Arap Devrimi’nin öğrettikleri

Mesafe

Tunus’ta başlayan kitle ayaklanması başta Mısır olmak üzere bir dizi başka Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkesine sıçrayarak tüm Arap dünyasında devrimci bir durumun ortaya çıkmasını tetikledi. Ürdün, Yemen, Bahreyn, Cezayir ve Libya’da kitleler asker-polis rejimlerine karşı seferberlik halindeler. Hepsi monarşik ya da Bonapartist diktatörlüklerle yönetilen bu ülkeleri sarmalayan Arap devrimi ilk politik başarılarını Tunus ve Mısır’da elde etmiş durumda. Tunus’taki devrimci isyan Bin Ali’nin iktidarı bırakıp kaçması, Muhammed Gannuşi’nin ulusal birlik hükümetinin aşırı derecede zayıflaması ve ordu saflarında dağılma eğilimlerinin belirmesine yol açtı. Mısır’da ise Mübarek’ten boşalan boşluğu, onun iktidardaki son günlerinde başbakanlığa atamış olduğu Ahmet Şefik hükümeti ve daha önemlisi, silahlı kuvvetler doldurmaya çalışıyor. Devlet başkanları -Ali Abdulah Saleh (Yemen), Muammer Kaddafi (Libya), Abdülaziz Buteflika (Cezayir), hatta İran’da Ahmedinecad- ve krallar –Abdullah (Ürdün), Hamad Bin İsa El-Halife (Bahreyn)- kitleleri asker-polis baskısıyla ve kendi “taraftarı” sivil katilleri harekete geçirerek caydırmaya çalışıyorlar. Her tarafta yüzlerce ölü, binlerce yaralı ve tutuklu var, ama Arap devrimi hâlâ ayakta, hâlâ devam ediyor. Ortadoğu bir bütün olarak yepyeni bir döneme giriyor.

Bütün bu devrimci ayaklanmalar ve bir bütün olarak Arap devrimi süreci, çoğu emperyalizm tarafından icat edilip, bir süreliğine Arapların kendisini bile inandıracak derecede dünya kamuoyuna propaganda edilen bir dizi efsaneyi yerle bir etti: Arap gençliği ve emekçi kitleleri başlarındaki 30-40 yıllık diktatörlere lâyık olmadıklarını muhteşem isyanlarıyla gösterdiler, gösteriyorlar; Araplar İslam’ın uyuşturucu etkisiyle evrensel bir uykuya dalmadıklarını ve otokratik yönetimlerin yerine Şeriat rejimleri değil demokrasi istediklerini tüm dünyaya duyuruyorlar; Arap halkı, büyük bir tarihsel uygarlığın çocukları olarak dayanışmanın ve örgütlenmenin ne olduğunu yedi düvele öğretiyor. Arap insanı için uydurulan bütün aşağılayıcı söylemler ve yalanlar artık geride kalıyor, çünkü gündemde Arap devrimi var ve özgürlük için devrim, insan soyunun erişebileceği en yüce ahlaki değerdir.

Devrim farklı ülkelerde, farklı dinamiklerle ve farklı aşamalardan geçerek ilerliyor. Sınıf mücadelelerinden çıkarılmış devrimci kuramı pek çok yönüyle sınıyor, sorguluyor, zorluyor. Bu haliyle elbette devrimci kurama katkıda bulunacak pek çok da ders içeriyor. Devrimin politik açıdan en gelişmiş ve kısmi başarıya ulaşmış iki örneği olan Tunus ve Mısır deneyimlerinin Arap devriminin niteliğini belirleyen bir dizi ortak yanı var, ama farklı özellikler de içeriyor bu iki süreç. Her ikisinde de rejim karşıtı gösterilerin, modern iletişim yöntemleriyle (Internet, twitter, facebook, cep telefonları, vb.) haberleşen, bu tip haberleşme yetisine sahip –eğitimli ya da özbecerili- gençlerin çağırılarıyla başladığını biliyoruz. İki ayaklanma sırasında da kitlelerin kendiliğinden eylemlerinin ağır bastığını, belirli bir önderlikten yoksun olduklarını ve “kısmi başarı” diye adlandırdığımız öncelikli hedeflerine (Bin Ali ve Mübarek’in iktidardan uzaklaştırılması) ayaklanmaya işçi sınıfının katılmasıyla ulaştıklarını da gördük. Her iki deneyimde de kitleler polise ve rejimin istihbarat güçlerine nefretle, orduya, daha doğrusu sokakta karşılaştıkları askerlere ise sempatiyle yaklaştıklarını ve ordu saflarında bölünme emarelerinin doğduğunu izledik. Bu iki devrimci süreci birbirinden ayıran yanlar ise –özgün demografik ve ekonomik özelliklerinden doğanlarının yanı sıra-, ortak özelliklerinin iç gelişmişlik düzeyleri, devrimin girmiş olduğu yeni aşamaların niteliği ve kitlelerin örgütlenme kapasiteleri ve olanakları arasındaki farklarla ilgili.

Ama önce bir soruya yanıt vermemiz gerekiyor: Tunus 14 Ocak’ı ve Mısır 11 Şubat’ı birer devrim miydi, yoksa “yumuşak darbeyle” sonuçlandırılmış isyanlar mı? Lenin’in “saf devrim yoktur” uyarısı doğrultusunda sınıf mücadelesinin somut, gerçek olgularını, hayallerimizin ve arzularımızın kıvrımlarında bulmaya çalışmadan, Marksist kuramın sınanmış araçları ve yöntemiyle inceleyebilmek zorundayız.

Devrim mi, Darbe mi?

Troçki, bir devrimi şöyle niteler:

Bir devrimin en kuşku götürmez özelliği, kitlelerin tarihsel olaylara doğrudan müdahale etmesidir. Olağan bir dönemde, monarşik ya da demokratik olsun, her devlet ulusun üzerine yükselir ve tarihi, bu çerçevede faaliyet gösteren uzmanlar –krallar, bakanlar, bürokratlar, parlamenterler, gazeteciler- yapar. Ama eski düzenin artık kitlelerce dayanılmaz hale geldiği o kritik anlarda, kitleler kendilerini politik alanın dışında tutan engelleri yıkarlar(…). Bizim için bir devrimin tarihi her şeyden önce kitlelerin kendi kaderlerin yönetimi alanına güçlü bir şekilde girişlerinin tarihidir.(1)

Troçki’nin bu yalın Marksist tarih anlayışı çerçevesinde baktığımızda, Tunus ve Mısır’da milyonlarca erkek ve kadın gencin ve emekçinin kendi gelecekleri üzerinde söz sahibi olmak üzere ayaklanması hiç kuşkusuz bir devrimdir. Nasıl bir devrim? İşsizliğin ve yoksulluğun dayanılabilirlik sınırlarının ötesine geçtiği her iki ülkede de kitle seferberlikleri, emperyalist sömürünün ve Bonapartist yağmanın sonucunda doğan bu toplumsal vebanın etkisi altında kalan kitlelerin, özellikle de gençliğin bütün kesimlerini bir araya toplayan politik bir slogan doğrultusunda gelişti: Diktatör, defol! Halk yığınları içinde bulundukları artık dayanılmaz koşulların sorumlusunun, üzerlerine geçirilmiş olan asker-polis diktatörlüğü olduğunu tespit ettiler ve kendi gelecekleri üzerinde söz sahibi olabilmek için ilk elde devrimci enerjilerini bu rejimin efendisi olan devlet başkanı üzerinde yoğunlaştırdılar. Her iki ülkede de devrim tamamen politik ve demokratik tek bir hedef doğrultusunda başladı ve gelişti. Rejimin başlangıçtaki şaşkınlığını derhal müthiş bir polis baskısı, ardından kısmi politik tavizler ve nihayet rejime bağlı milislerin, çetelerin, her türlü toplumsal süprüntünün kitlelerin üzerine saldırtılması izledi. Kitleler bu saldırılara direnmeyi başardı ve işçi sınıfının mücadele alanına güçlü bir biçimde katılmasıyla da Bin Ali ve Mübarek devlet başkanlığını emanetçilerine bırakarak başkenti terk ettiler.

Kitlelerin altında toplanmış olduğu “Diktatör, defol!” hedefinin ulaşıldığı 14 Ocak ve 11 Şubat tarihlerini Tunus ve Mısır’daki demokratik devrimlerin ilk başarısı olarak kabul etmemek olanaklı değil. Ama Tunus ve Mısır halkları bu slogan altında esas olarak her iki diktatörün temsil ettiği Bonapartist rejimlerin bizzat kendisini hedeflemişlerdi ve halen de –farklı düzeylerde ve biçimlerde de olsa- bunda ısrar ediyorlar. Tunus’ta Bin Ali’den boşalan yeri Gannuşi hükümeti doldurmakta güçlük çekiyor; kitlelerin baskısı sonucunda kabinede rejimin partisi Anayasal Demokratik Oluşum’un (RCD) üyesi olarak neredeyse bir tek başbakanın kendisi kalmış durumda; hükümetin atadığı valiler kent emekçilerince reddedilebiliyor; henüz bir yasal düzenleme olmamasına rağmen “Devrimi Savunma Komiteleri” serbestçe faaliyet gösterebiliyor. Ama eski rejim aygıtı hâlâ ayakta: Devlet bürokrasisi temizlenmiş, RCD yasaklanmış ve kapatılmış, silahlı kuvvetlerin yapısı değiştirilmiş ve -3 bin polisin görevlerini bırakıp “ortadan yok olmalarına” karşın, polis teşkilatı ve gizli istihbarat servisi dağıtılmış değil. Mısır’da da benzer bir durum söz konusu; parlamentonun lağvedilmiş ve Anayasanın askıya alınmış olmasına karşın, rejimin temel direği Silahlı Kuvvetler Yüksek Konseyi yönetimde; Konsey, Ahmet Şefik hükümetini işbaşında tutmaya devam ediyor; bazı polisler görünürde saf değiştirip kendi ücretleri için greve çıkmakla birlikte, teşkilatları varlığını sürdürüyor; Tahrir meydanındaki kitleleri kurşunlayan gizli servis üyelerinin hiçbiri ne soruşturulmuş, ne de cezalandırılmış durumda; Kahire’deki merkez binası kitlelerce yakılmış ve önderliği tümüyle parti yönetimini bırakmış olan rejim partisi Ulusal Demokratik Parti (NDP) halen ilga edilmiş değil, bürokrasi cihazı da öyle.

Eğer Tunus ve Mısır’da rejimin başı koparılmış olmakla birlikte gövdesi hâlâ ortadaysa ve kendini toparlamaya çalışıyorsa, demokratik devrimin politik açıdan tamamlanmış olduğunu söylememiz olanaklı değil (“Politik açıdan” sözcüklerinin altını çiziyoruz, zira Tunus ve Mısır gibi yarısömürge bir ülkede demokratik devrimin toplumsal görevlerinin tamamlanması ancak bir işçi-emekçi hükümeti altında kapitalist mülkiyet sınırlarının ötesine geçilmesiyle mümkündür; buna aşağıda geri döneceğiz). Devrimin içinde bulunduğu aşamayı daha iyi kavrayabilmemiz açısından, tarihsel bir kategori olarak “Şubat devrimi” referansına başvurabiliriz. Şubat devrimlerinin özelliği, kitlelerin genellikle demokratik sloganlar etrafında kendiliğinden bir şekilde ya da küçük burjuva önderliklerin etkisiyle harekete geçerek kurulu sistemi tahrip etmeleri, devlet aygıtının karşısında kendilerine ait ikinci iktidar odakları oluşturmaları ve bir işçi-emekçi hükümetinin nesnel politik koşullarını yaratmasıdır. Nahuel Moreno, bu tip devrimleri şöyle tarif ediyordu:

Bilinçsiz(2) birer işçi ve halk devrimi olarak her Şubat devrimi, burjuvazinin iktidar organlarından (devlet, ordu ve polis) farklı iktidar organlarına yol açar. Bunun anlamı, her Şubat devriminin kendi zaferinden önceki ve hemen sonraki aşamalarda kaçınılmaz olarak, az ya da çok gelişmiş, potansiyel veya gerçek, ama zorunlu olarak bir ikili iktidara yol açmasıdır. Diğer bir deyişle, Şubat devrimi işçi ve halk iktidarı kutbunun gelişmesini başlatır.(3)

1917’de Rusya’da Şubat devrimi, üç yıllık bir savaşın ardından askerlerin, köylülerin ve işçilerin savaşın yaratığı müthiş kıyıma, açlığa ve patronların sömürüsüne yeter demeleri üzerine patlak vermişti. 23 Şubat’ta Petrograd’da çeşitli tekstil fabrikası işçileri grev ilan etmişler, Bolşeviklerin ağırlıklı olduğu Viborg bölgesi işçileri de bu greve dahil olmuştu. Kentin merkezine “Kahrolsun Otokrasi! Kahrolsun Savaş!” sloganlarıyla yürüyen işçilere öğrenciler de katılmıştı. Polisle çatışmalar olmuş, buna karşılık askerler göstericilere katılmaya başlamış, Çarlığın en berbat baskı gücü olan Kazaklar ise göstericilere ateş açmayı reddetmişti. Ordunun içinde başlayan dağılma devrimin kaderi üzerinde belirleyici olmuş, onların katılmasıyla genel grev ayaklanmaya dönüşmüştü. Çarlık yanlısı komutanlarını infaz etmeye başlayan askerler işçilerle birlikte kentin sinir merkezlerini (posta ve telefon idareleri, tren istasyonları ve ordu mühimmat deposu) ele geçirmişlerdi.

27 Şubat’ta, her 1,000 işçiye bir delege ve her garnizondan bir temsilci temelinde yeni Sovyet oluşturulur. Böylece ortaya bir ikili iktidar durumu çıkar: Bir yanda, burjuvazinin ve toprak ağalarının denetiminde bir Geçici Hükümet, öte yanda ise tüm Rusya İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti.  Daha ilk andan itibaren Sovyet, Yürütme Komitesi aracılığıyla kendi iktidarını uygulamaya başlar; gıda maddeleri ve mühimmat dağıtımını denetler, devlet bankası, para basım fabrikası ve hazineye el koyar, taşımacılık sistemini yönetimi altına alır. İşçiler, askerler ve köylüler sadece Sovyete güveniyor, Geçici Hükümete ise kuşkuyla bakıyorlardı. Mart ayı başından itibaren de tüm fabrikalarda, mahallelerde ve eyaletlerde sovyetler kurulur ve bunlar Tüm Rusya Sovyeti’ne delegelerini gönderir. 

Bu örnek açısından bakıldığında Tunus ve Mısır devrimlerinin klasik bir “Şubat” devrimine henüz ulaşamadığını görürüz. Her iki devrimci ayaklanma sırasında da kitleler belirli bir özörgütlenme süreci içine girmişler, ama bunu Bonapartist rejimin ya da kurulan geçici hükümetlerin karşısında bir ikinci iktidar odağı olarak değil, rejimin saldırılarına karşı savunma aracı amacıyla gerçekleştirmişlerdir. Bu açıdan Tunus’taki sürecin Mısır’dakine oranla daha ileri bir noktada olduğunu söylemek olanaklı. Bin Ali’nin katillerinin saldırılarına karşı on üç vilayette kurulan “Halk Direniş Komiteleri”, diktatörün ülkeden kaçmasından sonra “Devrimi Savunma Komitelerine” dönüştürülmüş ve 6 Şubat’ta Sidi Bu Zeyd’de (devrimin patlak verdiği kent) on üç vilayetin komitelerinin ulus ölçeğindeki koordinasyon toplantısı gerçekleştirilmişti. Bununla birlikte bu komiteler sınıf temelinde değil, çok sınıflı bir yapıda ve seçim temelinde değil kendiliğinden bir biçimde oluşmakta ve en önemlisi de kendilerini hükümetin icraatını “denetlemek” göreviyle sınırlamakta. Özellikle küçük burjuva ve çoğunlukla örgütsüz aydın kesimlerce (öğretmenler, avukatlar, tabipler, üniversite hocaları, vb.) üstlenilen komite önderlikleri, hükümetin “demokratik ve çoğulcu” bir parti sistemi hazırlayarak kurucu meclis seçimlerini düzenlemesini beklemekte ve iktidar üzerindeki baskısını bu doğrultuda kullanmak istemekte. Benzer bir durum devlete ait işyerlerinde de geçerli; işçiler komiteleri aracılığıyla, Bin Ali klanına ait işyeri yöneticilerini fabrikalardan kovmakta, ama işyerinin yönetimini üstlenmek yerine hükümetin daha “temiz ve tarafsız” yöneticiler atamasını istemekte ve beklemekte. Ayaklanma sırasında kitleler üzerine ateş açmayı reddeden orduya ise sempatiyle bakıldığından, askerler arasında resmi hiyerarşi karşısında herhangi bir örgütlenme gerçekleşmemekte.

Orduya ilişkin bu durum Mısır’da daha da belirgin. Tahrir meydanını dolduran kitlelerin bilinci silahlı kuvvetler konusunda oldukça karmaşık. Mübarek’ten boşalan yeri dolduran  Yüksek Askeri Konsey’in parlamentoyu feshedip Anayasayı askıya alması, onun “demokratik bir anayasal sistem” kurma doğrultusunda samimi olduğu biçiminde yorumlanmakta, beklentiler çoğunlukla Konsey’in görevlendirdiği “Akiller Grubunun” hazırlayacağı yeni anayasa taslağına, Konsey ile partiler ve gruplar arasında gerçekleştirilecek görüşmelere ve Eylül’de düzenleneceği vaat edilen seçimlere havale edilmiş durumda. Rejim katillerinin 2 ve 3 Şubat günlerinde Tahrir meydanına saldırması ve çeşitli kentlerde yağmalamalara girişmesi karşısında savunma amacıyla kurulan komiteler ise kalıcı olmamış, yerini iktidarla görüşmelerde sözcülük görevi üstlenen “platformlara” bırakmış halde.

Bu çerçevede Tunus ve Mısır devrimlerinin henüz birer Şubat devrimi halinde olgunlaşmadığını söyleyebiliriz. Ama kuşkusuz sınıf mücadelesi tarihsel kalıplar uyarınca değil, canlı sınıf güçlerinin aktif katılımıyla ilerler. Şubat devrimi tanımı bize sadece Tunus ve Mısır devrimlerinin şu an içinde bulunduğu aşamayı daha iyi anlayabilmemiz ve potansiyellerini görebilmemiz açısından yardımcı olur, yoksa onu yargılamak için değil. Bölgede sürmekte olan devrimci isyanlar, tüm Arap dünyasında doğan devrimci durum ve Tunus ve Mısır’da kitlelerin edinmiş olduğu özgüven düzeyi, Şubat devrimlerinin başlamış ve sürmekte, ama henüz tamamlanmamış olduğuna işaret etmekte. Mısır’da Askeri Konsey iktidarda ve Tunus’ta ordu “tarafsız hakem” gibi görünmekle birlikte, her iki ülkede de silahlı kuvvetler kitlelerin üzerine saldırabilme ve rejimi Bonapartist temellerde yeniden inşa edebilme kapasitesine sahip değil. Dolayısıyla, devrimlerin birer askeri darbeyle sona erdirildiğini henüz söylemekten uzağız; ama devrim ve karşıdevrim kamplarının, tüm bölgedeki ve tek tek her ülkedeki mücadele koşullarınca belirlenecek olan, barışçıl ya da kanlı bir nihai hesaplaşmaya doğru sürükleneceğini söylemek kehanet olmaz.

İşçi Sınıfı

Tunus’ta olduğu kadar Mısır’da da kitle ayaklanmaları her ne kadar gençliğin çağrılarıyla alevlenmiş olsa da bunların ilk önemli başarılarına ulaşmalarında (Bin Ali ve Mübarek’in başkanlığı bırakmaları) belirleyici etmen, işçi sınıfının devrime katılması oldu. Rejim ve emperyalizm bu noktada sadık Bonapartlarını kurban etmeye karar verdi. Tunus’ta Bin Ali’nin devrilmesinden bir hafta kadar önce çeşitli vilayetlerde bölgesel grevler yaygınlaşmaya başladı. Ülkenin özellikle orta ve doğu kesimlerinde işçiler, öğrencilerle birlikte kitle gösterileri düzenleyerek kolluk kuvvetleriyle İntifada tipi çatışmalara girdiler. Rejime bağlı Tunus İşçileri Genel Birliği (UGTT) sendika konfederasyonunun yönetimi sessiz kalmakla birlikte, konfederasyona bağlı bazı sendikalar (eğitim, sağlık, basın, telekomünikasyon ve posta işçileri sendikaları), özellikle de yerel sendika temsilcilikleri ayaklanmanın yanında yer aldı ve konfederasyon bürokrasisi üzerinde baskı uygulamaya başladı. Safakes ve Kasserin sanayi kentleri işçilerinin mücadeleye girmesi bir anlamda devrimin dönüm noktasını oluşturdu. 9 Ocak’ta Safakes UGTT temsilciliği bölgesel genel grev ilan etti; hastane ve fırın işçilerinin dışında, greve katılım yüzde 100 oldu. Bunun ardından pek çok vilayette UGTT şubeleri grevler ilan etmeye yöneldiler ve şube binaları ayaklanmanın koordinasyon merkezleri haline dönüştü.

Bin Ali’nin 14 Ocak’ta ülkeden kaçmasının ardından da işçilerin seferberliği durulmadı ve bu kez bütün önemli bakanlıkları (savunma, dışişleri, maliye, içişleri, vb.) RCD üyelerince işgal edilen Gannuşi hükümetine karşı yöneldi. Gannuşi, hükümetine UGTT’den de üç bakan almıştı, ama sendika şubelerinin ve kitle seferberliklerinin basıncıyla bu üç bakan görevlerini bırakmak zorunda kaldılar. Süren bölgesel grevler 26 Ocak’ta Safakes işçilerinin genel grevi ve kentte düzenledikleri 100 bin kişilik dev gösteriyle doruk noktasına ulaştı. Onu ertesi gün Sidi Bu Zeyd’deki 20 bin kişilik gösteri izledi. Bunun üzerine Gannuşi, kendisi dışındaki tüm RCD’li bakanları kabineden ayırarak yeni bir hükümet kurdu ve bunu UGTT’nin Yönetim Konseyi’nin “onayına” sundu. Konsey çoğunluk oyuyla yeni hükümete meşruluk kazandırdı, ama bununla birlikte konfederasyon üyelerinin çoğunluğunu temsil eden pek çok federasyon ve bölge temsilciliği (Ortaöğrenim Öğretmenleri Sendikası, Posta İşçileri Federasyonu, Kamu Sağlık İşçileri Sendikası, Safakes, Bizerte ve Jendouba Bölge Federasyonları, vb.) yeni geçici hükümete karşı oy kullandı ve onun meşruluğunu tanımayı reddetti. Öyle ki Bin Ali’nin devrilmesini izleyen iki hafta boyunca UGTT rejim karşısında ikinci bir iktidar odağı haline gelmiş, ama bürokrasi iktidarı burjuvaziye teslim etmekte ısrar etmişti.

Benzer bir durum Geçici Hükümet 3 Şubat’ta kentlere yeni valiler atamaya karar verdiğinde de ortaya çıktı. Devrim sırasında pek çok eyalette pratik olarak devlet yönetimi yok olmuştu ve kamu yönetimi komitelerce düzenleniyordu. Gannuşi hükümeti devlet yönetimini yeniden tesis etmek için 24 ile yeni vali atadığında, bunlardan 19’una RCD üyesi olmaları nedeniyle kitlelerden büyük tepki geldi. Bu kentlerde kitle gösterileri ve grevler düzenlendi, Kebili, Gabes, Becaye, Nebil, Sidi Bu Zeyd, Zaguvan gibi kentlerde valiler ilden kovuldu. Gafsa maden havzasındaki Redeyef’te grev ilan edildi, Kassarin, El Kâf, Kebili de göstericiler ile polis arasında çatışmalar çıktı, devrim Bin Ali sonrası ilk şehitlerini verdi. Bu mücadelelerde UGTT temsilcilikleri etkin rol üstlendi ve direnişin gücü sonunda hükümetin 8 Şubat’ta atama emrini durdurup bundan sonraki vali atamalarını UGTT’ye “danışarak” yapacağını duyurmasına yol açtı. 

Bütün bu gelişmeler işçi ve emekçi yığınların seferberlik gücünün yanı sıra Devrimi Savunma Komiteleri’nin ve UGTT’nin devrimci süreçte işgal ettiği merkezi rolün önemine işaret etmekte. Tunus devriminin iç çelişkisi de tam bu noktada yatmakta: fabrikalarda işyeri komiteleri rejimin eski yöneticilerini, illerde ise devrimci komiteler yeni hükümetin atadığı valileri kovmakta, ama ne işyerlerinde ne de illerde yönetimi kalıcı bir biçimde üstlenmeyip bunu hükümetin faaliyetlerini “denetlemek” hedefiyle gerçekleştirmekteler. Bütün bu mücadelelerde ve grevlerde UGTT yerel yönetimleri önemli rol oynamakta, ama eski rejimden kalma merkezi yönetim bir işçi-emekçi hükümetinin kurulmasına öncülük etmek yerine burjuva hükümete “denetimli” meşruiyet sağlama işlevini üstlenmekte. Dahası, Devrimi Savunma Komiteleri önderlikleri ve UGTT yönetimi, devrimi demokratik aşamasında (burjuva demokratik parlamenter sistemin kurulması) tutmaya çalışmakta ve grevlerin bu süreci tehlikeye soktuğunu ileri sürmekteler. Bu, 14 Ocak önderliğinin bizzat kendisinin yakın gelecekte devrimin önünde bir engel haline dönüşebileceğine işaret etmekte. Devrimci program ve önderlik sorunu Tunus’ta kendini bütün acilliğiyle açığa vurmakta.

Mısır’da da işçi sınıfı, rejimin Mübarek’in başkanlıkta kalma ısrarını kırarak kurbanlık taşına yatırılması kararı vermesinde belirleyici oldu. Aslında Mısır proletaryası asker-polis rejimi karşısındaki korkusunu iki buçuk yıl kadar önce Mahallet el-Kübra’daki devlet tekstil fabrikası işçilerinin mücadelesiyle aşmaya başlamıştı. Nisan 2008’de, Mahallet işçilerinin yanı sıra daha küçük ölçekli özel işletmelerde çalışan on binlerce işçi ücret talebiyle yarım milyonluk kentin sokaklarını doldurmuşlar, polisin ateş açarak iki işçiyi öldürmesi üzerine de gösteriyi binaların ve Mübarek posterlerinin yakıldığı bir ayaklanmaya dönüştürmüşlerdi. 6 Nisan gençlik hareketi de o dönemde, Mahalletli emekçilerle dayanışma kampanyası olarak kurulmuştu. 

Mısır işçi sınıfı Tahrir Meydanı merkezli ayaklanmaya Şubat ayının ikinci haftasında katılmaya başladılar. Menoufeya, Kafr El Zayat ve Süveyş Kanalı bölgesinde demiryolları, tekstil fabrikaları, hastaneler ve bir dizi başka kamu ve özel sektör işletmesini içeren 20’yi aşkın grev patlak verdi.(4) Mahalletli 1,500 işçi yollara barikatlar kurdu, Kesna’da ise 2,000 kimya işçisi greve çıktı. Asyut’ta kent üniversitesinin 7 bin çalışanı güvencesiz çalıma sistemine ve düşük ücretlere karşı protestolar düzenlediler. Asyut Petrol Şirketi’nin 200 işçisi de güvenceli iş sözleşmesi talepleriyle şirket merkezinin önünde kamp kurdular. Grevler ve işgaller kimya, taşımacılık, haberleşme ve demir-çelik sektörlerinde de yaygınlaşarak Kena, İsmailiye, İskenderiye, Asuan, Kafr el-Dauar, Süveyş ve nihayet Kahire’ye sıçradı. Ülkenin çeşitli yerlerine dağılmış haldeki petrol işçileri de grevler dalgasına katıldılar. Bütün bu grevler boyunca, Bonapartist rejimin yegâne legal ve resmi sendikası ETUF (Mısır Sendika Federasyonu)(5) Mübarek’e bağlılığını sürdürdü, ama grevleri engelleme ya da yönlendirebilme yeteneğini tamamen yitirdi. 30 Ocak günü ise Tahrir Meydanı’nda, bağımsız sendikalar Mısır Sendikaları Federasyonu’nun (FETU) kurulduğunu ilan ettiler. 

11 Şubat zaferinin ardından ise işçi gösterileri ve grevler durulmadığı gibi, Yüksek Askeri Konsey’in uyarılarına karşın ve kimsenin beklemediği bir hızla tüm ülkeye yayıldı. Temel talepler ücret artışı ve güvencesiz çalışmaya son verilmesiydi. Kamu taşımacılığı, metro ve haberleşme sektörü işçileri, petrol, tekstil, elektrik dağıtım ve nükleer santral işçileri, hastane, üniversite ve banka çalışanları, tarım emekçileri, eğitim görevleri, hatta Eğitim Bakanlığı görevlileri ve polisler… 11 Şubat öncesi Tahrir Meydanı’nda ve başka kentlerde kurulmuş olan bir dizi “devrimci, halk ve savunma” komitelerine işçi ve işyeri komiteleri de eklendi ve bunların bir bölümü sol eğilimli örgütlerin önerisiyle Devrimi Savunma Konseyi Sekreterliği oluşturarak komiteler arasında eşgüdüm gerçekleştirilmesine karar verdiler. Helwan Demir ve Çelik Fabrikası işçilerinin, işçi komiteleri kurulması doğrultusundaki çağrısı, bu doğrultuda önemli bir adım oldu. 14 Şubat’ta, Helwan, Mahallet, 10 Ramazan ve Sedat kentlerinden gelen 2 bin kadar öncü işçi Kahireli sendika aktivistleriyle birlikte ETUF önünde sendika bürokrasisini yolsuzlukla suçlayan gösteriler düzenlediler. 16 Şubat’ta Mahallet’teki Mısır Eğirme ve Dokuma Fabrikası’nın 24 bin işçisi, ETUF üyeliğinden istifa etmiş olmalarına karşın şirketin bu sendikaya üyelik aidatı kesmeye devam etmesini kınayarak greve çıktılar. Devrimci sürece kentler ve işçi sınıfı ağırlığını koymuştu.

Tunus’ta olduğu gibi Mısır’da da işçi sınıfı rejime vurulan ilk darbenin ardından seferberliklerini iş ve ücret talepleri doğrultusunda yoğunlaştırmış durumda. Askeri Konsey’in ve Ahmet Şefik hükümetinin bu taleplerine yanıt vermesini istiyorlar ve mücadeleler, hatta devrimin kendisi bu noktada düğümleniyor. Nüfusunun yüzde 40’ı yoksulluk sınırının altında yaşayan, işgücünün yarısından fazlası “enformel” sektörde çalışan, yani gerçekte işsiz olan(6) ve ortalama işçi aylık ücreti 80 doları, kişi başına yıllık geliri ise 4,400 doları geçmeyen 80 milyonluk bir ülkede, üstelik ülke ekonomisi çokuluslu şirketlerin ve IMF’nin kontrolü altındaysa, kitlelerin iş ve ekmek talebine kapitalist ekonomi çerçevesinde çözüm bulmak olanaklı değil. Özel mülkiyetin ve toprak ağalığı sisteminin ilgası, ekonominin işçi denetiminde merkezi biçimde planlanması, dış borç ödemelerine son verilerek emperyalizmle olan ilişkilerin koparılmasını ise ancak bir işçi-emekçi hükümeti gerçekleştirebilir. Yani devrimin, en temel demokratik ve ekonomik taleplere bile yanıt verebilmek için, -daha henüz tamamlanmamış olan- demokratik aşamasından sosyalist çözümlere doğru sıçrama yapması gerekiyor. Daha açık bir ifadeyle, demokratik devrimin görevlerini de ancak, bunların çözümü için gerekli olan sosyalist önlemlere başvurmak zorunda kalacak olan bir işçi ve emekçi hükümeti yerine getirebilecektir.

Karşıdevrimin Stratejisi

İspanya’da parlamento başkanlığı ve Avrupa Komisyonu başkan yardımcılığı yapmış olan Sosyalist Parti önde gelenlerinden Manuel Marin, Arap ülkelerinde gelişen ayaklanmalara ilişkin olarak 22 Şubat günü kendisiyle görüşme yapan İspanyol televizyonu 1. kanalına şunları söylüyordu:

Bugüne kadar Müslüman ülkelerdeki diktatörlüklerle ilgili olarak Avrupa Birliği’nin politikası ABD çizgisinde oldu. Diktatörlükler bize güvenlik sağlıyordu. Dünya petrol yataklarının yer aldığı bu bölgelerde, İslamcı hareketlerin tehdidi karşısında bu rejimler bizimle işbirliği yapıyordu… Baba Bush’un dediği gibi, onlar “bizim” o… çocuklarımızdı. Ama şimdi görüyoruz ki bu işlemedi… Bu politika ikiyüzlülük değil miydi? Evet, öyleydi, ama güvenlik karşılığında bunu tercih ettik.(7)

Kuşkusuz “İslamcı hareketlerin tehdidi” bir aldatmacaydı, zira baba Bush’un “bizim o… çocuğumuz” dediği Nikaragua diktatörü Somoza, ne de ABD’nin başından sonuna kadar desteklediği Pinochet, Videla, Nguyen Van Thieu benzeri onlarca eli kanlı diktatör El Kaide üyesi Müslüman şeriatçılardı. Emperyalizm kendi etkisi altındaki bölgeleri bu diktatörlük rejimleri aracılığıyla denetliyordu. Denetleyemediği ülkelere ise, Huntington’un “uygarlıklar çatışması” kuramı uyarınca “demokrasi ihraç” ediyordu: Afganistan, Irak, Somali, mümkünse İran, vb. Ama emperyalizmin bu politikası sınıf mücadelesinin gelişmişlik düzeyiyle ilgiliydi ve onunla sınırlanıyordu; nitekim 1980’lerde örneğin Latin Amerika’da emekçi halk kitlelerin diktatörlüklere karşı mücadelesi şiddetlendikçe ve bu rejimlerin sonu görünmeye başlayınca ABD’nin politikası “demokratik gericilik” çizgisine doğru kaymaya başladı: Bonapartist rejimlerin yerine denetimli yarı Bonapartist parlamenter sistemin geçirilmesi ve kitlelerin bu kez reformist önderlikleri aracılığıyla denetlenmesi. Şimdi aynı politikayı Arap devrimi karşısında da uygulamak istiyor.

Arap devriminin aniliği ve hızla yayılması karşısında emperyalizmin, tabii bu arada CIA, Mossad, MI5 (İngiltere) ve DGSE (Fransa) gibi güçlü istihbarat servislerinin bu gelişmeleri pek de beklemedikleri ve evladiyeliklerinin bu hızda devrilebilecekleri olasılığı karşısında fazlaca hazırlıklı olmadıkları açığa çıktı. Bin Ali’ye ve Mübarek’e son ana kadar destek vermeleri, onların kitlelere yönelik katliamlarını yarım ağızla kınayıp bu ülkelerde “yönetimin kim olacağına biz karar veremeyiz” bahaneleriyle gelişmelerin ne yönde olacağını beklemeleri ve nihayet “barışçıl ve düzenli geçiş” gibisinden kimliksiz ve muğlâk bir formül savunmaları, bu hazırlıksızlıklarının işaretiydi. Sonuçta, doğan Gannuşi ve Ahmet Şefik hükümetleri emperyalizmin bulduğu bir çözümden çok, Tunus ve Mısır’daki Bonapartist rejimlerin gücü ile devrimin sınırlılıklarının bir ürünü oldu. Kitle seferberlikleri nihai olarak durdurulup burjuva “düzen ve istikrarın” sağlanması sürecinde bu yönetimlerin geçici olacağı aşikâr. Emperyalizm mutlaka, eski rejimin kalıntılarından çok, bu kalıntılardan en kısa sürede kurtulmak isteyen kitlelerin desteğine sahip “yeni” önderliklerle işbirliği yapmayı tercih edecektir.

Emperyalizm için Tunus ve Mısır’da kapitalist düzenin ve çokuluslu şirketlerin bu ülkelerdeki yatırımlarının güvence altına alınabilmesi açısından zorluk, bu “geçiş” sürecine önderlik edebilecek gücün ya da güçlerin bulunmasında yatıyor. Kitlelerce nefret edilen eski rejim partilerinden bu görevi üstlenmeleri beklenemeyeceğinden, son dönemde Batılı çevrelerde politik İslam’ın “o kadar da ürkütücü olmadığı” keşfedilmekte, kamuoyu “oluşturucuları” Müslüman Kardeşler’in radikal özelliklerini bırakarak Türkiye’deki AKP benzeri “reformist” bir çizgiye geçmiş olduklarına ilişkin makaleler yazmakta, TV demeçleri vermekteler. Kendi cephelerinden İslamcı gruplar da bu görüşleri onaylayıcı açıklamalarda bulunarak, devrimlerin doğurduğu iktidar boşluğunu emperyalizmin koltuk değnekliğini yaparak doldurmaya talip olmaktalar. Bununla birlikte 22 yıllık İngiltere sürgününden sonra Tunus’a dönen Raşid Gannuşi’nin Ennahda (“Diriliş”) partisinin; Mısır’da Mübarek’in atadığı Ömer Süleyman hükümetiyle alelacele pazarlık masasına oturarak kitlelerin tepkisini çeken, şimdilerde de Özgürlük ve Adalet Partisi’ni kuran Müslüman Kardeşler’in, devrime öncülük etmiş olan ve politik İslam’la pek yakın bağı bulunmayan kent gençliğini, grev seferberliği içindeki işçi sınıfını ve komiteler hareketini parçalayarak kendine kazanabilmesi oldukça güç. Mısır’da devrimci ayaklanmanın en sıcak günlerinde ortadan kaybolan El Baraday ise kendi güçsüzlüğünün farkında, bu nedenle de rejimden seçimler için altı ay yerine bir senelik hazırlık süresi istiyor.

Her iki ülkede de devrimin karşısındaki en önemli ve en büyük güç, kitlelerin hâlâ biraz sempati biraz da çekinceyle baktıkları silahlı kuvvetler. Sempati, sıradan –ücretsiz mecburi askerlik hizmetine alınmış- Mısırlı ve Tunuslu erlerin kendilerinden sadece üzerlerinde üniforma olmaması nedeniyle ayrılan gençlere, işçilere, yoksul insanlara ateş açmaya gönüllü olmamalarından; bunun ayırtında olan komutanların, silahların kendilerine çevrilebileceği endişesiyle ateş açma emri vermekte tereddüt etmelerinden; ve nihayet, ordunun parçalanması halinde rejimin tamamen çökeceğine kanaat getiren genel kurmayların, rejimi kurtarabilmek için devlet başkanlarını kurban etmeye karar vermelerinden kaynaklanıyor. Çekince ise, her iki ordunun da onlarca yıldan beri diktatörlük rejiminin temel direği olduğunu bilen ve komutanların rejimlerin kendilerine sunmuş olduğu sosyal ve ekonomik ayrıcalıklardan kolayca vazgeçmeyeceklerini hisseden kitlelerin ordu ile demokrasi kavramlarını –haklı olarak- aynı çerçeveye yerleştirmekte güçlük çekmelerinin bir sonucu. Bu yüzden de her iki ülkede de, ordu koruması altındaki eski rejim artığı hükümetlerin derhal lağvedilerek yerlerine yeni ve “sivil” geçici hükümetlerin kurulmasını talep eden kitle seferberlikleri halen sürmekte.

Burjuva devletin tamamen çökmesini engellemek için feda edilenler sadece Bin Ali ve Mübarek ya da onların devlet hazinesini kendi özel kasaları haline çeviren aileleri değildi. Her Bonapartist rejimde olduğu gibi Tunus ve Mısır’da da diktatörler, ellerinde bulundurdukları rejim aygıtları sayesinde toplumun üzerinde ayrıcalıklı ve sömürücü bir toplumsal kabuk oluşturan sivil ve asker bürokrasinin temsilcileriydi. Şimdi Bin Ali ve Mübarek yok ve yarın belki bunların “tek partisi” RCP ve NDP de olmayacak; ama bu partilerin eski iktidar üyeleri ve ileri gelenleri bürokrasinin sadece birer temsilcisi ya da avukatı idi, zengin burjuvalardan oluşan bir erkân, ama sadece bir avuç insan. Oysa rejimin aygıtlarını, devlet dairelerini, yargı organlarını, kamu işletmelerini, polis ve gizli servis teşkilatlarını, askeri karargâhları, üniversiteleri, resmi yayın basın organlarını, vb. dolduran on binlerce rütbeli ve rütbesiz ayrıcalıklı “devlet memuru”, yani bizzat bürokrasinin kendisi halen yerinde. Sadece bürokrasi de değil; onun sayesinde toplumsal artık değeri kendi özel sermaye birikimlerine ve yatırımlarına yönlendiren, ucuz devlet kredisi olanaklarından yararlanan, devlet ihaleleri aracılığıyla milyonlar kazanan, özelleştirmeler sayesinde eski kamu işletmelerini kendi mülki envanterlerine geçiren, bankaları aracılığıyla devlete “borç” verip faizler üzerinden halkın soyulmasına katkıda bulunan ve bu yolla milyarderler haline gelen, yüzlerce ve binlerce kapitalist ve mali silahşor da rejimin bütün bütün çökmesini istemeyecektir. Mısır’da, mülkiyetinde bulundurduğu devasa araziler üzerinde alışveriş merkezleri, konut kentler, turistik yatırımlar, lokantalar, eğlence siteleri kuran ve ülke ekonomisinin yaklaşık yüzde 40’ını denetlediği belirtilen silahlı kuvvetlerin, sırf “ahali istedi diye” görevlerinin birliklerindeki ”barışçıl” talimlerle sınırlandırılmasını kabul etmesi beklenemez.

Tunus ve Mısır’da kitleler demokrasi istiyor, ama bunu ideolojik bir hevesle değil, toplanma, gösteri, grev ve ifade özgürlüklerinden, partilerden ve parlamentodan, toplumsal ve ekonomik haklarına kavuşmakta yararlanabilmek amacıyla yapıyorlar. Demokratik hakların kazanılmasında ulaşılacak her mevzi Arap emekçilerinin yoksulluğa ve sömürüye karşı talepleri uğruna mücadelede yerleşecekleri ve kullanacakları birer siper haline gelecektir. İşte tam da bu nedenle devrim, her iki ülkede de grevlerde ve diğer işçi mücadelelerinde yepyeni ve devasa bir dalganın patlamasına yol açtı. Her kesim, on yıllardan beri talep etmek istediği, ama asker-polis rejiminin baskıları nedeniyle bunu yapamadığı ekonomik ve sosyal istemlerine ulaşabilmek için harekete geçmiş durumda. Geçici hükümetler ve generaller, bir yandan demokrasi tavizleri vaat ederken öte yandan gençlerin evlerine, işçilerin de işyerlerine dönmelerini istiyorlar. Kitlelerin demokratik atılımı bir sürekli devrim haline dönüşme eğilimi gösterirken, rejim burjuva mülkiyeti kurtaracak yeni bir düzenleme arıyor. Yani, devrim ve karşıdevrim karşı karşıya geliyor.

Karşıdevrimin Tunus ve Mısır’daki stratejisi, emperyalizm ile işbirliği içinde yeni kurulacak olan burjuva demokratik aygıtlar (çok partili parlamenter sistem, politik ve sendikal örgütlenme ve ifade özgürlükleri içeren bir Anayasa, sivil yargı, vb.) aracılığıyla rejimin temel direklerini ve finans kapitalin egemenliğini koruma altına almak (yarı Bonapartizm); gene onların aracılığıyla ve tabii başta İslamcı burjuva partiler olmak üzere uzlaşmacı kitle önderliklerinin işbirliğiyle kitlesel seferberliklere son vermek, olacaktır. Bu strateji, demokratik kazanımlarını yoksulluğa ve toplumsal eşitsizliğe karşı mücadelelerinde araç olarak kullanacak kitlelerin talepleriyle kaçınılmaz olarak çatışmaya girecektir. Tunus ve Mısır’da dış borç ödemeleri durdurulmadan, özelleştirilen tüm işletmeler tekrar kamu mülkiyeti haline dönüştürülmeden, bankalar ve stratejik sanayi kuruluşları devletleştirilmeden, askeriye dâhil devletin ve kapitalistlerin mülkiyetindeki işletmelerde işçi denetimi kurulup emekçi halk lehine merkezi bir ekonomik planlama yapılmadan, çokuluslu şirketler ülkeden kovulmadan, yoksul Arap emekçilerinin günde üç defa karınlarını doyurup, insanca sağlık ve eğitim hizmetlerinden yararlanabilmesi, kentleri dolduran ve nüfusun büyük bir bölümünü oluşturan milyonlarca eğitimli eğitimsiz gencin iş bulabilmesi, aşiret reislerinin baskısı altında kan kusan köylülerin geçimlik araziye kavuşması olanaklı olmayacaktır. Ama bunların gerçekleştirilmesi, rejimin elindeki her şeyi ondan almak, yani rejimi yıkmak demektir.

Arap devrimi bütün cepheleriyle tarihe yepyeni bir zenginlik katıyor, devrimci Marksist kuramı ve yöntemi ciddi bir deneyden geçiriyor. İnsan iradesinin ve gençlik ateşinin devrimci proletaryanın programı ve örgütü ile buluştuğu nokta insanlığın kurtuluşu yolunda yepyeni bir sıçrama noktası olacaktır. “İnsanlık kültüründe yaşanan bugünkü kriz, proletarya önderliğinin krizidir.” (L. Troçki)

Şubat 2011

Dipnotlar:

1.) Lev Troçki, Rus Devriminin Tarihi I, Yazın Yayıncılık, İstanbul, 1998.

2.) Moreno “bilinçsiz” tanımını, devrimci ayaklanmanın proletaryanın devrimci bilincinden ve somut bir devrimci iktidar programından yoksun halde başlamasını ifade etmek için kullanır.

3.) Nahuel Moreno, Geçiş Programının Güncelleştirilmesi, ”Tez: 26”. 

4.) CTUWS (Center for Trade Union and Workers’ Services), bak.: http://www.ctuws.com. 

5.) Bağlı 23 sendikada toplam 2,5 milyon üyesi bulunuyor. Mısır’da 21 milyon civarındaki toplam işgücünün yüzde 32’si tarımda, yüzde 51’i hizmetler alanında ve yüzde 17’si imalat sektöründe faal.

6.) Resmi işsizlik oranı yüzde 10!

7.) Bak. http://www.rtve.es/mediateca/videos/20110222/tarde-24-horas-primera-hora-22-02- 11/1027292.shtml.