Devrimci partinin inşası: Olabilirlikten zorunluluğa

Siyaset bilimi açısından “güç” kavramı nasıl tanımlanabilir? Şüp­hesiz bu kavram son derece göreli bir özelliğe sahip. Herşeyden önce “neye göre güç?” sorusunun yanıtlanabilmesi gerekir. Eğer bu soruya “ulusal siyaset” olarak yanıt verilecek olursa, “güç” kavramının ta­nımı da kendiliğinden ortaya çıkar: Ulusal siyasi gündemi belirleyebilme kapasitesi. Bu kapasitenin elbette rakamlarla yakın bağıntısı var; ama yalnızca rakamların değil, siyasal iradenin güçlülüğü, önderliğin gerçekliği ve toplumsal dinamikleri algılama, çözümleme ve doğru çö­zümler önerme yeteneği, bu yeteneğin yaşama geçmesini sağlayıcı me­kanizmalarla donatılmış olma gibi pek çok başka önemli özelliğin de etkisi söz konusu. O halde “güç” olabilmenin koşulları yalnızca mut­lak ve reel var oluşlarda değil, aynı zamanda potansiyellerde, imkânlarda ve kabiliyetlerde yatmakta. 

Bugün siyasal gündemi bizzat rejimin kendisi belirtiyor. Rejimin bu yeteneği yalnızca burjuva muhalefete değil, devrimci ve sosyalist mu­halefete kadar uzanıyor. Siyasal rejimin devrimci ve sosyalist muhale­fete yönelik temel bir politikası var: onu ya uysallaştırarak “milli uzlaşma” çizgisine çekmeye ve böylece kendisine bağlamaya ya da ye­raltına ve askeri eylemlere iterek kitlelerden iyice uzaklaştırmaya çalı­şıyor. Son beş-altı aydır iyice çıplaklaşan bu politika ürünlerini verme­ye de başladı. Bir yanda devrim tasarımından iyiden iyiye koparak bur­juva sistemin “iyileştirmesi”ni hedefleyen reformizm kendini “milli uzlaşma”nın ve burjuva yasallığının kollarına teslim ederek kendi ipi­ni çekerken, bir yandan da küçük burjuva radikalizmi “örnek” askeri eylemleriyle kitlelere “güven” asılayım derken kendini kitlelerden, kit­leleri de devrimci sosyalizmden uzaklaştırmanın çabasını yoğunlaştırı­yor.

Bu açıdan burjuvazinin gerek reformizme, gerekse de küçük burju­va popülizmine yönelik politikasında oldukça başarılı olduğunu söyle­mek gerekir. Reformizmin ve küçük burjuva popülizminin ne sayısal “gücü”, ne de siyasal ve toplumsal koşullan değerlendirme ve yönlen­dirme kaabiliyeti ve iradesi, kendi gündemlerinin burjuvazi tarafından belirlenmesini engelleyebiliyor. Tam tersine bütün bu imkânlar belir­lenmiş gündem doğrultusunda seferber ediliyor.

Bunu görmek, şu gerçeği tespit etmeyi gerektiriyor: Burjuvazi dev­rimci Marksist bir önderliğin doğup gelişmesini, bu önderliğin işçi ve emekçi kitlelerle bütünleşerek bir devrimci işçi partisine doğru evrilmesini bugünden engellemek istiyor. Uysallaştırma ya da kitlelerden tecrit etme politikası da bu çabanın bir ürünü. Bu politika uysallaşma­ya yatkın reformist kanat ile kitlelere güvensizliği bir “strateji” haline getirmiş küçük burjuva radikalizminde derhal yankısını buluyor. Ama kanatlardaki bu çarpılmanın devrimci Marksist hareketi etkilemeyece­ğini sanmak büyük bir aldanma olur. Reformizmin ve popülizmin kit­leler nezdinde yaratacağı yanılsamalar ya da itici görünümler, devrim­ci Marksizmin siyasal ve örgütsel inşa sürecini de ister istemez olum­suz biçimde etkileyecektir, nitekim etkilemekte de.

Devrimci Marksizmin, siyasal rejimin kurduğu ve sıkılaştırdığı bu cenderenin dışına çıkabilmesi, siyasal gündemi belirleyebilmek için önce kendi gündemini sağlam biçimde belirleyebilmesi gerekiyor. Bu gün­dem, siyasal ve örgütsel inşa göreviyle belirlenmek zorunda. Burjuva­zinin uysallaştırma politikasına karşı devrim programına sahip çıkıl­malı, legalizme mahkûm etme girişimlerine karşı Leninst örgütlenme­de ısrar edilmeli, kitlelerden tecrit çabalarına karşı sınıfın içinde kök­leşme ve proleterleşme yolunda ilerlenmeii, yeraltına itme manevrala­rına karşı meşrulaşma ve kitleselleşme mücadelesi verilmeli, askercilleştirme ve ikameci bir konuma itme dayatmasına karşı proleter mili­tanlık ve kitle seferberliği silahlan kullanılmalı. Siyasal ve örgütsel in­şa süreci bu mücadelelerle örülmek zorunda.

Bunlar zor görevlerdir. Şüphesiz her devrimci Marksist çevre, ya da kendini öyle tanımlayan akım bu görevlerin altına girmek durumun­da. Ama daha da önemlisi, bu çevrelerin ve akımların tüm imkânlarını ve kabiliyetlerini bu görevler çerçevesinde birleştirebilmeleri. Son beş-altı yıldır Türkiye sosyalist hareketinde yaşanmakta olan yeniden kümelenme süreci bu tür bir birliğin olabilirliğini ortaya çıkarmıştı. Bu, sosyalist hareketin kendisi açısından nesnel bir dinamik. Bugün, bur­juvazinin sosyalist ve devrimci hareket üzerindeki gündem belirleyici girişimlerinin somut (ve sol açısından olumsuz) ürünler vermekte ol­duğu bir dönemde ise, devrimci Marksizmin siyasal ve örgütsel inşa sürecini birlikte yaşaması bir olabilirliğin ötesine geçmiş, bir zorunlu­luk haline gelmiştir. İşte bu zorunluluğu gerçeklik haline getirecek olan, devrimci Marksizmin öznel gücü, yani iradesi ve kaabiliyetidir.

Yaklaşan dalga

Türkiye’de devrimci Marksizmin yaşamak durumunda olduğu ör­gütsel ve siyasi inşa sürecini belki de ‘ ‘devrimci Marksizmin yeniden inşası” olarak tanımlamak daha doğru olur. Hatta bunu Türkiye de­ğil, dünya ölçeğinde bir olgu olarak ele almak gerekir. Dev Bürokrasi İmparatorluğu artık yıkılmış durumda. Ama Stalinizmin bu nihai çö­küşü, sosyalizmin, devrimci Marksizmin de yıkıntılar altında kalması­na yol açtı büyük ölçüde. Kitlelerin bürokratik diktatörlüklere yönelik haklı kini, bu diktatörlükleri onlarca yıl boyunca sosyalizm olarak ta­nımlayan Stalinizmin çabaları sayesinde, sosyalizme yönelik ilgisizlik ve kuşku biçimine büründü. Emperyalizmin yaşamadığını, tarihsel olarak Stalinizm başarmış oldu. 

Bürokratik diktatörlük esas olarak kendi iç çelişkileri sonucunda kit­lelerin politik atılımıyla çöktü. Bu atılımın devrimci dinamiğini yadsı­mak olanaksız, ama bunun devrimci sosyalist bir atılım olduğunu da söyleyemeyiz. Çünkü Doğu Avrupa emekçileri devrimci Marksist bir önderlikten yoksun. Yoksun oldukları sürece de bu devrimci dalganın Sovyet demokrasisiyle taçlanacak sosyalist bir devrime dönüşmesi ola­naksız, önderlik boşluğunu da şu anda emperyalist merkezlerden kar­şı devrimci, hatta faşist çevrelere kadar pek çok politik akım doldur­maya çalışıyor. Doğu Avrupalı emekçileri çok bileşenli bir politik ba­sınç etkiliyor ve bütün bunlar ideolojik ve politik bir kaosa yol açıyor. 

Ama devrimci Marksist önderlikten yoksun olan yalnızca Doğu Av­rupa emekçileri değil; Avrupa proletaryası da on yıllardan beri devrim düşmanı Stalinist partilerin hegemonyası altında. Avrupa işçi sınıfı, bu önderlikleriyle komünizme doğru yol aldığını sanıyordu. Ama şimdi komünist partiler sosyalizm programlarını artık açıkça rafa kaldırıyor, ad değiştiriyor ve gerçek kıyafetlerini giyiyorlar. Bunun Stalinizmin do­ğal, mantıki ve kaçmümaz sonu olduğunu söylemek doğru, doğru ama proletaryanın arasında yaygınlaşan duş kırıklığının ve ilgisizliğinin, Do­ğu Avrupa proleterlerinin yanlış hedefe yönelmiş nefretinin üstesinden nasıl gelinecek? Cevaplandırılması gereken soru bu.

Türkiye Proletaryasının pek de o kadar dünyadan “haberdar” ol­madığını, dolayısıyla Avrupa proletaryasının yaşadığı ideolojik ve po­litik darbeyi üzerinde fazla hissetmeyeceğini söylemek mümkün değil. Bu yalnızca emperyalist propagandanın uluslararası karakteri ve gücünden ötürü değil, en azından yirmi yıldır kitlelere Moskova, Pekin, Tiran gibi bürokratik diktatörlük merkezlerinin yılmaz savunuculuğu yapılmış olmasından ötürü de doğru olmaz. Türkiye’de son derece kü­çük ve zayıf da olsa devrimci düşüncelere kazanılmış bir öncü işçiler grubu vardır. Bu öncülerin, bir zamanlar inanmış oldukları “reel sosyalizm” merkezlerindeki iktidar sembollerinin bizzat emekçiler ta­rafından yerle bir ediliyor olmasından etkilenmeyeceklerini bekleyeme­yiz. Kaldı ki Türkiye proletaryasının önemlice bir kesimi 1980 önce­sinde DİSK’in kimliğinde somutlanan kendi reformist Stalinist önder­lik deneyimini de yaşamıştır. 12 Eylül sonrasında işçi sınıfını orta yer­de bırakıveren, bugün ise milli uzlaşmanın şampiyonluğunu yaparak eski programını bile kendine çok gören bu önderlik bir zamanlar “sosyalizmi” temsil ediyordu. Şimdi devrimci Marksizmin, “biz bun­ların ihanetini çok önceleri öngörmüş ve söylemiştik” demesi, bu önderliklerce etkilenmiş işçilerdeki düş kırıklığını bir çırpıda yok etmi­yor.

Elbette Türkiye proletaryası üzerinde Batı ülkelerinde yaşanan öl­çekte bir Stalinist politik hegemonya yoktu. Ama büyük ölçüde sosyal demokrasinin ve öbür burjuva partilerinin ideolojik ve politik etkisi altında kalmış proleter yığınların, Stalinizmle birlikte sosyalizmin de ağır darbeler aldığı günümüzde devrimci sosyalizme dünden daha ko­lay kazanılacağım sanmak safdillik olur. Sosyalizm dün emekçi yığın­lara fazlaca güven vermemişti, bu yüzden de sosyalist hareket büyük ölçüde işçi sınıfından kopuk bir hayat sürmüştü. Bugün durumun da­ha iyi olduğunu söyleyemeyiz. Üstelik Avrupa proletaryası ve sosya­list hareket üzerinde büyük tahribatlar yaratan Stalinist çöküntünün deprem dalgalan buraya da ulaştıkça durum daha da kötüleşebilir. Bu durum, devrimci sosyalizm ile işçi sınıfı arasındaki kopukluğun aşıl­masında ek bir zorluk yaratmakta. Bunun aşılabilmesi için Marksiz­min önce bütün Stalinist çarpıklıklarından arınması, devrimci sosya­lizmi yeniden inşa edebilmesi ve bunu emekçi yığınlara sunabilmesi ge­rekiyor.

Eski Stalinist doğmaların uluslararası ve ulusal ölçekte yaşanmakta olan önderlik bunalımına çözüm getiremeyeceği ortada. Ne dünya, ne de Türkiye proletaryasının bu tür bir yeni deneye tahammülü yok. Ama önderlik bunalımının devrimci Marksizm tarafından, yani sosyalizm doğrultusunda çözülememesi durumunda da insanlığın emperyalizm ta­rafından barbarlığa sürüklenmesinin önüne de geçilemeyecek. Üstelik devrim ile karşıdevrimin dünya ölçeğinde zorladığı bir dönemde bu bu­nalım daha da yakıcı bir sorun haline dönüşmekte. Ortadoğu ayakta, ama önderlik boşluğunu devrimci Marksizm değil islamiyet doldurma eğiliminde. Hızla bir rejim bunalımına sürüklenen Türkiye için de bu geçerli. Güney Afrika da kendi İntifada’sını yaşıyor, ama neredeyse bütün ipler emperyalist demokrasinin ve onun artık bugün sadık des­tekçisi bürokrasinin elinde. Güney Amerika devrime yürüyor, ama dev­rimci Marksist önderlik hala zayıf ve önce Castrocu, Sandinist hayal­lerin üstesinden gelmek zorunda. Güneydoğu Asya sürekli kanıyor, ama Tienanmen katillerinin kitlelere vaad edeceği hiçbir şeyi kalmamış.

Emekçi yığınların devrimi zorladığı bir dönemde Stalinist çöküntü­nün üstesinden gelmek ve devrimci Marksizmi yeniden inşa etmek, kit­lelere devrimci sosyalist bir çözüm ve sağlam bir önderlik sunmak. Önü­müzdeki sorun bu ve bu dünya ölçeğinde olduğu kadar Türkiye için de doğru.

Eski ayrılıklar, yeni birliktelikler

Evet, Türkiye solu bugün yeniden kümeleniyor. Önemli olan bu moleküler değişimin dinamiklerini iyi ayırt edebilmek. Pek çok hareke­tin, grubun, partinin kendi çizgisini kısmi de olsa bir ameliyat masa­sından geçirdiği, geçirmekte olduğu doğru. Ama buna yol açan temel saik, Stalinizmin iflasının ayırdına varılmış olunmasından çok, 12 Ey­lül yenilgisinin darbesi. Yeniden kümelenme süreci bu yenilginin ne­denlerinin araştırılmasıyla başladı. Hatırlanacak olursa, 1980’lerin ba­şında Trotskistlerin dışındaki hemen hemen bütün sol güçler Polon­ya’daki antibürokratik kitle patlamasını bir “karşıdevrim” olarak al­gılıyordu. Genel olarak bu yaklaşım 1989 sonundaki şoka kadar sür­dü. Ama bu arada solun önemlice bir kesimi, 12 Eylül yenilgisini biraz da kendinde aramaya koyulmuştu, örneğin demokratik devrim/sos­yalist devrim ilişkisi, sosyalist demokrasi sorunu, genel olarak özörgütlenmeler konusu, vb. hep bu dönemde ele alınmış, yeniden gözden geçirilmeye başlanmış ve yeniden kümelenmenin köşe taşları haline getirilmişti.

Şimdi bunlara Stalinizmin iflâsının doğurduğu sorunlar eklendi. Dev­rim/demokrasi ilişkisi; partinin önderliği, ikamecilik ve kitle mücade­lesi sorunları; proletarya diktatörlüğü ve proleter demokrasisi kavram­larının tanımı; dünya devrimi ve enternasyonalizm bağıntısı; geçiş prog­ramı ve kitle seferberliği organları anlayışı; tek ülkede sosyalizm miti ve ulusal komünizm ideolojisi; ve tabii “nasıl bir sosyalizm?” soru­su… Koca bir bürokrasi imparatorluğunun çöküşünün altından bu so­rulara yanıt verilmeden kalkılamaz. Şüphesiz bu somları cevaplamak­tan kaçanlar var. Bunların bir bolümü, bütünüyle sosyalizmi (uzak bir geleceğe havale ederek) terk edip soyut bir demokrasi arayışının peşi­ne düşenler, umutlarını emperyalist barışa bağlayanlar. Bir bölümü ise, Stalinizmin çöküşüne bakmamaya çalışanlar, başkalarının bu çöküşü görmesine dayanamayanlar, kısacası eskimiş dogmalarıyla birlikte ka­çınılmaz sonlarını bekleyenler. Devrimci Marksizmin Stalinist çarpıt­malardan arındırılarak yeniden inşası ve sosyalizmin tekrardan işçi ve emekçi yığınların kurtuluş bayrağı haline getirilmesi mücadelesine bu iki kesimin de katacağı fazlaca bir şey yok.

Sol içindeki eski ve yeni tüm ayrılıklara bu gözlükle bakmak gere­kir. İster reformist, ister radikal popülist, isterse de merkezci kanatla­rı olsun, bir bütün olarak Stalinist kampta yaşanmış olan ayrılıklar es­kiden genellikle saçma ve gereksiz görünürdü, bugün ise bütünüyle ta­rihsel önemini yitirmiş durumda. Burjuva demokrasisine teslimiyetin, ikameciliğin, oportünizmin “stratejisinde” ya da “taktiğinde” şu ya da bu görüş ayrılıkları ne kadar “önemli” görülürse görülsün, Stalinizmle birlikte onun bütün varyantları da artık kitleler nezdinde son nefesini veriyor.

Türkiye sosyalist hareketinde eğer bir “birlik” sorunu varsa, birli­ğin kendisinden çok bu sorunun temelinde yatan saik önemlidir. Re­formistler devrimi, sosyalizmi, birlikte terk etmek isteyebilirler, bu on­ların sorunu. Popülistler, küçük burjuva sosyalistleri, Stalinist çöküşü birlikte yaşamak isteyebilirler, bu da onların sorunu. Ama Türkiye’de devrimci Marksizmin inşa edilmesi, devrimci sosyalist partinin yaratıl­ması, emekçi yığınlara Stalinizm çamurundan temizlenmiş bir sosya­lizm bayrağının sunulabilmesi gerekiyor; işte birleşik bir devrimci par­tinin yaratılması düşüncesine zorunluluk yaratan da bu görevlerdir. O halde “birlik” sözcüğü bir “iyi niyet” söyleminin ötesinde tarihsel bir anlam taşıyor.

Eski ayrılıkları reformist ya da popülist, ama Stalinist zeminde gi­dermenin ve solun “birliği”nin koşullarını burada aramanın ecele bir faydası yok. Hâlâ bu kamptan biri çıkıp “herkes kendini ciddiye alı­yorsa birliğin koşullan yok demektir” diyebilir. Dogmalarla örülmüş eski şablonları üst üste koyup ortaklıklar aramaya dayalı bir birlik an­layışının kitlelerce ne denli ciddiye alınacağıdır önemli olan. Üstelik aynı kişi, on yıldır bulup bulabildiği yegâne şey olan farklı görüşlerin aynı dergide yayınlanabilmesi dayanıklılığını sosyalist demokrasinin kendisi de sanabilir. Bu bir tarikatın idaresi bakımından şüphesiz önem­lidir, ama tarikatların gizeminin tarihi yaşamanın önünde bir engel ol­duğu da açık.

Birlik sorunu, Türkiye’de ve dünyada devrimci Marksizmin inşası sorunudur. Bu görevin altına girmesi gerekenler ise Stalinizmin dışın­daki güçler ve onun çöküşünü devrimci tarzda aşma iradesine sahip olan yeni oluşumlardır. 

DSB deneyi

Tekrar etmek istiyorum: Devrimci partinin yaratılması bilinçle örül­mesi gereken bir süreçtir; devrimci Marksizmin inşası ise çok daha bi­linçli bir çalışmanın ürünü olacak. Türkiye’de devrimci Marksizmin inşası ve devrimci Marksist partinin yaratılması, kendiliğinden gelişen bir sürecin ürünü olamaz. Birlik sorununa da böyle yaklaşmak gereki­yor. Eğer “nesnellik” bu tür bir partinin yaratılmasının dinamiklerini kendiliğinden yürürlüğe koyacak olsaydı, marjinal iradeleri de kenara süpürürdü. Ama toplumsal tarih böyle ilerlemiyor. Hatta tam tersine durumlar ortaya çıkıyor; önderliğin inşası zorunluluğu, tam da bu zo­runluluğa karşı direncin arttığı dönemlerde kendini dayatıyor. Belki de zorunluluk kavramının tanımı bu ilişkide yatıyor. 

Devrimci Sosyalist Blok girişimi, önderlik bunalımının çözümü yo­lunda atılmış önemli ve anlamlı bir adımdı. Birlik problemi de bu sü­recin içkin bir parçasıydı. Bunun nedeni, kimilerinin iddia ettiği gibi “gerçeğin parçalı olması” değil, devrimci Marksizm ırmağının kıyıla­rının kalabalıklaşmaya başlıyor olmasıydı. DSB, bilinçli bir iradenin ürünü olarak gündeme geldi, ama öyle sürmedi.

DSB’ye öngelen ve “Kuruçeşme Tartışmaları” olarak anılan birlik tartışmaları (BTDK), solun yeniden ayrışmasında önemli bir aşama oluşturdu. Bu ayrışmayı, 1980 öncesi kalıplara göre “devrimcilik-reformculuk” ayrımı olarak görmek son derece sığ bir bakış olur. BTDK süreci, bu sürece katılanları herşeyden önce Marksizmin güncel sorunlarına devrimci tarzda el atıp atmama kapasitesilerine göre ay­rıştırdı. Bu ayrışma sırasında çizginin ötesinde kalanlar yalnızca eski kalıplara göre reformcu olarak tanımlananlar olmadı, kendini devrimci olarak gören ve ama kör ve sağır maymunlar rolünü üstlenenler de ba­ğıra çağıra kendilerini o yakaya fırlattılar. Bir başka ayrım eksenini ise, devrimci Marksist partinin inşası bilinci oluşturdu. “Buradan hiç­bir şey çıkmaz” tembelliği, yalnızca irade ve bilinç zaafının bir göster­gesi olmadı, aynı zamanda sosyalizmin “gerçekten yıkılmış” olduğu yolundaki zihniyetin ve bunun getirdiği demoralizasyonun bir ifadesi oldu. Tabii bu davranışı “kendine güven ve kendi başına güçlen” slo­ganıyla perdeleyenler olmadı değil, ama günümüzde devrimci sosya­lizmi örten perdeler o kadar inceldi ve saydamlaştı ki, öte yanda boylu boyunca duran yetersizlik kendini tüm çıplaklığıyla açığa vurdu.

Ama herhalde en önemli ayrışma çizgisini, devrimcilik-reformculuk ayrımının kazanmış olduğu yeni boyut oluşturdu. Bu boyutun zıt kutuplarından birinde devrimci Marksizm, öbüründe ise sosyal demok­rasi ve bürokratik sosyalizm (buna isterseniz milli komünizm ya da Stalinizm de diyebilirsiniz) yer alıyordu. İşte, devrim-demokrasi ilişkisi, işçi demokrasisi, program anlayışı, enternasyonalizm, Leninist parti gibi konularda kendini açığa vuran bu ayrışma, popülist söylemin kla­sik reformculuk-devrimcilik kavramlarına ve ayrılığına yeni ve doğru bir içerik kazandırdı. Kendini devrimci olarak tanımlayan çevre ve bi­reylerin kendilerini yıllardan beri reformculukla suçladıkları çizginin yanında bulmaları tam da bu boyutta gerçekleşti.

Bu ayrım çizgilerinin kavranmayışı, BTDK sonrası DSB sürecinde çeşitli sıkıntılar yarattı. Devrimci Marksizmin basıncı önce Gelenek çev­resini sıkıştırdı. Kendini devrimci Marksizm alanındaki kümelerin ya­nında tutmaya çalışan Gelenek bu basınca dayanamadı, kendini dışarı attı. Bunu yaparken ve yaptıktan sonra aldığı tutumla da, kendisinin ne Marksizmin güncel sorunlarına devrimci tarzda el atma kapasitesi­ne, ne devrimci partinin inşası bilincine, ne de devrimci Marksizmin politik tutumlarına sahip olmadığım kanıtladı. Üstelik, eskimiş Stalinist manevraları uygularkan sergilediği siyasi acemilikle de, umduğu­nun tersine, TİP, TKP, TSİP gibi eski reformist partilerin dağılma sü­recinden beklediği “yararı” elde edemeyeceğini gösterdi. Açıktır ki Ge­lenek bu çizgisiyle ancak bir Stalinist manevralar partisi yaratabilir, ama bunun devrimci Marksizme bir yararı yok.

DSB’deki en önemli yarayı, Türkiye’de devrimci Marksist bir ön­derliğin inşasına gerçekten katacağı şeyler bulunan Yeni Öncü çevresi açtı. Bunu, kendisini sürecin aktif bir bileşeni olmaktan çıkartıp, göz­lemci statüsüne düşürerek yaptı. Yeni Öncü bir süreden beri devrimci Marksizm ekseni çevresindeki sorunlarla yüzleşme cesaretini göstermeye başlamıştı. Ama iş devrimci Marksist partinin bilinçli biçimde yaratıl­ması noktasına gelince, bu çevrenin belirgin bir önderlik bunalımı içinde olduğu ortaya çıktı. Yeni Öncü okurları, neredeyse bu derginin bilinç­li ve hedefleri belirli bir tartışma süreci içinde olduğuna inanır duruma gelmişlerdi. Ama DSB’nin devrimci Marksist siyasal hatta bu dergi­den daha kararlı ve hızlı yürüyor olması, Yeni Öncü önderliğinin bir bölümünün bu süreçten kopulması yolundaki eğilimini güçlendirdi. Böylece, derginin aslında bilinçli değil, sarsak ve kendiliğinden, dola­yısıyla da her an kesintiye uğrayıp tersine dönebilecek bir tartışma ve irdeleme süreci içinde olduğu anlaşıldı. Öyle ki, bir an için durup “Ye­ni Öncü ne savunuyor?” diye sorulacak olsa, dergiyi yakından takip edenlerin bile uzunca bir süre düşünmesi ve varlık koşullarının on beş yıl öncesinin ayrılık söylemiyle açıklanıp açıklanamayacağına karar vermesi gerekiyor. Merkezciliğin turnusol deneyi bu olsa gerek. Ama bu durum, yalnızca o durumun öznesi için değil, sorusuna kararlı bir dev­rimci yanıtlar sistemi bekleyen herkes için sıkıntı verici bir durum. Ye­ni Öncü’nün bu atalet ortamından kurtulması herşeyden önce önderli­ğinin devrimci Marksizmin ve devrimci partinin inşası yolundaki bi­linçli tutumuna bağlı.

Zorunluluğun sürekliliği

Parti çıkarlarının, işçi sınıfının çıkarlarının önüne geçirilemeyeceği söylenir; ben bunu yetersiz, hatta bir bakıma yanlış bir önerme olarak görüyorum. Bu aslında bir önerme değil, çıkarları işçi sınıfınınkiyle çe­lişen ikameci bürokratik Stalinist partilere yönelik bir eleştiri olabilir. Bence doğru önerme, parti çıkarlarının işçi sınıfının zorunlu eylemi doğ­rultusunda belirlenmesi biçiminde olmalı. Tabii Türkiye için buradaki parti sözcüğünü epeyce bir küçültüp kabaca “grup” yapmak, işçi sını­fının bugünkü zorunlu eylemini de devrimci partinin inşası olarak be­lirlemek gerekiyor.

Emperyalist çağın temel sorunu olan devrimci önderlik bunalımı, gü­nümüzde tüm dünyada ve hele Türkiye’de iyiden iyiye kronikleşti. Ama grup psikolojisi de kronik bir hastalık haline dönüştü. Böyle bir or­tamda bunalımın çözümüne yönelik her girişim, şüphesiz ciddi zorluk­larla ve dirençlerle karşılaşacaktır. Bir devrimci işçi partisi yaratma doğ­rultusundaki DSB projesinin önüne de bu tür engeller dikildi. Ama zo­runluluk hâlâ ortada duruyor.

Belli ki sol içindeki ayrışma ve yeniden kümelenme süreci daha uzun­ca bir süre devam edecek. Önemli olan bu süreci bilinçli yaşayabilmek ve dolayısıyla da gerçekliği dönüştürme yeteneğini elde etmek. Bunun için de devrimci Marksizmin çıkarlarını, işçi sınıfının devrimci partisi­nin yaratılması zorunluluğuna tabi kılabilmek gerekiyor. Bu bizzat dev­rimci Marksizmin kendisinin inşası demektir.

Birlik sorunu da ancak bu çerçevede anlam kazanır. Birlik, ne par­çalı gerçeği yakalayabilmek, ne de taktik güç tahkimatı yapmak için gerekli. Eğer birlik sözcüğünden devrimci parti bağlamında söz edi­yorsak, bunun ideolojik, politik ve örgütsel bir inşa süreci içinde billurlaşacağını kavramamız gerekir. Bu alanın sınırları devrimci Marksizmle çevrelenmiştir.

DSB, devrimci Marksizm alanının belirlenmesi yolunda çok önemli bir adım olmuştur. Şimdi yapılması gereken bu zorunlu inşanın öbür tuğlalarını belki teker teker, ama bilinçli bir biçimde ve kararlılıkla örebilmektir.