Dış borcun reddi: Neden ve nasıl?

Türkiye ekonomisi yere çakıldıkça, Erdoğan dönüp dolaşıp iki hikâyeyi ısrarla anlatmaya koyuluyor. 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesi anlatmayı pek sevdiği bu hikâyeler, içinden geçtiğimiz eşi görülmedik ekonomik yıkım altında yeniden gündemde. Bu hikâyelerden ilki, Türkiye’nin AKP öncesinde beyaz eşya kullanmadığı veya çok sınırlı sayıda kullandığı rivayetine ilişkin. 2018 seçimleri sürecinde, ekonomik durumdan şikâyet eden vatandaşlara, AKP öncesinde, “Evlerde fırın, buzdolabı, çamaşır makinesi bulabiliyor muyduk?” sorusuyla karşılık vermişti. (1) Dövizin, işsizliğin, hayat pahalılığının ve sefaletin tarihî zirvelerde olduğu bugünlerde ise, sözü yine beyaz eşya meselesine getirerek eleştirileri göğüsledi. “Türkiye adeta bir uçuşun eşiğinde” tespitinde bulunduktan sonra 2002 ve 2019’da satılan buzdolabı ve çamaşır makinesi sayılarını vererek, iddiasını temellendirmeye çalıştı. İçinden geçtiğimiz krize ilişkin açıklamaları tatmin edici bulunmayacak olsa bile, 2002 yılı içinde 1 milyondan fazla buzdolabı satıldığını itiraf ederek, iki sene önceki konuşmasından daha mütevazı bir tutum takındığı söylenebilir. (2)

Bu hikâyelerden ikincisi ve konumuzla daha doğrudan bağlantılı olanı ise Türkiye’nin IMF’ye olan borcu ve borçluluk meselesine ilişkin. AKP’nin 18 yıllık ekonomik başarı (!) öyküsünü kanıtlayabilmek için Erdoğan, kendi dönemlerinde IMF’ye olan borcun kapatıldığını ve hatta IMF’ye 5 milyar dolar borç verildiğini söylüyor. Gerçekten de, 2002’de AKP iktidara geldiğinde IMF’ye olan 23 milyar dolar civarındaki borç, 2013’e dek AKP iktidarları tarafından ödendi ve IMF’yle yeni bir anlaşma imzalanmadı. Pekiyi, IMF’yle olan ilişkinin bitirilmesi, Türkiye’nin dış borçlarının azaldığı veya bittiği anlamına mı geliyor? 

Erdoğan’ın söz etmekten ısrarla kaçındığı sorun tam da burada. 2002’de Türkiye’nin toplam dış borcu 130 milyar dolarken, 2020 itibariyle bu sayı 3 kattan fazla artarak 430 milyar dolar seviyesine geldi. Bu dönemde şüphesiz ekonomi de “büyüdü” fakat dış borcun gayri safi yurt içi hasılaya (GSYH) oranı yeniden 2001’deki kriz seviyesine yani yüzde 55’in üstüne çıktı. Bu borcun yaklaşık üçte ikisi özel sektöre aitken yaklaşık üçte biri de kamuya ait. Unutulmaması gereken nokta ise, özel sektör dış borcunun devlet garantisinde olduğu ve Merkez Bankası swap hariç net rezervinin – 6 milyar dolar seviyesine kadar gerilemiş olduğu. (3) Uluslararası Finans Enstitüsü’nin (IIF) raporlarına göre de Türkiye dış borç ödemeleri açısından en zor durumda olan ülkelerin başında geliyor. Bir yıl içerisinde çevrilmesi gereken dış borç miktarı ile Merkez Bankası’ndaki net döviz rezervleri arasındaki uçurum, Türkiye’nin bir saatli bombanın üzerinde durduğunu gösteriyor. (4) Dolayısıyla Erdoğan, IMF’ye borcumuzu kapattık dedikten sonra “Veren el, alan elden üstündür” sözünü ifade ederken, Türkiye ekonomisinin ne kadar kırılgan konumda olduğunu da kendi üslubunca açıklamış oluyor. Son olarak, Türkiye’nin IMF’ye borç verdiği iddiasının da Merkez Bankası’nın o döneminin en üst düzey bürokratları tarafından yalanladığını belirtelim. (5)

Borçluluk oranları yalnızca Türkiye’de artmıyor. 2008’de patlak veren dünya ekonomik krizinin 2019’da yeni ve daha derin bir aşamaya girmesi, borçluluk miktarının tarihte eşi benzeri görülmedik oranlara çıkmasını beraberinde getirdi. 2020’nin ilk çeyreğinde küresel borç miktarı, dünyada üretilen toplam GSYH’nin yüzde 331’ine ulaşarak yeni bir rekor kırdı. Krizin pandemiyle birleşmesinin ardından bu miktar, çok daha yukarılara çıkacak. (6)

Hane halkı borçluluk miktarı da hem küresel ölçekte hem de Türkiye’de çarpıcı biçimde artıyor. Emekçilerin harcanabilir gelirleri içindeki borçlarının oranı AKP’nin iktidara geldiği 2002’de yüzde 5 düzeyinden, bu sayı bugün yüzde 50’lere varmış durumda. Türkiye Bankalar Birliği’ne (TBB) göre, vatandaşların kredi borcu, Temmuz 2020 itibarıyla 706 milyar TL’ye ulaştı. İhtiyaç kredilerinin GSYH’ye oranı ise son 6 ayda yüzde 38’den yüzde 47’ye yükseldi. (7) Bu sayılar dahi Türkiye’deki ekonomik krizin ve sefaletin ulaştığı boyutlara dair çok fazla şey söylüyor. 

Kapitalist sistemin temel işleyiş unsurlarından birisi olan borç meselesini ve ekonomik krizle ilişkisini çok çeşitli boyutlarıyla ele almak mümkün. Yukarıda çok kısaca değindiğimiz hane halkı borçluluk meselesi veya emperyalist ülkelerin düşük faiz ve karşılıksız para basımı yoluyla küresel borçluluk seviyesini artırma politikası bunlardan birkaçı. Bu yazıda ise, temel olarak, emperyalist ülkelerin dış borç yöntemiyle bağımlı, yarı sömürge ülkeleri nasıl yağmaladığı, bağımlı ülkelerin dış borcu neden ödememesi gerektiğini ve bunun nasıl mümkün olabileceğini ele almaya çalışacağız.

Dış borç neden reddedilmeli?

19. yüzyıl boyunca dış borç mekanizması, büyük kapitalist güçlerin diğer ülkeleri kontrol altına almak için kullandığı en önemli araçlardan biri oldu. 19. yüzyılın ilk yarısında Haiti, Yunanistan ve Latin Amerika ülkeleri gibi bağımsızlığını yeni kazanan devletler, dış borçlandırma yoluyla mali bağımsızlıklarını hızla kaybettiler. Çin, Osmanlı İmparatorluğu ve Rusya gibi eski devletler de yüzyılın ikinci yarısında dış borçlar sonucunda mali açıdan emperyalist devletlere bağımlı hale geldiler. (8)

Dış borç anlaşmaları, yüksek faiz oranları ve çeşitli kesintiler nedeniyle, bankaların öylesine lehine ve borç alan devletlerin öylesine aleyhineydi ki, borçluluk kısa bir süre sonra ödenemeyecek bir noktaya geliyor, emperyalist ülkeler dış müdahaleler veya hükümet darbeleri yoluyla borçların ödenmesini garanti altına alıyorlardı. Kimi zaman da borçlu ülkeler, borçlarını ödemeyeceklerini ilan ediyor ve bunda kısmen veya tamamen başarılı oluyorlardı. Bu örneklere aşağıda daha ayrıntılı olarak değineceğiz. 

Kapitalizmin tüm dünyaya yayılması ve tekelci aşamasına yani emperyalizme dönüşmesi sürecini analiz eden Lenin, sermaye ihracının ve dış borcun artan önemini vurgulamıştı. Sanayi sermayesinin ve banka sermayesinin mali sermaye (finans kapital) biçiminde birleşmesiyle, gelişmiş kapitalist ülkeler için sermaye ihracı meta ihracatından öncelikli hale gelmiş ve işçi sınıfının sömürüsü ulusal sınırların ötesine taşmıştı. (9)

Marx açısından dış borç, sömürgecilik ve fetih projelerini gerçekleştirebilmeleri için imparatorluklara verilen krediler yoluyla Hollandalı, İngiliz ve Fransız kapitalistlerin büyük servetler elde etmesi ve bu sayede ilkel sermaye birikimini sağlamaları açısından önemliydi. Lenin döneminde ise dış borç, İngiltere, Fransa, Almanya, ABD gibi emperyalist devletlerde siyasal iktidarları denetimi altına alan mali sermayenin, tüm dünyada egemenliğini sürdürmesinin en temel araçlarından birisi haline geldi. Emperyalist aşamada kapitalistler, askerî bir işgale veya sömürgeleştirmeye girişmeksizin de, sermaye ihracatı ve dış borç yoluyla, kendi ulusal sınırları dışında mali egemenlikler kurabiliyorlardı. Lenin bu durum altındaki ülkeleri bağımlı veya yarı sömürge olarak tanımlıyordu. Bu ülkeler biçimsel olarak politik bağımsızlığa sahip olsalar da, mali ve diplomatik açıdan emperyalist devletlere bağımlı hale gelmişlerdi. 

Sanayi devrimi sonucu üretici güçlerde yaşanan gelişme sayesinde, kapitalistler giderek daha yüksek bir oranda bu ülkelere sermaye ihracı yapmaya başlamışlar ve böylelikle bu ülkelerin kaynaklarını yağmalamaya ve emek gücünü sömürmeye girişmişlerdi. Kapitalizmin bu aşamasında dış borç, emperyalist devletler için fazlasıyla kazançlı bir sistemdi. Emperyalist bir ülkenin bankasından yarı sömürge devletlere verilen krediler, aynı emperyalist ülkenin maden, demir yolu, elektrik veya tekstil şirketleriyle yüksek kârlı anlaşmalar yapılması ve söz konusu ülkeye kapitülasyonlar gibi özel ayrıcalıklar tanınması koşullarına bağlanıyordu.

Bu genel nitelikler, Osmanlı Devleti ve daha sonra Türkiye’de kapitalizmin gelişim süreci açısından da fazlasıyla geçerli. İlk kez 1854’te Kırım Savaşı sırasında alınan dış borç, 1876’da ödenemez duruma gelmiş ve Osmanlı Devleti dış borç ödemelerini durdurduğunu açıklamıştı. 1881’de kreditörlerle imzalanan anlaşma sonucunda, Türkiye’nin mali idaresini borçlu ülkelerin teslim alması anlamına gelen Düyun-u Umumiye (Genel Borçlar) İdaresi kurulmuştu. Bu kurum aracılığıyla devletin vergi gelirlerinin önemli bir kesimi, yabancı alacaklıların denetimine bırakılıyordu. Düyun-u Umumiye sisteminin kurulmasının ardından, borçlanma politikası kaldığı yerden devam etti. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına dek Osmanlı Devleti, Avrupa’dan aldığı borcun yaklaşık iki katını anapara ve faiz ödemesi olarak Avrupa devletlerine geri ödemiş oldu. (10)

Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının ardından, Avrupa devletleriyle yapılan anlaşmalar uyarınca, Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri, Osmanlı’dan kendi payına kalan borçları 1954’e dek ödedi. Türkiye’nin dış borç sarmalına düşmesiyse, kabaca 1960-1980 arası uygulanan ithal ikameci büyüme döneminde başladı. Montaj sanayisi temeline, yani iç tüketim ve yerli burjuvazinin gümrük duvarlarıyla geliştirilmesine dayanan bu dönemde, ithalat ve ihracat rakamları arasındaki fark giderek açılıyor ve bu açık dış borçlanmayla karşılanıyordu. Dünya ekonomisinin yeni bir krize girdiği 1974’ten itibaren, dış finansman bulmak giderek zorlaşırken, iç piyasa bir doygunluğa ulaştı ve ithal ikameci model büyük bir borç kriziyle çöktü. Krizden çıkış, işçi hareketinin ve solun askeri darbe yoluyla tasfiye edilmesiyle, burjuvazinin Kenan Evren ve Turgut Özal önderliğinde “ihracata dayalı büyüme modelini” hayata geçirebilmesiyle gerçekleşti. 

Bu modelde işçi ücretlerini düşürerek, burjuvazinin ihracata dönük üretime geçmesi ve bu yolla kârlılık oranlarını artırması hedefleniyordu. Bu şekilde, dış yatırımlara da kapı aralanmak istendi. Neoliberal temelde ekonominin dünya piyasasına tam entegrasyonunun hedeflenmesinin faturası, dış borcun giderek daha da artması oldu. Özal hükümetlerinin ardından, ‘90’lardaki koalisyon hükümetleri de Evren-Özal ikilisinin neoliberal politikalarını, IMF’yle yapılan anlaşmalar çerçevesinde aynı biçimde sürdürdü. 2001 krizi patlak verdiğinde dış borç seviyesi milli gelirin yüzde 58’i düzeyine çıkmış ve ülke ekonomisi ağır bir yıkımın altında kalmıştı. (11)

Şimdilerde Damat Bakan’ın sağ yumruğunu kaldırarak “devrimci” olarak tanımladığı ve “tam ekonomik bağımsızlık” yolunda mücadele eden ve bunun bedelini ödeyen bir iktidar olduğunu söylediği AKP hükümetleri döneminde de aynı ekonomik model, daha da derinleştirilerek sürdürüldü. ABD’de ekonomik kriz nedeniyle 2000’li yıllar boyunca düşük faiz politikasının uygulanması sonucunda yaşanan dolar bolluğu sayesinde AKP hükümetleri bu dönemde düşük faizle borçlanabildi. Bir yandan IMF’yle işbirliği temelinde işçi düşmanı politikalar kararlılıkla uygulanıyor, diğer yandan da uygun uluslararası ekonomik koşullar sayesinde, ekonominin çeşitli kalemlerinde kısmi iyileşmeler yaşanıyordu. AKP hükümetleri gerek bu dönemde gerekse de 2008 krizinin ardından yabancı sermayenin bir dönem daha bağımlı, yarı sömürge ülkelere aktığı 2010-2015 döneminde, şirketlerin dövizle olağanüstü düzeyde borçlanmasını teşvik etti ve bu paranın büyük bir kısmı inşaat, silah sanayii, enerji ve finans gibi sürdürülebilir olmayan alanlara harcandı. Küresel ekonomide rüzgârın tersten esmeye başlamasıyla sıcak para bulmanın giderek zorlaştığı, faizlerin yükseldiği ve TL’nin dolar karşısında adeta yere çakıldığı bir dönemde ise şirketler birbiri ardına borçlarını ödeyemez hale geldiler. Şirketlerin iflasları kamu bankaları aracılığıyla veya konkordato gibi ucube yasal önlemlerle yapay biçimde ötelenmeye çalışılmakta.

Döviz borcu olan şirketlerin iflas etmesiyle birlikte, bu şirketlerin borçları devlet tarafından üstlenilecek ve bu borcun faturası emekçi halkın üzerine yıkılacak. “Yerli ve milli” olmakla övünen AKP hükümeti, şirketlerin borçlarının garantörlüğünü üstlenerek, uluslararası finans tekellerine borcun dakik olarak ödenmesinde tereddüt etmeyecek. Bu borcun alınmasından hiçbir fayda görmeyen emekçi halk, hiçbir sorumluluğu olmadığı halde, şirketlerin ve bankaların borçlarının devlet tarafından üstlenilmesiyle, kemer sıkma politikalarıyla ve sosyal kesintilerle borcun kefili haline gelecek. İşte bu yüzden Türkiye’nin mevcut dış borcunun meşru olmadığını ve ödenmemesi gerektiğini söylüyoruz. Yaklaşık 150 yıldır ülkenin zenginliklerini yağmalayan “akbaba fonlara” borcun ödenmesinin reddedilmesiyle, buradan sağlanacak kaynaklar, ekonomik kriz ve salgın nedeniyle büyük bir toplumsal ve ekonomik yıkım içinde olan emekçi kesimler için kullanılmalı. Peki, ama nasıl?

Dış borç nasıl reddedilir?

Dış borçların bu haliyle ödenemez olduğunu yalnızca devrimci sosyalistler söylemiyor. Çeşitli reformist hareketlerden, burjuva milliyetçi devlet başkanlarına ve hatta IMF yöneticilerine dek, borç sisteminde değişiklik yapılması gerektiği dile getiriliyor. 

Devrimci sosyalistler dış borç meselesinin küresel kapitalist sisteme içkin bir sömürü ve yağma mekanizması olduğunu, bu nedenle dış borçların tümüyle reddedilmesini ve küresel ölçekte demokratik ve merkezî bir planlı ekonomiye geçilmesini savunuyor. 

Reformistler borçların “meşru olmayan” kısımlarının reddedilmesini ve borçların bir kısmının ödenmemesiyle yoksul kesimlerin bir nebze olsun nefes alması çerçevesinde, kapitalist sistem içinde sağlanabilecek bir çözüm olarak bu konuyu gündeme getiriyorlar. Bağımlı ülkelerin kimisinde iktidarda olan burjuva milliyetçi liderler ise, uluslararası kreditörlerle pazarlıkta daha uygun bir anlaşma sağlayabilmek için dış borcun adaletsizliğinden bahsediyorlar. IMF yöneticileri ise, kapitalist sistemin tümüyle çökmesinin önüne geçmek ve dış borcun sürekli olarak ödenebilmesi için, birtakım iyileştirmeler yapılması çağrısında bulunuyorlar. 

Geçmişe ve yakın tarihe baktığımızda da dış borç meselesinin yalnız sosyalist devrimlerin ardından değil çeşitli kapitalist hükümetler tarafından gündeme getirildiğini ve borçların kısmen veya tamamen reddedilebildiğini görüyoruz. Şimdi bu örneklere kısaca bakalım. (12)

ABD 1839-1868: Bugün bağımlı ülkelerin emperyalist ülkelere dış borç ödemelerinin en büyük garantörlüğünü üstlenen ABD, geçmişte kendisi birkaç defa İngiltere’ye olan dış borçlarını ödemeyi reddetmişti. 1839-42 arasında, nehir kanallarının inşası için sağlanan krediler Mississippi, Louisiana, Maryland ve Pennsylvania eyaletleri tarafından geri ödenmedi. 1868’de ise, Kuzey ve Güney arasındaki iç savaş sırasında, İngiltere tarafından desteklenen Güney hükümetlerine verilmiş olan borçlar, savaş galibi Kuzey tarafından yasa dışı ilan edildi ve ödemeleri durduruldu.

Meksika 1861: Devlet başkanı Benito Juarez (1858-1864) döneminde İngiltere, İspanya ve Fransa’ya olan borçların ödemesi iki yıllığına durduruldu.

Ekvador 1889: Flores ve Jijón hükümetlerinin Avrupa ve ABD bankalarıyla çok ağır şartlara onay veren borçlanma müzakereleri bir toplumsal ayaklanmaya neden oldu. Halk seferberliği üzerine iktidara gelen yeni hükümet dış borç ödemelerinin durdurulduğunu açıkladı. 

Arjantin 1890: Lenin’in deyimiyle, İngiltere’nin bir “mali sömürgesi” haline gelen Arjantin’in bu ülkeye olan dış borcu ödenemez bir noktaya ulaştı. Bu durumun bir toplumsal ayaklanmayı tetiklemesinin ardından dış borç ödemeleri birkaç yıllığına durduruldu.

Venezuela 1901: Devlet Başkanı Cipriano Castro dış borç ödemelerinin durdurulduğunu ilan etti.

Rusya 1917: Ekim Devrimi’nin ardından Bolşevikler, Çarlık döneminden miras kalan dış borcu reddettiklerini duyurdular. 

Almanya 1923: Savaş yenilgisinin ardından İngiltere ve Fransa tarafından Almanya’ya yüklenen acımasız savaş tazminatları ve bununla beraber artan dış borçlarlar nedeniyle Alman ekonomisi 1923’te ağır bir krize girdi. Dönemin hükümeti dış borç ödemelerini durdurduğunu açıkladı. 

İngiltere, Fransa ve İtalya 1933: Dünya ekonomik krizi nedeniyle ABD’ye olan toplam 12 milyar dolarlık borcun ödemesini durdurduklarını açıkladılar. 

Küba 1959: Devrimin ardından, yeni hükümetin açıkladığı ilk önlemlerden biri Batista döneminin dış borçlarını reddetmek oldu.

ABD 1971: Başkan Nixon 1944’te imzalanan Bretton Woods Anlaşması’nın temelini oluşturan doların altına çevrilebilirliği ilkesini, yükselen enflasyon nedeniyle durduğunu açıkladı. Bu adım, dolar uluslararası para birimi olma özelliğini korumaya devam ederken, ABD Merkez Bankası’na sınırsız, karşılığı olmayan para basabilme hakkı tanıyordu. Bu sırada Nixon 50 milyar dolarlık dış borç ödemesinin de durdurulduğunu açıkladı.

Meksika 1982: IMF’nin dayattığı politikalar sonucunda derin bir ekonomik krize yuvarlanan ve dış borcunu ödeyemez hale gelen Meksika, 1982’de dış borcunun bir kısmını ödemeyi reddettiğini duyurdu.

Bolivya 1984: Borç ödemelerinin durdurulması talebiyle gerçekleşen genel grev, hükümeti moratoryum ilan etmeye zorladı. 

Kosta Rika 1984: Hükümet döviz kaynaklarının borç ödemek için kullanılmasını yasakladı. Kreditörler New York’ta dava açtı fakat mahkeme konunun “ulusunun nihai yıkımını engellemek için egemen bir ülkenin aldığı bir karar” olduğu sonucuna vardı.

Brezilya 1987: Brezilya da moratoryum ilan eden ülkeler arasına katıldı.

Rusya 1998: Ülke ekonomisi çöktü ve hükümet ücretleri ödeyemeyeceğini duyurdu. Maden işçilerinin 6 ay ücret alamayacağı açıklandı. Bunun üzerine madenciler, hükümetin dış borcu ödemek yerine ücretlerini ödemesi için Moskova’ya kamp kurdu.

Ekvador 1999: Yerlilerin başını çektiği toplumsal seferberlikler birçok hükümetin düşmesini beraberinde getirirken, dönemin hükümeti borç ödemelerini durdurduğunu açıkladı.

Arjantin 2001: “Arjantinazo” olarak anılan halk isyanı ödemelerin durdurulması sonucunu doğurdu. Buradan sağlanan kaynaklar sosyal harcamalar için kullanıldı. Ne var ki, 2003’te sol bir söylemle iktidara gelen Kirchner hükümetleri döneminde dış borç ödemeleri tüm hızıyla devam etti. 

İzlanda 2010: 2008 krizinin ardından ülke ekonomisinin çökmesiyle birlikte, 2010’da gerçekleştirilen referandumda halkın yüzde 95’i dış borç ödemelerinin reddi yönünde oy kullandı. Güçlü halk baskısı hükümeti borç ödemelerini durdurmaya zorladı. 

Yukarıda son 150 yılda borç ödemelerine ilişkin çeşitli örnekler verdik. Son on yıl içinden de benzer birçok örnek gösterilebilir. Özellikle son aylarda Afrika ülkelerinin borç ödemelerinin durdurulmasına ilişkin irade beyanı, bunlar arasında dikkat çekenlerden. (13)

Yukarıda andığımız örneklerden çeşitli sonuçlar çıkarmak mümkün. Öncelikle dış borç ödemesinin bir tabu olmadığı sonucu ortaya çıkıyor. Bağımlı ülkelerin emekçi halkları üzerine yıkılmış dış borç yükü değişmez bir kader değil, hükümetlerin bir politik tercih meselesi olduğu anlaşılıyor. Dikkat çekici olan, yalnızca devrimci hükümetlerce değil burjuva hükümetler tarafından da borç ödemelerinin durdurabildiği olgusu. Özellikle de seferberlik halindeki kitlelerin basıncı altında olan hükümetler, ayakta kalabilmek için bu yola başvurabiliyor. 

Ne var ki, gördüğümüz bir diğer önemli nokta, dış borç ödemeleri bir süreliğine durdurulsa bile, emperyalist sistemden kopuşu ve onun alternatifini yükseltecek diğer önlemlerle desteklenmedikçe, aynı mekanizma kısa bir süre sonra yeniden kuruluyor ve geçmişin kazanımları tümüyle geri alınabiliyor. 

Günümüzün reformist önderlikleri ise bu noktaya dahi gelebilmiş değiller. Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos örnekleri dış borç ödemelerinin reddi talebiyle çıkılan yolculukta, iktidara gelindiğinde bu ödemelerin nasıl birer sadık yürütücüleri konumuna gelindiğini gösteriyor. Dolayısıyla dış borç ödemelerinin durdurulması, kapitalist sistemin sınırları içerisinde kalarak da mümkün olmakla birlikte, bu önlemin kalıcı olması ve mantıki sonucuna ulaşması diğer antikapitalist önlemlerle bir arada uygulanmasını zorunlu kılmakta. 

***

Dipnotlar:

1.) Bkz. https://www.sozcu.com.tr/2018/gundem/erdogan-kendisini-elestirenlere-tessuf-etti-2477004/

2.) Bkz. https://www.evrensel.net/haber/411200/cumhurbaskani-erdogandan-ekonomi-yorumu-turkiye-adeta-bir-ucusun-icerisinde

3.) Kimi ekonomistler rezervin -30 milyar doların da altında olduğunu belirtiyor. Burada referans alınan satı için bkz. http://www.mahfiegilmez.com/2020/07/rezervleri-hesaplama-rehberi.html 

4.) Bkz. https://www.sozcu.com.tr/2020/ekonomi/rezervler-turkiyeyi-dis-borclarda-savunmasiz-birakti-5949093/

5.) Bkz. https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-53743986

6.) Bkz. https://t24.com.tr/haber/uluslararasi-finans-enstitusu-raporundan-turkiye-borcu-en-cok-artan-uc-ulkeden-biri,893047

7.) Sena Aydın, Hükümetin Borç Girdabı Emekçilerin Geleceğini İpotek Altına Alıyor, https://www.gazetenisan.net/2020/08/hukumetin-borc-girdabi-emekcilerin-gelecegini-ipotek-altina-aliyor/ 

8.) Éric Toussaint, The Debt System, A History of Sovereign Debts and their Repudation, Haymarket Books: Chicago, 2019.

9.) Vladimir İlyiç Lenin, Lenin: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Agora Kitaplığı: İstanbul, 2014. 

10.) Şevket Pamuk, Osmanlı-Türkiye İktisadî Tarihi 1500-1914, İletişim Yayınları: İstanbul, 2007.

11.) Muhittin Karkın, Türkiye “alt emperyalist” mi?, https://trockist.net/index.php/2019/01/28/turkiye-alt-emperyalist-mi/ 

12.) Aşağıda verilen bilgiler için şu kaynak temel alınmıştır: José Castillo, Deuda Externa: Colonización, Miseria y Corrupción, Ediciones El Socialista: Buenos Aies, 2010.

13.) Simon Rodríguez Porras, Afrika Bloğu Dış Borcun Ödenmesine Karşı, https://trockist.net/index.php/2020/06/05/afrika-blogu-dis-borcun-odenmesine-karsi/