Örgütlenme sorunları

Yeni devrimci durumda nasıl örgütlenmeliyiz?

Ulusal Komite’nin son toplantısında, büyük Haziran grev dalgalarından beri ülkemizde oluşan  yeni devrimci durumu inceledik ve parti faaliyeti ile örgütünü bu yeni duruma uyarlamak için bir dizi karar aldık. Kabul edilen kararların, sadece şekli bir değişiklik olarak yorumlanması tehlikesi mevcuttur. Oysa partinin örgütlenme biçimlerinin; organik yapımızda, çalışma, eğitim ve yaşam merkezlerimizde niteliksel ilerlememizi sağlayacak ve işçi sınıfı ve kitle hareketi içinde yoğun ajitasyon yürüteceğimiz yeni devrimci aşamaya uyarlanması söz konusudur. Bir başka deyişle; işletmelerde, fakültelerde, okullarda ve işçi ve emekçi mahallelerinde binlerce ekip, çevre ya da parti grupları oluşturmak için, elverişli nesnel koşullardan ve yakın geçmişte elde ettiğimiz ilerlemelerden yararlanmayı hedeflediğimiz bir dönem.

Partinin faaliyetindeki bu gerçek devrimin, mevcut örgüt yapımızda bir idari ya da bürokratik “devrim” olarak yorumlanmasının önüne imkânlar dahilinde geçmek için, son Ulusal Komite kararlarına teorik ve politik çerçeve çizmek gerektiğine inanıyoruz. Bu belgenin amacı budur.

1.) DEVRİMCİ İŞÇİ ÖRGÜTÜNÜN TEORİSİ VE TARİHİ

Örgütlenmenin Önemi

Genel olarak örgütlenme sorunu, felsefi ya da ekonomik ve politik duruma ilişkin tutkulu tartışma olsun (emperyalist ekonomide neler oluyor; Arjantin ya da Brezilya’da devrimci bir durum var mı, yok mu; “saf” antibürokratik listeler ya da buna benzer araçlarla bir sendika bürokrasisini yenilgiye uğratmak için bir liste oluşturacak mıyız, vb.), küçümsemeye eğilim gösterdiğimiz, başka sorunlar karşısında unutulan ikincil bir şey olarak görünür. Oysa örgütlenme sorunu, devrimci Marksist faaliyetin bir dereceye kadar merkezidir. Program ve politika şu soruya yanıt verir: Bugün kitleleri sosyalist devrim için seferber eden görevler, hedefler ya da sloganlar nelerdir? Hangi örgütle işçi sınıfı iktidarı alacak ve kullanacaktır? Sınıf mücadelesinin her aşamasında mücadeleyi, devrimi ve işçi iktidarını yönetme iddiasını taşıyan parti nasıl örgütlenir?

Örgütlenme sorunu o kadar önemli ki, çoğunun sandığının aksine, Bolşevik Parti ve Rus Devrimi’nin iki değil, üç yöneticisi vardı. Lenin ve Troçki’nin yanı sıra, Bolşevik Parti’nin örgütçüsü Genel Sekreter Sverdlov vardı. Yakov Mihailoviç Sverdlov’in adı hiçbir Marksist ekonomik, felsefi ya da politik incelemede geçmiyor. Hiç kimse, toplu eserlerinin derlemesiyle – eğer varsa – ilgilenmiyor. Ancak o, Bolşevik Parti’nin en çok sevilen ve saygı duyulan insanıydı. O kadar önemliydi ki, ölümünden sonra onun yerini en iyi Bolşevik yöneticilerden dördü aldı ve dördü de başarısızlığa uğradılar: Görev fazla büyüktü.

Demagoji alışkanlığı ve övgü düzmeye hevesi bulunmayan Lenin, cenazesinde yaptığı konuşmada onu “işçi sınıfının örgütlenmesi ve zaferi için en çok şeyi yapan proleter yönetici” olarak tanımladı. 18 Mart 1919’da anısına yapılan bir konuşmada bu sözlerin nedenini açıkladı:

“Yüzeysel yargılarda bulunanlar, […] devrimimizin en çarpıcı özelliğinin sömürenler ve emekçi halkın düşmanlarıyla kararlı, amansız ve sıkı bir şekilde hesaplaşması olduğunu düşünüyorlar. Hiç kuşku yok ki, bu özellik – devrimci şiddet – olmaksızın proletarya zafere ulaşamazdı. Ancak şuna da kuşku yok ki; devrimci şiddet, sadece devrimin gelişiminin belirli aşamalarında, yalnızca özel ve belirli koşullarda gerekli ve meşru bir yöntemdir ve bu devrimin çok daha derin ve sürekli bir niteliği ve zaferinin koşulu, her zaman proleter kitlelerin örgütü, emekçilerin örgütü olmuştur ve öyle olacaktır. Milyonlarca emekçinin bu örgütü, aslında, devrimin en önemli koşulu, zaferlerinin en derin kaynağıdır…”.

Lenin için örgüt, devrimin, devrimci şiddetten “çok daha derin ve sürekli bir niteliğidir”. Yani bir kutupta eylem, mücadele, kitlelerde kendiliğinden olan vardır. Diğerinde, bu faaliyetleri ya da seferberlikleri yapılandıran, onlara devamlılık ve süreklilik veren örgüt vardır. Büyük mücadele ve seferberlikler olmaksızın devrim olamaz, ancak örgütsüz de devrim olamaz: Mücadeleler dağılır, kitlelerin kahramanca eylemleri yitip gider…

Parti, sadece mücadeleye çağıran ve bir amaç koyan sloganları kullanmaz, örgütleyici sloganları da kullanır. Şimdi, örneğin, mücadelenin amacına yönelik bir ajitasyon yürütüyoruz: Ücretler. Mücadelenin somut bir biçimi ya da yöntemine çağırıyoruz: Genel grev. Bu mücadelenin nasıl örgütleneceğine yönelik de bir ajitasyon yürütüyoruz: Fabrikalarda kitlesel meclisler, delegelerin seçimi, grev gözcüleri, vb.

Örgütlenme sorunu çok zor, karmaşık bir sorundur çünkü kendi içinde bazen keskinleşen bir çelişki barındırır. Tam da var olanın yıkılmasını, yok olmasını önlemeye yöneldiği için her örgüt ya da yapı muhafazakârdır. Ancak aynı zamanda işçi sınıfı, burjuvaziyle mücadele etmek ve onu yenilgiye uğratmak için, yani kapitalist düzeni yıkmak için devrimci örgütler yaratır ya da bunlara gereksinim duyar.

Arjantinli emekçiler, örneğin, sadece son on yılda kriz bunu olanaksız duruma getirene dek uzun yıllar boyunca yaşam düzeylerini savunmak hedefine ulaştıkları büyük ve güçlü sendikal örgütler ele geçirdiler. Ancak bu örgütlenme, aşırı sağ unsurlar ve Peronist bürokrasi tarafından yönetilmesini olanaklı kılan, Arjantin proletaryasında muazzam bir muhafazakâr ağırlığa sahip oldu ve hâlâ da sahip. Devrimci bir önderlik, şimdilik bu sendikalarda söz konusu değildir, devrimci işçi partisi ise hiç değildir.

Tam olarak bu çelişki nedeniyle örgütlenme sorunu oldukça zordur. Eğer devrimci bir parti gerçekten kitle hareketinin önderi olacaksa, sorunların sorunu artık şuna dönüşür:  Parti ve kitleler arasında nasıl bir organik ilişki kurulmalıdır?

Sovyetler kitle hareketinin bir örgütlenme biçimidir. Doğru ya da yanlış bir politikayla yönetilirler. Politika çok önemlidir ancak sovyetler olmaksızın, Bolşeviklerin yürüteceği en iyi politikayla bile iktidarı alamazdık. Sovyetler, geniş kitleleri iktidarı almak ve yönetmek için düzenli bir şekilde seferber eden ordulardır. Partiye gelince, bünyesinde en mücadeleci ve bilinçli öncüyü barındırır ve bu ordunun genelkurmayıdır. Bu ikinci bir sorunu ortaya çıkarır: Parti, yönetmek ve sovyetler ile onun içindeki kitlelerle her geçen gün daha sıkı bir ilişki kurmak için nasıl bir örgütlenme biçimine sahip olmalıdır?

İlk sorun, yani kitlelerin örgütlenmesi sorunu, ikincisinden bir bakıma daha basittir. Parti, kitleler için ne örgütlenme biçimleri uydurabilir, ne de onlara bir örgütlenme biçimi dayatabilir. Kitleler bunları kendileri yaratırlar. Partinin büyük sanatı, bu örgütleri henüz ilk belirtileri ortaya çıktığında keşfetmek ve genelleşmeleri için ajitasyon yürütmektir. Ya da ortaya çıkmazlarsa, kitlelere mevcut duruma ve tarihi deneyime uygun herhangi bir örgütlenme biçimini sabırlı bir şekilde öğütlemektir. 1975’te bu şekilde, 20 yıl önceki fabrikalar arası organizmalar tarihsel deneyimini temel alarak, koordinasyon komiteleri sloganını ortaya atabildik. Bugün Bolivya’da COB (Bolivya İşçi Merkezi) ve Köylü Federasyonu milisleri ve iki kitle örgütünün iktidarı almaları sloganını, 1952 Devrimi derslerinden yararlanarak ortaya atabildik.

Buna karşın, partinin örgütlenmesi sorunu ellerimizdedir. Kitleler iktidarı almak için kahramanca mucizeler yaratabilir ve muhteşem devrimci örgütleri yoktan var edebilirler. Ancak bu mücadelelerin ve örgütlenmelerin genelkurmayını inşa etmemizi olanaklı kılacak kendi örgütlenme biçimimizi yaratamazsak, nüfuzumuz ile politika ve programımızın kitleler arasında uyandırdığı sempatiyi sağlam bir şekilde örgütlemeyi, demir bağlarla yapılandırmayı başaramazsak kaybederiz, bizimle birlikte devrim de kaybeder. Bolivya örneğine bakalım: Yeterli olandan daha fazla devrimci mücadele, iktidarı almak ve kullanmak için yeterli olandan daha fazla kitle örgütlenmesi, yeterli olandan daha fazla program vardı… Ancak devrimci kitlelerin içinde kökleşmiş organik yapı olarak bir parti eksik. İşte Bolivya’da çözülmesi gereken hayat memat meselesi büyük sorun budur. Nesnel gerçekliğin daha yavaş bir devrimci hızıyla, partimizin niteliksel olarak daha iyi olduğu bir durumdan yola çıkmamıza rağmen Arjantin’de de sorun budur.

Kitle örgütlerinde değişim

İşçi ve kitle hareketi, örgütlenme biçimlerini sürekli değiştirir. Bazı değişimler, büyük tarihsel dönemlerle ilgili olup işçi sınıfının yapısal dönüşümlerini ifade eder. Örneğin meslek sendikaları, uzmanlaşmış ve toplumsal ve üretim yaşamı bakımından yüksek yoğunluklu modern sanayi işçi sınıfına göre işçi sınıfının zanaatkarlığa daha yakın bir kesimini yansıtırlar. İşkolu sendikaları ise modern sanayi işçi sınıfını yansıtırlar.

Öte yandan bazı değişimler sınıf mücadelesinin somut durumuyla ilgilidir. Eğer işçi sınıfının bir geri çekilişi söz konusuysa, işçi sınıfı savunma örgütleri olan sendikalara sığınır. Büyük yenilgilerde işçi sınıfı, sigorta şirketi ya da kooperatiflerde örgütlenmeye kadar gidebilir. Ancak devrimci yükseliş döneminde, er ya da geç sovyetler veya Şilili “sanayi kordonları” gibi iktidar örgütleri ortaya çıkar ya da Bolivya’da COB gibi bizzat sendikalar iktidar organlarına dönüşerek karakter değiştirirler. Buna paralel olarak sınıf, milisler örgütler.

Gerilla orduları gibi değişik kitle örgütlerinin ortaya çıktığı devrimleri; yani Çin, Vietnam ve Küba devrimleri gibi köylülüğün gerçekleştirdiği devrimleri de gördük. 

Bir fabrikada da aynı şekildedir. Genellikle işçi sınıfı [Arjantin’de], İç Komisyon ve delegeler organı yoluyla örgütlenir. Ancak ister patron kaynaklı, ister bürokratik olsun içeride büyük bir bastırma söz konusuysa, bazı durumlarda işçi sınıfının futbol karşılaşmaları aracılığıyla örgütlendiği bile olur. Mücadele yokken, meclisler nadiren toplanır ya da hiç toplanmaz. Ancak mücadele varken ya da mücadeleye hazırlanırken meclis, emekçilerin tamamının ana örgütlenme aracına dönüşür. Greve çıkılırsa, çoğu zaman yasal ve sürekli önderlikten farklı, tanınmış temsilcilerden oluşan bir grev komitesi ortaya çıkar. Grev gözcüleri ve şu anda ülkemizde olduğu gibi grev gözcüsü ile taban meclisin bir bileşimi olan “halk aşevleri” de ortaya çıkar.

Tarih boyunca işçi sınıfının benimsemiş olduğu ya da benimsediği örgütlenme biçimlerinin muazzam zenginliğinin tam dökümünü yapmayı denemek bile imkânsızdır. Ancak, Peronist sendikalardan tutun Komünist Parti’ye kadar her tür bürokrasi ne derse desin, işçi sınıfının sabit bir örgütlenme biçimine (Miguel’e göre bürokratik sendikalar, Andropov’a göre bürokratik “sovyetler”) hapsolmadığı kesinlikle ortadadır; işçi sınıfı, sınıf mücadelesinin değişik aşamalarına ve yeni gereksinimlerine göre örgütlenme biçimlerini değiştirir.

Devrimci sosyalist partinin örgütündeki değişiklik

Devrimci sosyalist örgütlenme biçiminin tek, sabit ve değişmez olduğu yönünde özellikle Stalinizm tarafından üretilen bir fetişizm var: Küçük hücrelerde örgütlenme. Biz, on yılarca yalıtılmış olarak hayatta kalmış zavallı Troçkistler, yılların geçmesine rağmen örgütümüzün küçük kaldığını görerek bu fetişizmin kurbanı olduk. Hala bu fetişizmden bir türlü kopamadık. Devrimci sosyalizmin her zaman kendisine eşit sürekli bir örgütlenme biçimine sahip olduğunu sanmaya devam ediyoruz. 

Gerçekte tam aksi geçerlidir. Devrimci sosyalist parti, program ve ilkelere gelince katıdır. Ancak Marksizm için hiçbir şey sabit veya koşulsuz değildir; sürekli devrimin partisiyle ilgili de durum böyledir. Bu nedenle parti, sınıf mücadelesinin güncel durumuna etki etmek için program ve ilkeleri stratejilere, taktiklere, sloganlara ve somut politikalara dönüştürmek konusunda son derece esnektir. Nesnel gerçeklikte değişiklik olduğu her sefer parti sloganlarını, politikalarını, taktiklerini ve stratejilerini ve aynı zamanda örgütlenme biçimlerini de değiştirir. İşte devrimci sosyalist örgütlenme biçiminin gerçek özü budur: Değişim ve sınıf mücadelesinin gerçekliğine ve partinin her aşamada belirlediği görev ve hedeflere uyum sağlama.

Partinin örgütlenme biçimindeki değişiklikler, iki temel etkenin bir araya gelmesiyle belirlenir: Sınıf mücadelesinin durumu ve bizzat partinin gelişim durumu ya da aşaması.

Karşıdevrimin zafer dönemi ile faşist ya da yarıfaşist bir rejimde, partinin örgüt yapısının devrimci bir dönemdekiyle aynı olamayacağı çok açıktır. İlk durumda parti, sağlam öncünün küçük hücrelerde örgütlendiği tamamen yasadışı, sadece daha önce kendini kanıtlamış ve parti tarafından sağlamca kazanılmış militanların katılabildikleri bir partidir; diğer durumda ise gerekli olduğunda pek çok toplantının yapıldığı, partiye yakın zamanda yaklaşmış yoldaşların katıldıkları ve alım süreçlerini partinin organik yapısı içinde tamamladıkları açık ve yasal bir partidir.

Ana çizgileriyle bu örneklerin ötesinde partinin yapısı, aynı dönemde nesnel ve toplumsal nitelikte başka süreçlere uyum sağlamalıdır. Kitle hareketinin bazı kesimleri süratle sola kaydıklarında örgütlenme biçimi, devrimin ilk aşamasında çoğu zaman olduğu gibi kitleler sola kaymak yerine “demokratik” sarhoşluktan kitlesel olarak muzdarip olup reformist partilere akın ettikleri zamanki örgütlenme biçimiyle aynı olamaz. Parti, ilk durumda, bu kitle kesimlerini çevresinde örgütlemek için uygun bir örgütlenme tarzı benimsemelidir, ikincisinde ise devrimci duruma rağmen, “öncü parti” dediğimiz yapıyı, yani yaşamlarının önemli bir kısmını devrimci militanlığa az ya da çok ayıracaklarına karar vermiş militanlardan oluşan yapısını korumalıdır.

Özetle partinin yapısı, ulusal niteliklere ve özellikle de sömürülen sınıflara göre uyarlanmalıdır. Parti yapısı, Nikaragua’daki devrimci sürece müdahale etmek için elbette Arjantin’dekiyle aynı olmayacaktır. Nikaragua’da Somoza iktidarında neredeyse hiç sendika yoktu. Sendikalar, ancak onun düşüşünden sonra kitlesel olarak ortaya çıktılar. Devrimci mücadele, ordular arası bir savaş ile mahalle mahalle, coğrafi olarak örgütlenen kent ayaklanmalarının bir bileşimiyle ilerletildi. Kuşkusuz devrimci sosyalizm, örgütünü bu ulusal özelliklere uyarlamalıdır. İşte bundan ötürü Simon Bolivar Tugayı, Nikaragua’da bir parti var olsaydı, işçi mahalleleri etrafında örgütlenmeliydi. 

Arjantin’de durum tamamen farklıdır. Kitlelerin geleneksel örgütü, neredeyse bir asırdan bu yana sendikalardır. Sendikalar içinde temel organ, son kırk yıl boyunca İç Komisyon ve delegeler organıdır. Parti, bu kitle örgütlerinin önderliği için mücadele edecek işyeri grupları şeklinde örgütlenmiştir.

Son olarak burjuva seçimlerine katılım gibi bize göre istisnai koşullarda parti, birimlerinin klasik yapısının bütünlüğünü (mahallelerin yanı sıra, işyeri ya da çalışma yerinde) ikinci plana atarak, kimi zaman mahalle mahalle, coğrafi bir örgütlenme biçimini benimsemelidir.

Ancak örgütlenme sorunu, ikinci bir etken hesaba katılınca nitelik bakımından daha karmaşık bir hal alır: Partinin kendisi. Nitekim, bir dönem için kendimize bir görev ya da hedef belirlerken, sadece “Sınıf mücadelelerinde ne yaşanıyor?” sorusuna değil, aynı zamanda “Sınıf mücadelesine müdahale etmek için nasıl bir partiye, hangi insan kaynaklarına (önderlik, orta kademe yönetici ve militanlar) sahibiz?” sorusuna yanıt veriyoruz.

Çok şematik olarak, bir partinin gelişiminde üç aşama belirtebiliriz: Genellikle birkaç bireyden oluşan ilk kurucu çekirdek, yönetici kadro biriktirme aşamasını geride bırakmış olan propaganda partisi, kitlesel etkiye sahip parti. Kitle kesimlerinin reformist ve bürokratik aygıtlardan koparak sola doğru kaydıkları gelişmiş bir devrimci durum, bize kitleler nezdinde nüfuz kazanma imkânı, yani kitle hareketinin temel kesimlerini parti politikasına doğru çekme imkânı sunar. Ancak örgüt yapımız, parti birkaç bireyden oluştuğu zaman ile kitlelerde belirli bir destek kazandığı zaman aynı olmayacaktır. Son durumda, cesur kararlar almak ve kitle hareketinin tüm kesimlerinde (Arjantin’deki sanayi işçi sınıfı, Bolivya’daki madenci ve fabrika işçileri vb. gibi devrimin öncüsü olarak görünen kesime öncelik vermek kaydıyla) birimlerini yapılandırmak, parti için bir zorunluluktur. Buna karşın, sadece birkaç yoldaşsak, tüm kesimlerde yapılanmayı denemek ölümcüldür, partiyi yıkar. Tam tersine, güçleri dağıtmamak için tüm yoldaşları yalnızca bir kesime yönlendirmek ve partiyi, örgütlerini ve kitlelerdeki nüfuzunu bu kesimde inşa etmek söz konusudur. Yukarıda betimlenen tarzda devrimci bir durumun içindeysek ve eğer küçük bir partiysek, yönelimimiz kendimizi bir “propaganda grubu” olarak tanımlamak ve devrimci mücadeleye tümüyle müdahale etmemek olamaz. Büyük bir partinin tüm kitle hareketine uygulayacağı görevin, partinin hızlı ve organik gelişimi ve politik nüfuzu için kitle hareketinin en uygun tek bir kesimine uygulanması söz konusu olmalıdır. Görev aynı olmasına rağmen, örgütlenme biçimleri tamamen farklıdır. Ancak politik görevde başarılı olur, örgütlenme biçiminde hata yaparsak yok olma tehlikesiyle karşılaşırız.

Bir başka düzeyde partinin örgütlenme biçimi, birimleri inşa edebilecek ve yönetebilecek yönetici kadroların var olup olmadığı gibi oldukça basit bir şeye bağlıdır. Bu, çözmemizin yıllar aldığı bizim için ciddi bir sorundu. Sendikalarda, fabrikalarda ve mahallelerde olmak üzere her türlü örgütlenme biçimini denedik… Ve altı ay ya da bir yıl sonunda hepsi çöktü. Yanıtın anahtarı, büyük bir teorik bilgiye sahip bulunmayan, ancak muhtemelen Troçki’nin Fransa’da yaşadığı dönemde bıraktığı geleneğin etkisini yansıtan sıradan bir Fransız yoldaştan geldi. Bu yoldaş, bir birimi yönetebilecek kaç yöneticimiz bulunduğunu sordu ve yönetebilecek bir yöneticimiz olmadıkça bir hücre, sendikal hizip, mahalle grubu, tiyatro, adı ne olursa olsun hiçbir birim kurmamamızı öğütledi. Önderliği olmayan bir birim, kâğıt üzerinde ne kadar muhteşem görünürse görünsün, bir şekilde başarısız olur. O halde var olan yönetici kadrolar sorunu, sınıf mücadelelerinin hangi aşamasından geçersek geçelim, partinin örgütlenme biçimini saptamak için belirleyici öneme sahip bir sorundur.

Örneğin, seçim kampanyası sırasında partiyi çevredeki işçi mahallelerinde açacağımız altı yüz lokalin çevresinde örgütlemeye karar verdik. Bunu tasarlayabildik çünkü lokalleri açabilecek ve yönetebilecek gerekli sayıda ya da daha fazla orta düzey yöneticiye sahiptik. Parti, seçim kampanyasına sadece elli yöneticiyle girmiş olsaydı, başka bir örgütlenme biçimi düşünmeliydik. Muhtemelen büyük merkezi lokaller ya da bir benzerini açarak birkaç yerleşim yerine odaklanırdık.

Marx

Zamanının sınıf mücadelelerinin derslerini derinlemesine inceleyen Marx, “proletarya diktatörlüğünün” kurulması gibi, proletaryanın politik düzlemdeki devrimci görevlerinin neler olduğunu tanımladı. Bu, burjuvazinin devletini yıkmak ve bir işçi hükümeti kurmak anlamına geliyordu:

“Bürokratik aygıtı bir elden diğerine geçirmek değil (…) onu parçalamak, işte her gerçek devrimin önkoşulu tam da budur. (…) Parisli yoldaşlarımızın kahramanca girişimi tam da bundan ibarettir”.

“Komün, esas olarak bir işçi sınıfı hükümeti, üretici sınıfın mülk sahibi sınıfa karşı mücadelesinin bir ürünüydü.”

Bir işçi sınıfı hükümeti kurmak için, bir işçi sınıfı partisi gerekliydi. Bu dönemde, Avrupa işçi sınıfı oy kullanmıyordu, kullanınca da liberal burjuvazinin partilerine (Arjantin işçi sınıfının Peronizm karşısındaki durumuna benzer bir olay) oy veriyordu. Proletaryayı burjuvaziden kurtarma temel politik görevini yerine getirmek amacıyla Marx, Engels ile birlikte işçi sınıfının tek partide (ülkemizde sıkça yükselttiğimiz İşçi Partisi ya da bir emek partisi sloganına benzer bir yaklaşım) örgütlenmesi anlayışını savundu. Bu, ne tüm ihtişamıyla işçi aristokrasisinin, ne de işçi hareketinin sağlam aygıtlarda kemikleşmiş büyük bürokrasilerinin henüz ortaya çıktığı bir zamanda, üstlenilen görev için doğru bir anlayıştı.

Bununla birlikte bu anlayış, XIX. yüzyıl geçip de insanlık XX. yüzyıla girdiğinde çok tehlikeli, hatalı ve sonunda korkunç sonuçlar doğuran bir şeye dönüştü. Öte yandan bu anlayış iki temel yasayı ortaya koydu. Genel olan ilki, gerçekliğin teoriden daha zengin olduğudur, çünkü Marx’ın bu anlayışının (serbest mübadele, sosyalist devrimin zorunlu olarak en gelişmiş ülkelerde başlangıcı vb. gibi birkaç anlayışla birlikte) sınırlarını aşan sınıf mücadelelerinin kendi gerçekliğiydi. İkinci yasa, bilimden devrimci partinin taktiklerine kadar, örgütlenme sorununa ilişkin katı ve statik bir anlayışın çok az bilimsel olduğu ve insani ve toplumsal her olaya ilişkin katı ve statik bir anlayış kadar gerici olabileceğidir.

Sosyal demokrasi

Avrupalı büyük sosyalist partiler Marx’ın anlayışına uygun olarak kuruldular, liberal burjuvazinin politikasının insafına kaldığı bir durumda proletaryayı ondan kopararak uzun bir dönem boyunca oldukça ilerici bir rol oynadılar ancak proletaryadan politik bağımsızlıklarını kazandılar. Hala günümüzde bu büyük sosyalist partilerin ilerici dönemlerinin sonuçlarını gözlemliyoruz. Dünya emperyalizminin ekonomik saldırısı, yarısömürge dünyada olduğu gibi Birleşik Devletler ile Japonya’da da emekçi ücretlerinde büyük gerilemelere neden oldu. Buna karşın gerileme Avrupa’da oldukça küçük kaldı; çünkü işçi sınıfı, en iyi örnekleri İngiltere’deki madencilerin ve Batı Almanya’daki metal işçilerinin muazzam grevleri olan azimli bir direniş gösteriyor. Bunun tek açıklaması, bu dönemde Avrupa proletaryasının Yankee ya da Japon proletaryası gibi kendisi kadar güçlü ya da kendisinden daha güçlü proletaryalara göre niteliksel olarak üstün bir sınıf bilinci ve örgütlenme düzeyini korumasıdır.

Bu arada, bu büyük sosyalist partiler yeni toplumsal süreçlerden muzdarip oldular, başka türlüsü de olamazdı. Emperyalizmin ortaya çıkmasıyla beraber Avrupa ülkelerinde, aynı ülkedeki ve dünyanın geri kalanındaki sınıf kardeşlerinin yaşam düzeylerine göre daha yüksek bir yaşam düzeyine sahip, işçi sınıfının ayrıcalıklı bir kesimi olan işçi aristokrasisi oldukça gelişti. Bu işçi aristokrasisi, emperyalist burjuvazinin özellikle sömürgelerdeki ve diğer emekçilerin sömürüsünden elde ettiği ve ona bıraktığı kırıntıları yiyerek bu ayrıcalıklardan yararlanıyordu. Buna, yasallık kazanmış ve seçim ile parlamenter süreçlere sürekli ve düzenli olarak katılan sosyalist partilerin üst tabakalarının burjuva devlet aygıtına asimile olmalarını eklemek gerekir. Bu süreç, küresel kapitalist düzen, gerilemesinin ilk aşamasında bile hâlâ ilerici olduğu ve üretici güçleri geliştirdiği dönemde, metropol işçi sınıfına büyük ayrıcalıklar, politik ve ekonomik reformlar verebildiği için mümkün oldu. Emperyalist ülkelerin ve bir bakıma tüm dünyanın bu proletaryası, devrimci olmayan, reformist bir dönem yaşıyordu.

Böylece sosyal demokrasi, burjuvaziye karşı devrim yapmak yerine reformlar elde etmek ve seçimlere katılmak için örgütleniyordu. Lokallerinde emekçiler, konuşmacıları dinlemek için toplanıyorlardı ancak hiç kimse gazete satmak ya da herhangi bir şey yapmak zorunda değildi.

Parti, sadece oy kazanmak istiyordu. Disiplin yoktu. Sosyal demokratlar, işçi sınıfının içinde ve derinliklerinde, fabrika ve atölyelerde, emekçileri ve partiyi buralarda günlük mücadelede örgütlemek için günlük faaliyet yürütmekle ilgilenmiyorlardı. Bir grevde, bir kesim lehe ve bir diğeri aleyhe olmak üzere sosyalistlerin farklı oy kullandıklarına sık rastlanırdı ve her iki kesim de parti içinde kalmaya devam ederlerdi. 

Böylece büyük sosyalist partiler, tek istisnası Britanya İşçi Partisi ve bir dereceye kadar Belçika ve Alman sosyal demokrasisi olmak üzere, somut ve günlük mücadeleler ile işçi sınıfının bu mücadeleler için örgütlenmesine yabancı devasa seçim aygıtlarıydı. Sosyalist emekçi kitlelerin edilgen bir rolleri vardı. Bu partilerde sürekli olarak çalışanlar parti aygıtına entegre edilenlerdi, ki bu aygıt da partinin tamamı tarafından hiçbir denetime tâbi olmayan avukatlar, parlamenterler ya da adaylar, profesyoneller, gazeteciler tarafından kontrol ediliyordu.

Bolşevik Parti

Marx’ın öngörülerine karşın, ilk sosyalist devrim en gelişmiş emperyalist ülkelerde değil, en geri kalmış ülkelerden birinde, nüfusunun büyük çoğunluğunun köylülükten oluşan, hiçbir zaman burjuva demokrasisini yaşamamış, ancak dünyanın en yoğunlaşmış proletaryasına sahip Çarlık Rusya’sında zafere ulaştı. Mutlak yasadışılığın kural olduğu, yasal sendikaların bulunmadığı, düzenli seçimlerin hiç yapılmadığı bu nesnel koşullarda partiyi inşa etme gerekliliği, yeni bir tür partinin ortaya çıkışını açıklar: Bolşevik Parti. Birkaç temel özelliğiyle tanımlayabileceğimiz yeni ve devrimci bir örgütlenme biçimidir bu:

  1. Bu örgütlenme biçimi, Lenin’in deyişiyle “komplocu”, yani sınıf mücadelesinin her durumunda yasallıktan yasadışılığa ya da tam tersine çabucak geçebilecek, bir ayaklanma yoluyla iktidarı almak için kitle hareketinin tüm güçlerini organik olarak merkezileştirmeye elverişli ve harekete geçmeye uygun, merkezileşmiş ve disiplinli bir yapıya sahipti. 
  2. Sosyalist olduğunu iddia eden tüm akım ve programları bünyesinde kabul etmiyordu. Tam aksine, devrimciler ile reformistleri kesin bir çizgiyle ayırıyordu. Parti devrimciler içindi ve reformistlere bir başka parti kurmak kalıyordu.
  3. Partinin merkezi faaliyeti seçim değil, sınıf mücadeleleriydi. Bu parti, işçi sınıfının ve sömürülen kitlelerin günlük mücadelelerine müdahale eden, onlara eşlik eden, onları örgütlemeye çalışan ve kendisini sınıfın arasında ve onun mücadelelerinin içinde örgütleyen gündelik çalışmanın partisidir. Parti, küçük ya da büyük bütün mücadelelerin içinde olmalıdır. Her zaman mücadelelerin en ön safında yer almaya, mücadeleleri yönetmeye ve örgütlemeye ya da en azından sınıfın kendiliğinden mücadelelerine müdahale etmeye çalışır.

Görüldüğü gibi, sosyal demokrasinin örgütlenme biçimine taban tabana zıt bir örgütlenme biçimi söz konusudur.

İşçi sınıfının tek partisinin sonu

Marx ve Engels’in işçi sınıfının tek partisi üzerine örgütlenme anlayışı, Rus Devrimi ve Bolşevik Parti deneyimiyle aşılmıştı. Yirminci yüzyılda tarihsel süreç, devrimci sosyalistler ile reformistler ayrımının, yani Rusya’da Bolşevikler ile Menşeviklerin sadece farklı değil, birbirine düşman iki partiye bölünmesinin mutlak olarak doğru olduğunu kanıtladı. 1917’den itibaren bu ayrım evrensel bir nitelik kazandı: Bütün ülkelerde II. ve III. Enternasyonal olmak üzere farklı enternasyonallerde örgütlenmiş, birbirleriyle mücadele eden sosyalist ve komünist partiler vardı. Gerçeklik, Marx’ın anlayışına üstün geldi.

Bununla birlikte (bunu, herhangi bir alanda katı anlayışlara bağlı kalmanın korkunç bir hata olduğunu göstermek için belirtiyoruz) büyük Alman devrimci Rosa Luxemburg ne sosyalist partilerin bölünmesini, ne de devrimcilerin kendi örgütlerine sahip olmasını kabul ediyordu. Bu, ona ve eğilimine çok pahalıya mal oldu: Devrimci bir durumla uygun bir parti olmadan karşı karşıya kaldılar ve burjuvazinin baskısıyla yok edildiler, reformist sosyalizmin hükümeti tarafından infaz edildiler. Devrimi yönetecek böylesi bir partinin eksikliği yüzünden Alman devriminin yok olmasına ve bunun dünya devriminin gelişimini ve zaferini on yıllar boyunca (milyonların öldüğü savaşlar ve korkunç sömürü ve sefalet koşullarıyla bezenmiş on yıllar) geciktirmesine tanık olan dünya işçi sınıfının ödediği bedel daha ağır oldu.

Biz devrimci Marksistler, bu dönemde neden işçi sınıfının tek partisinin var olamayacağını açıklayan teoriyi geliştirebildik. Her sınıf, birçok partiye sahiptir. Geleneksel olarak, burjuvazi de sanayi, tarım ya da finans, tekelci ya da tekelci olmayan vb. olmak üzere farklı burjuvazi kesimlerini temsil eden birçok partiye sahipti. Günümüzde büyük emperyalist tekellerin dünyanın ekonomik yapısını tamamen şekillendirmeyi tamamladıkları ölçüde, iki partili düzende ifadesini bulan tek partililik yönünde bir eğilim var. Kapitalist-emperyalist düzende yalnızca iki büyük parti politik sahneyi işgal ediyor. Sosyal demokrat olan biri, işçi oylarını almak için; diğeri, merkez sağ, aynı şeyi orta sınıfla yapmak için. Avrupa ve yarısömürgeler dünyasının birkaç ülkesinde (Şili gibi) işçi oyları reformist işçi partilerince kazanılmıştır. Pek çok başka ülkede bu oylar; burada Peronizm, Venezuela’da Demokratik Eylem ya da Birleşik Devletler’de bizzat Demokrat Parti gibi, doğrudan burjuva partilerce kazanılmıştır.

İşçi sınıfı burjuvaziye göre daha homojendir, toplumun en homojen sınıfıdır. Ancak buna rağmen, tek bir partiye sahip olmak için yeterli politik homojenliğine sahip olduğunun teminatı yoktur. Tüm sınıflarda olduğu gibi, farklı kesimleri vardır. Aristokrasi, orta düzeyli emekçiler ve neredeyse marjinal aşırı sömürülen işçiler vardır. Geçici çalışan kesimler ve sürekli çalışanlar vardır. Ağır sanayi, hafif sanayi, hizmet sektörü emekçilerinin yanı sıra tarım proletaryası da vardır. Bütün bunlar, farklı partilerin ortaya çıkışını haklı çıkarır.

Bu yapısal heterojenliği mekanik olmayan bir biçimde yansıtan, işçi sınıfının bilincinin gelişiminin farklı dereceleri de mevcut. Troçki’nin parlak incelemelerinin birinde dediği gibi, işçi sınıfının geriye bakan kesimleri ve ileriye bakan başka kesimleri (ve hiçbir yana bakmayan kesimleri de ekleyelim) mevcut.

Bir taraftan kapitalist düzenin sınırları içinde bireysel olarak ilerleyebileceklerini sanan ve şu ya da bu burjuva ya da reformist işçi partisinde yer alacak olan, küçük burjuva umutlar taşıyan emekçilerin ve diğer taraftan sosyalizmi isteyen ama onu elde etmek için bir devrim yapmak gerektiğini henüz göremeyen ve şu ya da bu türden bir sosyal demokrat partide yer alacak olan emekçilerin, öte yandan zaten devrimci olan ve devrimci Marksist partiye girecek olan emekçilerin aynı partide olamayacakları çok açıktır.

Hangi açıdan bakmak istersek isteyelim, işçi sınıfının tek partisi olması gerektiğini açıklayan ya da kanıtlayan hiçbir bilimsel temel yoktur.

Stalinizm

Sovyetleri kuran, Bolşevik Parti önderliğinin arkasında saf tutan ve devrimi yapan eski Rus işçi sınıfı, binlerce ölümün gerçekleştiği iç savaşın ve kırsala dönüşüne neden olan açlığın sonucunda yok oldu. İşçi sınıfının % 90’ının bu fiziki yok oluşu, Stalinizmin Rusya’da kazanmasının açıklamasıdır. Stalin kırsaldan henüz göç etmiş, deneyimsiz ve geleneği olmayan yeni bir işçi sınıfına kendini kabul ettirdi. 

Bolşevikler, bu yeni işçi sınıfını devrimci bir tarzda örgütlemeyi denemek için birçok farklı biçimleri hayata geçirdiler; örneğin partisiz emekçilerin örgütü, açlıkla mücadele organları, vb. Ancak bu, genel olarak iyi sonuçlar doğurmadı. Bu örgütsel (işçi sınıfı Rus tarihinden silindiği için aynı zamanda toplumsal) başarısızlığın sonucu Stalinizm oldu.

Stalinizm Rusya’ya organik olmayan, katı şekilde bürokratik ve asıl hedefi devrimci Sovyetler örgütü ile eski Bolşevik Parti’ninkine tam olarak zıt yeni bir örgütlenme ve işçi sınıfıyla bağlılık biçimi getirdi. Bunlar, emekçilerin kendiliğinden mücadelelerini tek ve büyük bir devrimde yoğunlaştırmak, genelleştirmek, yaymak ve geliştirmek için kurulan örgütlerken,  Stalinizmin “sovyetleri” ile “Bolşevik Partisi” her türlü mücadeleye engel olmak, kitlelerin her kendiliğindenciliğini yıkmak, işçi sınıfının tüm örgütlenmesinden kaçınmak için kurulan örgütlerdi.

Bununla birlikte Rusya dışında Stalinizm, Leninist mirasın yalnızca bir unsurunu kullanmayı sürdürdü: Emekçilerin bulunduğu her yerde var olmak, fabrikalarda hücrelere ve militanlara sahip olmak, işçi sınıfının bulunduğu yerde örgütlenmek, seçim sorununa değil, gündelik sorunlara odaklanmak, küçük mücadelelerin başına geçmek. Ancak bürokratik çeteler tüm bunları sınıf işbirlikçisi, hain ve karşıdevrimci politikası için uyguluyor. Stalinist parti büyük mücadelelerin yani devrimlerin patlak vermesini daha iyi önleyebilmek, devrim patlak verdiğinde onu yenilgiye uğratabilmek, devrim zafere ulaştığında ise yeni işçi devletini karşıdevrimin aracına dönüştürmek amacıyla küçük mücadelelerde yer alıyor.

Böylece Stalinizm, sosyal demokrasi tarafından ihmal edilen kanadı doldurdu. İşte bu nedenle, sosyal demokrasinin sadece bu rolü oynadığı İngiltere ya da Almanya gibi ülkelerde Stalinizm çok zayıftır. Ancak seçimlerde çoğunluk elde eden “klasik” bir sosyal demokrasinin bulunduğu Fransa, İspanya, Portekiz gibi yerlerde Stalinizm sendikal hareket içinde bir güçtür. Sosyal demokratlar seçim politikası alanında, Stalinistler ise gündelik mücadele sahasında emekçilere ihanet ediyorlar. Bu gerçek bir işbölümüdür ve aynı anda her iki işleve de sahip bir komünist parti olan İtalyan KP’si vardır. Stalinizm birçok nedenden ötürü hayatta kaldı; ancak örgütlenme sorununun önemini ortaya koyan, muazzam küresel krize rağmen tamamen yıkılmasını hâlâ önleyen neden, bahsettiğimiz nedendir. Pek çok kez KP inanılmaz ihanetlerde bulundu ve buna rağmen sınıf ondan kopamadı. Örneğin İspanyol emekçi, komünistlerin kendisiyle birlikte mücadele ettiğini ve sınıfın en büyük sendikal aracı olan İşçi Komisyonları’nı yarattığını gördü. Bunun yanı sıra KP sınıfı, monarşiyi ya da Moncloa Anlaşması’nı onaylamaya çağırdı. İspanyol emekçilerinin cumhuriyetçi geleneğine ve Moncloa Anlaşması’nın uygulanmasının yaşam düzeyi için korkunç sonuçlarına rağmen, bölünmüş ve parçalanmış ve seçim gücünü aşırıcı derecede kaybetmiş olsa dahi İspanyol KP’si hâlâ İşçi Komisyonları’nın önderliğidir ve İşçi Komisyonları, sosyal demokratların erimiş UGT’si ile birlikte hâlâ bir güçtür. Sosyal demokrasinin, işçi sınıfını seçimlerde kendine çekerek karşıdevrimci kıskacın diğer kolunu tamamlaması doğaldır.

2.) PARTİ ÖRGÜTÜNDE DEVRİM YAPMAK

Örgütlenme biçimleri sorunu şimdilerde birincil sorun haline geliyor çünkü nesnel durumda bir değişiklik meydana geldi. Bir aşamadan başka bir aşamaya geçtik: Alfonsín’in zaferinden sonra oluşan geçiş döneminden, yeni devrimci bir duruma geçtik.

Büyük heyecan uyandıran Alfonsín’in zaferinden sonra, bunu ağır bir darbe olarak hisseden öncü kesimlerde bir gerileme oldu: Kitleler Radikal Parti’ye yöneliyorlardı; işçi sınıfı, çoğunluk olarak Peronist kalmıştı; en ılımlılar dâhil hiçbir sol parti kutuplaşma kasırgasından kurtulamadı. Seçim sonucu üzerine, devrimci sürecin derinleşmesine doğru ya da tam tersine rejim ile hükümetin istikrar kazanmasına doğru bir seyir arasında belirsiz bir “geçiş” dönemi olarak adlandırdığımız yeni bir döneme giriliyordu.

Bu dönem geride kaldı. Kartlar, 10 Ekim’den önce olduğu gibi, yeniden dağıtılmaya başlandı. Rejimde krizin belirtileri ağırlaşıyor. İşçilerin ayaklanması bir grev biçimini kazanıyor ve sokakları milyonlarca emekçiyle dolduruyor. İşçi hareketi çoğunluğunun hâlâ Peronist olmasına rağmen, bu süreç öncü kesimlerinin seçimlerden önce izledikleri çizgiye dönmeleriyle ifadesini buluyor: Partimiz dahil olmak üzere sol partiler güçlendiler; solun seçim yenilgisi yüzünden bizden uzaklaşan binlerce sempatizan geri dönüyor. Alfonsín, bu yarı doğal dinamiği bir müddet frenleyen bir set oldu ancak onu durduramadı. Seçimlerden önceki gibi umut verici bir durum, daha yüksek bir düzeyde yineleniyor. Süreç, geçen yıl burjuva seçimlerinden geçtiği için bugün daha derindir: Kapitalist düzeni nesnel olarak sorgulayan işçi sınıfının günlük mücadelelerinden oluşan bir süreçtir bu. İşçi sınıfının yeni önderliği bu mücadeleleri hazırlayarak, onlara eşlik ederek ya da onlarla birlikte olgunlaşarak bu mücadelelerin içinde ortaya çıkıyor.

Düşmanın sahasında, yani burjuva seçimlerinde çarpıştığımız geride kalan aşamanın aksine, bu aşamada kendi sahamızda, yani sınıf mücadelesinde çarpışıyoruz.

Bu yeni devrimci durumda devrimci parti, Lenin’in 1905 Rus Devrimi sırasında açıkladığı genel çizgilere göre örgütlenmesinde devrim yapmalıdır:

“Bir ordu için savaş zamanı neyse, sosyal demokrasi için devrimci bir aşama odur. Ordumuzun kadrolarını genişletmeli, onları barış zamanından çıkarıp savaş durumuna sokmalı, yedek askerleri seferber etmeli, izinli olanları yeniden silah altına almalı, yeni yardımcı birlikler, müfrezeler ve geri hizmet birlikleri oluşturmalıyız. Unutmamak gerekir ki, savaşta askerleri az eğitilmiş acemilerle takviye etmek, ilerleyiş boyunca subayları sıradan askerlerle değiştirmek, askerlerin subaylığa terfilerini hızlandırmak ve basitleştirmek gerekli ve kaçınılmazdır.

Mecaz yapmadan konuşursak, gücünü yüz kat arttıran halkın devrimci enerjisinin hızına bir dereceye kadar ayak uydurabilmek için partinin tüm örgütlerinin ve partiye bağlı tüm örgütlerin mevcutlarını önemli sayıda arttırmalıyız.

Savaş zamanında yeni askerler eğitimlerini doğrudan askeri harekâtlarda alırlar. Yeni öğretim yöntemlerini daha büyük bir cesaretle kullanın yoldaşlar! Büyük bir enerjiyle yeni mangalar oluşturun, onları çarpışmaya gönderin, daha fazla genç emekçiyi askere alın, komitelerden fabrika gruplarına, sendikal birlikler ve öğrenci çevrelerine kadar partinin tüm örgütlerinin olağan kadrolarını genişletin! (…) Farklı grup ve çevrelerin çeşitli etkinliklerine daha büyük bir eylem alanı sunun ve devrimci gelişmelerin gidişatının acımasız gerekleri yüzünden bizim tavsiyelerimiz olmadan ve bu tavsiyelerden bağımsız olarak doğru cepheye yöneleceklerinden emin olun! (…)

 Tüm örgütlerimizin saflarında daha cesur, çabuk bir şekilde, geniş çapta genç savaşçıları silah altına almalıyız. Bu amaçla, bir an bile gecikmeksizin yüzlerce yeni örgüt yaratmalıyız (…)

 Yeni örgütler kurmakta yeterince cesur ve girişimci olamazsak, öncü olma iddiamızdan vazgeçmeliyiz. Eğer komiteler, gruplar, çevreler ve toplantılarla, yani eldekilerle yetinirsek, yeteneksizliğimizi göstermekten başka bir şey yapmamış oluruz.” (VI Lenin, “New Tasks and New Forces”, Collected Works, Vol. 8, op. cit., p. 209-220)

İşçi hareketinin yeni önderliği ortaya çıkıyor

Partinin daha önce birçok kez yaptığı gibi yeni devrimci durum incelememizde durup kalmak istemiyoruz. Bu yeni durumda esas öneme sahip üç olayın meydana geldiğini belirtmek isteriz:

  1. Fabrika ve sendikalarda ücretlere yönelik güçlü bir grev dalgası var. Bu grevler, şu ana kadar sadece bürokrasinin ihaneti ve hükümetle yaptığı anlaşmalar tarafından engellenen genel grev olasılığını gündeme getiriyor.
  2. Her yerde, başlangıçta bürokrasinin denetiminde bulunmayan sınıf yöneticilerinden oluşan yeni İç Komisyonlar ve delegeler organları ortaya çıkıyor. Ağır yaralanmış eski bürokrasinin yerine kaçınılmaz olarak geçecek olan, işçi hareketinin yeni bir önderliği ortaya çıkıyor (bu, yeni önderliğin devrimci sosyalist olacağı anlamına gelmiyor).
  3. Sendika önderlikleri için mücadele etmek amacıyla yeni sendikal öncünün kümelenmesi için büyük bir fırsat veren sendika seçim sürecinin tam ortasındayız. 

Bu üç süreçten en önemsizi, yeni önderliğin doğal gelişimine ters düşen, hükümet tarafından tarihi dayatılan sendika seçimleri sürecidir. Yeni öncünün olgunluk eksikliği, şimdilik bürokrasinin seçimlerde yenilmesini, özellikle Alfonsín ile anlaşmasından sonra önleyecektir. Seçimleri, yeni öncüyü oluşturmak ve bir araya getirmek ve özellikle bu deneyime politik olarak eşlik etmek için bazı kesimleri partiye kazanmak suretiyle bir araç olarak kullanmalıyız.

Buna karşın, en önemli süreç, işçi hareketinin taban örgütlenmeleri sürecidir: İç Komisyonlar ile Delegeler Organı. Burada önderliğin yenileniyor olduğu şüphe götürmez. Geleneksel olarak bunlar işçi sınıfının en muhteşem örgütlenmeleridir, gündelik mücadelelerinin önderliğidir. Tüm İç Komisyonlar, parti tarafından politik olarak kazanılmış ya da etkilenmiş tüm temsilciler, nesnel stratejimiz için ileriye doğru bir sıçrayıştır: İşçi hareketimizi devrimci bir önderlikle donatmak.

İşçi hareketi içinde gördüğümüz bu devrim, on yılarca beklediğimiz devrimdir. Ülkenin Falkland Savaşı sırasında yaşadığı demokratik devrim, sendikaların ve CGT’nin üstyapılarında değil, sendikal hareketin tabanında, İç Komisyonlar ve Temsilciler Organlarında zaten neredeyse zafere ulaştı. İşçi hareketi iç yasallığını kazandı. Bürokrasinin zamanı ve zorbalıkları, son yumruklarını atsa da blok listeleri ve işçi örgütündeki demirden diktatörlüğüyle birlikte sona eriyor. Partimizin asıl görevi, sınıfımızın önderliğinin yenilenme sürecine tamamen müdahale etmektir.

Politik alanımızı yeniden fethetmek

Devrimci durumun yeniden yükselişi bize engin avantajlar sunuyor. İlki, bu durumda kitlelerin geleneksel partileriyle deneyimlerini çabucak yaşabilecekleridir. Bu geleneksel partilerin, günbegün maskeleri düşer ve emekçilerin düşmanları oldukları ortaya çıkar. Bu süreç, işçi sınıfımızın büyük politik gecikmesi göz önüne alındığında, daha az ya da daha fazla yavaş olabilir. Bu belirtiler daha önce ortaya çıktı ve er ya da geç topyekûn yeniden ortaya çıkacaktır.

Arjantin burjuvazisinin ve onun politik temsilcilerinin gerilemesine ilişkin bir başka avantaj, bunların muazzam salaklıklarıdır. Nadiren, her dakika kendi mezarını kazan, dış borç konusunda Grinspun’un düzenlediği sirk gösterisi gibi bir çocuğu bile kandıramayacak gülünç oyunlar oynayan bir hükümetten yararlanabiliriz.

Peronizm kadar krizde ve kaba bir “muhalefete” sahip olmak da sık rastlanılan bir durum değildir. Herminio Iglesias’ın Adaletçi Parti’nin  (Peronist parti) önderliği için savaşabilmesi, bizi daha fazla yorum yapmaktan alıkoyuyor.

Bu genel görünümün ortasında partimiz son derece iyi bir durumdadır. Seçim kampanyasında dış borçları merkezi sorun olarak ortaya koyarak elde ettiğimiz büyük başarıyla, bizzat gerçeklik borç sorununu ilk sıraya yerleştirdiğinde, bire bin kazanmış oluyoruz. Alfonsín’in elimizden tüm geleceğimizi aldığından şüphelenen partiden uzaklaşmış sempatizanlar bile partiye geri dönüyor ve bize “Ne kadar haklıymışsınız!” diyorlar. Ve daha önce bizimle hemfikir olmayanlar bize hak vermeye başlıyorlar ya da borcun ödenmemesine henüz katılmıyorlarsa da, en azından bunun çok önemli bir sorun olduğunu belirtmekte haklı olduğumuzu söylüyorlar.

Bugün, bu dönemde bu birikim ve yeni sloganlarla – ücretler, genel grev, işçi hareketinin yeni önderliği, Alfonsín’in emekçilerin düşmanı ve IMF’nin ajanı olduğunun sürekli olarak ifşası – donatılmış olarak, çok güçlü bir saldırı politikası yürütebilecek durumdayız. Bu politikayla daha önce kazanmış olduğumuz politik alanı ve hatta daha fazlasını kazanabiliriz. Şu anki Beagle kanalıyla ilgili referandumda olduğu gibi yeni her olaydan somut bir politikayla sonuna kadar yararlanmak, bu sloganların düzenli bir ajitasyonunu yaparak sokaklara dönmek çok önemli bir görevdir.

Bu, kitlelerin henüz sola doğru, bize doğru gelmedikleri gerçeğini yadsımaz. Partinin geri çekilme ve devrimci süreci geriletme pahasına kaybedemeyeceği asıl dava, işçi hareketinin yeni politik ve sendikal önderliğinin inşasıdır. Bu inşa sendikal düzlemde yeni işyeri temsilcilerinden, politik düzlemde ise partimizin güçlendirilmesinden geçer.

Solun geri kalanı zayıf konumda

Politik öncünün durumu, solun tamamının büyümesinde ifadesini bulur. KP, PI, bir dereceye kadar da eski Peronist sol, IMF’ye karşı son yürüyüşte saflarında bunu gösterdiler. Öte yandan eski sınıfçılık, ENTRA (İşçilerin Ulusal Birliği) ve diğer grupların başarısızlığı sonucu ağır bir şekilde yenildiği için aynı dinamiği sunmuyor. Ancak eğer yapılanmayı başarırsa, bir politik akım olarak bu dinamiğe katılabilir.

Bir parti olarak güçlenmek ile diğer yandan bunu, açık ara en önemli mücadelenin verildiği saha olduğunu ısrarla belirttiğimiz işçi hareketinin yeni önderliğinin bir parçası olmayı başararak gerçekleştirmek tamamen farklı şeylerdir.

Bu son hususun onlara zor gelmesinin iki nedeni var. Bir neden, bu “sol” akımlardan hiçbirinin işçi sınıfının sendikal düzeyde patronlara ve bürokrasiye karşı giriştiği mücadelelerde işçi sınıfıyla sağlamca özdeşleşmiş bulunmamasıdır. Kimi zaman, KP’nin metal işçilerine yaptığı gibi, bazı mücadeleleri “istikrarsızlaştırıcı” olarak suçlayıp bürokrasiyi destekleyerek – bu konuda Miguel ile hemfikirler –  bu mücadelelere doğrudan karşı bile çıktılar.

İkinci ve belirleyici neden politiktir. Bu akımlar, ne Alfonsinizme ne de kapitalist ekonomik ve toplumsal düzene gerçekten karşı koymuyorlar. Aksine, hepsi en sonunda hükümetle anlaşma imzaladılar. Bu, onları kitle hareketi ve öncüsünün; onların hükümet, rejim ve kapitalist yarısömürge düzeniyle giderek yüzleştiği nesnel sürecin karşısına yerleştiriyor. Birçok yoldaş için güncel mücadelelerin ücretlere yönelik olması, onların asıl içeriğini gizliyor; bu mücadeleler düzeni hassas noktasından (artık değer, burjuvaların ve emperyalizmin kârları) vurduğu ve bu sorunlara düzenin sınırları içinde bir çözüm bulunmadığı için antikapitalist bir karakter taşıyor. Biz, işçi sınıfının güncel mücadelesinin özünün tam olarak bu olduğunu söylüyoruz ve bu asıl nedenden ötürü “sol” akımlar mücadelelerden ve ortaya çıkan yeni önderlikten gündelik olarak ayrılmıştırlar.

Bunun için bu akımlar politik partiler olarak büyüseler de, bu büyüme yeni işçi öncüsünün politik önderliği kavgasına doğrudan yansımıyor. Fabrika temsilcilerine sahip olabilir ve daha fazla temsilciler de kazanabilirler. Ancak, bizim gibi, temsilciler elde etmeyi saplantı haline getirmiyorlar. Bu, politik faaliyetlerinin merkezi değil.

Bu çerçevede KP, uzaktan en tehlikeli rakibimizdir. Bizimkine benzer bir yönteme sahip: Militanları fabrikalara gidiyorlar, orada parti grupları inşa ediyor, yeni aktivistler kazanıyorlar. Ancak, daha önce belirttiğimiz gibi, politik ve sendikal konumları, onları yeni önderliğin nesnel sürecinden ayırıyor ve bu süreçle karşı karşıya getiriyor. Ve buna Nadre, Fava ve şürekâsınınki gibi Videla’yı açıkça destekleyecek ve Iglesias’a oy verecek kadar hain bir önderliğin, kısa vadede muhakkak bir başka felaketi hazırladığını eklemek gerekir.

Önderliğinin çarpıcı budalalığının yanı sıra PI, yeni aktivistler kazanmak için parti olarak fabrikalara basbayağı gitmiyor. Bu kadar gizemli bir şeyi nasıl yaptığımızı onlara öğretmemizi isteyen PI’nin dürüst militanlarının durumu bizi eğlendirdi. PI’nin popülist yapısı, yeni sendika önderliğini kazanmak için yürütülen politik mücadelede ciddi bir rakip olmamasına yol açıyor. 

Eski Peronist sol, Peronizmin tamamının yaşadığı krizin bir parçasıdır. Monteneroslar ve JTP’nin (Peronist Emekçiler Gençliği) geride kalan dönemde 1969’dan 1975’e başardıkları olağandışı kaynaşmayla karşılaştırırsak, bugünkü akımın yapabildiği neredeyse hiçbir şey yok. Tamamen yozlaşmış IMP kesimleri, en kötü bürokratlarla birlikte seçime giriyorlar. Buna karşın, diğerleri anlaşarak ve radikallerin peşine takılarak hükümetin ajanlarına dönüşüyorlar. Son olarak bir diğerleri, birçok yerde yaptığımız gibi, bize onlarla çalışmak için büyük olasılıklar açıyorlar. Ancak mevcut aşamada “Muzaffer Peronist Gençliğin” bir zamanlar olduğu şey olarak güçlenmesi değil, sola doğru Peronizmden kopuş süreçleridir söz konusu olan.

Piccinini’nin eski sınıfçılığı da, sonuçta, işçi sınıfının umutlarından her gün daha çok uzaklaşan bir hükümetin ajanı işlevini yerine getiriyor. Muhtemelen ayrıcalıklı emekçiler, beyaz yakalılar arasında belirli bir nüfuza sahip olacaktır. Ancak, vahşi bir sömürüye ve artan sefalete tabi olan sınıfın büyük çoğunluğunun içine girmesini çok zor görüyoruz.

Sonuç olarak, yeni işçi öncüsünü politik olarak kazanmak için mücadelede rakiplerimiz var. Ancak, her ne kadar korkunç düşman Stalinizmi hafife almasak da, içlerinden hiçbiri bizi bozguna uğratabilecek bir rakip değil. Bu parti ya da akımların işçi sınıfının öncüsü ile sosyalist devrim arasına bir set çekmelerini önlemek bize bağlıdır.

Tarihsel bir fırsat karşısında parti

Partimiz çok nadiren ortaya çıkan tarihi fırsatların biriyle karşıya karşıyadır. İşçi hareketinin sanayide ve sendikalardaki mücadelelerinin yeni önderliğinin bir kesimini kazanabiliriz. Bu yolla, Arjantin’de sosyalist devrimin zaferinin bağlı olduğu yeni politik önderliği inşa ediyoruz.

Akımımız var olduğundan bu yana ülkemizde meydana gelen dördüncü benzer süreci yaşıyoruz. 1944 civarı konumlandırabileceğimiz ilki, Stalinist ve reformist sosyalist eski önderliğin tasfiyesi ve yeni Peronist sendikaları kuran yeni bir işçi önderliğinin ortaya çıkışıydı. Bu yeni önderlik, Perón’a oy vermesine rağmen ondan bağımsız kalan bir sınıf partisi olan İşçi Partisi’nde politik olarak kristalize olmuştur. Ve Kremlin diplomasisine ve dolayısıyla Amerikan, İngiliz ile tüm müttefiklerin emperyalizmine bağlı KP önderliğinin işçi sınıfına karşı ihanetlerini düzenli olarak kullanarak proletaryanın önderliğinden Stalinizmin kökünü kazıdı.

İşçi oylarını toplayarak seçimlerde zaferi Perón’a veren İşçi Partisi; daha sonra sendika önderliğini bürokratikleştirip önderlerini Çalışma Bakanlığı’nın memurlarına dönüştüren, bir yandan onu burjuva partisinin içinde feshedilmek zorunda bırakan ve en önemli önderi Cipriano Reyes’i yıllarca hapiste tutan Perón tarafından tasfiye edildi.

Büyük bir parti değil, küçük bir gruptuk ve kapitalist düzenin çerçevesini tartışmaya açmaksızın proletaryaya reformist yolla burjuvaziden devasa ödünler koparmaya olanak veren istisnai bir ekonomik konjonktürle desteklenen Peronist süreci önleyemedik. Ancak sürece büyük bir cesaretle müdahale ettik. Ülkenin en önemli soğutucu fabrikası Anglo-Ciabasa ve en büyük işyerinin önderliğini almayı ve tüm sendikada büyük bir ağırlığa sahip olmayı başardık. Peronizme doğru akına karşı kayıtsız kaldık, ancak Troçkist bir politika ve örgütün, elverişli toplumsal süreçlere katılıp bunlardan yararlanmayı bildiğinde neler yapabileceği daha önce kanıtlanmıştır.

İkinci süreç, Espejo ve şürekâsının, eski Peronist bürokrasinin tasfiyesiydi. Bu süreç, 1952 ile 1959 arasında, Peron hükümetinin son yıllarındaki işçi karşıtı politikasına karşı artan hoşnutsuzluğun ve sonrasında goril askeri darbesine karşı kahramanca direniş üzerine cereyan etti. Bu yeni önderlik de yeni bir politik ifadede, neredeyse bir partide kristalleşti: 62 Örgüt.

Bu, uluslararası Troçkist harekette hiçbir zaman anlaşılamayan bir politika olan Peronizme entrizm yaptığımız dönemdi. Peronizm içinde her zaman iki kesimi birbirinden ayırdık. Doğumundan beri tamamen kokuşmuş ve iğrenç – kadın kollarından bahsetmiyoruz bile! – olarak nitelediğimiz bir kesim, Peronist partidir. Onları her zaman karşıdevrimin yan ürünleri, karmaşık olguları olarak kabul ediyoruz. Her zaman ilgi duyduğumuz diğer kesim, sendikal hareketti. Ona entrizm yaptık ve bundan gurur duyuyoruz.

Bugün, 62 Örgüt bir hiçtir. Ancak o dönemde Peronist tabanlı tüm grupları, 1956’dan beri darbecilere karşı savaşan ve sendikaları geri alan işçi hareketinin kaymak tabakası olağanüstü mücadeleci binlerce aktivisti bünyesinde bulunduruyordu. Palabra Obrera, İşçi Grupları Hareketi içindeki Peronistlerle birlikte  bu gruplardan pek çoğunu kurdu ve askeri müdahalenin elinden en önemli sendikalardan birçoğunu geri aldı. Sonra, tüm bu hareket 62 Örgüt tarafından örgütlendi ve bunların içinde güçlüydük.

Her zaman, ezici çoğunluğu Peronist olan işçi kitlelerin içerisine dalmış yüzden biraz daha fazla yoldaştan oluşan bir grup olduk. Bununla birlikte, harikalar yarattık. UOM’da (Metal İşçileri Sendikası); Avellaneda’da, Matanza ve Bahia Blanca’da en güçlü, federal başkentte ve diğer bölgelerde ise ikinci gruptuk. 1956 Büyük Metal Grevi bizim tarafımızdan yönetildi. Bu grevin yenilgiye uğraması, kitlesel bir işçi partisi olmamızı önledi, ancak sendikal düzeyde yine de kitleler üzerinde belli bir nüfuzu koruduk. Nüfuzumuz o kadar  arttı ki yüz kadar militanımız 10.000 haftalık gazete satmayı başardılar.

Bir kez daha Peronizm Vandor, Framini ve şürekâsından oluşan yeni bürokrasi aracılığıyla yolumuzu kapattı.

1969 ile 1975 arasında Cordobazo’dan itibaren cereyan eden, önderlik değişimine yönelik başarısız üçüncü bir süreç var. Bu, Sitrac-Sitram ile başlayıp Tosco, Piccinini ve Rodrigazo’nun 1975’teki koordinasyon komiteleri ile devam eder. Bu tarihte işçi sınıfının yaklaşık %25’nin bürokrasiye muhalif yeni bir önderliğinin bulunduğunu tahmin ediyoruz. 

Bu yeni önderlik de açık bir politik özelliğe sahiptit: Gerillayı destekliyordu. İnşasında, örneğin Buenos Aires banliyösünün kuzey bölgesindeki koordinasyon organizmalarında önemli bir rol oynadık. Ancak, daha ileride göreceğimiz gibi, bu fırsattan azami düzeyde yararlanamadık.

Yeni önderlik en talihsiz biçimde başarısızlığa uğradı. Gerillayı yanlısı seçkinci yönelimi, onun tabanından yalıtılmasına neden oldu. 1976 askeri darbesi, onu fiziki olarak yok etti ya da sürgüne gitmeye zorladı. Bununla birlikte soykırım, süreci bir başka bakımdan sekteye uğratmayı başaramadı: Peronist sendika bürokrasisi, dağılma sürecini ve tabanın nefretinin artmasını durduramadı.

İşçi önderliğindeki bu dördüncü değişikliğin gerçekleştiği içinde bulunduğumuz devrimci dönem, bu verimli sahada patlak verdi. Ancak bu kez, her 30, 40, 50 yılda bir, birçok etkenin bir araya gelmesiyle oluşan nitelik bakımından üstün bir fırsat var:

  1. Bu fırsat, öncekiler gibi reformist değil, devrimci bir dönemde cereyan etti. Ülkenin geriliği, sınıfın ekonomik mücadelelerini antikapitalist mücadelelere dönüştürüyor. Falkland Savaşı’yla başlayan devrimci yükseliş, Alfonsin’in zaferinden sonraki sadece bir buçuk yıllık aradönemin ardından yeniden başladı ve derinleşti. 
  2. Eski bürokrasi, önceki dönemlerdeki durumuna geri dönme olasılığına sahip olmayan, kötü kokan bir kadavradır.
  3. Peronizm görünüşe göre içinden çıkılmaz bir kriz içerisindedir.
  4. “Soldaki” rakiplerimiz, daha önce gördüğümüz gibi, hükümeti ve rejimi ve/veya Peronizmin dağıtılmakta olan karşıdevrimci, utanç verici kolunu destekleme politikasıyla kendi ellerini bağladı.
  5. İlk kez, ulusal seviyede güçlü ve geniş bir partiyle, binlerce olmasa da yüzlerce eski veya yeni yönetici kadrolarla ve Grupo Obrero Marxista, Palabra Obrera ve Partido Socialista de los Trabajores’in şanlı isimleriyle ifade bulan uzun bir gelenek ve deneyimle bu durumla karşı karşıyayız.

Bir yol ayrımındayız

Sınıf mücadelesinin ve bizzat partinin durumu, bizi bir yol ayrımına getiriyor. Devrimci sosyalistler için demirden bir yasa vardır: Bir sekt değilsek, yararlanmadığımız her büyük fırsat, bir gerileme ve krize karşılık gelir. Aşamalı her gelişim tasarısı bir hatadır. Mevcut hız ve örgütsel biçimle devam edersek, ileriye doğru “yavaş ama emin adımlarla” değil, hızlı ve emin adımlarla geriye doğru gideriz. Daha da vahimi, Arjantin devrimi için bir ölüm kalım meselesine bir yanıt verememiş oluruz: Ya partimiz kitle partisine dönüşür, ya da bir kez daha ülkemizin gördüğü bu büyük tarihsel devrimci fırsatlardan en büyüğünü kaçırmış oluruz. İşçi hareketi ve işçi öncüsünün derinliklerine kök salmış ve onunla kaynaşmış devrimin büyük partisini burada ve şimdi inşa ederek yanıt veremezsek, yeni bir askeri darbe ve henüz yendiğimiz diktatörlükten çok daha beter yeni bir soykırım olasılığı belirecektir.

Öyleyse, partide acil bir devrime ihtiyacımız var. Doğruluğu kanıtlanan politikamızda değil, faaliyet ve örgütümüzde ihtiyacımız var bu devrime. Devrimci dönem başladığından beri, parti faaliyeti ve örgütünde iki dönem yaşandı: Seçimlerle yasallık dönemi ve “geçiş” dönemi. Şimdi üçüncü bir döneme, yeni devrimci döneme tamamen geçmeliyiz.

Yasadışılık döneminde, ne gerekçeyle olursa olsun – haklı ya da haksız nedenlerden – esasen büyük şehir merkezlerinde örgütlenmiş bir partiyle seçim döneminin üstesinden geldik. Büyük şehirlerde, özellikle Buenos Aires’te ve Cordoba ve Rosario gibi diğer şehirlerde büyük zulümlere uğradık. En gelişmiş alan olması nedeniyle işe girmenin daha kolay olduğu banka sektöründeki sendikalar odaklı bir kolay para kazanma dönemi olduğu için neredeyse bir Buenos Aires partisi inşa ettik.

Diktatörlüğün sona erdiğinin, geniş demokratik özgürlükler döneminin geldiğinin ve seçimlerin kaçınılmaz olduğunun farkına vardığımızda, partiyi yeni duruma uyarlamak için örgütlenmeye ilişkin önemli ve cesur bir karar aldık. Bu karar olmaksızın, analiz hiçbir işe yaramazdı. Karar partinin sahip olduğu tamamen yasadışı çok küçük lokallerden çıkmak ve işçilerin yoğun olarak yaşadıkları mahalle ve çevrelerinde 200 ya da 300 lokal açmaktı. Bu lokaller partinin merkezi örgütlenme biçimi haline geldi ve bunlardan olağanüstü bir sonuç elde ettik.

Seçim kampanyasına dosdoğru başladığımızda, ne olursa olsun 200 ya da 300 lokal daha açmak görevini üstlendik. Atılım muazzamdı. O kadar geliştik, parti o kadar güçlü hale geldi ki, hiçbir kira ödemeden lokaller açıldı: Emekçiler ödünç veriyor, mahallelerde bağış topluyorduk, vs. Bu atılımın sonucu Luna Park Stadyumu’ndaki mitingimiz oldu. 60.000 gazete satmayı başardık. 10, 15, 20 ya da 22 bin militana ulaşıp ulaşmadığımızı bilmiyoruz.

Bu örgütlenme biçimini benimserken, ülkenin ve işçi hareketinin gerçekleri ile partinin durumunu hesaba kattık. Lokaller açabildik çünkü bunu yapmak için bize ilk aracı sunan işçi hareketinde bir kesimin Peronizmden kopuş başlangıcı vardı. Ve de parti, gerekli yönetici kadrolara sahipti. Lokal açılış kampanyasının sonunda bunlardan her birinin fiilen bir yoldaş, yani bir yönetici ya da Leninist terminolojiyle içli dışlı olmak gerekirse lokal “şefi” tarafından yönetildiğini hatırlatalım.

İkinci döneme, yani seçimlerle tetiklenen “geçiş” dönemine giriyoruz. Geri çekilmemiz, seçimlerden bir ya da iki ay önce başlamış gibi görünüyor. Peronizm ve Alfonsín konsolide oldukça, hiçbir kitle kesiminin bize yönelmediğine ve bize gelmiş olanların bizi terk etmeye başladıklarına dair önemli belirtiler ortaya çıkıyordu. Parti içinde büyük kuşkular vardı. Neredeyse tüm yöneticiler kaybetmemekte olduğumuzu düşünüyorlardı. Birkaç militan, lokal toplantılarına her ay daha az yoldaşın geldiğini belirtiyorlardı. Ancak bu hipotezler sadece hipotezdi, yeni bir örgütlenme değişikliğine karar vermek için yeterli değildi. Henüz seçim kampanyasının tam ortasında, nitelemelerde kesinlik olmadan, örgütlenme biçimlerini gün aşırı sorumsuzca değiştirmenin çok tehlikeli olduğu dikkate alınmalıydı. Seçimlerden önce lokalleri kapatmaya girişmiş olsaydık, partide neler olurdu hayal edelim.

Seçim yenilgisi, geçen dönemlerde açıkça saptayamadığımız iki olayı açıkça ortaya koydu : Kitlelerin bir kesimini parti çevresinde tutamadık ve bunun bir sonucu olarak, yüzlerce, binlerce militan kaybettik. Birkaç mı yoksa 10.000’den fazla militan mı kaybettiğimizi tartışmalıyız. Ancak kesin olan, lokaller adeta ses hızında boşaldılar.

Biri nesnel diğeri öznel bu iki olay üzerine 30 Ekim’den itibaren partinin örgütlenme biçimini değiştirdik. Kitle hareketinde tamamında “demokratik” sarhoşluk hüküm sürüyordu, yeni rejim ve hükümetten beklentileri vardı. Ve en iyimser tabloya göre birkaç bin örgütlü militan sayısına düşmüştük. “Öncü partisi” kategorisinde kaldığımızı (ya da bu kategoriye geri döndüğümüzü) tespit ettik. Geri çekilme dönemine uygun bir örgütlenme biçimini benimsedik. Büyük lokallere yöneldik. Kasırgaya dayanmak için yoldaşları bir araya getirmeliydik. Temel görev olarak, politikleştirme yoluyla partiyi konsolide etmeyi benimsedik.

Şimdi üçüncü bir döneme giriyoruz. Kasırganın geçtiğini sanıyoruz. Güçsüz olduğu ortaya çıkan ve ciddi kriz belirtileri gösteren hükümete karşı bir hoşnutsuzluk var. Grevler patlak veriyor. Yeni bir işçi önderliği, kurum ya da seksiyon düzeyinde ortaya çıkıyor. Seçim kampanyası sırasında etkilediğimiz kesimler bize geri dönüyor gibi görünüyorlar. İşçi ve kitle hareketinde, içinde bulunduğu kriz derinleşen Peronizmden kopacak ya da kısa Alfonsinist sonbaharından çabucak dönmeye başlayacak hâlâ azınlıkta olan yeni kesimlerin ortaya çıkması muhtemeldir. Yeni olan şudur: İşçi sınıfının en iyi kesimini partiye kazanmaya başlıyoruz. Ve yaklaşık 1500 yöneticiyle geri çekilme döneminden çıkıyoruz.

Lokallerde hapsolmayı sürdüremeyiz. Bu durumdan süratle çıkmalı; lokalleri açtığımız, Luna Park Stadyumu mitingi yaptığımız ve 60.000 gazete sattığımız o müthiş deneyimi daha üst bir düzeyde yenilemeliyiz. Parti tarihimizin, bir kitle partisine dönüşmeye ramak kalmış olduğumuz bu en parlak ve devasa dönemini hatalarımızı düzelterek ve daha iyi bir şekilde yenilemeliyiz. 

Ölüme mahkûm edilmiş büyük hareketlerin tarihsel süreçten yok olmadan önce son bir güç gösterisi yapmaları alışıldık bir şeydir. Son seçimin Peronizm ve radikalizmin kitle hareketleri olarak son ya da sondan önceki numunesi olması kuvvetle muhtemeldir.

Daha önce sahip olmadığımız bir fırsata sahibiz. Yeni işletmelerde, mahallelerde, okullarda ve fakültelerde gazete satışımızı katlayabileceğimiz ve katlamamız gereken yeni bir dönem içerisindeyiz. Parti organları, sattığımız yerlerde gazeteyi, gölgenin vücudu takip ettiği gibi takip etmelidir. Daha önce mahalle gazeteleri ve lokalleri vardı. Şimdi önümüzde görev olarak, gazeteler ile binlerce fabrika, büro, okul, üniversite ve işçi ya da emekçi mahallelerinde parti ve gençlik gruplarının inşası var.

Parti grupları

Lokaller açma görevine bir bakıma benzer olan bir başka görevle daha karşı karşıyayız. Lokalleri, işçi sınıfının derin bir sosyo-kültürel tahlilini yaparak açtık. Günümüzde fazla çalışma saatlerini, işe gidiş yolculuğunu, vb. sayarsak, neredeyse tüm emekçiler evleri dışında en az 12 saat geçiriyorlar. Uzun yolculuklar, fazla çalışma günleri, ağır çalışmalar onları mahvediyor. Bu gerçekliği görmezden gelseydik Marksist olmazdık. Tam tersini yaptık: Emekçilerin bulunduğu her yere, yaşadıkları yerlere, ek bir fedakârlık olmaksızın Cumartesi öğleden sonraları ya da Pazar günleri bizimle konuşabilecekleri yerlere gittik. Merkez faaliyetin seçim faaliyeti olması, lokal örgütlenme biçimini benimsememizde ikinci ağırlıklı nedendi.

Şimdi yine aynı şeyi yapmalıyız. Emekçilerin bulundukları yerlere bizzat gitmeliyiz. Mahallelerde lokaller açmak, onu da yapacak olmamıza rağmen söz konusu değil. Emekçileri esasen mücadele ettikleri ve yeni önderliğin ortaya çıktığı yerlerde, yani işyerlerinde örgütlemek söz konusudur. Ana eksenimiz, parti gruplarımızı işyerlerinde örgütlemektir. Örgütümüzü sınıfımıza uyarlamalıyız: Çalıştıkları, yaşadıkları, rahat oldukları yerlerde örgütlenmeliyiz. Buralar da bize en rahat gelen yerler olmalıdır. Böylece parti faaliyeti için yoldaşları disipline etmek bizim için çok daha kolay hâle gelir.

Önderlikte bu yönelimi karara bağlamadan önce, tartışmaya ve denemeye başlayan birkaç yoldaş vardı. Örneğin parti, Somisa’dan San Nicolás’a, yüksek aidat ödeyen, önerdiğimiz görevleri yerine getiren ve bazıları delege olan 80 ya da 100 sağlam emekçiye sahipti. Ancak lokal toplantılarına gitgide daha az geliyorlardı. Sırları şuydu ki, günde 16 saate kadar çalışıyor ve işten tükenmiş bir durumda çıkıyorlardı.

Somisa’da kaç militana sahiptik? İki ölçüt vardı: Fabrikalarda örgütlediğimizde onlarca kişilerdi. Lokal toplantılarında örgütlediğimizde 6 ya da 7 kişilerdi.

Yoldaşlar tam da bu konuyu tartıştıkları sırada, Amerika proletaryasının durumunu okumaktaydık. General Motors’un Lordstown fabrikasının sendika temsilcisinin çok ilginç ve aydınlatıcı bulduğumuz açıklamalarını bulmuştuk:

“Gerçekte 8 saatlik bir çalışma günü yok. Haftada 6 gün olmak üzere günde 16, 12 saatlik çalışma günleri var. Sosyal yaşama sahip olmak olanaksız. Sahip olabileceğimiz tek sosyal yaşam fabrika içindeki yaşamdır.”

Evrensel bir olay söz konusuydu: Kapitalist sömürünün acımasız artışı. Somisa’da 80 ya da 100 yoldaşımızın başına gelenleri anladık: Lokale, mesaide mahvoldukları ve sersemledikleri için gelmiyor ve gelmeye ne zamanları, ne de istekleri kalıyordu. Hemen şu fikir üzerinde anlaştık: Toplantıları, çıkışta bile değil, fabrika içinde yapmak gerekiyordu.

Parti gruplarını inşa etmek için kabul ettiğimiz ölçüt şudur: Toplantıyı yoldaşların istedikleri yerde, fabrika içinde dinlenme zamanında ya da duşlarda, çıkışta bir kafede, mahallede yapmak… Yoldaşlar bir fabrikada her gün 15 ya da 20 dakika toplanıyorlarsa, haftada iki buçuk ile üç saat arası çok iyi bir toplantı süresine sahibiz.

Burada işyerinin ve sendikanın sorunlarıyla birlikte sınıf mücadelesinin ve ulusal ve uluslararası politikanın tüm sorunları tartışılacaktır.

Üyeleri her gün birlikte çalıştıkları için bu parti grubunda nasıl olağanüstü bir birlik olur! Burjuvaziye karşı somut olarak mücadele etmek için buralarda, şu ya da bu kesim veya fabrikada sahip olduğumuz en büyük imkânlar nelerdir? Yalnızca bu yolla parti işçi öncüsünün kolektif, politik ve sendikal örgütleyicisi olmaya gerçekten başlayacaktır.

Bu grupları inşa edersek, gerçek bir beşeri örgüt kurmuş oluruz. Bu, her şeyin aynı olmaması, tam tersine çok çeşitli olması anlamına geliyor. Hiçbir grup, her sınıfın bir olduğu ve her öğrencinin birbirine denk olduğu okulun aksine, diğerine benzemeyecektir. İyi ya da kötü öğrenciler vardır. Vasat olanlar da vardır. İyi ya da kötü sınıflar vardır. Bazıları çok şey öğrenip pek az sorun yaratır. Bazıları ise az öğrenip çok sorun yaratır. Çok şey öğrenmelerine rağmen pek çok sorun yaratanlar da vardır. Düşük verimliliğe sahip olup az sorun yaratan vasat öğrenciler de vardır. İyi, vasat ve kötü gruplara sahip olacağız. Bazıları başlangıçta iyi olacak ve daha sonra bozulacaklardır. Bazıları ise sonuncu olacaklar ve sonrasında sürpriz yapacaklardır. Eğer tüm gruplar aynı gazete satış ortalamasına sahipse, aynı tutarda aidat ödüyorsa, aynı sendikal etkiye sahipse, vb. ters giden bir şeyler var demektir. Herkes eşittir. Tam aksine, eğer derin farklılıklar varsa, kitleselleşmeye başlayan ve sınıfımızın değişen ve çeşitli süreçlerini yansıtan canlı bir partiye sahibiz demektir.

Yeni gruplardan isteyeceğimiz tek şey, her gün azıcık olsa bile parti için çalışmalarıdır. Böylece III. Enternasyonal’in yaptığı tanıma çok benzeyen, bu dönemde parti militanının ne olduğu tanımımız ortaya çıkıyor:

“Bir kural olarak her parti militanı, gündelik parti çalışmasını hayata geçirebilmek için küçük bir çalışma grubuna dâhil edilmelidir (…) Örgütün farklı bölümleri ve üyeleri arasındaki bağlar, parti örgütlerindeki kolektif günlük çalışma sayesinde oluşur. (…) Elbette, (…) Komünist Parti üyeliği bir kural olarak şunları içerir: Resmi kabul, muhtemelen ilk önce aday olarak, daha sonra üye olarak; yerleşik aidatların düzenli olarak ödenmesi; parti basınına üyelik, vb. Ancak, en önemlisi, her üyenin gündelik parti çalışmasına katılımıdır.”

Gazete

Partinin ve yeni grupların inşası için en müthiş araç gazetedir. Gazete dağıtımında bir sıçrama önererek, “dışarıya doğru çıkışımıza” buradan başladık.

Parti organlarını, parti politikası etrafında katılanların politik birliği dışında hiçbir temelde inşa etme imkânı yoktur. Toplanmış olmak için toplanamayız. Harekete geçmek için toplanıyoruz. Hareket ettiği alanda somut ve pratik bir faaliyet yürütmeyen hiçbir grup hayatta kalamaz. Bir fabrika ya da mahallede grubu, tüm yoldaşları partinin politik çizgisinde tartışmak ve donatmak ve her militanın fabrika ya da mahallesinde sonraki gün ne yapması gerektiğini belirlemek için toplanır. Kaç ilişkiye sahibiz ? Kaç sendika aktivisti bize saygı duyuyor ve fabrikayı nasıl örgütlemek ya da sendika içinde ne yapmak gerektiğini bizimle tartışmaya hazır ? Kim bu ilişki ve aktivistlerle konuşmayı üstleniyor? Her birine ne öneriyoruz? İç Komisyon ve Temsilciler Organıyla ne yapmayı öneriyoruz? Hangi faaliyetleri parti, ulusal ve uluslararası kampanyaları geliştirmek için yürütüyor? İşletmede ya da mahallede, örneğin Nikaragua için neler yapılabilir? İnsan hakları için neler yapılabilir? IMF’ye karşı ne yapılabilir?

Toplantı, tüm bu sorulara yanıt vermeli ve tüm faaliyeti yoldaşlar arasında dağıtmalıdır. Biri, bize politik sempatiyle bakan şu ya da bu emekçiyle konuşur ve ona gazeteyi verir. Bir başkası; sendika konusunda çok yeteneklidir, en iyi aktivistlerle konuşur ve onlara da gazeteyi verir. Bir diğeri ise, henüz fabrikada konuşmak cesaretine sahip olmamasına rağmen çok düzenlidir ve mali durum ile gazete yönetimini yürütür ve mahallesinde ya da ebeveynlerine gazete satmaya çalışır. Ve herkes, parti pozisyonlarının iletmeleri ya da propagandasını yapmaları için onları nasıl kazanacağımızı düşünerek okurlarla gazeteyi ve politik kampanyaları tartışır. Fabrikada Nikaragua hakkında bir tartışma yapamazsak, belki mahallede yapabiliriz. Ücretlerimizin arttırılmasını istiyorsak neden dış borçları ödememek gerektiğini açıklamak için, belki fabrikadaki yoldaşlarla güzel bir tartışma yapmayı başarabiliriz. Faaliyet ihtimalleri sonsuzdur, ama hepsinin bir ortak noktası vardır: gazete.  Gazete tam olarak parti politikasının sözcüsü olduğu için, bu yolla tüm faaliyetimizi örgütler.

Bu nedenle yeni parti gruplarının inşası, gazete dağıtımı aracılığıyla yapılır. Genel olarak, buluşmak istediklerimiz politikamızı ve gidişatımızı gazete aracılığıyla biliyorlarsa, toplantı yapmak daha kolay olur. Ve partinin büyümesini, genişlemesini, daha güçlü olmasını ve ilk adım olarak daha fazla insanın gazeteyi okumasını istemeyen hiç kimse, partiye gerçekten kazanılmış ya da kazanılma sürecinde değildir.

Daha yeni başlamıştık ki, daha şimdiden bir hata yapmak üzereyiz, bazı yerlerde hata yaptık bile: gazete satışını arttırmak yerine toplantılara ağırlık verdik. Gazete sayısını katlamak için gerekli tüm çabaları göstermeden önce yeni yoldaşlar toplamak ya da eskileri bir araya getirmek için kendimizi zorluyoruz. Böylece eski olanı toplamak zordur ve yeni olanı kazanmak ise neredeyse imkânsızdır.

Tersini yapmalıyız. Gazeteyle dışarıya açılıyoruz. Faaliyetin hızına nazaran gazeteyi deli gibi satıyoruz, ancak her zaman işi düşünüyor, nitelendiriyor ve tasarlıyoruz. Ve böylece, bazen kendi inisiyatif kullanarak ve bazen de önerimiz üzerine bir yoldaşa ya da bir tanıdığa satmak için bir ya da daha fazla gazete almayı öneren yoldaşlarla karşılaşacağız. Burada ekibi inşa etmeye başladığımız insan materyali ortaya çıkıyor. Aynı fabrika, mahalle, okul ya da fakültede iki, üç veya dört yoldaş olur olmaz, toplantı bizim tarafımızdan dayatılan bir şey değil, gerçek bir gerekliliğe dönüşür. 

Bundan ötürü iki anahtar göreve fevkalade önem veriyoruz: gazete dağıtımı ve gazete okurlarının listelenmesi.

Gazete dağıtımı, imkân dahilinde her zaman aynı yoldaşlar tarafından her hafta düzenli olarak yapılmalıdır. Bir fabrika emekçileri, en az haftada bir kez kapıda sosyalistlerin yayınlarını satmalarına alışmalıdırlar. Güncel politik durumda, gazetemiz işçi sınıfı kesimleri için, her ne kadar henüz bizimle hemfikir olmasalar da bir referans noktasına dönüşüyor. Mate zamanında gazetemizi yorumlayan fabrika seksiyonlarına dair anekdotlar pek çoktur. Şimdiden gazeteyi satın almak için bizi bekleyen emekçiler var. Henüz binlerce kişi değiller, ama bir gün olabilirler. Orada olmalıyız. Tüm fabrikalarda gazete dağıtımı için yeterli güce sahip değilsek, dokunabileceklerimizi seçelim; ancak satışı düzenli bir şekilde yapalım. Her hafta farklı bir fabrikada dağıtım yapmak çok az işimize yarar.

Gazete dağıtımı ilerledikçe, satın alanların listelerinin oluşturulması da ilerlemelidir. Garlarda ve alışveriş merkezlerinde gazete dağıtımı; partinin sokağı kazanması, politik varlığını hissettirmesi bakımından çok iyidir. Ancak en önemlisi, gazeteyi satın alanların ad, soyad ve adreslerini en sonunda öğrenmemiz, yani yapısal olan görevdir. Mahallelerde daha kolaydır. Fabrikalarda ise daha zordur, ama imkânsız değildir. O nedenle her zaman aynı yoldaşların gitmesi çok önemlidir. Gazeteyi henüz ilk kez satın alan kişinin adını sormak uygun olmayabilir. Ancak, gazeteyi ikinci kez satın alanı küçümsemek ölümcül bir hata olur. Bu yoldaş, kuşkusuz neredeyse bir parti sempatizanıdır; potansiyel bir militan olabilir.

O halde gazete fabrikalarda ve mahallelerde parti ve onun gruplarının inşası için bir araçtır. Faaliyet buradan başlar. Sonra, mantıksal olarak bir diyalektik vardır. Daha çok gazete satacak yeni yoldaşlar kazanacağız. Daha çok gazete satacak parti grupları inşa edeceğiz. Ancak, Çinlilerin dediği gibi, her bin kilometrelik yol bir adımla başlar. Ve ilk adım, gazete satmaktır.

Yönetici kadrolar ya da “şefler”

Daha önce belirttiğimiz gibi onu donatmaya ve yönetmeye ehil bir yoldaş olmadıkça, var olabilecek hiçbir parti organı ya da grubu yoktur. Bu yoldaş, “yönetici” ya da “şef” dediğimiz kişidir. Somut olarak, partinin görevi yerine getirmek için sahip olduğu ya da kazanmayı başardığı şef sayısı kadar parti grubu örgütleyebilecek durumdayız.

Parti yönetici kadroları her zaman aynı yeri işgal etmez. Merkezi görev bakımından öncü olanlardan birçoğu, parti dönemiyle birlikte merkezi görev değiştiğinde genellikle artçı haline gelirler. Diğerleri, öncü olmaya devam ederler. Ve önceki merkezi görevi üstlenecek durumda olmayan, ancak yeni görev için aslan olan yeni yönetici kadrolar ortaya çıkacaktır.

Her dönem değişikliği, yeni bir deneme ve parti yönetici kadrolarının seçimini gerektirir. Girdiğimiz dönemde bu deneme ve seçim, gazete satışıyla başlıyor ve yeni parti gruplarının inşasıyla son buluyor. Yönetici olmaya talip tüm yoldaşları ve aynı zamanda çekingenlik nedeniyle ya da görevi kötü anlattığımız için talip olmamasına rağmen yine de etkili olabileceklerini düşündüğümüz pek çok yoldaşı denemeliyiz.

Bu demek değil ki, yirmi gazete birden satmayan yönetici olamaz. Daha az satmakla başlayıp bu sayıyı daha sonra arttırabilir. Kişisel olarak gazete satmakta kötü, ama gazete satacak yeni yoldaşlar kazanmakta çok yetenekli olabilir. Farklı bileşimler olabilir. Ortak olması gereken, her hafta gazete satışını arttırma heyecanı, tutkusudur. Bunu yapma gerekliliğini politik olarak algılaması yeterli değildir; bu tutku olmaksızın bir ilerleme mümkün değildir.

Ondan en baştan beri yeni bir parti grubu toplamasını ise hiç istemeyeceğiz. İsteyeceğimiz şey, daha fazla gazete okuru ve bunların listelenmesidir. Daha sonra, birkaç okuru nasıl kazanacağı, onları parti militanları olmak istemelerini, gazete dağıtmaya başlamalarını ya da henüz gazete satacak cesarete sahip olmadıklarından parti için başka bir faaliyet yürütmelerini, aidat ödemelerini nasıl sağlayacağı ve son olarak dört ya da beş yoldaştan oluşan bir grubu nasıl tutarlı bir şekilde toplamayı başaracağı sorunu gündeme gelecektir. Burada da dogmatik olmamak, şunu dememek gerekir: Önce gazete satsınlar, daha sonra toplansınlar. Her hafta fabrikaya sürekli gittiğimizden, gazeteyi satın aldıkları için çıkışta bizimle sohbet etmek isteyen, ama henüz gazete satmayan üç ya da dört yoldaşla toplanmaya başlamamız mümkündür. Bu durumda, bu toplantının her üyesinin belirli bir faaliyet yürüttüğü ve gazete sattığı bir parti grubuna dönüşmesini sabırlı bir şekilde sağlamalıyız. Değişkenler sonsuzdur; en büyük tehlike dogmatizmdir.

Bu dönemde parti öncüsünün yönetici kadroları olacaklar, onlardır. Dışarıya, sınıfa ve kitlelere doğru gidenler. Lokale faaliyet için politik olarak donatılmak için gidenler ve fabrikalarda, mahallelerde, okullarda ve üniversitelerde koşuşturanlar. Doğal mekânlarının ve çevrelerinin, lokal ile iç yaşam yerine, işçi sınıfı ya da öğrenci çevresi, parti dışında bulunanlar olduğunu hissedenler.

Bu, sadece onların yönetici olacakları anlamına gelmez. Bu dönemde partinin öncüsü, çiçeği ve kaymağıdırlar. Ancak, çabalarını partiye ayıran, yaşamının saatlerini parti faaliyetine vererek her gün kendini feda eden her yoldaş yöneticidir. Çok az gazete satmasına rağmen grafiti yapmakla kafayı bozan ve bunu yapmak için uykuyu unutan kişi de yöneticidir. Ya da her gün lokali hazırlayan, duvarlarına badana yapan, sandalyeleri temin eden kişi. Ya da büyük bir idareci olan, hesapları iyi tutan ve yoldaşları zamanında aidat ve gazete bedellerini ödemeleri için denetleyen ve onların yakalarına yapışan kişi. Ya da zamanını buluşmalar, lotolar, futbol maçları ya da benzer başka şeyler düzenlemekle geçiren ve parti için para kazanan kişi. Ya da kimseyi listeye yazmamasına rağmen onlarca gazete satan ve böylelikle partinin varlığını hissettiren, garlarda ve alışveriş merkezlerinde efendi olan kişi. Ya da baskı makinesini sağlayan ve bir şey yazdırmak için her zaman hazır bekleyen kişi. Ya da binlerce başka faaliyet.

Sonunda kendi ağırlıkları nedeniyle, belirli bir uzmanlık alanında çok iyi oldukları için yönetici olan biraz tembel ve geri kalanlardan daha az fedakâr yoldaşlar var. Yönetici, belki fazla disiplinli olmamasına karşın “şakşakçısı” bulunan, fabrika ya da mahallede yönetici olarak tanınan büyük bir sendika ya da mahalle lideridir. Dinleyenleri büyülediği için konferanslar vererek partiye çok büyük yardımlarda bulunan dışarı dönük büyük bir propagandacı da bir yöneticidir. Ya da çok iyi dersler veren ve böylelikle militanların yetişmesine yardımcı olan içe dönük bir propagandacı da bir yöneticidir. Ya da başka çeşitlemeler, iyi yazar vb.

Parti yapısının hiyerarşisi

Şu ana kadar söylenenlerden bir yönetici ile sıradan bir militan arasındaki fark açıkça ortaya çıkıyor. Bazıları çok militanlık yapıyor, parti için her görevde tükeniyor ve/ya da sınıf mücadelesinde ya da partinin belirli bir görevinde önemli bir rol oynuyorlar. Diğerleri; işyerlerinde, eğitim yerlerinde ya da mahallelerinde günlük faaliyetlerini yürüten, birkaç gazete satan ve partiye aidat ödeyen, ama boş zamanlarının tamamını henüz partiye ayırmayan ne de belirli bir faaliyette mükemmel olan yoldaşlardır. Birçok sıradan militan zamanla yönetici olacaktır. Yöneticilerin bir kesimi yöneticiliği bırakacaktır. Ve başka örgütlerde ya da bizzat sınıf mücadelesinin içinde yetiştikleri için zaten oluşmuş yöneticiler de kazanacağız. Ne olursa olsun, parti büyüdükçe ve kitleselleştikçe, gitgide daha çok sıradan militana, aşırı derecede yöneticiye sahip olacağız.

Yöneticiler ve militanlar bir bakıma aynı haklara sahiptir. Hepsi tartıştıkları ve oy kullandıkları parti birimlerine sahipler; hepsi parti kongresine delege seçiminde aynı oy hakkına sahipler vb. Ancak bu, partinin militanlarını yukarıdan aşağıya hiyerarşik olarak örgütlemediği anlamına gelmez. Bizim için, parti için tepeden tırnağa fedakârlık yapan yoldaş, yapmayanla bir değildir.

Yönetici kadroların, militanlardan daha farklı gereksinimleri vardır. Yönetici, parti içinde sadece sınıf mücadelesine yönelik politik yanıtlar aramaz, ancak her türlü içe dönük yanıtları da arar: örgütsel çizgi, teorik dersler vb. Eğer, örneğin, dışarıya açılma sürecinde 3 ya da 4 adet haftalık gazete satan ya da aidat ödeyen bir yoldaşı bir mahallede kazanıyorsak, o bir militandır. Ancak bu yoldaş, eğer iki ya da üç gazete okurunu bir araya getirmeye başlar ve hepsinin 15 ya da 20 gazete satmasını sağlarsa, yönetici haline gelmiştir. Derhal bizden her türlü yönelim isteyecektir: Toplantıları nasıl düzenlemek gerekir? Hangi konular konuşulmalı? Nasıl uluslararası, ulusal ya da faaliyet raporu hazırlanır? Hangi faaliyet topladığı yoldaşlara vermeli? Yoldaş yönetmeye başlamıştır bile.

Bu iki unsurdan, yani partiye adanmışlık düzeyi ve bunun ortaya çıkardığı gereksinimlerden, parti hiyerarşisi ortaya çıkıyor. Bir yönetici, bir militana göre hiyerarşik olarak daha üst bir konuma sahiptir. Aynı şekilde bir bölgesel yönetici, bölgenin tüm militanlarını ve yönetici kadrolarını yönlendirmeye çalıştığı ve bu ona daha büyük sorunlar çıkardığı için sıradan bir yöneticiye göre hiyerarşik olarak daha üst bir konuma sahiptir: tüm bölge için sendika, mahalle ve öğrenci cephelerinde bir politika hazırlamak; bölgedeki politik partilerle ilişkileri yürütmek; parti ders ve okullarını yürütmek; mali genel planı hazırlamak ve yürütmek; bir aygıta sahip olmak vb. Ve en önemli görevi, yönetici kadrolar yetiştirmektir.

Ve böylelikle daha yukarıda hiyerarşik olarak en üstte olan yoldaşlar, yani ulusal yöneticiler bulunuyorlar. Ve onlardan hiyerarşik bakımdan daha da üst konuma sahip olan: uluslararası yöneticiler.

Bu hiyerarşik yapı, bir orduda var olan yapıya bir bakıma benzer, bir bakıma ise karşıttır. Burjuva ordusunda hiyerarşik olarak en üst rütbenin, yani başkomutanın kararıyla bürokratik bir şekilde hiyerarşik olarak terfi edilir ve onursuz bir eylem ya da buna bezer bir şey olmadıkça, hiç kimse hiyerarşik olarak alçalmaz. Parti içinde sürekli bir hiyerarşi yoktur. Biri etkin değilse alçalır, bir diğeri etkinse yükselir. Bir militan, parti ve sınıf mücadelesi için sürekli verimine göre az ya da çok hiyerarşik konuma sahiptir. Ancak, hiyerarşik yapı demokratik bir biçimde oluşturulur. Kongre delegelerini seçen önderlik değil, parti tabanıdır ve bu delegeler kongrede önderliği seçerler.

Militanların hiyerarşisi, bireysel çaba ve yetenekle kazanılır, ancak parti organlarında somutlaşır. Partide hiyerarşik olan organlardır : Merkez Komite ulusal yöneticilerin organıdır ; bölgesel yönetim  bölge yöneticilerinin organıdır vb.

Partinin savunmada olduğu, arkamızda bıraktığımız geri çekilme döneminde temel organlarımız, toplantılarında yöneticileri ve sıradan militanları ayrım yapmaksızın bir araya getiriyordu. Bu, lokallere hapsolmuş insanların arasında hiçbir fark olmadığı için doğaldı. Ancak, bu yeni dönemde yönetici kadroları hiyerarşiye tabi tutmak gereklidir. İki farklı toplantıya doğru gitmeliyiz: yönetici kadroların toplantısı ve sıradan ekiplerin toplantısı. Lokal toplantısı, yönetici kadroların ve yönetici kadrolar için olmalıdır. Bu özel toplantı dışında bir de ayrıcalıklı bir muameleye sahip olmalılar: tüm sıradan militanlar için değil, kendileri için bir iç bülten; kendileri için dersler ve okul vb. Sıradan militanlar; bir ya da iki yöneticinin yönetiminde mahallelerde, fabrikalarda ve okullarda (ve eğer isterlerse lokallerde de) kendi toplantılarına sahip olacaklardır.

Her kesin çizgi gibi bu, özellikle örgütlenme alanında, bizi şimdiden uyardığımız vahim hatalara sürükleyebilir. Bazı yoldaşları, yönetici olarak kabul etmediğimiz için geleneksel lokal toplantılarından ayırmak farklı nedenlerden dolayı vahim bir hatadır:

  1. Çünkü daha yeni yeni dışarıya açılıyor, yeni sıradan parti grupları inşa etmeye girişiyoruz. Bir yoldaşı, katılabileceği başka bir birim henüz yok ise, bir birimden çıkarmak çok kötüdür. Böyle yaparsak, birçok değerli yoldaşı kaybederiz.
  2. Çünkü dışarıya açılmamız hala zayıf olduğundan, kimin yönetici olmak için yeterli olup olmadığını öğrenmek için henüz bir ölçüte, nesnel bir kanıta sahip değiliz. Yönetici ve militan ayrımını, parti faaliyeti ya da sınıf mücadelesi laboratuarı yerine, kafalarımızın laboratuarında yapacağız. Böylelikle onları yönlendirip faaliyetlerinde yardımcı olduğumuz takdirde yönetici olabilecek, yönetici olmayı istemekle beraber henüz olmayan birçok potansiyel yönetici kadroyu kaybedeceğiz.
  3. Çünkü her süreç gibi bu süreç de, bir geçiş dönemine sahiptir. Devrim, toplantılarımızın içerik bakımından yönetici toplantılarına dönüşmesini sağlamaktır: herkes yöneticiymiş gibi tartışırız, tasarlarız, oylarız ve faaliyeti denetleriz. Ancak, şimdilik hiç kimseyi yönetici toplantılarından ayırmayız. Toplantıya ayak uyduramayan bunun farkına varacak ve doğal olarak kendini rahat hissettiği başka tür, olağan bir toplantıya geçecektir.
  4. Çünkü daha ileride göreceğimiz gibi, yoldaşları görevlendirmekte çok kötüyüz. Ve gerekli tüm çabaları göstermeden ve ona heyecan veren belirli bir yönetici faaliyetini gönülden üstlenmesi için mümkün tüm görevleri önermeden, uyarıları yapmadan vb. hiç kimseyi yöneticilikten uzaklaştırmamalıyız.

Bunun için bu geçiş döneminde, yönetici kadroların hiyerarşik olarak konumlandırılması temel bir ölçüte göre yapılmalıdır: faaliyet için coşku, tutku. Önce gazete satma tutkusu. Ve aynı zamanda sınıf mücadelesi ve parti inşasında her faaliyet için tutku.

Önderliğin büyük görevi: yönetici kadroları ve militanları görevlendirmek, inisiyatif kullandırtmak ve motive etmek

Dönemin merkez faaliyetini –şimdi, örneğin, gazete satmak ve parti grupları inşa etmek– iyi yapmadıkları için, tüm gün ve her gün militanlık yapan ya da parti çalışmasının belirli bir yönünde parlak yoldaşların yöneticilikten uzaklaştırdığımız çok sık oluyor. Bunu yapmaya karşıyız. Eğer bir yönetici, parti için etkin değilse, sorumluluk onun değil, onu etkin olacağı bir faaliyette görevlendirmeyi beceremeyen, faaliyet için heyecanlandıramayan, motive edemeyen bölgesel yönetimindir.

Çok sık tek yanlı, şekli, dogmatik ve idari bir şekilde davranıyoruz. Tüm yöneticilerin ve militanların aynı görevi aynı şekilde yerine getirmelerini istediğimiz alışıldık bir şey. Böylece, bu görevi yerine getirirken hiçbir işe yaramayan ya da nasıl yapacağını bilemeyen ya da kendini rahat hissetmeyen değerli yoldaşların partiden uzaklaşmalarına ya da parti için hiç etkin olmamalarına yol açıyoruz. Eğer bir yönetici ekibinde, örneğin herkesin sendikal çalışma yürüttüğü ve aynı sayıda gazete sattığı vb. bir durumda bulunuyorsak, bir şeyler çok kötü gidiyor demektir. Ya farklı özellikleri bulunan yöneticileri, verimli olabilecekleri başka göreve vermek yerine, çoktan uzaklaştırdık. Ya da herkesi aynı şeyi yapmaya zorluyoruz ve yoldaşların çoğu kendilerini kötü, baskı altında, rahatsız hissediyorlar ve sadece disiplin ve ahlak nedeniyle militanlık yapmaya devam ediyorlar ve içlerinden birçoğu krize yaklaşıyorlar.

Aynı şey yeni kurduğumuz parti grupları için de geçerlidir. Eğer bölge yönetimi sıradan bir yöneticiyi doğru bir yöntemle örgütlemediyse, sıradan bir yönetici bu aynı bürokratik ya da idari yöntemi yeni gruplardaki yoldaşlara da aktaracaktır. Burada zararlı sonuçlar, tam da yoldaşlar yeni oldukları ve yöneticilerin disiplin düzeyine henüz ulaşmadıkları için daha çabuk görülecektir. Yoldaşlar basitçe şöyle düşüneceklerdir: “Partinin benden istediği gibi hizmet edemiyorum” ve bizden uzaklaşacaklardır.

Önderliğin büyük görevi; parti, bölge, grup hangi düzeyde olursa olsun, yönetici kadroların ve militanların faaliyetini örgütlemektir. Bu, şu anlama gelir: onları görevlendirmek, onlara inisiyatif kullandırtmak ve onları motive etmek.

Görevlendirmek, her yoldaşın güçlü ve zayıf yanlarını saptamak ve ona uygun bir görev önermek anlamına gelir. Çekingen birinden garlarda ajitasyon yürütmesini istememektir. Kolaylıkla ilişki kurmasına rağmen dağınık ve düzensiz olan birinden; derinlemesine çalışan, tuttuğunu koparan bir yoldaşın yaptığı düzenli çalışmayı beklememektir. Görevlendirmek, mahallede yirmi gazete satan ve manav Doña Clotilde ile konuştuğunda mutlu olan yoldaştan, her şeyi bir kenara bırakıp hiçbir şey satamayacağı fabrika kapısında satış yapmasını dayatmamaktır.

İnisiyatif kullandırtmak, ne işe yaradığını saptadıktan sonra, onunla konuşarak yapacağı görev hakkında anlaşarak, onu düşünmeye, önerilerde bulunmaya, planlar yapmaya teşvik etmemiz anlamına gelir. Kendisinin de fikir üretmesini isteriz. Onun fikirleri, kuşkusuz bizimkilerden daha iyi olacaktır. Değillerse, deneyim kazanmış olacaktır. Yoldaşların faaliyetini, kafamızdan geçeni kafamızdan geçtiği şekilde yapmasını dayatmak suretiyle düzenlemekten vebadan kaçar gibi kaçınmalıyız.

Motive etmek, çift anlamlıdır. Önce, yoldaşın görevini zevkle yapması ve bundan hoşnut, tatmin olması gerekir. Faaliyette ilerleme kaydettikçe bizzat kendisini de geliştirdiğini görmelidir. İkincisi, yoldaş; faaliyetinin partiye yararlı olduğunu, görüşlerinin dinlendiğini ve parti için yararlı olduğunu görmelidir. Bir şey yapmış olmaktan çok memnun olan yeni yoldaşların başlarından aşağı soğuk su kovaları dökmekte, duyarsızlıkta uzmanız; onlara dikkat göstermiyor, ekibin önünde kullandıkları inisiyatifin altını çizmiyor, bu inisiyatif nedeniyle kutlamıyor, bundan gerekli sonuçları çıkarmalarına ve daha çok ilerlemelerine yardımcı olmuyoruz. Neden? Çünkü bu görev, anın “kutsal kitabından” sapmıştır.

Örneğin, eğer bir yoldaş lokaller ya da bölge fabrikaları arasında bir futbol şampiyonası düzenlemek isterse, bu yoldaşı bunu yapması için motive edeceğimize ve cesaretlendireceğimize; yoldaşlık bağlarını güçlendirmek, partiye daha fazla entegre etmek amacıyla sempatizanlar getirmek, fabrikalardaki mevcut durum hakkında konuşmak için partinin bundan nasıl yararlanabileceğini düşünmeye koyulacağımıza vb. tam tersini yapıyoruz: onun cesaretini kırmaya çalışıyoruz; çünkü bu fikir, satılan gazete sayısını arttırmak ya da yeni gruplar inşa etmek için hemen işimize yaramıyor. Bu yoldaş, bir daha hiçbir zaman bir fikir üretmeyecek ve bir fikri varsa da bunu önermeyecektir.

Gördüğümüz gibi, yoldaşları görevlendirmek, inisiyatif kullandırtmak ve motive etmek suretiyle örgütleme görevi, sıkça kullandığımız idari yöntemlerin tam tersidir. Bir idareci için, her yoldaş bir numaradan ibarettir ve aynı şey dağıtılan her gazete için de geçerlidir. Bir rapor hazırlıyoruz: şu kadar yönetici kadroya, militana, gruba sahibiz ve şu kadar gazete satıyoruz… bu kadar. Gerçek bir örgütçü için; her yönetici, grup, militan ve gazete okuru bir insan ya da kişi-organdır ve bunun için, sayıları eşit olmasına rağmen birbirinden farklıdır.

Ancak yoldaşları yetiştirerek ve yönetici kadroların yetişmesine bu ölçütle yardım ederek, bir kitle partisinin inşasına doğru ilerleyebileceğiz.

Büyük bir engel: sekterliğimiz

Önerdiğimiz yolda ilerlemek için büyük bir engelle karşı karşıyayız: sekterliğimiz. Partimiz her zaman sekter değildi. Başlangıçta henüz küçük bir grupken sekterdik, ancak işçi sınıfına doğru giderek öğrendik ve sekterliği aştık. O andan PRT’nin (La Verdad) inşasına kadar başka sapmalara uğradık. Örneğin, uvriyerist idik ve öğrenciler arasında çalışmaya çok az önem veriyorduk; bu da yönetici kadro oluşumunu arttırmak amacıyla devrimci entelektüel kazanma olasılığımızı ciddi bir şekilde sınırlandırıyordu. Sekterlik, Onganía’ya karşı mücadele eden öğrenci öncüden ve daha sonra Cordobazo ve 1973 seçimlerinin ardından yüzlerce ve hatta binlerce üyesiyle ortaya çıkan öncüden beslenen PST ile beraber, parti büyüdüğünde başlıyor. 1973 ya da 1974’ten itibaren, şeytani bir yasayı keşfettik: büyüdükçe daha sekter hale geliyoruz.

Okumuş olduğumuz Marksist bilginler, ondan neden kopmamamız gerektiğini ve neden birçok militanın ondan kopmak istemediğini açıklamak için, Alman sosyal demokrasisinin bütünlüğünden bahsederler. Alman sosyal demokrasisi; milyonlarca oy alan, tiyatrolara, kulüplere, sendikalara, balolara, kütüphanelere, cinsel özgürleşme kulüplerine sahip küçük bir dünyaydı. İçinde bir insanın sahip olabileceği neredeyse tüm endişelere ve gereksinimlere yönelik yanıtlar vardı. Burada [Arjantin’de]; sosyalizm, anarşizm ve Stalinizm de parlak dönemlerinde birer küçük dünyalardı. Koro toplulukları (yani bandolar ve korolar) vardı, kulüpleri ve kütüphaneleri hiç saymıyoruz bile.

Bu küçük dünyalar; gerçek dünyanın, korkunç ve düşman kapitalist toplumun içine girdiler. Bunların içinde yaşam, dışarıdakinden çok daha güzel: sosyalizme zaten ulaşıldığını sanırsınız. Merkezci bir eğilim oluşur, parti içinde yaşamak istenir.

Hiçbir şey çözülmediği hâlde –kapitalist toplum, bu küçük dünyayı bir darbeyle yıkmak için hazır, canlı ve iyi vaziyette hala buradadır– her şeyin çözüldüğünü sanmak talihsiz bir eğilimdir. Alman Sosyal Demokrasisine olan tam da budur: Hitler onu; kulüpleri, kütüphaneleri ve sendikalarıyla birlikte yok etti.

Bu eğilim, birkaç binden oluşan bir parti haline geldiğimizde içimizde de ortaya çıktı. Yoldaşlar parti içinde küçük bir dünya, kapitalist okyanusta sosyalist bir adacık buluyorlardı. Bu, kısmen doğruydu: farklı bir ahlâka ve parti dışındakiyle taban tabana zıt, özgür, dayanışmacı ve kardeşçe insani ilişkilere sahiptik. Bir erkek ile bir kız birbirlerini seviyorlarsa, burjuvazinin sözde ahlâkının dayattığı ikiyüzlü yöntemler olmaksızın, doğrudan ve dürüstlükle bir ilişki kurabilirler. Eğer greve çıkmış ya da işsiz yoldaşlar varsa, parti ve militanlar onlarla dayanışma içinde olurlar…

Bu, kardeş olmayan “düşman”  bir dünyaya çıkmaya değil, parti içinde yaşamaya itiyor. Toplantıları, sınıf mücadelesinden daha çok sevmeye başlıyoruz. Partide en az birkaç ay geçirmeyen hiç kimsenin anlayamayacağı kendimize özgü bir dil kullanıyoruz. Örneğin, yeni yoldaşların olduğu toplantılarda işyeri, çalışma yeri ya da konut yerine “yapı” dediğimiz çok oluyor. Bir işçi mahallesinde muhteşem bir balo yerine, bir parti eğlencesini tercih ediyoruz. Dışarıdan emekçiler yerine, partili yoldaşlarla sohbet etmeye meylediyoruz. Bunun gibi binlerce örnek daha verilebilir.

Daha beteri, biz Alman sosyal demokrasisi değiliz. Milyonlarca oya ve on binlerce aktiviste sahip bir partiye üye sekterler olmak, vahim ama daha anlaşılırdır. Ancak, birkaç bin militandan oluşan ve henüz kitlesel etkiye sahip olmayan bir partiye üye sekterler olmak trajiktir. Her 500 yeni militan kazandığımızda, yeni bir sekter dürtü ortaya çıkıyordu. Büyümeye devam etmek yerine, kendi içimize kapanmaya ve 500 yeni yoldaştan 500 yeni sekter yaratmaya koyuluyorduk.

Sekterlik, daha önce gördüğümüz gibi, yönetici kadroları ve militanları idari görevlendirmede ortaya çıkıyor. Onları, toplumla ve sınıf mücadelesiyle olan ilişkilerini göz önüne alarak, yani şu soruya yanıt vererek görevlendirmiyoruz: Bu yoldaş; fabrikasında, mahallesinde ya da okulunda ne yapabilir? Onları, önderlikçe kararlaştırıldığını varsaydığımız hedeflere bağlı olarak görevlendiriyoruz:  örneğin, hepsini fabrikalarda gazete satmakla görevlendiriyoruz.

Ancak, sekterlik, toplumda var olan olaylar ve politik akımlarla olan ilişkilerimizde de ortaya çıkıyor. Bu sekter eğilim yüzünden kendisini JTP’de, Monteneros’ta ve sınıfçılıkta bulan dürüst ve aşırı derecede mücadeleci binlerce yeni emekçi ya da öğrenci üzerinde geçen dönemde sıkı ve yoğun bir çalışma yürütemedik. Bizim için, partili olmayan ya da en baştan bize hak vermeyen herhangi bir kişi karşıdevrimci düşmanımız ve işçi sınıfının düşmanı bir küçük burjuvaydı. Bu binlerce öncü savaşçı arasından partimize kazanabildiğimiz yoldaşlarımız çok azdı; buna rağmen bu sonuç, başarısızlığımızın belirleyici nedenini, yani Peronizmin şaşırtıcı gücünü göz ardı etmemize yol açmamalıdır.

Bu sekter eğilim, biz gitgide büyüdükçe yeniden ortaya çıkıyor. Yoldaşların PI, KP, Franja Morada’ya ulaşma işini coşkuyla üstlenmesi bizim için çok güçleşiyor. Bizimki gibi belirli bir güce sahip bir devrimci sosyalist partinin diğer tüm örgütlerde militanları bulunması gerektiği aklımıza gelmiyor. Başka bir örgüte mensup biriyle diyalog kurduğumuzda; olgunlaşmasına fırsat vermek, saygılı davranmak ve kişisel gelişim hızına saygı duymak yerine, onu çabucak ve bireysel olarak kazanmak için –kazanamazsak da ağır nitelendirmelerde bulunarak–  umutsuzca uğraşıyoruz. Bu sekter eğilimle mücadele etmeliyiz. Onu yenemezsek, parti tıkanır ve geri gider.

Sekterliğe karşı mücadele, pozisyonlarımıza ve sınıfımıza mutlak bir güven duymuyorsak imkânsızdır. Eğer pozisyonlarımız ve Marx’ın “emekçilerin kurtuluşu kendi eserleri olacaktır” sözü doğruysa, günlük faaliyetimizde muhatap olduğumuz diğer partili yoldaşların çoğu er ya da geç bizim partimize katılacaklardır. Her emekçi, her ücretli, her pleb ya da ilerici kaygılara sahip her öğrenci partimize gelecektir ya da en azından gelebilir. Gelecek ay olmasa bile, bir yıl, iki yıl, üç yıl sonra… Yolun sonunda buluşacağız; çünkü partimizin yolu, aslında herkesin küçük ya da büyük bir bilinçle aradığı ve katetmek istediği yoldur. 

Stalinist ya da sendika aygıtlarda çürümüş Peronist veya radikal aygıtta uyuşmuş eski yönetici kadrolardan bahsetmiyoruz. Bunların çoğunlukla pezo ya da dolarla ölçülen kendi çıkarları vardır. Ancak emperyalizm ve oligarşiyle ya da demokratik özgürlükler için ya da soykırıma karşı ya da emekçilerin yaşam düzeyinin iyileştirilmesi için ya da hatta sosyalizm için bu yolla mücadele ettiklerini dürüstlükle sandıkları için onlara sempati duyanlardan ya da militanlar ve orta düzey yönetici kadrolardan tabi ki bahsediyoruz. Bazıları bizim partimizde bile yer alabilirler; ancak küçük olduğumuz, az oy aldığımız, hiçbir işçi devleti bizi desteklemediği için bizi perspektifsiz olarak görüyorlar.

Partimiz, bu yoldaşlarda her konuda ortaklaşır. Onlarla aynı şeyi istiyoruz. Başka bir örgütle birlikte (ya da partisiz) oldukları için onları düşman olarak görmeyelim. Bizim ve işçi sınıfı ile devrimin düşmanı, onların partileri ve yöneticileridir. Onlar ise mücadele yoldaşlarımızdırlar.

Bir dolu kaygı taşıyan genç bir Stalinist düşünelim. En iyi sol parti ya da en soldaki parti sandığı için KP içinde olsun. Ya da o kadar solda olmadığının zaten farkında olsun, ancak olumlu sonuçlar alabilecek tek parti olduğunu sansın. Ya da KP, Nikaragua’yı savunduğu için orada olsun. Eğer sınıfımıza, mücadele yoldaşlarımıza güveniyorsak, bizim için bu genç Stalinist muhteşemdir. Kendi partisini deneyimler deneyimlemez, partimizde bizimle birlikte militanlık yapmak için güçlü bir adaydır. Yeter ki ona karşı sekter olmalıyım.

Bir sekter ne konuşur? Stalinizmin İspanyol devrimine ihanet ettiğini, Arjantin KP’sinin Videla’nın ortağı olduğunu, İtalya Kralı Victor Manuel III’ün Stalin’e Annunziata nişanını verdiğini, Stalin’in Çin Devrimi’ne ihanet ettiğini konuşur. Bu genç, ne Victor Manuel’in ne de Chiang Kai Shek’in kim olduğunu bilir. İspanya İç Savaşı’na dair yalnızca şarkılar bilir. KP’nin Videla karşısındaki politikasının bu yönde olduğuna ikna olmamıştır; aksi halde partisinden zaten ayrılmış olurdu.

Sekter olmayan biri, açık ama kardeşçe politik ilişkiler kurmakla başlar ve eylem birliği önerir. Açıklık: Senin önderliğinin politikasıyla tamamen ters düşüyoruz. Kardeşlik; biz işçi sınıfının savaşçılarıyız ve sen de benim için bir mücadele yoldaşısın. Eylem birliği: Nerede birlikte çalışabiliriz? Nikaragua için birlikte bir şeyler yapalım mı? Birlikte bir grevi destekleyelim mi? “Qué pasa” sattığı için ortaöğretimden atılan şu yoldaşının atılmasına karşı birlikte mücadele edelim mi?

Sekterler olarak gidersek, bu genç bizi; hiç kimseyi kazanmayan, sadece tartışmayı seven, tartışmayı kazanmak isteyen (bu durumda doğru olacaktır) biri olarak kabul edecektir. Bu, vahim bir kusur olacaktır. Bir devrimci sosyalist, asla bir tartışmayı kazanmak istediği izlenimi bırakmaz. Bir şeyler yapmak ve işçi ve kitle hareketinin ilerlemesi için pratik uzlaşmalar istediğini her zaman göstermeye çalışır.

Ancak bunu yapmak için, bu genç Staliniste güvenmek gerekir. Kendimize, “Ne parlak bir genç! Stalinistler onu kazanmışlar ama ben onlardan daha yetenekli olacağım” demeliyiz. Sinirlenmeyelim, tartışmada onu ezmeyelim. Evet, sürekli olarak tartışıyoruz, ancak ortak eylem önerileri temelinde tartışıyoruz. Er ya da geç tarihsel süreç, lehimize gelişecek ve bu genç Stalinisti saflarımıza getirecektir.

Tartışmayı kazanmak için, bir militan yerine, günlük faaliyetimizde konuştuğumuz kişilerle, Peronist tabandan yüzlerce bin emekçiyle, yüzlerce Alfonsinist emekçiyle, KP ya da IMP sempatizanlarıyla tartışma başlattığımızda sekterliğin ne kadar kötü olabileceğinden söz etmeyelim bile.

Üye kazanma ve oportünizm tehlikesi

Önerdiğimiz şu büyük görevde –partiye üye kazanmak– yalnızca sekterliği aşarak başarılı olabiliriz. Sekterliğin diğer yüzü oportünizmdir: herkesin karşısında kendimizi MAS’lı olarak tanıtmıyoruz. Yoldaş ancak partiye zaten yakın olduğu zaman kendimizi böyle tanıtıyoruz. Başka bir partiye üye olduğunu ya da partilerle işi olmayacağını söylüyorsa, politik mücadele vermiyor ve karmaşık, muğlak ilişkiler kuruyor ya da doğrudan sapmalara uğruyoruz. Örneğin, bu kişi sendikacıysa, onunla yalnızca sendikacılık yapıyoruz. Bu şekilde üye kazanamayız.

Nasıl üye kazanmalı? Çok basit: kazanmak istediğimiz herkese şöyle diyoruz: “Bak, partiye girmeni istiyorum”. Nereye gitsek, selamlaşır selamlaşmaz ekliyoruz: “MAS’tanım”. MAS’tan olduğumuzu söylemekten, gazeteyi vermekten, parti için para istemekten utanmamalıyız. Birçok kişi bizi şaşırtarak şöyle yanıt vereceklerdir: “Ben de bunu bekliyordum, bana gazeteni önermeni ya da partine davet etmeni bekliyordum”. Bize hayır dediklerinde de sekter olmamak gerekir. Her zaman olduğu gibi kardeşçe davranmalı ve ayda bir kez yinelemeliyiz: “Partimize girmek istemediğinden emin misin?”

Anti oportünist ve anti sekter bu refleksleri partide yaratmak asıldır. Biriyle konuştuğumuzda kendimizi MAS’lı olarak tanıtma ve gazeteyi önerme refleksine sahip olmalıyız. Herkes MAS’tan olduğumuzu ve onu MAS’a kazanmak istediğimizi bilmelidir.

Geçtiğimiz günlerde partinin tamamıyla katıldığı ve yönettiği büyük bir grev oldu. Emekçilerin tüm grev boyunca aşevinde yaptıkları sürekli toplantıları kaçırdık ve ne propaganda yaptık ne de parti dersi ya da sohbeti düzenledik. “Yoldaşlar, partim sizi sonuna kadar destekliyor, partim adına konuşuyorum ve partime katılmanızı öneriyorum” diyen kimse yoktu. Greve giden önderlikten yoldaş, dersler ve konferanslar vermeye başladı; ancak gizemli bir havası vardı: herkes onun MAS’lı olduğunu biliyor, ancak onun MAS’lı olduğunu söylemeyen tek kişi kendisiydi.

Bu konuyu tartıştık ve ona “Üye kazanırken… üye kazanıyoruz” dedik. Sonraki gün derste şöyle dedi: “Bakın yoldaşlar, MAS’lı olduğum için ders veriyorum ve açıkçası planım ders bittiğinde hepinizi partiye kazanmak”. Yanıt şu oldu: “Bunu uzun süredir bekliyorduk”… Bu, son zamanlarda gerçekleştirdiğimiz ilk büyük üye kazanımıydı.

KP ya da PI gibi bu refleksi kazanmalıyız: ilk yaptıkları şey, “Örgütlü müsün? Hayır mı? O zaman örgütlen” demek. Stalinizm ekliyor: “Lokale gel, bizimle buluş”. Bu saplantıya biz de sahip olmalıyız: partiye üye kazanmak.

Bunun için becerikli olmak gerekir. İnsanların bize güvenmelerini, bizimle olduklarında kendilerini rahat hissetmelerini sağlamak ve can sıkıcı olmamak gerekir. Buyurgan olmamamız gerekir. Başlangıçta insanları partiye davet etmekte çoğu zaman çok çekingen davrandığımızdan, bir kere davet ettik mi peşlerinden koşmaya başlıyoruz. Partiye gerçekten katılmayı, parti için bir şeyler yapmayı isteyip istemediklerini öğrenmeye çalışmıyoruz. Çoğu zaman bazı yoldaşlar, Evanjelistlerden daha usandırıcı olduğumuz için partiye katılmıyor ya da partiden ayrılıyorlar. Kendi istek ve düşüncelerimize göre değil, onların istek ve düşüncelerine göre hareket ettiğimizi fark etmiyorlar.

Dış borçların ödenmemesine ikna olmayan biriyle bitmek tükenmeksizin tartışıyoruz. Tersini yapmalıyız: belki insan hakları ya da bürokrasinin devrilmesi konusunda veya Alfonsín’e karşı mücadele ettiğimizi gördüğü ve Alfonsin’den bir goril olduğundan nefret ettiği için bizimle hemfikirdir. Bu kişi, bir süre tüm toplantılarda dış borçların bir onur meselesi olduğu için ödenmesi gerektiğini anlatarak canımızı sıksa bile, parti için mükemmel bir yoldaş haline gelebilir.

Partiye ya da parti toplantılarına katılmak istemeyen çok yoldaş var. Bize saygı duydukları ya da dostlarımız olduklarından, hayır dememek için işi sürüncemede bırakıyorlar. İçlerinden, gelmek istemezlerse gelmemelerini ve her zaman dost ve yoldaş olarak kalacağımızı söylememizi umuyorlar. Bunu da beceremiyoruz. Her zaman iki aşırı uca savruluyoruz: ya partiye katılmalarını söylemekten muazzam korkuyoruz ya da partiye katılmaları için dayanılmaz bir biçimde ısrar ediyoruz.

Yapmayı bilmediğimiz bir başka şey, grupları kazanmaktır. Bir grupla bağlantı kurduğumuzda, yine aşırıya kaçırıyoruz: ya onları birer birer, bireysel olarak kazanmak istiyoruz ya da hiçbir zaman gruba bir bütün halinde partiye katılmasını önermiyoruz, bazen her iki hatayı da aynı anda yapıyoruz.

Örneğin, bir fabrika çıkışında bizimle bir araya gelen ve patronlara ve bürokrasiye karşı onları desteklediğimizi gördükleri için gazeteyi satın alan 5 ya da 6 emekçiden oluşan bir grubu bireysel olarak kazanmak istediğimizde grubu yıkıyoruz. İçlerinden birini kazanıyoruz, ancak grup bölünüyor. Er ya da geç, diğerleri içlerinden birinin partiyle ayrı olarak bir araya geldiğini öğreniyorlar. Bunun nedenini anlamıyorlar. Güvensizlik başlıyor. “Neden hepimizi davet etmiyorlar? Neden arkamızdan iş çeviriyorlar? Yoksa farkında olmadan bizi kullanmak mı istiyorlar?” Bu ortamda hiç kimseyi kazanamayız. 

Ancak, sıklıkla diğer aşırılığa kaçırıyoruz: kaybetmek korkusuyla, tüm grubu kazanmaya çalışmıyoruz. Şöyle düşünüyoruz: “Eğer şimdi partiye katılmalarını önerirsem, 5 ya da 6 yoldaştan yalnızca 2 ya da 3’ü kabul edecektir. Hepsi olgunlaşana kadar biraz daha beklemek daha doğru olur”. Çoğu zaman hepsini birden kaybediyoruz.

Amerikan SWP’sinden yoldaşlardan, hiçbir zaman kaybetmeden kazanamayacağımızı öğrendik (Bir Enternasyonalin önemine bakın! Bu arada çok şey öğreniyoruz). Her şeyde olduğu gibi, üye kazanmak için de fırsatlar vardır. Her kişi ya da grubun bir süreci vardır: eğer bize doğru gelirler ve onları zamanında yakalamazsak, giderler ya da istisnai olarak zaman kaybedip kalırlar. Ancak, grup içinde herkes aynı dinamiğe sahip değildir ve kazanılmak için aynı sürede olgunlaşmaz. Gruba onları kazanmak istediğimizi söylediğimizde, bir şeyler kaybedebileceğimizi bilme cesareti ve dinginliğine sahip olmalıyız.

Beş yoldaştan oluşan bir grup varsa, partiye katılmalarını önereceğimiz anı seçip, kendimize şöyle diyoruz: “Beş kişiler. Partiye katılmalarını öneriyorum. Eğer yalnızca birini kaybedersem, mükemmel olur. Eğer ikisini kaybedersem, iyi olur. Eğer üçünü kaybedersem, kötü olur, ama en kötüsü hiç kimseyi kazanamamaktır; yalnızca iki kişi kazanmak felaket değildir. Sorun çözülmüştür: durumu tanımlayacağım”. Daha sonra, ders çıkarmak için sakince bir bilanço çıkarmalıyız. Dört kişi kazanmak istiyorduk, ama iki kişi kazandık. Neden? Çok mu acele ettik? Yoldaşları yanlış mı tanımladık? Politik çalışmamızı kötü mü yaptık? Yoksa yalnızca sendikal ve dostane ilişkiler miydi? Vb. Böylelikle öğreneceğiz ve gelecek sefer daha iyi olacaktır.