Ulusal sorun

Abdürrahim Gümüştekin

Sorunun Teorik Zemini 

Ulus bir gerçek olduğu gibi, ulus olup da başka ulus devletlerin mandası, yarısömürgesi ve sömürgesi durumuna düşürülmesi de gerçek bir sorundur. Bu durum, kapitalist emperyalist ve kolonyalist sistemin varlığıyla alâkalıdır. Ulusal kurtuluş mücadeleleri, bu sisteme karşı bir başkaldırıdır. Ve Troçki’nin deyimiyle her ulusal kurtuluş mücadelesi içinde sınıfsal bir öz vardır. 

Ulusun Aşılmasının Yolu ve Koşulu Nedir? 

Entegrasyon ve asimilasyon, ulusun kendisini aşması olmadığına göre, bu sağlıklı bir yol değildir. Ulusun aşılmasının tek ve biricik yolu, bilmem hangi karışık işlemler ve karmaşık yöntemlerle başkalaştırılması değil, hele ki başka bir ulus kimliğine tabi kılınması hiç değil, bizzat kendisini yaşayarak, hiçbir yapay müdahaleye maruz kalmaksızın değişim dinamiklerinin yarattığı platforma girmesi ve küresel eğilime-yükselen paradigmaya uymasıdır. 

Ulusal Sorunun Teorik Tartışma Tarihi

Bu tartışma elbette Marksizm’le başlamıştır; ama Lenin, bu tartışmayı teorik olarak derinleştirmiştir. Ancak tartışma hâlâ da sürüp geldiğine göre…  

Bu tartışmanın sürüp gitmesi, sorunun varlığından kaynaklanıyor; ama tartışmadaki karışıklık -süresiz sonuçsuz bir tartışma anlamında- çok çeşitli nedenlere dayanıyor. Maalesef sorunu yalnızca sınıfsal bakışlarla izah edemiyoruz; çünkü tarihsel ve kemikleşmiş kategorik yaklaşımlardan, çeşitli yerlerin farklı kültür ve fikri yapılarına dek uzanan nedenler çokluğundan söz edebiliriz.  Burada denilebilir ki tarihsel ve kategorik yaklaşımlar da sınıfsal karaktere bağlıdır. Hayır, bu tamamen ve tastamam böyle değildir; çünkü çok statik ve mekanik bir sınıfsal yapı olmadığına göre, her dönemde değişim dinamikleri, bizzat kendi sınıfsal ana karakter ve kimlikleriyle bir belirleyen ve yeni bir şey-örnek yapılandıran olarak ortaya çıkar. Mesela, Bolşeviklerin bu konudaki görüşleri hangi sınıf karakterine göredir diye sorulabilir? Hazır cevaplıların sesini duyar gibi oluyorum, ama öyle değildir; çünkü Bolşeviklerin konuyla ilgili hata ve yanlışlarını hangi sınıfsal yapıya bağlayabiliriz?  Şimdi elbette proletarya diyebilir miyiz?  Oysa Bolşeviklerin konuyla ilgili görüşleri, tarihsel bir yaklaşımdır, kemikleşmiş bir kategoridir. Hala Rusya’da ulusal sorun olduğuna göre, bunu nasıl yorumlayabiliriz? Her şeyi Stalin’in sapmalarına bağlayamayız. Kaldı ki Stalin nerden çıktı?

Proletarya Zihniyeti 

Lenin’in tanımladığı, “proleter zihniyet” , tabii ki açık bir fenomendir; ama buna göre olgusal bir uyumluluk da olmalıdır. Bu konuda Lenin ve Troçki pozitiftir; ama diğer Bolşevikler?

Bolşeviklerin kendi içinde farklı görüşlere sahip oldukları aşikârdır. Mesela, Lenin ile Stalin’in meseleyle ilgili görüşleri eğer çok bir olsaydı, devrimden sonra ikisi arasında çok ciddi tartışmalar yaşanmazdı. Özellikle devrim sonrasında Lenin’in Son Yazılar, Son Mektuplar(1) isimli kitabında ortaya koyduğu yaklaşım ve mantık ile Bolşeviklerin yaklaşım ve mantığının çok örtüşmediğini vurgulamamız gerekiyor. Bolşevikler, Lenin’in konuyla ilgili görüşlerini, mantığını ve yaklaşımını çok anlayamadılar, özümseyemediler, Stalin’in kaba mantığı ve yaklaşımı düzeyinde kaldılar. Zaten Stalin’in Lenin sonrasında SBKP’de hâkimiyet kurmasını ve katı bir otorite olmasını bunun dışında ve uzağında sebeplerle izah etmek çok gerçekçi değildir.  

Ulusal sorun ile ilgili Lenin’in yalnızca devrim öncesi dönemle sınırlı görüşlerini değil, devrimden sonraki görüşlerini -aslında özeleştirisini- esas alarak söylersek, Lenin’in hâlâ ulusal mesele teorisinde ileri ve etkin bir yerde olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Biz hala Lenin’in “ulusların kendi kaderini tayin etme” ilkesini ne kadar doğru yorumluyoruz acaba? Konuyla ilgili yorumumuz-tezimiz nedir?  

Proletarya Yaklaşımı

İşçi sınıfı, diğer sınıf ve ara tabakalar gibi pragmatik değil, karakteri gereği daha eşitlikçi, özgürlükçü ve demokratiktir. Dolayısıyla sorunlara daha doğru ve gerçekçi yaklaşmaya yakın ve yatkındır. Mesela; ezen ülke proletaryası, ezilen ülke proletaryasını ezmek istemesi şurada dursun, onu kendine tabi kılması, gölgesine alması bile söz konusu olmaz; çünkü proletarya sınıf olarak en ezilen, en sömürülen sınıftır. Dünya onun omzunda dönmekte, o bunun bilincine vardığında her türlü sömürü biçimine ve haksızlığa karşı çıkar. Buna koşut olarak insanlığın nihai kurtuluşunu kurgulamaya başlar. Aynı şekilde ezilen ülke proletaryası, ulusal soruna sahip çıkıp ulusal kurtuluş mücadelesine önderlik ederken, kapitalist emperyalist sistemin neme nem olduğunu daha bir bilince çıkarır ve mücadelenin anti-kapitalist yönüne daha bir önem verir. Dolayısıyla ulusal kurtuluş mücadelesi ile sınıf mücadelesi arasındaki ilişki organikleşir. Bu zihniyet ve yaklaşımla enternasyonalizme varılır. Nasıl ki ezen ülke işçi sınıfı, enternasyonal örgütte kendini doğrudan temsil ederek yer alıyorsa, ezilen ülke işçi sınıfı da öyle enternasyonal örgütte kendini doğrudan temsil ederek yer alır. Aksi halde ezilen ülke sömürge işçi sınıfını, ezen ülke işçi sınıfına katarak ve/veya ona tabi kılarak enternasyonalize etmek mümkün değildir. Bu negatif bir yoldur ve bunda ısrar edilmesi, malum tarihsel sapmanın ısrarla sürdürülmesi anlamına gelir.   

Ulusların Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı  

Bu belirlemenin anlamı çok açıktır; ama tartışılarak bitirilen bir konu olmadığını yukarıda vurguladık. Daha çok tartışılacağa da benziyor.

Marksistler, eğer bu belirlemeye bir ilke olarak bakıyorlarsa –ki öyledir- sorunu daha doğru yorumlamaları da daha bir mümkün; ancak kendine her Marksist diyenden de bunu bekleyemezsiniz; çünkü Marksizmin yorumu da yeknesak değil, olamaz da. Tabii burada bir doğru ve doğruya daha yakın kategoriler vardır. İşte burada mesele doğruyu bulmaktır.

Ulusların kaderinden neden söz ediyoruz? Çünkü henüz kaderini tayin etmeyen, bir çeşit boyunduruk (sömürge, yarısömürge veya çeşitli biçimlerde bağımlı) altında olan uluslar var.

Ulusların Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkından Ne Anlıyoruz?  

En evvel bunun bir hak teslimi olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Ulusun istediği gibi kaderini tayin etme hakkıdır bu. İster ayrı devlet kurar, ister ölçü, kural ve yasaları hak eşitliği temelinde belirlenen, bileşenlerden birinin diğerine göre, ne üstünlüğü, ne etkinliği, ne de farklılığı olan, tamamen eşit, özgürlükçü ve demokratik bir federasyon veya konfederasyonda kalmayı tercih eder. Ulusun kaderini tayin etmesi bu düzeyi zorunlu kılar. Aksi halde bağımlı kalma veya özerklik isteme ulusun kaderini tayin etmesi değil, çok çeşitli nedenlerle atıl bir zeminde kalmayı mecburen kabul ederek durumunu iyileştirme isteğidir bu. Bu, yalnızca ulusun kendi kaderini tayin etme doğrultusundaki bir çaba olarak yorumlanabilir, hepsi o kadar. 

Ezen Ulus Marksistlerinin Yaklaşımı Ne Olmalıdır?

Eğer, ezen ulus Marksistleri, ulusun kendi kaderini tayin hakkını koşullara bağlıyorsa, bilin ki burada bir sapma var; çünkü öncelikle her ulusun kendi kaderini tayin etme hakkını tanımak lazım, siz bu hakkı tanımadan şu veya bu koşuldan söz ediyorsanız, zaten ulusun kendi kaderini tayin etme hakkını ihlal etmiş oluyorsunuz. Veya bu hakkı tanıdığınızı söylemenize rağmen, ulusun kendi kaderini tayin hakkını şu veya bu koşula bağlıyorsanız, bu durumda da söz konusu hakkı ihlal etmiş oluyorsunuz. SBKP, Sovyet Rusya’daki ulusların kendi kaderini tayin etmesini, o ulusların isteklerine değil, kendi istedikleri koşullara bağlamışlardı. Kendilerinden ayrılmak isteyen ulusları emperyalizmin işbirlikçisi olarak niteliyordular. 

Dolayısıyla her kim ki, efendim biz de ulusun şu biçim ve şartlarda ayrılmasını, ayrı devlet kurmasını tasvip ederiz, aksi halde “emperyalizmin işine yarayacak –aslında buradaki deyim şu; emperyalizmin kollarına atılacak- şekil ve şartlarda ulusun ayrılmasından yana değiliz, buna karşıyız” diyorsa, kesinlikle o, bu konuda samimi değil, sapma içindedir. Kendi sapkınlığına kendinden menkul gerekçeler uyduruyordur. 

Mesela; geleneksel Türk solunun çeşitli grupları, FKÖ’nü desteklemek için yarışa giriyorlar; ama KDP ve YNK’e ateş püskürüyorlar! Şimdi bunu nasıl anlamak, nasıl yorumlamak lazım? FKÖ, Marksist miydi? Amerika ile ilişkisi yok muydu? Hatta şimdi FKÖ’nün Amerika’yla ilişkisi ile KDP ve YNK’nin Amerika’yla ilişkisi arasında ne fark var? FKÖ, emperyalizmin yanına, KDP ve YNK de kollarında mı yoksa? 

Kürdistan’ın bağımsızlığından, ayrılmasından söz edildiğinde, söz eden her kimse, ne mantıkla, ne amaçla, nasıl bir fikirle söz ediyorsa etsin, Geleneksel Türk Solu’nun milliyetçi yakıştırmasından kurtulamaz. Galiba bu da, Türk Solunun ihtiyarlık hastalığıdır. Umarım Türkiye’deki Troçkistler, bu amansız hastalığa kapılmazlar.

Ezilen Ulus Marksistlerinin Yaklaşımı Ne Olmalıdır? 

Eğer ezilen ulus Marksisti, ulusun kaderini doğru bir temelde belirlemesini istiyorsa, ülke proletaryasının öncü örgütü olmasını önüne koyması ve işçi sınıfını, sınıf olarak –diğer sınıflardan bağımsız- örgütlemeyi esas alması gerekiyor. Çünkü biliyoruz ki ulusal kurtuluş mücadelesine hangi sınıf ideolojik-politik damgasını vurursa, ulusun kaderini kendi çıkarları doğrultusunda belirler. Dolayısıyla politik mücadeleye hangi sınıf önderlik ederse, ulusal bağımsızlık ve özgürlüğün biçim ve niteliği ona göre belirlenir. 

Bu anlamda Kürdistan sorunu, eğer sınıfsal temelde ele alınmazsa, burjuvazinin ve/veya karma sınıfların şekilsiz fikirlerine kalırsa, bırakın ulusun şu veya bu şekilde bağımsızlığını alması, belirsizlikler içinde bocalar durur. PKK’nin şimdi yaşadığı durum, buna örnektir. Keza KDP ve YNK’nin durumları da farklı değildir. Zaten bütün bir tarihsel gelişimin yarattığı fırsat ve imkânlara rağmen, hâlâ Kürdistan’ın sömürge zincirini kıramaması bununla açıklanabilir ancak. 

Kürt burjuvazisinin ulusal kurtuluş mücadelesine önderlik etmek gibi ne bir fikri, ne de cesareti var; çünkü sömürgeci devlet pazarını kendi ulusal pazarından daha varsıl buluyor ve dolayısıyla kendini burada palazlandırmaya bakıyor. Bir de eldeki mevcut sermayesini sömürgeci devlet ile çatışmaya girerek riske atmak istemiyor. Dolayısıyla Kürt sermayedarları, sömürgeci sermaye sınıfının bir parçası olma eğilimindedirler.  Bu yüzden Kürdistan’ın ulusal bağımsızlığı ve özgürlüğü Kürdistan işçi sınıfının durumuna göre hareket ve nitelik kazanacaktır. Güney Kürdistan’daki gelişme ve düzey, bağımsızlık ve özgürlük doğrultusunda azımsanmayacak adımlar olarak nitelemek gerek; ancak bağımsız birleşik Kürdistan (bunu Pan-Kürdist bir fikir olarak niteleyenler, hiç kuşkusuz ulusun kendi kaderini tayin etmesine negatif bakıyorlar) hedeflenmediği gözden kaçmıyor. Bunlar, aza kanaat ediyorlar, ama bu akıl ve fikirle çoğu bulamazlar.

Kürt yurtseverleri de, bizim işçi sınıfından söz etmemizden rahatsızlık duyuyor. Sınıftan, sosyalizmden söz edilmesini ulusal mücadeleyi bölme olarak niteliyor. Bir de Kürtlerin dini nedenlerle sosyalizme çok karşı olduğunu ilave ediyorlar. Bu hiç iyi niyetli ve gerçekçi bir niteleme değildir.  Çünkü burjuvazi değil, proletarya toplumun çoğunluğu içindeki bir bileşendir. Burjuvazi tek başına bir azınlıktır. Bir de Kürtler de, dünyadaki diğer halklar gibidir, onlardan daha fanatik yönleri yoktur, aksine Kürtler az da olsa hoşgörülüdür.  

 Sapmalar ve yanlışların sürekliliği altında sarsılmış beyinlerin yönetimine ve yaratıcılığına kalmış bir politik mücadeleden verim ve sonuç almak çok güç tabii; ama tarih, her ne kadar silahların ve orduların gölgesini aşmamışsa da üstümüze doğru karanlık getirmiyor, aksine ufuklarımızı aydınlatacak çok materyal taşımaktadır.   

Dipnotlar:

1.) Ekin Yayınları, İstanbul, 1975.