Türk Devrimi

Christian Rakovsky

Christian Rakovsky bir gazeteci, yazar, diplomat ve tıp doktoru olmanın yanı sıra Balkanlar ve Doğu Avrupa komünist hareketinin tarihsel kurucularındandır.

Bulgaristan doğumlu bu Romanya yurttaşı, bölge ülkelerindeki sosyalist örgütlenmelerin temellerini atmış, Fransa ve Almanya’daki sol yayınlara Balkanlar üzerine makaleler yazmış, tutuklanmış ve pek çok ülkeden sınır dışı edilmiştir. Birinci Dünya Savaşı öncesinde İkinci Enternasyonal yönetiminde bulunan Rakovsky, savaş yıllarında enternasyonalist politikaları savunarak Zimmerwald konferansına katılmıştır.

Rakovsky, Ekim Devrimi’nin hemen sonrasında geldiği SSCB’de de önemli görevler üstlenir. Lenin tarafından Ukrayna Sovyet Cumhuriyeti geçici başbakanlığına atanır, ardından bu ülkede iç savaş koşullarında bakanlıklarda ve parti örgütlenmesinde çalışır. Yine bu dönemde Komünist Enternasyonal’in kuruluşuna katılır.

1923’ten itibaren SSCB’nin Londra ve Paris büyükelçiliklerine getirilen Rakovsky, SSCB’nin dış ilişkilerinde birinci dereceden sorumluluk üstlenmiştir. SSCB’yi bürokratikleşme ve profesyonel yozlaşma tehlikelerine karşı uyaran Rakovsky, 1941’de Stalin’in emriyle öldürülür.

Osmanlı İmparatorluğuna bağlı bir ülkede doğan Christian Rakovsky’nin aşağıdaki yazısı, 1908 Devriminin hemen sonrasında Fransa’daki Le Socialisme sayfalarında yayımlanmıştır.

Abdülhamid’in baskı rejiminin yakılışını ve Jöntürk devrimini coşkuyla selamlayan Rakovsky bu yazısında devrimi yolundan saptırabilecek olumsuzluklara da işâret ediyordu. Jöntürklerin, Türkiye halklarının gönüllü birliğini kuracak ve en geniş özgürlükleri sunacak bir federasyon yerine Sarayla uzlaşmayı ve merkeziyetçi politikaları tercih etmelerinin nasıl sonuçlar verdiğini gayet iyi biliyoruz. Rakovsky’nin sözünü ettiği “Ya Otonomi, Ya Anatomi” sloganıysa güncelliğini hâlen koruyor.

Marxists.org’daki İngilizce versiyonundan Sedat A. Şenoğlu tarafından çevrilmiş, yine aynı internet sitesindeki Fransızca orijinaliyle Güneş Çelikkol tarafından karşılaştırılmıştır ve ilk defa Sendika.Org’da yayımlanmıştır.

*  *  *

Rusya ve İran’dan sonra şimdi de Türkiye devrimci harekette yerini aldı. Türk Devrimi’ni diğerlerinden ayıran ise, hızlı gelişimi ve -en azından görünüşte- çabuk gelen başarısı oldu. İsyancı ordu iki haftalık sürede Makedonya’nın hakimi oldu. Dehşet içinde kalan Sultan yeni bir anayasanın yapılması veya 1876’dakinin yeniden yürürlüğe sokulması konusunda anlaşmaya varmak zorunda kaldı. Bu, Avrupa’daki son otokrasinin alaşağı edilmesidir.

İlk Türk Anayasası ilân edildiğinde İstanbul’daki Rus elçisi General Ignatief’in verdiği “Rusya’nın Anayasası olmayan tek Avrupa ülkesi olmasına izin vermeyeceğimiz” demeci artık bir anlam taşımıyor günümüzde. Avrupa’nın tamamı en azından teorik olarak Anayasa sahibi.

Türkiye’deki değişimler topyekûn bir ilgi uyandırdıysa bu daha çok ünlü “Doğu Sorunu” bağlamında olmuştur. Acaba bu sorunun çözümünün başlangıcında mıyız ve böylece savaşın en önemli nedenlerinden birini ortadan kaldırıyor muyuz?

Kuşkusuz, eğer bu sorunun tamamen çözülmesinden Türkiye’nin doğusunda yaşayanların kendileri dışında menfaati olacak bir kesim varsa o da işçi sınıfıdır. Türkiye, günümüzde bütün devletlerin emperyalist ve kapitalist komplolarının açık hedefidir. Hepsi, topraklarının bir kısmını ele geçirmek için imparatorluğun yıkılmasını beklerken aynı zamanda içeriye daha fazla nüfuz etmenin, ekonomik imtiyaz ve öncelikler edinmenin arayışındadır. Bu noktada “Hasta Adam”ın mallarının daha kendisi ölmeden büyük bir başarıyla paylaştırıldığını söylemek mümkündür.

Kendini korumak dışında bir şeyle âlâkası olmayan Sultan ve onun despotik, rüşvetçi bürokrasisi sayesinde bütün ülkelerin kapitalist akbabaları, muzaffer kapitalizmin simsarları bu koca imparatorluğun en ücra köşelerine sızmayı başardılar. Bulgar, Romen, Sırp, Yunan ve diğerlerinin milliyetçi propagandaların peşinde ateşle oynayarak; askerî güç ve parayla nüfuzlarını genişletmeye çalışarak her türlü karışıklıkta parmak sahibi oldular. Tüm bunlar herkes tarafından yalnız bırakılmış Türkiye halkının umutsuzluğunun ve Sultan’ın tiranlığına karşı güçsüzlüğünün, komşu ülke uluslarının çevirdiği entrikaların, sözde koruyucu güçlerin doymak bilmez iştahlarının giderilmesinin pahasına oldu. Oysa Doğu Sorunu’nu yalnızca, tüm bu zararlı faktörlerin etkisini bertaraf ederek ya da azaltarak Türkiye halklarına inisiyatif veren bir devrim çözebilir. Yalnızca yeniden doğmuş, demokratik ve güçlü bir Türkiye ünlü “Sen Karışma Gladstone*” başarısını tekrarlayabilir ve yakında, uzakta tüm komşularının arasında ateşlenmek istenen Türkiye’nin parçalanması arzusunu kursaklarında bırakabilir.

Bu değişimin barış ve işçi sınıfı davası için getireceği sonuçlar saymakla bitmez. Genel olarak söylemek gerekirse (burada Doğu ve Yakın Doğu halklarının tarihsel olarak çok önemli bir uyanışı vardır) kapitalist imparatorluğun saldırgan ve hırslı emperyalizminin hezimete uğratılması, kuşkusuz, ulusal çaptaki iş örgütlenmesindeki aşırı üretim ve kapitalist anarşiden kaynaklanan zorluklara çözüm bulunmasında etkili olacaktır. Kolonyal güvenlik sübabıysa artık yoktur, eninde sonunda toplumsal bir çözüm bulunmak zorundadır.

Türk Devrimi’nin bu genel ve esas sonuçlarının ötesinde, gelecekleri Türkiye’ye bağlı olan bütün Balkan ve Batı toplumlarının dış politikası açısından da çabuk ve daha pratik sonuçları olacaktır. Bu belki bölgedeki gerilimlerin silahsızlanma temelinde azalmasını sağlayacaktır. Bundan dolayı tekrar ediyoruz ki, işçi sınıfı, Türk Devrimini heyecanla selamlamalıdır.

İyi ama bir devrim mi, yoksa fazla önemli sonuçlar yaratmayacak bir askerî darbe mi görüyoruz? Bunu, gelecek gösterecek. Ancak diğer yandan, Türk devrimi başladığı günden beri yoldan çıkabileceğinin tehlikeli sinyallerini veriyor. Hiç kuşku yok ki, Türkiye’de barış ortamını sağlamanın tek yolu ihtiraslara kapılmaksızın özgürlüklerin azamî ölçüde sağlanmasıdır. Bu, imparatorluğun farklı halklarının taleplerinin karşılanmasını ve onları dayanışma ruhu altında toplamayı da beraberinde getirir. Ne yazık ki Jöntürklerin gücü bu açıdan bakıldığında tamamen yetersizdir. Onların talepleri ve arzulananın hayli uzağında olan 1876 Anayasası ise Sultan’ın otokratik gücüne neredeyse hiç dokunmuyor.

Diğer yandan Jöntürklerin, çürümekteyken buldukları İmparatorluk üzerine akıllarında sadece tek bir şey var: Merkezî iktidarı olabildiğince sağlamlaştırmak. Sultan’ın otokrasisinin yerini ondan pek de farkı olmayan oligarşininki alacak gibi. Oysa hâlâ farklı bölgelerindeki dillere, geleneklere, ekonomik ve sosyal şartlara uyum sağlamaktan uzak bir rejime sahip Türkiye gibi bir ülke yoktur. Jöntürklerin görmezlikten geldiği tam da budur işte. Oysa imparatorluğun tüm halklarının oluşturacağı bir federasyon çatısı altında kendi kurtuluşlarının da yattığını ve “Ya federasyon, Ya parçalanma” anlamına gelen “Ya otonomi, Ya anatomi” (Ya özerklik, Ya teşrih bıçağı) şeklindeki eski sloganın günümüzde her zamankinden daha mümkün tarihsel bir gerçek olduğunu anlamak istemiyor Jöntürkler.

Şimdiki duruma bakılırsa Türkiye halkları uzun ve kanlı mücadelelerden sonra, 32 yıl önce, 1876 Anayasasında yarı-mutlakiyetçi merkezi hükümet tiranlığından daha azını veren bir düzenlemeyi kabul etmiş olacak. Türk Devrimi’nin gelişimi sürecinde karşılaşılabilecek zorlukları görmezden gelmiyoruz ama Jöntürkler bizzat kendileri Abdülhamid ile masaya oturmaya istekli olduklarından her şeyi mahvediyorlar. Bu bir anlamda şeytanla masaya oturmak gibidir ve biz ina
nıyoruz ki hareket açısından zararlı olacaktır. Türk Devrimi’nin başarılı olabilmesi için tek bir yol vardır. O da, Türkiye halklarını gerçekten devrimci ve demokratik bir program çerçevesinde ırk ve inançlarından bağımsız biçimde bir araya getirmektir. Ama Jöntürk partisi bunu sağlamaya muktedir midir?

Jöntürk hareketinin toplumsal niteliği gerçekte nedir? Türk işçi ve köylüleri hâlâ din adamlarının etkisi altındadır. Aralarında bazılarının gerçekten Jöntürklere sempati duyduğu Müslüman burjuvazi pek bir önem taşımamaktadır. Uzun tarihsel gelişim içinde Hıristiyan burjuvazi endüstri ve ticaretle uğraşırken Türk burjuvazisi askerlik ve devlet hizmeti kastının 
bir parçası hâline gelmiştir.

Jöntürklerin etkin oldukları tek ortam ordu ve bürokrasidir. Bu iki unsur devrimin ancak kısa süreli başarısını sağlayabilir. Sultan’ın zekice bir entrikası, Jöntürklerin büyük bir bölümünü iktidara çağırması, tüm hareketin düzenini bozabilir ve hareketi tehlikeye atabilir. Jöntürkler Hıristiyan burjuvaziden ve işçi sınıfından katıksız bir destek bulabilir, Müslüman güruhun desteğini de onlara bazı önemli reformlar vaat ederek kazanabilirler. Ancak böyle bir işe kalkışacak basiret ve medeni cesarete sahipler mi?

Gelecek, bize, bunu yapabilmeye muktedir olup olmadıklarını gösterecek. Jöntürklerin tavırları, duruşları çerçevesinde Türk Devriminin duvardaki delikleri kapatmaya yarayan bir duvar kâğıdı mı, yoksa siyasî ve toplumsal sonuçları bütün insanlığa yeni şeyler kazandıracak bir hareket mi olduğu belli olacak.

*William Ewart Gladstone (29 Aralık 1809-19 Mayıs 1898), İngiliz Liberal Partili devlet adamı ve Başbakan. Anti-Türk fikirleri ve Osmanlı (kendi deyimiyle Türk) hükümeti karşıtı duruşuyla bilinir.

(1 Ağustos 1908, Le Socialisme)