Daha savaşın başındayız

COVID-19 salgını karşısında hemen hemen tüm devletler ekonomik ve politik bakımlardan ciddi bir sarsıntıya uğradılar. Dünya ekonomisinin zaten gerilemekte olduğu bir dönemde patlak veren salgın hükümetleri önce şaşırttı, ardından da ulusal ekonomilerini ayakta tutabilmek amacıyla virüse karşı göstermelik ve işe yaramaz önlemlerden “sürü bağışıklığına” kadar değişen stratejiler uygulamaya koydular. Kısa bir süre sonra salgının acımasızlığı iyice belli olunca zorunlu olarak çeşitli düzeylerde karantina uygulamalarına başvurmaya yöneldiler. Ama tabii bu arada virüs binlerce can almaya başlamıştı bile. 

Bu süreçte hükümetlerin şaşkınlığı çok belirgindi. Dünya ve ulusal ekonomi kurumlarının 2020 için karanlık senaryolar öngördüğü bir dönemde salgının turizmden ağır sanayiye kadar tüm ekonomik sektörlerde yaratacağı tahribatı göğüsleyebilmek, onu en aza indirmek ya da “ekonomiyi ayakta tutabilmek”, burjuvazinin temel kaygısıydı, hâlâ da öyle. Ama bu süreçte hükümetlerin karşısına bir başka endişe alanı daha dikildi: Sağlık sistemlerinin yetersizliğinin açığa çıkması ve evlerine kapanmak veya kapatılmak zorunda kalan insanların hayatta kalabilmeleri için yeterli önlemlerin alınmasındaki zayıflık dolayısıyla yaygınlaşan kitlesel hoşnutsuzluk. Böylece, kapitalizmin tarihinde çeşitli anlarda karşımıza çıkan bir cebirsel formül tekrar hükümetlerin masasının üzerine yerleşti: En az sosyal karşı koyuşla (bunu ölümlere, işsizliğe, yoksulluğa tepki parametreleriyle düşünebiliriz) en yüksek kâr oranları nasıl elde edilebilir? 

Pek çok ülkede sağlık çalışanlarının alkışlanması, sadece sağlık sistemlerinin ne kadar önemli olduğunun değil, ama aynı zamanda bu sistemin neoliberal uygulamalar altında ne denli tahrip edilmiş olduğunun anlaşıldığının da bir ifadesiydi. Kamu sağlık kuruluşlarının korkutucu yetersizliği karşısında hükümetlerin “müşteri garantili” özel hastanelere muhtaç hale gelmesi, hatta birkaç haftada sahra hastaneleri kurmaya çalışması, bu arada elbette sağlık çalışanı ve malzeme yetersizlikleri, sadece hastalananların yaşadığı gerçeklikler değildi; her akşam televizyonları karşısında ürkütücü haberleri endişeyle bekleyen herkes bu durumu tüm çıplaklığıyla görüyordu.

Emekçileri, yoksulları, toplumun büyük bir bölümünü can çekişmenin eşiğine doğru sürükleyen olgu, virüsle birlikte yayılan işsizlik, hatta aç kalma korkusuydu. Halen de öyle. Zaten var olan işsizler ordusuna katılan on milyonlarca yeni işsiz, aileleriyle birlikte yüzlerini devlete döndüklerinde karşılarında gördükleri, büyük burjuvazinin ve finans oligarşilerinin ekonomik kayıp endişelerine yanıt vermeye çalışan hükümetler oldu. Bu elbette yardım kuruluşlarının önünde uzun sıralar oluşturan umutsuz kitleler için şok edici bir görüntüydü. Öte yandan, çalışmayı sürdürmeye mahkûm edilenler, yani burjuvazinin ekonominin çarklarını döndürebilmek için “feda edilebilir” gördüğü emekçiler, “hayat eve sığar” gibisinden sloganların neden kendilerine uygulanmadığının elbette farkındaydılar. Bu nedenle de pek çok ülkede fabrika işçileri direnişe geçti, resmi olmayan grevler, hatta ayaklanma benzeri eylemler gerçekleştirdiler.

Ama dahası var. Burjuva hükümetleri, hatta rejimleri ayakta tutan toplumun belki de en geniş kesimi, küçük burjuvazi de dengesini kaybetti. Kahvehanesinden tamir atölyelerine kadar kapatılan milyonlarca küçük işletmenin sahipleri (tabii çalışanlarıyla birlikte) birden açıkta kaldılar, olası devlet yardımına mahkûm hale geliverdiler. Kendilerine bazı hükümetlerin önerdiği borç ertelemelerinin ve düşük faizli banka kredilerinin sadece erişebilecekleri mesafenin epeyce ötesinde olduğunu görmekle kalmadılar, ama aynı zamanda bunların günü kurtarmaya yaramamanın da ötesinde yarınlarını daha zorlu bir ipoteğin altına soktuğunun farkına vardılar.  İhtiyar tefeci devletin karşısında gazaba gelmeye hazır modern Raskolnikovlardı onlar. 

Devlet “geri mi geliyor”?

Birkaç hafta içinde saldırgan virüsle birlikte hızla gelişen hükümetlere karşı kitlesel hoşnutsuzluk karşısında burjuvazinin derhal yeni bir strateji oluşturması gerekiyordu ve oluşturdu. Ama kimi zaman aynı anda farklı tempolarda uygulanan farklı stratejiler. Örneğin ABD, İngiltere, Hollanda gibi bazı ülkelerin hükümetleri, başlangıçta öncelikli olarak ekonomik faaliyetin sürmesi amacıyla “sürü bağışıklığı” gibisinden sahte ve ölümcül bir çözüm anlayışına sığınarak nüfuslarını kıyım cephesine sürdüler. Ama salgının çığ gibi büyümesi ve onunla birlikte halkın tepkisinin yoğunlaşması karşısında görece geri adım atarak kısmi karantinalara ve belirli sosyal yardımlara başvurmak zorunda kaldılar. Ama salgının gelişmiş ekonomilere ağır darbe vuracağı öngörüsünden hareketle kendi ekonomilerinin bu “doğacak fırsattan” yararlanması kurnazlığına aday ülkeler, emekçileri ölüm cephesinde tutmaya devam ettiler, ediyorlar. Örneğin, Belarusya devlet başkanı Lukaşenko “Biz ne virüslere dayandık, buna da dayanırız” diye halka cesaretten başka bir yardımda bulunmayacağını açıklarken, Türkmenistan hükümeti en iyi yolun virüs kavramının zihinlerden silinmesi olduğuna karar verdi ve korona kelimesinin kullanımını ve maske takılmasını yasakladı.

Almanya gibi ekonomik ve finansal yeteneğe sahip olan ülkelerin yanı sıra salgınlar karşısında deneyimli ve mali açıdan imkân sahibi bazı ülkeler ise (Güney Kore, Singapur, Tayvan, Hong Kong), derhal göze alınacak ekonomik kayıpların uzun vadeli çöküntülere ve sosyal patlamalara tercih edilebileceği anlayışıyla hareket ettiler. Güçlü, kimisi mafyatik, mali oligarşilerin ağırlığı altında ezilen bazı “demokratik” hükümetler (İtalya, İspanya), bir yandan acınacak durumdaki sağlık sistemlerinin iflası karşısında halkın kabaran öfkesini yatıştırabilmek için uluslararası dilenciliğe başvurmak zorunda kalırken diğer yandan da karantinanın kollanması gerekçesiyle, ama aslında “asayişin korunması” amacıyla ordularını sokaklara sürmek zorunda kaldılar. Bu tip baskıcı uygulamaları para cezaları ve tutuklamaların ötesine taşıyanlar da oldu elbette; mesela, Filipinler devlet başkanı Duterte kısıtlamalara karşı gelinmesi halinde, emniyet güçlerine sorun çıkaranların vurulması ve gıda ve nakit yardımlarının durdurulması emrini vereceğini açıkladı.

Yayılan salgın, artan ölümler, yetersizliği apaçık ortaya çıkan sağlık sistemlerinin sefaleti, işlerini kaybeden milyonlarca emekçinin çaresizliği, evlerine kapatılan insanların açlık sınırına sürüklenmesi, hükümetlerin önce burjuvazinin ekonomik çıkarlarını düşünmesi, devlet yardımlarının yetersiz ve göstermelik niteliği… Bütün bu süreç, ekonomik çöküntüyle birlikte bir soruyu kaçınılmaz biçimde gündeme soktu: Neoliberalizmle birlikte “perde arkasına çekilen” ama bugün salgın karşısında acil müdahalesinin zorunluluğu (başta sağlık ve ekonomi alanlarında) ortaya çıkmış olan devlet geri mi geliyor? Geri gelmeli mi? Ve de “sosyal” kılıfı içinde mi gelmeli? 

Bu tartışma tüm dünyaya yayılmış durumda. Kanada başbakanı Trudeau’nun “Siz evlerinizde kalın ve parayı düşünmeyin, o bizim işimiz” sözleri, devasa kaynaklara ve sınırlı bir nüfusa sahip emperyalist bir ülkenin kibrini gösterse bile, dünya kamuoyunun kendi hükümetlerini sorgulamalarında başvuru kaynağı haline dönüştü.

II. Dünya Savaşı sonrasında proleter devrimleriyle karşı karşıya kalan Avrupa devletleri, ekonomik ve sosyal koşulları iyileştirerek devrim dalgasının önünü alabilmek için ekonomik inşaya müdahale etmeye başlamış, sosyal güvenlik sistemini ve sağlık, eğitim ve konut alanlarında kamu hizmetlerini gündeme sokmak zorunda kalmıştı. Böylece bu haklar emekçi sınıfların kazanımları olarak tarihe geçmiş, dünya emekçileri için model haline gelmişti. Bu tür Keynesçi uygulamalardan nefret eden liberal ABD’de bile emek gücünü koruma altına alan uygulamalar hayata geçirilmişti. 

Ama kapitalizmin ulusal sınırlara çarpıp tekrar derin bir yapısal krize sürüklendiği 1970’lerin sonlarından itibaren emperyalist burjuvazi artık bu kazanımların sermayenin sırtında bir yük olduğuna karar vererek neoliberal stratejiyi yürürlüğe koydu. Liberal uygulamalar küresel ölçekte yaygınlaşmalı, tüm ülkelerde devlet artık ekonomiden ve kamu hizmetlerden geri çekilmeliydi. ABD devlet başkanı Reagan için devlet ekonomik sorunlar için çözüm değil bizzat “sorunun” kendisiydi. Thatcher da neoliberal politikaları savunurken, “Artık toplum diye bir şey yok” diyebilmişti. Bill Clinton, Tony Blair gibi “merkez” veya “orta sol” olarak tanımlanan devlet liderlerinin de destekleyip uyguladığı bir “dünya gerçeğiydi” bu.

Neoliberalizmin ideologlarına göre esas olan rekabetin hikmetine inanmak ve onu desteklemekti. Ama kendinden küçük sermayeleri yutarak büyüyen dev tekeller çağında rekabetten beklenen, onların önünde sermaye ve mal akışını engelleyen sınırların kaldırılmasıydı. Ve bu engeller, ülkelerini emperyalist sermayeye gönüllü olarak açan yerel burjuvaziler aracılığıyla, olmadı darbeler ve savaşlarla gerçekleştirildi. Bununla birlikte “devletin geri plana çekilmesi” o denli ikiyüzlü bir argümandı ki, onu savunanlar bile devletin gerekli gördüğü an toplum yaşamına ve ekonomiye müdahalesini sermayenin iktidarı açısından zorunlu görüyorlardı. Örneğin 11 Eylül saldırısının ardından ABD devlet başkanı Bush, devlet bürokrasisini muazzam şekilde artırmakta beis görmedi. 2008’de küresel piyasalar çöküntüye uğradığında ABD’sinden Avrupa Birliği ve Çin’e kadar tüm hükümetler ulusal ekonomilerine görülmemiş ölçeklerde para pompaladı. ABD hükümeti, kısa bir süreliğine de olsa General Motors ve Chrysler şirketlerini devlet kontrolü altına aldı. AB’de kriz sonrasında tekrar özel sektöre devredilmek üzere bankalar kamulaştırıldı. Küresel kapitalizm yeniden kriz sinyalleri vermeye başladığında neoliberalizmin ve küreselleşmenin önde gelen ideologlarından Lawrence Summers, Temmuz 2016’da Washington Post’ta yayımlanan makalesinde, “hükümetin temel sorumluluğu, küresel refah gibisinden soyut kavramların peşinden gitmek değil, kendi yurttaşlarının refahını azamileştirmektir” diyordu.

Asında devlet zaten hiç gitmemişti. Liberaller ikiyüzlüce serbest piyasa uygulamalarının devlet müdahalelerine kapalı olması gerektiğini ne kadar ileri sürerlerse sürsünler, aslında “serbest” piyasanın burjuva devletin “düzenleyici” müdahaleleri olmadan yaşaması mümkün değil ve olmuyor. Dolayısıyla ortada Smithci bir “görünmez el” yok, hiçbir zaman da olmadı. Serbest piyasa ve devlet hem kavram hem de gerçeklik olarak birbirlerini dışlayan değil, içeren unsurlar. İçinden geçtiğimiz süreçte, bu bir kere daha kanıtlandı. Dolayısıyla 2008 krizi benzeri uğraklarda devletlerin, bankaları kurtarmak amacıyla ekonomiye müdahalesinin nedeni, yönetenlerin bir “tercihi” veya onların “iyi neoliberaller” olamamaları değildi. Devletin varlığı ve müdahalesi kapitalizmde isteğe bağlı öznel değil, nesnel bir olgu ve zorunluluk. Sorun, bu devletin sınıf karakteri ve ekonomiye hangi sınıfın çıkarları açısından müdahale ettiği. Yoksa müdahalenin kendisinin gerçekleştiğine dair zaten bir şüphe yok. Kaldı ki, bu tartışma pandemiyle birlikte açılmadı, zaten mevcuttu, en azından biçim olarak. Tartışmanın temel olarak başlangıcı bugünkü kriz değil, bugünkü krizin bir devamı olduğu 2008 krizi. Trump’ın ticaret savaşları, Davos’ta yaşanan gerilimler ve gümrük duvarlarının yükselme eğilimi dünya ekonomisine son birkaç senedir damga vuran trendler. Pandemi bu tartışmaya yeni bir boyut kazanırdı.

Emperyalist ve ulusal sermayelerin önünü açmak için devletlerin ekonomiye ve toplum yaşamına giderek daha fazla müdahalelerde bulunmakta olduğunu kanıtlayan en iyi örneklerden birisi de Türkiye’den başka hangi ülke olabilir? Latin Amerika’dan Avrupa’ya, oradan Batı Pasifik sahillerine kadar uzanan pek çok ülkede rejimlerin giderek daha da otoriterleşmesi, devletin önüne çekmiş gibi yaptığı perdeyi artık sıyırıp atmaya başladığının kanıtından başka bir şey değil. Oyun bitti.

Farklı olacak olan ne?

Salgınla yayılan bir başka motto, “Salgın sonrasında her şey daha farklı olacak” şeklindeki sihirli sözler. Ne ve neden farklı olacak? Bu sorunun yanıtı, söyleyenin niyetine, daha doğrusu temsil ettiği sınıfsal çıkarın içeriğine bağlı olarak değişiyor. 2008 büyük çöküntüsünün en şiddetli döneminde, bankaların ve dev şirketlerin iflas edip ülkelerin müthiş bir borç krizine sürüklendiği, milyonlarca emekçinin işsiz ve evsiz kaldığı anlarda da sokakları dolduran protestocu kitleler neoliberal ekonominin yol açmış olduğu tahribatı apaçık görmüşlerdi. Pek çok ideolog da kapitalist ekonomiyi eleştirmiş, mali kumarbazlıkların neden olduğu yıkımı, yarattığı eşitsizlikleri ve sefaleti sergilemişti. Hatta bizzat bazı burjuva ekonomistler “Marx geri geldi” tespitini yapmışlar, dönemin Fransa devlet başkanı Sarkozy bile var olan kapitalizmin “gözden geçirilmesi” gerektiğini ifade etmişti.

Ama sonra başta ABD ve AB’de merkez bankaları batmakta olan bankalara kurtarma operasyonları düzenledi, ülkelerin borçları yeniden yapılandırıldı, para basma makinaları tüm hızlarıyla harekete geçirildi. İdeologların kehanetleri ve tavsiyeleri kâğıt üzerinde kaldı, giderek unutuldu; sosyal demokrasi ve sendika bürokrasileri kapitalizmi kurtarabilmek için sınai ve mali oligarşilerle birlikte el ele çalıştılar; protestocu kitlelerin içinden çıkan “doğrudan demokrasi” kolektifleri parklarda giderek seyrekleşen ve nihayet yok olan toplantılar düzenlemekle yetindiler ve devrimci alternatiflerden yoksun, örgütsüz işçi ve emekçi kitleler, iş bulabilme ve hayatta kalabilme gailesi içinde günlük yaşamlarına döndüler. Bir zamanlar isyan bayrağı olarak kabul edilen Syriza’nın maskesi yere düştü.

Şimdi Covid-19 salgını da sistemin derinden sorgulanmasına yol açıyor. Tersi zaten mümkün değil. İsviçre halkı bile şaşkın. Salgın halinde kullanılmak üzere devletin elinde bulundurduğu 10 bin ton metanolün özelleştirme nedeniyle “kaybolduğunu” ve şimdi hükümetin içki firmalarından alkol satın almaya çalıştığını öğrendiklerinde ne düşünmüş olabileceklerini tahmin etmek güç değil. Yaşlı hastaları hastane koridorlarında can çekişen, sağlık görevlileri malzeme sıkıntısı nedeniyle feryat eden İtalyanlar, İspanyollar sağlık sistemlerinin dörtte üçünün özelleştirilmiş olduğunu bir kez daha anımsayınca bu durumu elbette sorgulayacaklar. Amerikalılar, İngilizler, hükümetlerinin ilk aldıkları önlemin şirketleri ayakta tutabilmek için işçileri ölüm cephesine yollamak olduğunu elbette gördüler. Brezilya’dan Pakistan’a, her yerde sistemin sorgulanması kaçınılmaz oluyor.

Sistem sorgulanıyor ve tekrar best seller ideologlar vaaza başladılar. Yanis Varoufakis, neoliberal uygulamaların ve özellikle sağlık alanındaki özelleştirmelerin toplumsal yaşamda yol açtığı yıkımların artık kaldırılamaz hale geldiğini, kapitalizmin bu yöntemlerle ayakta tutulamayacağını, dolayısıyla da “yeşil” sosyal devlet (Yeşilci New Deal) uygulamalarına geçilmesini savunuyor. David Harvey, virüsün bir anlamda neoliberalizmin ürünü olduğunu, bu sermaye birikimi modeline son verilmesi gerektiğini söylüyor. Joschka Fisher, Covid-19 krizinin yeni bir dayanışmacı toplum tarzına hayat verebileceğini, bunun tabii piyasa ekonomisini dışlamadan, ama devletin kritik sektörlerde daha belirleyici olmasından geçebileceğini savunuyor. Fransa devlet başkanı Macron bile (herhalde Sarkozy’ye özenerek), piyasa ekonomisini eleştirmeye, devlet müdahalesinin artırılması gerektiğini savunmaya başladı. Sendikalar sosyal devlete, refah devleti politikalarına dönüş talep ediyorlar. Tıpkı 2008 krizinin ardından yapılan çağırılar gibi.

Merkel’in, onun ardından Macron’un, hatta bir bakıma Trump’ın yurttaşlarına para dağıtmaya başlamış olması “refah devletine dönüşün” olasılığını mı artırıyor? Bunun yanıtı, II. Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa burjuvazisinin uyguladığı bu politikanın nedenini yeniden hatırlamaktan geçiyor: Sosyalist devrim tehlikesi. Savaş bittiğinde iktidar resmi Komünist Partilerin uzanabilecekleri bir mesafedeydi ama Stalinizm emperyalist güçlerle yaptığı anlaşmayla o bölgeyi emperyalistlere bırakmıştı. Gene de silahlı partizanlar ve emekçi kitleler Stalinist bürokrasinin talimatını hiçe sayıp devlet yönetimini ele geçirme imkânına sahiptiler. Yugoslavya ve Arnavutluk’ta bunu başardılar. Yunanistan’da ise kanlı biçimde ezildiler. Diğer ülkelerde ise sosyal haklar karşılığında komünist ve sosyalist partilerce engellendiler, bastırıldılar.

Bugünkü durum bu mu? Resmi Sosyalist Partilerin hepsi kapitalist sisteme entegre olmuş durumdalar. Neoliberal politikalara tepkilerin arttığı dönemlerde burjuva devletin yedek iktidar alternatifi rolünü üstleniyorlar. Emekçi kitleler nezdinde inanırlıklarını tamamen yitirmiş olan resmi Komünist Partiler, parlamentolardaki, belediyelerdeki, sendikalardaki sayısı giderek azalan koltuklarını koruma telaşının ötesinde bir perspektife sahip değiller. Parti ve iktidarı alma perspektifi düşmanı “alternatif” solcular, parklardaki (bugünlerde internetteki) “doğrudan demokrasi” piyeslerini seyircisiz oynuyorlar. Sendika bürokrasileri kitlelerin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarının giderilmesi için burjuvaziden “iyi niyet” kırıntıları bekliyorlar. Kızgın kitleler ise örgütsüz.

Kaldı ki bir an için kitlelerin II. Dünya Savaşı sonrasında elde ettikleri ekonomik ve sosyal hakları yeniden kazanabildikleri bir durumu düşünelim; bunun geçici bir durum, burjuvaziden koparılan istikrarsız, kalıcı olmayan bir kazanım olacağı çok açık değil mi? Burjuvazi, kapitalizme içkin olan kâr oranlarının düşme eğilimi karşısında fırsatını bulduğu ilk dönemeçte proletaryaya ve emekçi halka saldıracaktır. Saldırısı ister demokratik gericilik, ister askeri darbeler veya Bonapartist diktatörlükler aracılığıyla olsun, mutlaka saldıracaktır. Süreç kaçınılmaz olarak karşıdevrim ile sosyalist devrim arasındaki mücadeleye dönüşecektir. Önceki dönemde reformist ve Stalinist partilerin ihaneti, proletaryayı frenlemek, yeni kuşakları “refah” afyonuyla uyuşturmak, gençleri babalarının kazandığı haklarla sonsuza dek yaşayacaklarına inandırmaya kalkışmak olmuştu.  Şimdi o insanlar, o emekçiler, virüs ve kapitalizm karşısında hayatta kalmaya çalışıyorlar. Ve kızgınlar.

Ama şu anda ne kadar örgütsüz ve devrimci liderliklerden yoksun olsalar da, onların kızgın olması bile burjuvazi için büyük tehlike. Eskisi gibi yönetilmek istemiyorlar ve burjuvazi, böylesi durumlarda başına nelerin gelebileceğini dünya mücadeleler tarihinden çıkardığı derslerden çok iyi biliyor. Sadece “Çıplak Kollulardan” (1794) “Sarı Yeleklilere” (2018-19) kadarki Fransa tarihi bile tehlikenin büyüklüğünün anlaşılmasına yeter. 

Çatışmalı yeni dönem

Eskisi gibi olmayacak tek bir şey varsa o da sınıf mücadelelerinin önümüzdeki dönemde kazanacağı niteliktir. Virüsün ve onun tetiklediği derin ekonomik ve sosyal krizin yırtmakta olduğu perdenin ardında beliren burjuvaziyi tüm çıplaklığıyla görmekte olan proletarya ve emekçi kitleler tepkilerini açığa vurmanın yeni kanallarını arayacaklar. Yeni seferberlik yolları bulacaklar. Önce belki sınırlı ve yerel gruplar halinde. Ama giderek daha geniş kesimler de cesaretlenecek. Ve tabii yeni devrimci önderlikler doğacak. Sosyal refah devleti arayışlarının ötesinde, kitleler için sosyalist devrime açılan köprüler inşa etmeye çalışacak olan yeni önderlikler.

Bütün bu gelişmeler, kesintili, gelgitli aşamalar veya ani kendiliğinden patlamalar biçiminde gerçekleşebilecek. Kitle bilincinin ve seferberliğinin ulaştığı her aşama bir sonraki hedefi berraklaştıracak, onun imkânlarını yaratacak. Ama her aşamada mücadele, burjuvazinin karşıdevrimci saldırısıyla da karşılaşacak. Tıpkı daha bugünden olduğu gibi.

Karşıdevrim hoşnutsuz, kızgın kitlelere karşı saldırıya geçmek için onların devrimci seferberliğini beklemiyor. Böylesi bir seferberliğin ihtimali karşısında bile önlemlerini şimdiden alıyor. Netanyahu parlamentoyu kapattı ve güvenlik güçlerine insan hareketliliğini gözleme ve denetleme görevi verdi. Trump iltica hakkını feshetti ve Adalet Bakanlığı Kongre’den belirsiz bir süre boyunca yargısız tutuklama yetkisi istedi. Victor Orban kendini ülkeyi kararnamelerle yönetme yetkisiyle donattı. Portekiz’de zorunlu çalışmayla yükümlü sektörlere grev yasağı getirildi. 

Uluslararası Kâr Amacı Gütmeyen Hukuk Merkezi (INCL) verilerine göre, 70 ülkede olağanüstü hal ilan edilmiş, 75 ülkede toplantı ve gösteri hakları askıya alınmış, 11 ülkede (Avrupa Birliği, İtalya, Polonya, Bulgaristan ve Birleşik Krallık; bunlara şimdi Türkiye de katılmakta) yurttaşlar telefonları aracılığıyla takip edilmeye başlamış ve 9 ülkede (Ermenistan, Bulgaristan, Mısır, Macaristan, Ürdün, Lesoto, Tayland, Özbekistan ve Zimbabwe) haberleşme özgürlüğüne kısıtlamalar getirilmiş durumda.

Virüsle birlikte yaygınlaşan ve onunla mücadele adına gerekçelendirilen bir başka politika da yurttaşların dijital yolla takip altına alınması. Bu izleme yöntemi ilk olarak birkaç yıl önce Çin’in Stalinist-kapitalist diktatörlüğü tarafından başlatılmıştı. Şimdi de Putin, ülkesinde dünyanın en geniş yüz taramalı video gözetleme ağını kurduruyor. Başta Güney Kore olmak üzere pek çok ülke de “sosyal mesafe gözetimi” amacıyla insanların hareketlerini telefonları aracılığıyla gözetleyen izleme sistemlerini kullanıma sokmakta. Türkiye’de de yetkililer bu amaçla “milli” bir uygulamanın geliştirilmekte olduğunu ilan ettiler.

“Yurttaşların sağlığı” gerekçesiyle gündeme getirilen ve kişi mahremiyetiyle birlikte özgürlükleri de hiçe sayan bu uygulamalar muhtemelen yarınki saldırıların ilk hazırlıkları ve kalıcı olmaları hedefleniyor. Burjuvazi, salgın koşullarından yararlanarak bu uygulamaları meşrulaştırabiliyor, kitlelerin gözünden kaçırmaya çalışıyor. Salgına karşı tek merkezden planlı mücadele gerekçesiyle rejimlere giderek daha da merkezi ve otoriter nitelikler kazandırılıyor. 

Salgına karşı mücadelede Çin’in başarıları övülerek, Çinli emekçilerin yerli ve emperyalist burjuvaziler tarafından kölelik koşulları altında sömürülmelerini ve Stalinist-kapitalist bürokrasinin diktatoryal uygulamaları altındaki ezilmişlikleri gizlenmek isteniyor. Trump’ın tüm Amerikalılara bin dolar dağıtmasının, sadece son bir haftada salgın nedeniyle on bin kişinin canını yitirdiği koşullarda işçilere “işe dön” emri vermesini meşrulaştıracağı bekleniyor. Merkel’in cömert yardımlarının, çalışma koşullarının berbatlığına ve malzeme yetersizliğine isyan eden sağlık çalışanlarının, evde bakım hizmetlilerinin, ambulans görevlilerinin, nakliyecilerin ve kargo emekçilerinin feryatlarını bastıracağı düşünülüyor. 

Burjuvazi şu anda kitleleri iki ana bölüğe ayırmış durumda. Bir kesimi korkutularak ve çoğu yerde cebren evlere tıkılmış, “yalıtılmış” durumda. Emekçilerin diğer bölümü ise kıtalar halinde cepheye sürülüyor. Ve hepsine toplanmaları, grev yapmaları yasaklanıyor, aralarına “sosyal mesafe” koymaları emrediliyor. Bu amaçla sokaklarda sivil ve üniformalı polisler, askerler, bekçiler dolaştırılıyor. Burjuvazi virüse karşı “savaş” vermekte olduğumuzu söylüyor. Farklı biçimlerde de olsa bir savaş halinin kuralları uygulanıyor. Cepheden ölüm haberleri geliyor. Cephe gerisinde ise henüz infazlara başlanmadı; para cezalarıyla, bazen de tutuklamalarla yetiniliyor. Herkes izlenmeye alınıyor. Bu arada dalga dalga gelen hastalar karşısında yetersizliklerle boğuşan doktorlar umutlu veya umutsuz vakalar arasında seçim yapmak zorunda kalabiliyorlar.

Virüsün acımasızlığı karşısında insanlar yüzlerini devlete çeviriyor ve ondan yardım bekliyor. Burjuva devlet, emek gücü kıyımının ekonomik faaliyeti altından kalkılamayacak bir yıkıma sürükleyecek boyuta ulaşmasını engelleyebilmek için (ve tabii araya serpiştirmek zorunda kaldığı “insani” demagojiyle), ama bir yandan da sermaye birikimi süreçlerine zarar vermeden, belirli “yardım” önlemleri alıyor. Bu yardım ve destek uygulamalarının kalıcı olabileceği ve yarın bir “sosyal devletin” ortaya çıkabileceği hayallerine yer yok. 

Belki bazı ülkelerde, salgın sırasındaki başarısız uygulamalarıyla yıpranan hükümetlerin yerini bu hayalleri savunan burjuva reformist, merkez sol veya sosyalist söylemli, sınıflar arası ittifaklara dayalı, “ulusal birlik” damgalı bazı yeni hükümetler alabilecektir. Bu iktidarlar kitleleri yatıştırabilmek için kaçınılmaz olarak devletçi ekonomik ve sosyal politikalara başvurmak zorunda kalacaklar, ama kısa sürede bu tip refah uygulamaları küresel kapitalizm gerçeğine çarparak iflas edecektir. Bunun yaratacağı asıl tehlike ise emekçilerin hayal kırıklığına uğraması, küçük burjuvazinin Bonapartist ve faşizan çözümlere yönelmesi olabilecektir. Toplumu tekrardan neoliberal uygulamalara sertçe boyun eğdirtebilecek baskıcı çözümler gündeme gelebilecektir.

Her ne koşulda olursa olsun, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin bağımsız ve örgütlü seferberliği, sadece yarının değil, bizzat içinde bulunduğumuz anın bir zorunluluğu. Sosyalizm bir kez daha tarihsel bir sınava girmiş durumda. Virüse karşı savaş, karşıdevrim ile sosyalist devrim arasındaki bir savaşa dönüşüyor. Uluslararası bir savaşa.