Berlin Duvarı’nın çöküşü üzerine

Doğu ve Batı Almanya’yı birbirinden ayıran Berlin Duvarı’nın çöküşü, savaş sonrası Avrupa’sında kurulmuş düzenin, SSCB ve Doğu Avrupa’daki Stalinist rejimlerle beraber yerle bir oluşunun en sembolik referanslarından birine dönüşmüştü.

Söz konusu süreç, kapitalizmin bölgede restorasyonuyla (yenileme) birlikte değerlendirildiğinde, sol hareketin mevcut bilinç ve örgütlenme düzeylerinde belirleyici etkilerde bulundu. Bu gelişme yalnızca güçler dengesini değiştirmekle kalmadı, ama aynı zamanda sınıf bilincinde de derin bir karmaşaya yol açtı.

Berlin Duvarı’nın 20 yıl önce yıkılışıyla birlikte Doğu Avrupa’daki Stalinist rejimlerin bir domino taşı gibi birbiri ardına çöküşüne tanık olduk. O günden bu yana yeryüzündeki tüm sömürücü sınıfların ardı arkası kesilmeyen riya dolu ideolojik kampanyalarına maruz kalıyoruz. “Sosyalizmin öldüğü ve sürdürülebilir yegane dünya sistemi olarak Kapitalizmin ayakta kaldığı” söylemine dayalı bu kampanyanın ilk akla gelen ideoloğu kuşkusuz 1992 yılında yazmış olduğu “Tarihin sonu” kitabıyla Fukuyama olmuştu.

Fukuyama’ya göre ideolojiler ve sınıflararası mücadele şeklinde oluşan tarihsel ilerleyiş, bu haliyle miadını doldurmuş ve yerini ütopyaları geçersiz kılacak şekilde neoliberal ekonomi ve politikanın mutlak zaferine bırakmıştı.

Kuşkusuz, neoliberalizmin başlıca kazanımı, Doğu Avrupa’da Stalinist rejimlere karşı yükselen seferberliklerin, aslında liberal demokrasiye duyulan açlıktan kaynaklandığı yanılsamasını yaratmış olmasıydı. Ronald Reagan ve Margareth Thatcher’in önderliğini üstlendiği ve 80’lerin başından itibaren gündeme getirilen globalizm ve neoliberalizm söylemleri, 20 yıl önce Berlin’den başlayarak yaşananlarla birlikte düşünüldüğünde, işçi sınıfının yüzyılın başından beri büyük bedellerle elde ettiği mevzilerin tek tek yitirilmesinden başka bir anlam taşımadı.

Mevzilerin yitirilişi sınıfın en gelişkin olduğu ülkelerden, yarı sömürge ülkelere süratle yayıldı. Genelleşmiş hale gelen açlık, yoksullaşma ve sefalet, yığınsal bir olgu olarak göçmenliği getirdi beraberinde. Döneme damgasını vuran Neoliberal söylem, işçi ve gençlik hareketleri üzerinde bireyciliğin hâkimiyetini pekiştirdi. Stalinizm ve onun bürokratik parti anlayışına duyulan tepki, söz konusu bireycilikle birleşerek genelleşmiş bir örgütlenme düşmanlığını yaygınlaştırdı. Aradan geçen 20 yıl boyunca yalnızca partiler değil ama sendikal örgütlenmeler de ağır darbeler aldı, ciddi kan kayıplarına uğradı.

Berlin Duvarı’nın yıkılışının ardından, emperyalizmin ve burjuva hükümetlerinin ideolojik saldırısı yoğunlaştı ve sosyal demokrasinin ve Stalinizm’den geriye kalıp süratle sosyal demokratlaşanların açık desteğini kazandı.

Kriz derinleşerek öylesine bir ideolojik fetret devri başlattı ki, dünya çapında devrimci sol akımların tümü istisnasız bu darbenin etki alanına girdi. Troçkizm bu gelişmelerden azade değerlendirilemez. Uzun ve zorlu bir kriz tüm akımları belirlemekteydi. Neredeyse tüm devrimci sol akımlar, Berlin Duvarı’nın ve “reel sosyalizm” olarak adlandırılan ucubenin uğradığı hezimete bir yanıt geliştirmenin çabasındaydı.

Devrimciler ve devrimci işçi partilerinin inşası için hiçbir alan kalmamış gibi görünüyordu. Tam da bu nedenle, kapitalist üretim sisteminin yıkılmasının bir zorunluluk olduğunu ve işçilerin ve devrimcilerin, sosyalizim mücadelesinde vaz geçilmez bir araç olarak devrimci bir parti ve enternasyonal inşa etmesi gerektiğini savunan bizler akıntıya karşı ilerledik ve halen ilerlemeye devam ediyoruz.

Kapitalizmin nihai zaferi safsatası daha uzun yıllar kitleleri yönlendirmeye devam edecek gibi görünüyordu, ama içinden geçmekte olduğumuz derin ekonomik krizin patlak vermesiyle gördüğümüz üzere, sınıflar mücadelesinin ağır ve acımasız çarkları yeniden hükmünü sürmeye girişmiş gibi görünüyor.

Kapitalizim kendi iç çelişkilerinin ürünü olan yeni ve son derece derin bir krize yuvarlanmış durumda. Bu derin kriz karşısına çıkan herşeyi önüne katıp sürüklemekle tehdit ediyor insanlığı. Marksizm yalnızca yaşanmakta olana ilişkin değil ama aynı zamanda bir karabasan haline gelmiş bu sistemden kurtuluşun da anahtarlarını sunmaya devam ediyor bizlere.

Son 20 yıl boyunca sosyalizm düşüncesine karşı geliştirelen kampanya ve Stalinist rejimlerde yaşanan kapitalist restorasyonun yıkıcı sonuçları oldu. Doğu Avrupa’da ve eski SSCB sınırlarında yaşanan restorasyon, beraberinde yaygınlaşan sefaleti, işsizliği ve yaşam koşullarındaki düşüşü getirdi. Çin’de yaşananlar bu açıdan son derece düşündürücüdür. Stalinist baskı ve çığrından çıkmış kapitalist üretim modelinden oluşan karışım, yeryüzündeki en korkunç sömürü koşullarını dayatmış durumda Çin işçi sınıfına. Rusya’daki restorasyonla birlikte üretimdeki gerileme II. Dünya Savaşı yıkımının yarattığına benzer rakamlar ortaya koymakta.

Öte yandan açlığın ve sefaletin, gelişkin kapitalist ülkelerde de son 20 yıldır yaşanmamış bir hızla yayıldığına tanık oluyoruz bu günlerde. Kapitalizmin hizmetindeki ideolojiler ve sosyalizme düşman propagandalar, kapitalist ekonominin gerçek çelişkilerini saklamayı başaramıyor artık. İşçi sınıfı ve emekçi halklar, karşı karşıya bulunduğumuz krizin tahripkârlığı karşısında, kapitalizmden devrimci bir kopuşun ne denli zorunlu olduğunu yeniden kavramaya başlıyor.

1 Aralık 2009