İspanya’da geçiş dönemi: Bir ihanetin tarihi

Josep Lluís

Franco’nun öldüğü 1975 yılı ile ilk PSOE (İspanyol Sosyalist İşçi Partisi) hükümetinin kurulduğu 1982 yılları arasında İspanya’da Transicion olarak adlandırılacak bir geçiş dönemi yaşandı. Bu dönem, yeni Monarşik rejimin Franco’nun emriyle işbaşına geçirilen bir kral ve onun kurumlarının iskeletini korumakla yükümlü bir rejimle sağlamlaştırıldığı bir süreci beraberinde getirdi.

Monarşi, işçi sınıfının geniş kesimlerince reddedildi ve genel bir güvensizlik duygusu yarattı. Bu dönemde etkileyici bir kitle hareketinin, neredeyse 40 yıllık bir diktatörlük rejimini alaşağı etmesiyle oluşan dönüşüm hayalleri, özgürlük beklentileri ve Portekiz’deki devrimci süreç tüm işçi sınıfını belirlemekteydi. Ne yazık ki, tüm bu beklentiler Solun iki büyük partisi PCE (İspanyol Komünist Partisi) ve PSOE’nin izlediği politikalar ve ihanetler sonucunda yerini derin bir hayal kırıklığına bırakacaktı. PCE’nin diktatörlükten demokratik kopuşu engelleyerek ve rejimle pazarlıklara girerek oynadığı rol ve bir süre sonra PSOE’nin hükümet olarak işbaşına gelmesi sayesinde işçi sınıfı ve İspanyol devleti topraklarında yaşayan halkların taleplerine ihanet edildi, Monarşinin talepleri benimsendi, söz konusu aşama tamamlanamadan rejim sağlamlaştırıldı. Baskı altındaki ulusların ve halkların demokratik sorunları reddedildi, Monarşinin, toprak ağalarının ve bankaların işçi sınıfı ve yoksul köylülük üzerindeki ayrıcalıkları sağlamlaştırıldı. Kilise, Frankoculukla işbirliği sayesinde kazanmış olduğu ayrıcalıklarını korudu. Böylece Frankoculuk ve sorumluları suskunluğun ve unutuşun güvencesi altında cezasız bırakıldı. Ama çözülmemiş sorunlar şimdilerde kapıyı çalmaya, Monarşi 30 yıl sonra sorgulanmaya başlıyor.

Franco’nun son yılları

20 Kasım 1975 tarihinde İspanyol diktatör Francisco Franco öldü. Portekiz ve Yunan diktatör meslektaşları devrimci kitle hareketleri tarafından yenilgiye uğratıldılar. Ama ne yazık ki, bu süreç İspanya’ya gecikerek ulaşacak ve bu gecikme “Öndere” son günlerini iktidarda geçirme fırsatı sunacaktı. Birkaç ay boyunca doktorlar, Monarşiye geçişi güvence altına almak ve rejime zaman kazandırmak adına diktatörün ölümünü geciktirmek için uğraştılar. Ölmeden hemen önce diktatörün söylediği gibi “her şey önceden ayarlanmalıydı ve iyi ayarlanmalıydı”.

Bu geçişin güçlüklerini kavrayabilmek için Frankoculuğu analiz etmekte yarar olacak. Franco rejimi, Cumhuriyete ve dahası yükselişte olan işçi hareketine karşı 18 Temmuz 1936 tarihinde ordu içinden bir kesimin başını çektiği faşist bir ayaklanmadan doğdu. Faşist ayaklanmaya karşı tarlaları ve fabrikaları zapt ederek işçi yönetimi ve kontrolüne sokan bir işçi devrimi patlak verdi. Almanya ve İtalya tarafından desteklenen Franco 3 yıllık (1936-39) korkunç bir savaşın sonunda zafere ulaştı. Bu savaş yılları boyunca Cumhuriyetçi saflarda yer alarak Stalin’in emrinde devrime ihanet edecek olan Komünist parti belirleyici bir rol üstlenmişti. Avrupa’nın “Parlamenter demokrasileri” Cumhuriyetin haçlıların ellerinde can vermesine göz yumdular, zira Faşist bir İspanya, bir İşçi Cumhuriyetine nazaran tercih sebebiydi.

Franco rejimi ordu, büyük toprak sahipleri ve finans burjuvazisince desteklendi ve Katolik kilisesince kutsandı. Yeni rejimin sağlamlaştırıldığı yıllar boyunca işçi ve halk hareketinin önderliği imha edildi. Olağan üstü hal rejimi 1948 yılına dek geçerliliğini korudu ve bu dönem boyunca 100-150 bin kişi idam edildi.

Faşist rejim temelde Bonapartist karakterli askeri bürokratik bir diktatörlüktü. Kurumlaşan rejimde faşist falanj partisi ideolojik referans olarak Milliyetçi Hareket’ten (Movimiento Nacional) besleniyor, şiddet devlet kurumlarından –Silahlı Kuvvetler, Polis ve Guardia Civil’ler-(1) güç alıyordu. Bunları bir süre sonra oluşturulan aşırı yetkilerle donatılmış özel mahkemeler, 1963 yılında kurulan kamu mahkemeleri ve nihayet 1968 yılında ilan edilen olağanüstü hal yasası takip edecekti.

İşçi sınıfı hareketinde yeniden inşa süreci ancak 50’li yılların ortasıyla sonlarında gerçekleşebildi. Komünist Parti, ileride ciddi bir güç haline dönüşecek İşçi Komisyonlarının (Comisiones Obreras, CCOO) kuruluşunu başlatmıştı. İşçi hareketiyle birlikte Katalonya ve Bask ülkesinde Franco tarafından her türlü tarihsel hakları ve dilleri inkâr edilerek baskı altına alınmış halkların başını çektiği güçlü bir ulusal hareket gelişmekteydi. 

“Önderin” son yıllarında işçi ve halk hareketindeki yükseliş iyiden iyiye rejimi tehdit eder hale geldi. Demokratik adımlar, 1974 yılında yaşanan Portekiz devriminin yarattığı korkuyla dizginleri elinden kaçırmaktan ürken rejim tarafından geciktirilmekteydi. Bu tarihten, diktatörün ölümüne dek rejimin şiddetinin dozu, işçi ve halk hareketine ağır darbeler indirmeye yönelen anti terör yasalarıyla daha da arttı. Birçok idam cezası infaz edildi ve cezaevleri binlerce kadın ve erkek devrimci tutsakla doldu. Bu son evrede üç olay kilit önem taşıdı ve rejimin çöküşünde başrol üstlenen güçler açısından belirleyici oldu; İşçi grevleri, Katalunya ve Bask ülkesindeki halk mücadeleleri ve son darbe olarak Sahra’nın Fas’ın eline geçmesine yol açan sömürge hezimeti.

Reform ya da Kopuş

Bu dönemde, yükselen seferberliklerin ve genel grevlerin sıcaklığında nefret edilen rejimin reform yoluyla dönüştürülmesi ya da ondan tümüyle kopulması doğrultusunda yoğun bir tartışma gelişmektedir. 1969 Temmuzu’nda Franco, rejimin temellerini kutsayan faşist bir metin olan Milliyetçi Hareket’in ilkelerine sadakat yemini eden Burbon prensi Juan Carlos’u varisi ilan eder. Söz konusu reform ya da kopuş tartışması temelde, rejimin devamcısı olarak Monarşiyi reforme etmek ya da demokratik bir kopuş olarak cumhuriyeti tercih etmek bağlamlarında açığa çıkmaktadır. Bu ikinci yönelimin etrafında kümelenen devrimciler açısından bu cumhuriyet bir işçi cumhuriyetine dönüşmeliydi. Ne var ki, PSOE ve PCE’nin tuttukları yol rejimin reforme edilmesinden yanaydı ve bu, Frankoculuk ve Monarşiyle bir anlaşmaya varılması anlamına geliyordu.

İşçi sınıfı ve halkların köklü bir demokratik yeniden inşa doğrultusundaki heyecanı, hakiki bir işçi devriminin gerçekleşemediği koşullarda, diktatörlüğün mirasçısı durumundaki rejimin meşrulaştırılmasına çabalayan güçlü politik ve sendikal aygıtların ağırlığı altında paramparça oldu. Frankoculuğun suçları, işbirlikçi parlamenter solun önderlerinin suskunluğu altında halının altına süpürüldü. Yargıçlar, sistematik baskının ve işkencenin sorumlusu polisler, mevkilerini korudu. Monarşi sorgulanamadı ve Cumhuriyetin gerekliliği olgusu sol açısından bir tabuya dönüştü.

Hareketin geniş kesimlerini kontrol etmekte olan kitlesel parti, Santiago Carrillo önderliğindeki PCE idi. PCE’nin gücü yalnızca CCOO’nun sendikal hareketinden kaynaklanmıyordu. Bu parti, aynı zamanda mahallelerde, köylerde ve entelektüeller arasında da geniş bir etki alanına sahipti. Politik düzlemde ise PCE, Enrico Berlinguer önderliğindeki PCI’den (İtalyan Komünist Partisi) sonra komünist partilerin söylem ve programlarının sosyal demokratlaştırılmasını öngören Avrokomünizm akımının başını çekmekteydi. Bu anlayış, Batı Avrupa’da devrimci bir sürecin olanaksızlığı analizine dayanıyor ve bu görevi belirsiz bir geleceğe havale ederek, burjuva parlamentarizmi ve seçimler yoluyla demokratik görevlere odaklanmaya yöneliyordu.

PCE, hükümetin dayatmalarına boyun eğerek kendi yasallaşması adına pazarlıklara girişti. Binlerce dürüst militan, Santiago Carrillo’yu Cumhuriyetin bayrağından vazgeçmiş olarak Monarşinin bayrağının altında gördüklerinde döktükleri gözyaşını halen hatırlamaktadırlar.

Carrillo, partinin yasalaşmasından iki gün sonra merkez komite toplantısına sunduğu bir raporda, “daima kızıl olan ve kızıl kalacak parti bayrağımızın yanına devletin resmi renklerini taşıyan bayrağını da yerleştirmeye karar verdik” diyecekti.

Esas olarak PCE tarafından hayata geçirilen eski rejimin reforme edilmesi politikası, tüm alanlarda sonuçlarını verecekti. Bunların en korkunçlarından biri sendikal alanda olanıydı. Rejimin doğrudan sendikası CNS (Ulusal Sendikalar Merkezi), diktatörlük altında onaylı yegâne sendikaydı ve ağır yaralıydı. İşçi sınıfının iki geleneksel sendikası UGT (Genel İş Birliği, PSOE eğilimli) ve CNT(Ulusal İşçi Merkezi, anarko-sendikalist) gizlilik koşullarında da olsa sokakları kazanarak kendilerini yeniden inşa etmekteydi. Diğer yandan CCOO, işyerlerinin büyük bir kesiminde belirleyici bir konuma sahipti. PCE’nin, rejimin doğrudan sendikasını reforme etme emrini vermesiyle CCOO, 1975 Haziranı’nda gerçekleşen son seçimlerde CNS önderliğini devirdi, diktatörlüğün kapıları açmasıyla CCOO, sendikal seçimlerde delegeliklerin %90’nını elde etti.

Ulusal Sorun ya da “Herkese Kahve” 

Frankoculuğun temel özelliklerinden biri de Katalonya ve Bask ülkesindeki herhangi bir ulusal hakka karşı vurduğu güçlü merkeziyetçi damgaydı. Franco’nun askeri ayaklanmasından sonra, faşist güçler arasında hayli yaygın olan “İspanya parçalanacağına kan kırmızısına boyansın” sözü, faşistlerin komünist ve sosyalist sola duyduğu nefretten daha fazlasını vatanın birliğini tehdit edebilecek ulusal uyanışlara karşı beslemekte olduklarını sembolize etmekteydi. Ulusal haklar için mücadele, sağlamlaşmamış Monarşi açısından tayin edici bir alanı işgal etmekteydi. 

Katalonya’da geçiş dönemi başlar başlamaz, CiU (Katılım ve Birlik) önderliğindeki burjuva ulusalcı hareket kitlesel bir destek kazandı. Frankoculuğa karşı mücadele boyunca bu kitlesel kontrol, aynı yıllarda İtalyan Komünist Partisine benzer şekilde geniş yığınlar üzerinde etki sahibi olan PSUC (Katalonya Birleşik Sosyalist Partisi, PCE’nin Katalonya’daki kolu) ellerindeydi. Ama PSUC’un Monarşiye karşı tavrı ve kendi kaderini tayin hakkı doğrultusunda mücadeleden vazgeçmesi, burjuva ulusalcılığının gelişmesine olanak sağladı. 

Bir diğer süreç, Bask ülkesinde yaşanmaktaydı. Bu bölgede PCE’nin kısmi bir geleneği söz konusuydu. Bölgede işçi ve madenci mücadelelerinin temsilcisi PSOE ve UGT iken, daha sonraları Bask burjuvazisi, zamanla güç kazanacak bir sendikanın, ELA’nın (Bask İşçileri Dayanışması) inşasına girişti. Ulusalcı gençlik içinden ETA (Bask Ülkesi ve Özgürlük) doğacak, bağımsızlıkçı Abertzale (Yurtsever) hareketi ise bir süre sonra Marksist olduğunu ilan edecekti. ETA ilk ölümcül saldırısını 1968 yılında, aynı zamanda II. Dünya Savaşında bir Gestapo işbirlikçisi olan ve sorgulardaki işkenceciliği ile ün yapmış Bask ülkesi sosyal politik polis masası şefi Meliton Manzanas’a karşı gerçekleştirdi. Burgos mahkemeleri olarak adlandırılan süreçte bir askeri mahkeme on altı bağımsızlık yanlısı Basklı militanı yargıladı ve bunlardan dokuzuna ölüm cezası verdi. Ulusal ve uluslararası düzeyde yükselen protesto dalgası öyle bir noktaya ulaştı ki, sonunda rejim ölüm cezalarını geri çekmek durumunda kaldı. Polis ve askeri yetkililere yönelik saldırılar sürdü ve 1973 yılında Franco’nun en güvenilir adamı Luis Carrero Blanco’nun öldürülmesiyle zirve noktasına ulaştı. 

Anayasayı sağlamlaştırma uğraşındaki rejimin bu gelişmelere yanıtı bir yandan İspanya’nın bölünmez bütünlüğünün altını çizmek, diğer yandan ise Suarez’in “herkese kahve” politikasında cisimleşen otonomi yönelimi oldu. Bu politika, temelde üç tarihsel ulusu –Katalonya, Bask ülkesi ve Galiçya- bölgesel yönetimlerle –örneğin devlet başkentinin çevresini kapsayan Madrid otonom yönetimi- ve hatta Kuzey Afrika’daki iki sömürge Ceuta ve Melilla ile iç içe geçirmeyi kapsamaktaydı. Böylelikle bu tarihsel ulusların herhangi bir talebi, kanun karşısında tüm otonomilerin eşitliği hayalinin kullanılması ve aralarında sık sık çatışmalar çıkmasının kışkırtılması suretiyle 17 otonom bölgeden oluşan bir okyanusun derinliklerinde yitip gidecekti. Katalan ve Bask burjuvazileriyle kendi otonom sınırları içinde Monarşinin kurumsallaşması yolunda varılan anlaşma bu süreçte kilit bir önem taşıdı. Bir kez daha –tarih boyunca sıkça rastlandığı üzere- bu burjuvaziler, halkların ulusal hakları yerine, içine yerleşmiş oldukları Monarşik devlet kurumlarının hizmetinde kendi ceplerini doldurmayı tercih etmişlerdi.

İşçi Sınıfının Kontrol Altına Alınması: Moncloa Anlaşmaları

Monarşiye dönüş, işçi mücadelelerini durduramadı –aksine şiddetlendirdi- bu durum ne pahasına olursa olsun değişmeliydi. Hükümet birikmiş ödemeler sorununun üstesinden gelmek için para basımını düşürmek bir yana yoğunlaştırdı. Bu durum, 1975 yılında %16,9’dan, 1976 yılında %20’ye ve nihayet 1977 yılı ortalarında %44’lere ulaşan muazzam bir enflasyon patlamasına yol açacaktı. Patronlar, işçi sınıfının taleplerinin önüne geçmek adına politik partilerle Moncloa anlaşmaları üzerinden pazarlığa giriştiler. Bu anlaşmalar Ekim 1977 tarihinde imzalandı. Hükümet, basın, toplantı, politik örgütlenme ve ifade özgürlükleri yönündeki bir dizi demokratik talep karşısında boyun eğdi ve Milliyetçi Hareket’i lağvetti. Ama bu anlaşmaların işçi mücadeleleri açısından sonuçları son derece ağır oldu. İş yerlerinde %5 oranında işten çıkartma kabul edildi, 1977 yılından, enflasyonun % 22 dolaylarında seyredeceği öngörülen 1978 yılına dek ücret artışları durduruldu. Gençler için mevsimlik sözleşmeler yürürlüğe girdi, ulusal para birimi üzerinde ilerde yeni enflasyonist baskılar yaratacak bir kur ayarlaması uygulandı. 

Ve tüm bunlardan daha da önemlisi sosyal barış dayatıldı ve işçi mücadelelerine boyun eğdirildi. Moncloa anlaşmaları hükümet adına Adolfo Suarez ve PSOE, PCE ve diğer parlamenter partilerin önderliklerince imzalandı. Anlaşmalar daha ilerde Kongre ve Senato’da yeniden ele alındı. PSOE ve PCE tarafından kontrol edilen iki büyük sendika UGT ve CCOO gelişmelere sessiz kaldılar ve boyun eğdiler. Böylece mücadeleler geriletildi ve ihanete uğramaya başladı, işçi sınıfının saldırılara yanıt verme kapasitesi zayıflatıldı. Monarşinin yerleşmesi için ödenmesi gereken bedel buydu. Ama bu hedef kolay gerçekleştirilemedi işçi sınıfı başını dik tutabilmek için direnmekteydi. Öte yandan hükümet sendikal aygıtları finanse etmek için para musluklarını açmaya başladı. 

Geçiş Başlıyor: Anayasal Pakt ve Rejimin Korunması

Franco’nun 1975 Kasımı’nda ölümüyle, Juan Carlos’lu Monarşinin halk reddiyesine ve devam etmekte olan işçi ve halk mücadelelerine karşı ilk sınavı da başlıyordu. Monarşi açısından kendini meşrulaştıracak ve Frankoculukla doğrudan bağlantısını görünmez kılacak formüller geliştirmek acil bir görev haline dönüşmüştü. Bu süreç “geçiş dönemi” olarak adlandırıldı ne var ki, bu sürecin temelini başına kralın getirildiği eski devlet aparatının –ordu, kolluk kuvvetleri, yargı- omurgasının korunması ve solun yeni parlamenter partilerini -PSOE, PCE- kapsayarak demokratik parlamenter bir işleyişe uygun hale getirilmesi oluşturmaktaydı. Bu partilerin yanı sıra kitle mücadeleleriyle iyiden iyiye öne çıkmakta olan ve sokaktaki gerçekliği yansıtan sendikalar açısından tek eksik yasallaşmaydı. Böylece silahlı kuvvetlerin ve devletin başı olarak kralın üstlendiği Bonapartizmi görünmez kılmayı başaramayan, burjuva demokratik öğelerle süslü melez bir rejim doğmuş oldu.

1978 anayasası işte bu anlaşmanın meyvesiydi. Söz konusu anayasal metnin üzerinde çalışan komisyon, aralarında birer PCE ve PSOE temsilcisinin de bulunduğu beş burjuva partisinin temsilcilerinden oluşturulmuştu. Komisyonun bileşimi başlı başına metnin sosyal içeriğinin habercisiydi. Monarşi solun sessizliği karşısında tartışmasız bir biçimde kendini dayatmaktaydı, komisyonda yalnızca sosyalist temsilci cumhuriyet lehinde oy kullandı; ekonominin kapitalist işleyişi garanti altına alındı, vatanın bölünmezliği, Bask ülkesinin ve Katalonya’nın kendi kaderinin tayin hakkının karşısında çıkarıldı. Kilise Frankoculuk sayesinde kazanmış olduğu ayrıcalıklı ilişkiyi ve eğitim üzerindeki belirleyici kontrolünü korumuş oldu. Toprak reformunun bahsi dahi geçmezken, büyük toprak sahipleri binlerce köylü ve rençperin sefaleti pahasına devasa topraklarını kurtardı… Ölmeden hemen önce diktatörün söylediği gibi “her şey önceden ayarlanmıştı ve iyi ayarlanmıştı”.

Anayasa metni, 6 Aralık 1978 tarihinde referanduma sunuldu. PSOE, PCE, CCOO ve UGT anayasaya evet çağrısı yapmalarına karşın, halkın %33’ü çekimser oy kullandı ve bu nedenle “evetler” -15,7 milyon- tüm nüfus içinde %58’lik bir oy oranına ulaştı, “hayırlar” -1.4 milyon- ise % 8’lik bir oy oranına tekabül etmekteydi. Bask ülkesinde “evetler” oyların %50’sine ulaşmamıştı. Monarşi hala sorgulanmaya devam ediyordu. Anayasanın kabulünün ardından ilk genel seçimler için süreç de başlamış oldu. Burjuvazi, kendisine süratle bir burjuva demokratik parti izlenimi veren, Hıristiyan demokrat ve Avrupacı bir parti bulmak zorundaydı.

Yalnızca Katalonya ve Bask ülkesinde bazı burjuva sektörler Frankocu rejimle aralarına bir mesafe koymuştu ve geniş bir etki alanına sahip partileri vardı. Katalonya’da CİU ve Bask ülkesinde PNV (Bask Ulusalcı Partisi). Ama bu gerçek, merkezi burjuvazinin ihtiyaçlarıyla örtüşmüyordu. Bu koşullar altında sivil yöneticiler aracılığıyla bizzat rejimin mekanizmalarının içinden yeni bir odak oluşturuldu; Ulusal hareketin genel sekreteri Adolfo Suarez’in önderliğindeki UCD (Demokratik Merkez Birliği). UCD ilk genel seçimleri kazandı. 

Ama yeniden inşa edilmiş Monarşinin ilk yılları boyunca işçi mücadelesi yükselmeye devam etti ve genel grevler, Adolfo Suarez’in kırılgan Monarşist hükümetini art arda tehdit altına soktu. Mücadelecilik ve ifadesini grev komiteleri ve işçi meclislerinde bulan tabanın kontrolü, işçilerin taleplerini zafere taşımaktaydı. 

Monarşinin Sağlamlaşması, 81 Darbesi

1980 yılının başında rejim, kendini sağlamlaştırma hedeflerinden hala uzaktı, işçi seferberlikleri sürmekte ve Bask ülkesinde Abertzale solu güçlenmekteydi. ETA’nın silahlı eylemleri artmakta ve öncelikli hedef olarak ordu, polis ve Guardia Civil’lere yönelmekteydi. Suarez hükümetine karşı sertlik yanlısı sesler yükselmekteydi. Politik kriz, olanca yoğunluğuyla hükümetteki parti UCD’ye yönelmeye başladı. Başbakan Suarez istifasını sundu, yerine aynı partiden Calvo Sotello’nun geçeceğini ilan etse de, UCD ölümcül yara almıştı. Artık PSOE’nin iktidara gelmesi kaçınılmaz görünmekteydi. Monarşi –fırsatlardan yararlanarak- kraliyet ailesine sadık bir askerin yönetiminde ve parlamenter partilerin büyük çoğunluğunu kapsayan –PSOE ve PCE dâhil- bir ulusal birlik hükümeti oluşturmak için çalışmalara başladı. 

Bu çerçevede parlamentoda Suarez’in istifasını kabul edileceği ve Calvo Sotello hükümetinin oylanacağı tarih olan 23 Şubat 1981 tarihine gelindi. Görüşmeler esnasında, Antonio Tejero komutasında bir grup Guardia Civil meclisi ele geçirdi. Bu gelişmeler yaşanırken, tanklar Valencia sokaklarına çıktı ve belli başlı garnizonlardaki birlikler sokakları zapt etmek için mevziler oluşturmaya başladı. Tejero, duruma el koymak için yüksek düzeyde bir generalin geldiğini ilan etti ve mecliste, saraydan devreye giren General Armada göründü. Sağ kolunun gelişmelere müdahil olmasıyla Kral da sürecin bir parçası haline geldi. Yaşananların Monarşinin, bir askerin yönetiminde oluşturmayı arzuladığı olağanüstü hükümeti dayatmak için gerçekleştirdiği bir darbe olasılığını doğrular görünen birkaç saat geçti. Ama Cortes’i –Meclis- işgal etmiş durumdaki Tejero ve kendisini desteklemekte olan ordudan bir kesim, komünistlerin ve sosyalistlerin de bulunacağı bir hükümet olasılığını reddetti. Aradan geçen dört saat içinde Monarşi planlarını değiştirdi, belki de başından itibaren plan bu yöndeydi. Kral, parlamenter sola kısa süre içinde kurulacak bir PSOE hükümetinin çerçevesini ve sınırlarını dayatmak için askeri basınç uygulamaya başladı. Ayın 24’ünde başlıca politik sorumluların katılımıyla bir toplantı gerçekleştirildi ve yeni hükümetin oluşturulması için askerlerin ve eski rejimin şartları dikte edildi. Rejimin şiddet güçlerine asla dokunulmayacak, NATO’dan çıkılmayacak, ABD ile var olan ittifaka son verilemesi akıldan bile geçirilmeyecek, İspanya’daki özerklik haklarında kısıtlamalara gidilecek ve Fransa’da gündeme gelen türden bankalara yönelik bir millileştirme girişiminde bulunulmayacaktı. PSOE lideri Felipe Gonzalez, bu şartları kabul etti. 

PCE ve PSOE yalnızca dayatılan bu şartları kabul etmekle kalmadı, aynı zamanda Kralı eski Franco yanlıları karşısında demokrasinin büyük kurtarıcısı olarak cilalayıp sunmak adına yaşanan gelişmeleri fırsata çevirdiler. 27 Şubat günü Monarşiyi desteklemek için büyük bir gösteri gerçekleştirildi. Nihayet, Monarşi, halk karşısında Frankocu mirastan ve parlamenter solun önderliklerinden bağımsız bir görüntü kazanmıştı. 

PSOE hükümeti, kendisine dayatılan şartların her birini tek tek hayata geçirdi; NATO ile yola devam edebilmek için söz verdiği referandumu gerçekleştirdi. Özerklik şartlarını geriletmek için özerklik sürecini uyumlu hale getirme yasasını parlamentodan geçirildi. Frankocu unsurların devlet aparatlarından tasfiyesini engellendi. Bask ülkesinde olağanüstü hal koşulları sürdürüldü ve GAL(2) aracılığıyla ETA’ya yönelik bir kirli savaş başlatıldı. İlk “iş yasası reformu”hayata geçirildi ve sanayide, ilerde kronik bir işsizliğe yol açacak köklü dönüşüm politikaları uygulandı…

Frankoculuğun mirasçısı olan Monarşi, sahte demokratik meşruluğunu, her şeyden önce PCE’ye ve sonra da PSOE’ye borçluydu. 

Dipnotlar:

1.) Guardia Civil; Sivil muhafızlar. İspanya’daki geleneksel jandarma teşkilatı. İşçi sınıfı ve yoksul köylülük üzerinde uygulanan sistematik şiddetin sembolü olan bu kurum, bir asayiş gücü olarak varlığını halen sürdürmektedir.

2.) Grupo Antiterrorista de Liberacion, ETA’ya karşı devlet tarafından kurulan kontrgerilla örgütü.