki mahallelerinde bir arada ve yoğun bir biçimde kendi aralarında yaşayan yoksullar, bu kapalı dünyalarının yeni kent planlaması ile kalmaması sonucunda, kentin gelişkin semtlerinde oturan egemen sınıfın kültürel denetim düzenlemeleri altında kentin her yerinde, fakat değişik roller ile yaşamaya başlamışlardır.(9) 

Benjamin bu açıdan “modern dönemin toplumsal hayatının gerçek yaşam deneyiminde erozyona yol açtığını söylemektedir.”(10) Benjamin bu konuda üç olgu üzerinde durur: 

Öğeleri arasında bir tutarlılık ve bütünlük olan öykü anlatma (öyküleme/narration) yerine, modern dönemde, çözülmeci ve tutarlılıktan yoksun enformasyon’a geçilmesi ve bunun günümüzde başat iletişim tarzı haline gelmesi… Modern hayatta algılarımızda, sarsıcı (traumatic) şokların, belirtken uyarılar olarak, gitgide daha başat bir duruma gelişi… Baudelaire’in sanat çalışmasında kalabalığın rolünü değerlendirme biçimine karşı eleştirel bir tutum…(11) 

Baudelaire “kalabalıkların içindeki …insanın düşünür-gezer ( âneur) ile bir ve aynı sayılabileceği anlayışındadır.” Benjamin’e göre ise “bu tür bir bakış, onaylanması zor bir bakış tarzıdır. Kalabalıklar düşünür-gezer olmaktan çok uzaktır.”(12) 

Baudelaire’in düşünür-gezer insanı 19. yüzyıl Parisi’nde, çalışmayı reddeden, pasajlarda aylakça gezinen kalabalıklar içinde yalnız insandır. “Bu yeni dönemde ‘pazar’a ziyarette bulunan fakat görünüşte aylakça gezinip etrafa bakınan intelligentsia gerçekte kendini satmak için, onu satın alacak birini aramakta… ekonomik konumunun belirsizliği nedeni ile siyasal işlevlerinde de belirsiz bir durumda bulunmaktadır.(13) 

Benjamin şöyle der: “Paris’te açılan ve alış-veriş yapmaksızın da girilip içinde gezilebilen, vakit geçirilebilen büyük mağazalar düşünür-gezer için Tarih tarafından hazırlanmış en son şaka olmuştur.”(14) 

Leo Löwenthal Horkheimer ile yaptığı mektuplaşmalardan birinde kapitalizmin bu son şakası üzerine şu değerlendirmeyi yapar: “…insan ve doğa üzerinde makinenin ve çeşitli organizasyonların acımasız etkileri ile günümüzde kendini ifade eden bütün bir üretim idea’sının bilinçaltı düzeyinde de, bilinç düzeyinde de toplumun çoğunluğu üzerinde yarattığı izler dehşet ve nefretle doludur.”(15) 

Horkheimer cevabi mektubunda kapitalizmin tüketim kıskacında insanı deliliğin sınırlarına götürdüğüne söyler: 

… bu toplumda, boş zamanlarında insanı yöneten mekanizmalar, aynı insanı çalışırken yöneten mekanizmalar ile bir ve aynı. Hatta şunu dahi söyleyebilirim ki, tüketim alanındaki davranış kalıplarını anlayabilmenin anahtarı, modern insanın endüstrideki konumunda, fabrika ve işlikte yüklendiği işlerde, büro ya da atölyedeki örgütlenme biçiminde bulunuyor… yemek, içmek, bakmak, seyretmek, sevmek, uyumak birer ‘tüketim’e dönüşmüştür. Tüketim, artık, insanı işliklerinin içinde iken de dışında iken de bir makineye dönüştürmüş bulunuyor… Günümüzün toplumlarında insanoğlunun uyku saatlerinin dışındaki hali ayrıntılarına varana dek düzenlenmekte olduğu için, gerçek bir kaçış, ancak uyumakla ya da delilik içinde olabiliyor…(16) 

Bir bütün olarak değerlendirildiğinde Frankfurt Okulu üyelerinin çalışmaları “kitle kültürü” ve “kitle toplumu” konusunda oldukça geniş bir panorama sunmaktadır. Genel olarak Frankfurt Okulu’nun “kitle kültürü”ne yaklaşım ve algılayışını şu cümleler net bir şekilde ifade etmektedir: 

Frankfurt Okulu kitle kültüründen hiç hoşlanmıyordu. Nedeni, kitle kültürünün demokratik bir kültür oluşu değildi. Tam tersine, demokratik olmayan bir kültür oluşu idi. Onlara göre ‘popüler kültür’ kavramı da ideolojik bir biçimde kullanılmaktaydı. Kültür endüstrisi gerçek bir kültür değil, kendiliğindenliği olmayan, şeyselleşmiş bir kalıp kültür üretmektedir. Eski günlerdeki gibi, birbirinden farklı yüksek kültür ve alt-kesimlerin kültürü diye iki ayrı kültür de kalmamıştır, modern kitle toplumunda. Bu farklılık, bu ayrılık bile kitle kültürünün ‘stilize barbarlığı’ içinde erimiş, yok olup gitmiştir.(17) 

Frankfurt Okulu temsilcilerine göre modern kapitalist toplum, ekonomik ve siyasal merkezileşme, standartlaştırma, sıradanlaştırma, herkesi ve her şeyi birbiriyle benzer hale getirme yoluyla eski kültürel ayrımları ortadan kaldırmakta ve tümünün yerine bir “kitle kültürü” koymaktadır. Frankfurt Okulu modern toplumun bir “kitle toplumu” haline gelmesinin bir sonucu olarak özgür ve bağımsız bireyin yaşam alanının da kalmadığını, olanlarında toplumsal dönüşüm sırasında devre dışı kaldığına inanmaktadır. 

Jose Ortega y Gasset: “Çağımızın Hâkimi”; “Kütleler”! 

Jose Ortega y Gasset’in Bedir Yayınevi tarafından yayınlanan, Kütlelerin İsyanı adlı kitabının takdimini yapan Nejat Muallimoğlu, “çağımızın hâkimi, üç nesil içinde tarih sahnesine çıkarılan, onu taşıran bu insanlar kim?” diye soruyor. Ve “modern dünyanın gerçeklerini anlayabilmek, her şeyden önce, bu insanların, ‘kütle adamı’nın ruhî yapısını bilmekle olur,” diyerek hem problemini hem de yöntemini ortaya koyuyor. İlk söylenmesi gereken nokta bizim yöntemimizin kesinlikle bu olmayacağı ve olmaması gerektiğidir. 

“Kitle Toplumu”nu oluşturan kalabalıklar “çağımızın hâkimi” değildir. Çağımızın hâkimi, burjuva kapitalist bir dünya düzeni içinde olmanın da zorunlu bir gereği olarak burjuvazi ve onun değişik katmanlarıdır. “Kütle insanı” en fazlasından yaşanmakta olan toplumsal değişim ve dönüşüm sürecinin sonucunda, kendini çevreleyen dünyayı algılamak ve anlamak imkânlarından yoksun bırakılmak istenen bir “kurban”dır. Diğer yandan “kütle toplumu”nun ve “kütle insanı”nın ruhî yapısı üzerinde yapılacak çalışmalar nedenlerden çok yaşanmakta olan sürecin sonuçlarına dönük cevaplar verecektir. 

Ortega y Gasset’e göre insanlar yaradılışları itibariyle “seçkinler” ve “vasıfsızlar” olarak ikiye ayrılmışlardır. Yine toplumların yaradılışları itibariyle, her zaman yöneten bir azınlık ve yönetilen bir azınlık olmuştur. Şimdiki sorun ise “çağlar boyunca sosyal sistem içinde yerlerini bilen” bu tehlikeli kalabalıkların tekrar eski konum ve yaşamlarına dönmeleri ve toplumun yönetimini tekrar eski “sahipleri” olan “seçkinlere” bırakmalarıdır. 

“Alelâde insanın da artık herkesin kanun önünde eşit olduğunu öğrenmesi” kuşkusuz Gasset için önemli bir sorundur, çünkü 

yiyecek sıkıntısının sebep olduğu huzursuzluk anlarında, güruh ekmek aramaya koyulur ve onu elde etmek için kullandığı vasıtalar da, umumiyetle fırınlara saldırıp, kırıp dökmektir. Bu, günümüzün kütlelerinin kendilerini ayakta tutan medeniyete karşı, daha büyük ve mutlak ölçüde takındıkları davranışın bir sembolü olarak ele alınabilir.(18) 

Dolayısıyla Gasset kendilerini aç bırakan sisteme karşı “kütlelerin” sessiz bir şekilde ölerek saygı göstermelerini istiyor. Çünkü, diyor Gasset, o sistem onları “ayakta tutan” sistemdir. Aç da bırakabilir, susuz da! Mutlak itaat… Günümüz krizini “çözme” peşindeki tüm dünya hükümetlerinin Gasset gibi bir ekonomi bakanı arzuladığı sanırız şüphe götürmez… 

“Ta ki, her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar…” 

İhtiyaçlarını asgari düzeyde karşılayabilen insanlardan kurulu bir toplumsal düzende, iktidar sahipleri belirli oranlarda yanılsamalar yaratabilir. İnsanların çoğunluğu bu yanılsamalar karşısında sesiz bir kabul içinde olabilir ya da sistem sorunlarını eleştirmek ve/veya değiştirmek konusunda isteksiz davranabilir. 

Diğer yandan asgari ihtiyaçlarını dahi karşılayamayan insanlardan oluşan bir toplumsal düzende (örneğin günümüz dünyasında) iktidar, ne kadar güçlü kitle iletişim araçları desteğine sahip olursa olsun bir “kitle toplumu” yaratamaz. Hiçbir kitle iletişim aracı milyonlarca işsizin zihninde aslında bir işi olduğu, aç ve açıkta olmadığı yanılsamasını yaratamaz. Hiçbir “kitle kültürü” ürünü, gündelik yaşamın bu eksisini artı yapamaz. 

Öyleyse sorun nerede? Günümüzün tekelci kapitalist devletleri emperyalist yağmayla büyük kapitalist merkezlerde işçi sınıfının ve emekçi halkların bir kısmının asgari ihtiyaçlarını genellikle karşılamakta ve niceliği koşullara göre değişen bir işçi aristokrasisinin oluşumunu sağlayabilmektedir. Gelirini küçük ve orta ölçekli ticaretle sağlayanların ve büyük şirketlerde orta ve üst kademe görevler üstlenen çalışanların oluşturduğu küçük burjuvazi de toplumun alt ve üst kesimleri arasında bir katalizör işlevi görebilmektedir. Bu sayede kapitalist sistem rutin krizlerine “geçici çözümler” üretebilmektedir. Bu rutin krizlerin ortaya çıkardığı geçici çözümlerin faturasını ödeyen emperyalist boyunduruk altındaki işçi sınıfı ve emekçi yoksul halklar ise emperyalizmin, yerel iktidar sahibi burjuvazi ile işbirliği sonucu genellikle otoriter ve şiddet yoğun rejimler altında bulunmakta ve bir “sopa-havuç politikası” aracılığıyla idare edilmek istenmektedir. Bu ise krizlerin genel ve mutlak olduğu bir gündelik yaşam düzeni yaratmaktadır. 

Bugün yaşadığımız devasa dünya ekonomik krizi ise bütün dünyada işçi aristokrasisinin erimesine, toplumun daha az sayıda kesiminin asgari ihtiyaçlarını karşılayabilmesine, küçük ve orta ölçekli ticaret erbabının gelirlerinin azalmasına ya da tamamen yitirilmesine, orta ve üst kademe yöneticilerin işlerini kaybetmesine, bir bütün olarak toplumun genelinde hızlı bir proleterleşmeye yol açabilmektedir. İşte bu “kitle toplumu”nun gerçeğin duvarına tosladığı birçok andan biridir. Kuşkusuz eskinin hâkimiyeti yerini kolayca yeniye bırakmak istemeyecektir… 

Bu çerçeveden hareketle kapitalizmin tüm dünyada bir “kitle toplumu ve kültürü” yaratma çabası bir gerçektir. Bu çaba genel anlamda kapitalist merkezlerde daha fazla, geri bıraktırılmış ülkelerde daha az sonuç vermekte, ama bir bütün olarak bir “kitle toplumu” nihai anlamda söz konusu olamamaktadır! 

Bunun nedeni bizzat kapitalizmin yapısal karakteridir. Kapitalizmin özel mülkiyete dayalı, kâr amaçlı yapısı sermaye güçleri arasında rekabeti zorunlu kılar; “yedek sanayi ordusu” bu sosyoekonomik yapının kaçınılmaz bir sonucudur. Burjuvazi, aşırı üretime dayanan sermaye krizlerini, başta işçi sınıfı olmak üzere çalışan kesimler üzerinde ancak yıkım yaratarak aşabilir, günümüz dünya ekonomik krizinde olduğu gibi… 

Bu nedenle “kitle toplumu ve kültürü” burjuvazinin yaratmak istediği, belirli dönemlerde ve oranlarda da “başardığı” ama yukarıda sıraladığımız yapısal nitelikleri nedeniyle sürekli ve mutlak şekilde egemen kılamayacağı bir düştür. Kuşkusuz kolay vazgeçmeyeceği bir düş! 

“Kitle toplumu ve kültürü”nün bu ideolojik görünümünün parçalanması, “yeni ve başka bir toplum umudu”nun şemsiyesi altında kitleleri toplayacak bir enternasyonalist devrimci sosyalist önderlikle olanaklıdır. İnsanlık ya üretici güçlerdeki olağanüstü gelişim olanaklarıyla umuda, ya da kapitalizmin üretici güçleri tahrip etmesiyle yıkımın araladığı kapıdan geçerek barbarlığa gidecek. Eğer bugün uluslararası ölçekte “kitle toplumu ve kültürü” olgusunun nihai olarak gerçekleştiğini düşünüyorsak, bu durumda geri dönüşü olmayan bir kapıdan geçmiş bulunuyoruz: umudun değil ama barbarlığın kapısından… 

Ama insanlık henüz o kapıdan geçmedi, yaşadığımız devasa dünya ekonomik krizi bir yandan büyük yıkımlar yaratırken diğer yandan yeni umutların yeşermesi için her zamankinden daha olgun ve uygun koşulları da beraberinde getirmekte… Öyleyse Marx’a kulak verip “koşulların bağırdığı” günümüzde yeni bir toplum için raks etmenin zamanıdır… 

Burjuva devrimleri, 18. yüzyılın devrimleri olarak, hızla başarıdan başarıya atılıyorlar, onların dramatik etkisi kendilerini de aşıyor, insanlar ve şeyler, elmasların parıltılarının cazibesine yakalanmıştır sanki, sık sık vecde gelmek, toplumun sürekli durumu olmuştur, ama bu devrimler kısa sürelidir. Çabucak, en yüksek noktalarına varıyorlar ve devrimin fırtınalı döneminin sonuçlarını soğukkanlılıkla ve ağırbaşlılıkla kendine mâl etmeyi öğreninceye kadar, uzun bir huzursuzluk toplumun yakasına yapışıyor. Buna karşılık, proletarya devrimleri 19. yüzyılın devrimleri olarak, durmadan kendi kendilerini eleştirirler, her an kendi akışlarını durdururlar, yeni baştan başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş gibi görünene geri dönerler, kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları ile ve zavallılığı ile alay ederler, hasımlarını, salt, topraktan yeniden güç almasına ve yeniden korkunç bir güçle karşılarına dikilmesine meydan vermek için yere serermiş gibi görünürler, kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında boyuna, daima yeniden gerilerler, ta ki, her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar: Hiç Rhodus, hiçc salta! Gül burada, raks etmelisin!(19) 

Temmuz 2009 

Kaynaklar: 

Alan Swingewood, Kitle Kültürü Efsanesi; Bilim ve Sanat Yayınları; 1985
Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felesefesinin Sonu; çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, 1979
Friedrich Engels, Anti-Dühring; çev. Kenan Somer, Sol Yayınları, 1977
Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i; çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, 1990
Karl Marx, Kapital; çev. Alaattin Bilgi; Sol Yayınları, 1986, cilt 3
Martin Jay, Diyalektik İmgelem; çev. Ünsal Oskay, Ara Yayıncılık, 1989
Nahuel Moreno, Proletaryanın Devrimci Diktatörlüğü; çev. Hakan Gülseven; Atölye Yayınları, 1998
Ortega Y Gasset, Kütlelerin İsyanı; çev. Nejat Muallimoğlu, Bedir Yayınevi, 1992 Ünsal Oskay, XIX. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişimin Kültürel İşlevleri, Der Yayınları, 1993
V. İ. Lenin, Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması; çev. Cemal Süreyya, Sol Yayınları, 1989
Walter Benjamin, Pasajlar; çev. Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları, 1995
Wright Mills, İktidar Seçkinleri; çev. Ünsal Oskay, Bilgi Yayınevi,1974 

Dipnotlar:

1.) Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, 1979, s.29-30. 

2.) Nahuel Moreno, Proletaryanın Devrimci Diktatörlüğü, çev. Hakan Gülseven, Atölye Yayınları, 1998, s.52. 

3.) İbid.., s.53.

4.) İbid., s.54.

5.) Martin Jay, Diyalektik İmgelem, çev. Ünsal Oskay, Ara yayıncılık, 1989, s.260.

6.) Wright Mills, İktidar Seçkinleri, çev. Ünsal Oskay, Bilgi Yayınevi,1974, s.418.

7.)  İbid., s.419.

8.) V. İ. Lenin, Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, çev. Cemal Süreyya, Sol Yayınları, Eylül 1989, s.11. 

9.) Ünsal Oskay, XIX. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişimin Kültürel İşlevleri, Der Yayınları, 1993, s.77 

10.) Martin Jay, Diyalektik İmgelem, çev. Ünsal Oskay, Ara yayıncılık, 1989, s.301. 

11.) İbid., s.301.

12.) İbid., s.301, (Benjamin’den alıntı). 

13.) Ünsal Oskay, XIX. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişimin Kültürel İşlevleri, Der Yayınları, 1993, s.85 (Benjamin’den alıntı). 

14.) İbid., s.85 (Benjamin’den alıntı).

15.) Martin Jay, Diyalektik İmgelem, çev. Ünsal Oskay, Ara yayıncılık, 1989, s.307. 

16.) İbid., s.307-308.

17.) İbid., s.312 

18.) Ortega Y Gasset, Kütlelerin İsyanı, çev. Nejat Muallimoğlu, Bedir Yayınevi, 1992, s.52. 

19.) Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, 1990, s. 18.