Gazze çarpışmasının bilançosu

27 Aralık 2008 sabahı İsrail’in Gazze’ye hava bombardımanları düzenlemesiyle başlayan ve üç hafta süren saldırısı, 19 Ocak 2009 günü hava akınlarının durması ve kara birliklerinin mevzilerine geri çekilmesiyle sona erdi. Saldırının bilançosu çeşitli açılardan değerlendirilebilir. Her şeyden önce Siyonist Devlet tarafından işlenmiş müthiş bir insanlık suçu söz konusu: İsrail uçakları, tankları ve kara birlikleri, 417’si çocuk 1,346 Filistinliyi katlettiler; 1,855’i çocuk ve 795’i kadın olmak üzere 5,450 kişiyi sakat bıraktılar; yerleşim bölgelerinde sivil halka karşı uluslararası hukuk tarafından yasaklanmış beyaz fosfor mermileri, ve bazı mahallelerde de zehirli gaz silahları ve Dime denilen ağır metal (örneğin tungsten) patlayıcı karışımları kullandılar; 70 bin Filistinliyi göçe zorladılar. Bombardımanlar sonucunda, içlerinde okul ve hastaneler de olmak üzere 4 bin bina tamamen tahrip oldu (450 konut tanklar tarafından bilinçli bir biçimde yıkıldı), 14 bini aşkın yapı da kullanılmaz duruma geldi; bin kadar fabrika ve atölye yıkıma uğradı; bölgenin elektrik, su ve kanalizasyon altyapısı, sanayi tesisleri, haberleşme ve ulaşım sistemi imha oldu.(1) 

Saldırının politik bilançosu ise, Gazze halkı ve direnişi açısından tamamen olumlu. Siyonist Devlet Gazze halkını dize getiremedi, teslim alamadı. Direniş tüm olanaklarıyla saldırıya karşı koydu, bütün direniş örgütleri (Hamas, İslami Cihad ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi – FHKC – başta olmak üzere) düşmanla sonuna kadar savaştı. İsrail, Batı Şeria’daki Filistin Ulusal Yönetimi ve emperyalizm-siyonizm işbirlikçisi bazı Arap devletlerinin (başta Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan olmak üzere) beklediğinin tersine, Gazze’de Hamas yönetimi yıkılmadı, savaşın ve savaş sırasında kamu düzeninin yönetimini elinden kaçırmadı. Gazze yönetimi ve direniş yanında yer alan diğer politik örgütler, Siyonist Devlet’in tüm yıkıcı gücüne karşın, saldırı öncesinde ateşkes için ileri sürdükleri koşullardan (özellikle Refah kapısının açılması ve Gazze üzerindeki ablukanın kaldırılması) taviz vermediler. Gazze halkının ve direniş örgütlerinin bu kararlılığı karşısında Siyonist Devlet, Barack Obama’nın ABD başkanlık yemini törenini bahane ederek, saldırıya şimdilik son vermek zorunda kaldı. Bu açıdan, İsrail’in 2006’da Lübnan’dan sonra bu kez de Gazze’de yenilgiye uğramış olduğunu söylemek abartı olmaz. 

Siyonist Devlet, dünya kamuoyunda da büyük bir yenilgi aldı. Gerçekleştirdiği katliamlara gösterdiği gerekçeler (Hamas’ın terörist bir örgüt olması ve İsrail topraklarına ev yapımı roket fırlatması) yalnızca ikna edici olmamakla kalmadı, Hamas’ın Gazze’de demokratik seçimlerle işbaşına gelmiş bir politik örgüt olduğu ve roket atışlarının da işgal güçlerine karşı meşru bir direniş niteliği taşıdığı bilgisi kitlelere ulaştı. Hugo Chavez ve Evo Morales’in İsrail büyükelçilerini sınırdışı etmeleri, sembolik niteliğine karşın, Gazze halkına yalnız olmadıklarına ilişkin moral güç aşıladı (buna daha sonra Tayyip Erdoğan’ın Davos’ta Şimon Peres karşısındaki tutumu da eklenebilir). Ama daha da önemlisi, İsrail saldırısının birçok ülkede halk yığınlarınca protesto edilmesiydi; Müslüman olmayan ülkelerden özellikle ABD, İngiltere, İspanya, Norveç, Yunanistan, Almanya, Fransa, İsviçre, İtalya, Panama, Venezuela, Şili, Güney Kore ve Hong Kong’da, ABD’nin 2003’teki Irak saldırısı sırasında görülene benzer çapta kitle seferberlikleri yaşandı(2). ABD’de New York, Chicago, Dallas, Miami ve Boston’daki gösterilere Siyonist olmayan Yahudi kitlelerin de katılması, İsrail’de ise Kudüs ve Tel Aviv’de 150 bin İsraillinin kendi devletlerinin politikasına isyanı, Siyonizmin ırkçı söyleminin dünya Yahudileri arasında yara almakta olduğuna işaret ediyordu. 

Müslüman nüfuslu ülkelerde ise Malezya, Endonezya, Sudan, İran, Libya, Suriye, Lübnan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün ve Mısır’daki seferberlikler son derece kitlesel ve militan bir nitelik taşıyordu. Özellikle Ürdün ve Mısır’daki gösteriler aynı zamanda, Siyonizm yanlısı politikalar izleyen Kral Abdullah ve Hüsnü Mübarek diktatörlüklerine karşı protestolara dönüştü. Batı Şeria’daki Filistinlilerin Gazze halkını desteklemek için düzenledikleri gösteriler, İsrail saldırısının Hamas’ın Gazze’den silinebilmesi için bir fırsat olduğunu düşünen Mahmud Abbas (Abu Mazen) yönetimince bastırılmak istendi. Ne var ki, Siyonizm yanlısı ve direniş karşıtı tutumları nedeniyle Abbas ve Mübarek yönetimleri kitlelerin nezdinde politik açıdan o denli büyük bir prestij yitimine uğradılar ki, bütün bir Avrupa Birliği, Sarkozy önderliğinde onların yardımlarına koşmak zorunluluğunu hissetti. Suriye’deki gösterilerde ise bir bölüm kitlenin Bin Laden fotoğrafı El Kaide pankartları açması, Beşşar Esad yönetimini rahatsız etti. 

Siyonist saldırı boyunca ABD’nin sessizliği dikkat çekiciydi. Her ne kadar George Bush ve Barack Obama, “İsrail’in Gazze’den gelen roket atışlarına karşı kendini koruma hakkının bulunduğu” yolundaki açıklamalarla saldırıyı pasif biçimde desteklemişlerse de, Washington yönetimi krizin İsrail’in koyduğu hede er doğrultusunda çözümüne yönelik etkin bir politika geliştirmedi, geliştiremedi. Bush, üzerindeki “Irak katili” yaftasını unutturup kendisini “barış inşacısı” olarak tarihe geçireceğini umduğu 2007 Annapolis anlaşmasının Gazze’deki yıkıntılar altında kaldığını gözlemekle yetinmek zorunda kaldı. Obama ise, “ABD’nin tek bir Başkanı vardır ve o da henüz George Bush’tur” mazeretiyle, Siyonist saldırıyı desteklemekten başka bir seçeneğinin olmadığı gerçeğini diplomatik kibarlık ardında saklamayı yeğledi. 

Özetle, Siyonist Devlet’in Gazze saldırısı ve Gazze halkı ile direniş örgütlerinin kahramanca mücadelesi ve zaferi, bölgede gerek emperyalizm gerekse Arap devletlerince yıllardan beri kapalı tutulmaya çalışılan Pandora’nın kutusunun kapağını patlattı. Açığa çıkan ve pek de denetim altında olmayan enerjinin karşısında yönetim merkezlerinin ve güçlerinin yeni yönelişlere girmesi gerekecek. İsrail’de Şubat ayında düzenlenen seçimlerde aşırı sağ ve faşist eğilimli partilerin üstünlük sağlaması bunun ilk işaretlerinden biri oldu. Bu satırların yazıldığı günlerde Kahire’de, Hamas ile El Fetih arasında sürdürülmekte olan görüşmelerin vereceği sonuç da bölgede gerçekleşecek yeni biçimlenmenin önemli bir unsuru olacak. Barack Obama’nın yeni Ortadoğu özel temsilcisi olarak eski senatör George Mitchell’i ataması, ABD’nin kukla bir Filistin devletçiğinin yaratılmasını hede eyen, ama bir yandan Siyonist yayılmacılık ve öbür yandan Filistin direnişinin sarsılmazlığı karşısında geçersizleşen 1995 Oslo Antlaşması’nı tekrardan canlandırmayı planladığına işaret ediyor. Bölgedeki bütün bu dinamiklerin ipuçlarını, üç haftalık Gazze çatışmasının çevresinde yakalamak olanaklı. Ortadoğu devriminin en önemli bileşenlerinden biri olan Filistin halkının mücadelesi, bu devrimin perspektiflerine ve buna ilişkin olarak devrimci Marksizmin önümüzdeki dönemdeki görevlerine ışık tutacaktır. 

Ateşkes neden yenilenmedi? 

Siyonist Devlet ile Hamas arasında 19 Haziran 2008’de Kahire’de varılan anlaşma, esas olarak İsrail’in Hamas’ı resmen tanımaması, daha doğrusu onu bir “terörist örgüt” olarak kabul etmesi nedeniyle, ama bir yandan da Hamas’ın Siyonistlerle bir anlaşmaya imza atıyor görünmekten kaçınması yüzünden yazılı hale getirilmemişti. Mısırlı yetkililer ise anlaşmanın içeriğini, karşılıklı düşmanca eylemlere acilen son verilmesi; üç gün içinde Gazze’ye sınırlı mal girişine izin verilmesi; on gün sonra da, mühimmat ve patlayıcı maddelerin dışında her türlü mal giriş çıkışını serbest bırakacak biçimde Gazze ile İsrail arasındaki tüm kapıların açılması biçiminde açıklamışlardı. Tara ar, antlaşmadan üç hafta sonra da, esir değişimi ve Gazze’nin dünyaya penceresi olan Refah kapısının açılması konusunda görüşmelere başlayacaklardı. Hamas ise, anlaşmaya ilişkin olarak Carter Merkezi yöneticilerinden profesör Robert Pastor’a ilettiği kendi yorumunda, ateşkes süresinin altı ay olduğunu bildiriyordu; Hamas altı ayın sonunda anlaşmanın Batı Şeria’yı da kapsayacak biçimde genişletilmesini istemiş, ancak bunu İsrail’in reddetmesi üzerine ateşkesi sadece altı aylığına kabul etmişti. 

Ateşkes kuşkusuz İsrail’in nihai olarak varmak istediği nokta değildi, ve koşullarına da asla uymayacaktı. Böylesine geçici bir anlaşmayı sadece Hamas’a ilişkin enformasyonunu güçlendirmek için istemiş, kabul etmişti. Haaretz gazetesinin İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak’a yakın kaynaklardan aldığı bilgiye göre Bakan, Savunma Kuvvetleri’ne daha altı ay öncesinden, hatta ateşkes görüşmelerinin başlamasından önce, operasyona hazırlanma talimatı vermişti.(3) Barak, ateşkesin Hamas’a İsrail ile ciddi bir çatışmaya hazırlanması için zaman tanıyacağını, ama böyle bir zamana İsrail’in de gereksinimi oluğunu ifade etmiş ve buna yönelik olarak da, Hamas’ın ve diğer direniş örgütlerinin güvenlik altyapısına ilişkin ayrıntılı enformasyon toplanmasını istemişti. İsrail gizli servisinin bu çalışması sonucunda da Gazze’deki askeri üsler, silah depoları, üst düzey yöneticilerin ikametgahları ve diğer tesislerin koordinatları belirlenmişti. Kasım ayına gelindiğinde, Siyonist Devlet tüm planlarını hazırlamış ve saldırı anını gözler duruma geçmişti. Ateşkesi uzatmayacak, ama dünya kamuoyunda bunun sorumlusunun Hamas olduğu izlenimi yaratacak koşulları oluşturmaya yönelecekti. 

Hamas’ın ise böylesine bir ateşkese gerçekten gereksinimi vardı. Sadece Siyonist Devlet’in güvenilmez bir düşman olduğunu ve askeri açıdan en kısa sürede ciddi bir saldırıya hazırlanmak zorunluluğunun bulunduğunu bildiğinden değil. Ama aynı zamanda, Gazze içindeki yönetimini de sağlamlaştırmak durumundaydı. Mart 2006’da düzenlenen seçimler sonucunda işgal altındaki topraklarda hükümet olduğu andan itibaren Siyonist Devlet ile ABD ve Avrupa emperyalizminin baskısı altında kalmış, Şubat 2007’deki Mekke Antlaşması uyarınca iktidarı Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile paylaşmayı kabule zorlanarak bir Ulusal Uzlaşma Hükümeti’nin kurulmasını onaylamış, ama Haziran 2007’de Mahmud Abbas yönetiminin darbe girişimine karşı Gazze’de iktidarı ele aldığında, sadece İsrail ve emperyalist ülkeler karşısında değil, Arap dünyasında da birden yalnızlığa itilivermişti. Şimdi yönetim kurumlarını yeniden inşa etmek, milis güçlerini, savunma birlikleri ve toplumsal güvenlik birimleri halinde yeniden biçimlendirmek, eski Filistin Özerk Yönetiminden kalan, özellikle El Fetih kökenli memurların boykot girişimlerinin üzerinden gelmek, belediye hizmetleri ile sosyal yardım kurumlarının faaliyetlerini yeniden örgütlemek gibi bir dizi yönetsel sorunu çözmek zorunluluğuyla karşı karşıyaydı. 

Öte yandan, Siyonist Devlet’in uyguladığı ambargo Gazze ekonomisini çöküntüye sürüklemiş, işsizlik yüzde 60’lara vararak toplumsal çöküntünün politik işaretleri belirmeye başlamıştı. Hamas’ın önderliğindeki İslami hareketin çevresinde gelişmekte olan burjuvazinin gereksinimi de, ekonomik ambargonun bir an önce en azından ha emesi, Gazze’yi İsrail’e ve dünyaya bağlayan kapıların ve kıyı şeridinin serbest ticarete açılması doğrultusundaydı. Hamas önderliği ise, bu amaca ancak uluslararası düzeyde kabul gördüğü oranda ulaşabileceğini biliyordu; yani önce Siyonist Devlet’in Hamas gerçeğini kabul etmesi, bunun için de Hamas’ın yıkılmadan çıkacağı kapsamlı bir çatışmanın yaşanması gerekiyordu. Hamas, böyle bir çatışmanın kaçınılmazlığı karşısında, bir yandan kısa süreli de olsa ateşkesi kabul ederek “barış yanlısı” çehresini özellikle Batı dünyasına göstermiş oluyor, bir yandan da ateşkes sürecinden savunma birliklerini buna hazırlamak ve silahlandırmak için yararlanmış oluyordu. 

Siyonist Devlet ateşkesin uzatılmamasının sorumluluğunu Hamas’a yüklemek için planladığı ilk kışkırtmasını 4 Kasım’da yürürlüğe koydu. Gazze sınırında, İsrail askeri kaçırmak için tasarlandığını iddia ettiği hayali bir tünel inşaatını bombalayarak 4 Filistinliyi öldürdü. Hamas bu saldırıya roket atışlarıyla karşılık verince de, Siyonist Devlet Barack Obama’nın “evime roket atılırsa kızlarımı korumak için her şeyi yaparım” diye ifade ettiği ünlü saldırı gerekçesini dünya kamuoyuna duyuracaktı: İsrail, Hamas terörist örgütünün saldırısı altındaydı ve kendisini korumak için her türlü araçtan yararlanması meşruydu. Oysa, 4 Kasım’a kadar olan ateşkes süresince Hamas, İsrail tarafına neredeyse tek bir roket atmamıştı; Siyonist Devlet’in ilk kışkırtmasını yürürlüğe koyduğu o tarihten ateşkes süresinin bittiği 19 Aralık’a kadar ise, Hamas’ın fırlattığı roket sayısı 300’e ulaşmıyordu (ateşkes öncesine tekabül eden altı ay içinde ise Hamas 2,278 roket atışı gerçekleştirmişti). Ve bu atışlar sonucunda tek bir İsrailli yaşamını yitirmemişti. Buna karşılık ateşkes sırasında Siyonist Devlet, Gazze içine 53 kara harekatı ve 19 kıyı bombardımanı gerçekleştirmiş, 28 Filistinliyi öldürmüş ve kıyı şeridine nakillerini engellediği 280 hastanın ölümüne neden olmuştu. 

İsrail’in bir iddiası da, Hamas’ın milislerini sürekli olarak silahlandırdığı, bu amaçla Mısır’a açılan tüneller inşa ederek silah kaçakçılığı yaptığı, hatta Mısır’ın buna göz yumduğu yolundaydı. Hamas ise, silah kaçakçılığı iddiasını reddediyor (bu iddiayı Mısır da yalanlıyordu), milislerin silahlandırılması sorununun ise ateşkes anlaşması koşulları arasında bulunmadığını söylüyordu. Asıl ateşkes koşullarını ihlal eden İsrail devletiydi: anlaşma gereği olan ambargonun kaldırılması ve kapıların açılması koşullarını yerine getirmemiş, Gazze’ye temel ihtiyaç malzemelerinin ancak yüzde 15’inin girişine izin vermişti. Bu nedenle de Filistin halkı çözümü Mısır topraklarına açılan tüneller inşa etmekte bulmuş ve Gazze ancak bu sayede açlıktan kurtulmayı başarabilmişti. İsrail, mühimmat yapımında kullanılıyor diye Gazze’ye çimentonun girmesini bile engellemişti; oysa asıl amacı bölgenin inşasını engellemek ve bu arada halkın yiyecek maddesi sağladığı tünellerin yapımını önlemekti. Bu koşullarda Hamas’ın, karşılığında hiçbir şey alamadığı bir ateşkesin uzatılmasını istemesi, hele bunu İsrail’in saldırısının kesin olduğunu bile bile yapması, Filistin halkının gözündeki direniş örgütü olma niteliğini zedeleyeceğinden, mümkün değildi. 

Özetle, İsrail Hamas’ı Gazze’den söküp atmak için saldırı planını çoktan hazırlamış, bunun için gerekli olan provokasyon ortamını şekillendirmiş ve dünya kamuoyuna “haklılığını” kanıtlayacak iddialarını oluşturmuştu. Siyonistler Hamas’ı ezebileceklerine gerçekten inanıyorlar mıydı? İsrail istihbarat servislerinin, Hamas ve diğer direniş örgütlerinin Filistin halkının direniş azmini ne denli temsil ettiklerine ilişkin analiz ve raporları gün ışığına çıkmış değil, ancak Siyonist Devlet’in “Dökme Kurşun Operasyonu” adını verdiği saldırının, kendi içinde yaşadığı politik krize çare olarak da düşünüldüğü ortada. İktidardaki Kadima partisinin lideri Ehud Olmert, karıştığı yolsuzluklar nedeniyle istifa etmek zorunda kalmış, parti lideri olarak onun yerine seçilen Dışişleri Bakanı Tzipi Livni ise partisinin oy kaybını önleyememiş ve 10 Şubat 2009’da düzenlenecek seçimlerde Kadima’nın iktidarı yitirmesi tehlikesi doğmuştu. Aynı olumsuz eğilimi, iktidar ortağı olan Savunma Bakanı Ehud Barak liderliğindeki İşçi Partisi de yaşamaktaydı ve hatta anketlere göre faşist İsrail Evimiz partisinin gerisine düşme olasılığıyla karşı karşıyaydı. Koalisyon hükümeti karşısında güçlenen parti ise, Binyamin Netanyahu’nun Likud’uydu ve diğer faşist ve aşırı sağcı partilerle birlikte hükümet olma olasılığına sahipti. Dolayısıyla, “şahince” bir Siyonist saldırı, hem 2006’da Lübnan’da Hizbullah karşısında alınan yenilgiyi unutturabilir, hem de aşırı sağ partilere gidecek oylardan bir kısmının Livni ile Barak’a yönelmesini sağlayabilirdi. 

Öte yandan, belli ki Siyonist Devlet, Hamas karşısında olası bir yenilgiyi de hesaplarına dahil etmiş ve geri çekilmenin Lübnan’da olduğu denli utanç verici biçimde gerçekleşmemesi için gerekli planı yapmıştı: Barack Obama’nın 20 Ocak’taki yemin töreni geri çekilmenin diplomatik kılıfını oluşturacaktı. Üç hafta boyunca süren hava ve kara bombardımanı ve tank harekatı sonucunda Gazze halkı yenilgi belirtisi göstermiş, Hamas’a karşı ayaklanmaya girişmiş, Hamas askeri ve politik önderliğini ziki veya politik olarak yitirmiş olsaydı, İsrail’i askeri saldırısını sürdürmekten kimsenin alıkoyamayacağı, üstelik buna Obama’nın da ses çıkarmayacağı herkesin bildiği bir gerçekti. 

Gazze Direnişi 

Altı aylık ateşkes 19 Aralık’ta resmen sona erdiğinde İsrail, Hamas’ın roket atışlarını kesmediği, Hamas ise, İsrail’in ateşkes koşulları uyarınca ambargoyu kaldırmamış olduğu nedeniyle, yeni bir uzatmayı kabul etmeyeceklerini duyurdular. 27 Aralık saat 11:30’da İsrail jetleri, dört dakikadan daha kısa bir süre içinde, 50 ayrı hede bombalayarak 200 kadar Filistinliyi öldürdü.(4) 

Saldırının ilk günlerinde İsrail jetleri, kumanda ve denetim merkezleri, toplum polisi binaları, İzzeddin el-Kassam üsleri, Hamas eğitim kampları, sahil güvenlik birimleri gibi noktalar ile roket imalat ve depolama tesisleri olduğu iddia edilen hede eri yoğun bombardımana tabi tuttu.(5) Bunun ardından saldırılarını Mısır sınırındaki tünel bölgelerine, Hamas üyelerinin ve parlamenterlerinin konutlarına, Hamas bürolarına ve Gazze’deki tüm hükümet tesislerine doğru genişletti. Siyonist Devlet, Hamas’ın çok geniş bir yelpazeye yayıldığını ve ona ilişkin her kurum ve tesisin terörizmle bağlantılı olduğunu, dolayısıyla bombalanan her noktanın İslami terörün altyapısını oluşturduğunu iddia ediyordu.(6) Kara operasyonunun hemen arifesinde katledilen Filistinlilerin sayısı 430’u, yaralılarınki ise 2.200’ü aşmıştı.(7) 

Siyonist Devlet, Hamas ve Gazze halkını gafil avlamak için elinden geleni yapmıştı. 24 Aralık’ta Gazze sorununu tartışmak üzere toplanan İsrail bakanlar kurulu toplantısını 28 Aralık’a ertelemiş, Hükümet saldırıdan bir gün önce, 26 Aralık’ta bölgeye bir miktar insani yardımın girmesine izin vermiş, hatta aynı günün gecesi Savunma Bakanı Ehud Barak, savaş öncesi ciddiyetle uyuşmayan bir biçimde televizyonda bir komedi programına katılmış ve bütün bunlarla Gazze’deki direniş örgütlerini yanıltmaya ve onları savunmasız yakalamaya gayret etmişti. Bu dezenformasyon çabasına Mısır ve Batı Şeria’daki Filistin Ulusal Yönetimi (FUY) de katılmıştı; saldırı kararının alındığı 24 Aralık İsrail bakanlar kurulu toplantısından sonra Livni, Kahire’ye giderek operasyonu Hüsnü Mübarek’e ve tabii onun aracılığıyla Mahmud Abbas’a duyurmuş, Mübarek ise Hamas yetkililerine, İsrail’in yeni ateşkes görüşmeleri için çatışmalara 48 saatlik bir ara verilmesini talep ettiğini iletmişti. Mısır yönetiminin bu yalanı onun Hamas’ı ve diğer direniş örgütlerini Gazze’den atmak için İsrail saldırganlığıyla yaptığı işbirliğinin açık bir deliliydi.(8) 

Bununla birlikte, Hamas gafil avlanmadı. İçlerinde Türkiye’nin de bulunduğu bazı üçüncü ülkeler Hamas önderliğine, İsrail’in roket atışlarının sürmesi halinde geniş çaplı bir operasyon düzenleyeceğine ilişkin mesajını iletmişlerdi.(9) 25 Aralık günü Hamas’ın bütün üst düzey kadroları gizlendi; İslam Üniversitesi ve bakanlık binalarındaki bilgisayarlar ve diğer hassas malzemeler emin yerlere taşındı; bazı el-Kassam militanları üslerinden ayrıldı; toplum polisi birimleri geceyi karakolların dışında geçirmeye başladı. Bununla birlikte, İsrail saldırısı gene de beklenmedik bir anda, gece değil öğlen vakti saat 11:30’da başladı. Saldırının eş güdümlü bir biçimde ve bir dizi farklı hedefe bir anda yapılması da beklenenin ötesinde bir durum yaratmıştı. Hamas, en azından toplum polisi birimlerine saldırı beklemiyordu, öyle ki, 50’den fazla trafik polisinin öldürülmesi çatışmanın boyutlarını bir anda önceden tahmin edilenin ötesine taşıyıvermişti. 

Siyonist Devlet, Hamas’ın en güçlü yanlarından birini oluşturan toplumsal düzenin sarsılması, parçalanmasını hedef almıştı. Ona göre, el-Kassam Tugayları ile toplumsal kolluk kuvvetleri arasında bir fark yoktu ve hepsi birden Hamas’ın vurucu birimlerini oluşturuyordu. Oysa Hamas, aylar öncesinden başlayarak kendi silahlı milislerini kolluk kuvvetlerinden dikkatli bir biçimde ayırmaya girişmişti. Bu uygulamasının asıl nedeni de, El Fetih’te tespit ettiği bir hataya kendisinin düşmemesi çabasıydı. Filistin Özerk Yönetimi, El Fetih’i toplum polisi haline dönüştürmüş, Yönetim’in kendisi, uygulamaları sonucu kitlelerin nefretini kazanınca, İkinci İntifada sırasında onunla birlikte El Fetih de politik hareket olarak tahrip olmuştu. Şimdi Hamas, hükümetin kolluk kuvvetleri ile kendi milislerini ayrıştırarak, yönetimin hatalarının kendi politik hareketini, en azından silahlı milislerini etkilememesinin koşullarını yaratıyordu. Ne var ki Siyonist Devlet bu ayrımı dikkate almamış, silahlı veya silahsız tüm güvenlik birimlerine birden saldırarak toplumsal bir kargaşa yaratma çabasına girişmişti. Bu arada Hamas militanlarının evleri, silah depolandığı iddia edilen camiler, konutlar ve diğer binalar da tahrip ediliyordu. Siyonist Devlet çocukların, savunmasız kadınların ve yaşlı insanların telef olduğu bu katliamı gerçekleştirirken dünya kamuoyuna sistematik bir biçimde Hamas militanlarının “kendilerine savunmasız insanları kalkan ettiği” yalanını duyuruyordu. 

Üçüncü günün sonunda İsrail, Hamas’ın roket stoklarını yarı yarıya imha ettiğini ve roket fırlatma kapasitesine daha da ağır oranda darbe vurduğunu iddia ediyordu.(10) Ama tüm ağır bombardımana karşın roket atışları sürdü ve bu direnişin salt hava saldırılarıyla önlenemeyeceği açığa çıktı. Öte yandan Gazze direniş örgütlerinin mücadelesi de kesintisiz devam etti, İsrail silahlı kuvvetleri ve haber alma servisleri direniş birimlerinin arasındaki iletişimi koparmayı başaramadı. El Aksa televizyonu seyyar vericilerden yayınına devam etti. İsrail uçaklarının hareketlerini, saldırılarını ve yardım gereken noktaları sistematik bir biçimde duyuran seyyar radyo vericileri de ağır kayıplara karşın frekanslarını korudular. Bununla da kalmadılar; Gazzeli hackerlar İsrail Savunma Kuvvetleri’nin haberleşme ağına girip İsrail askerlerine Gazze’ye saldırmamaları yolunda sürekli mesajlar ilettiler. 

Aslında çatışmanın kaderi bir anlamda 31 Aralık gecesi Gazze başbakanı İsmail Haniya’nın yaptığı radyo konuşmasından sonra belli olmuştu. Haniya Gazzelileri “sağlam durmaya” davet ederek Filistin halkının direniş ruhuna seslenmiş ve Gazzeliler de bu çağrıya aynı biçimde yanıt vermişlerdi. Halkın yüzde 80’i kendi kendini besleyemez ve insani yardıma ihtiyaç duyar hale gelmiş ve bölgede açlık sorunu doğmuş olmasına rağmen, Siyonistlerle birlikte başta FUY ve Mısır olmak üzere işbirlikçi Arap rejimlerinin beklediği Hamas karşıtı ayaklanma bir türlü gerçekleşmiyordu. Binlerce konut tahrip olmuş, sağlık sistemi üstüne binen yükü taşıyamaz hale gelmişti. Tüm Gazze’de un ve yakıt yokluğu nedeniyle sadece on ekmek fırını üretim yapabiliyordu. İçme ve atık su sistemleri bombalanmış, bölge hemen tümüyle elektriksiz kalmış, karanlığa bürünmüştü.(11) Bütün bunlar sadece Gazze halkının saldırgana ve işbirlikçilerine karşı öfkesinin artmasına yol açıyordu. Hükümet dairelerinin, başbakanlık konutunun, parlamento binasının, maliye, adalet ve eğitim kuruluşlarının, kamu güvenliği tesislerinin bombardıman edilmesi Gazzelilerin, Siyonist Devlet’in hedefinin sadece Hamas değil, tüm Filistin halkının kazanımları olduğunu anlamalarına yardımcı oluyordu. Özetle, Gazzeliler Hamas’a karşı ayaklanmadılar, direnişe katıldılar. Siyonist saldırı başarısızlığa uğramıştı. 

Hamas, saldırının ilk başladığı andan itibaren derhal savaş düzenine geçti. Yönetim merkezi bombardıman sonucunda imha olunca iç güvenlik kuvvetlerini yeniden toparladı ve örgütledi. El-Kassam Tugayları ve bir bölüm toplum polisi, sivil giysilerle sokakları denetlemeye başladılar. Kamu düzeninin sarsılmasını engellediler, herhangi bir yağma girişimine olanak tanımadılar; hapishaneler tahrip olduğundan, tutukluları özel apartman dairelerine yerleştirdiler. Bir bölüm güvenlik kuvveti de ekmek kuyruklarını ve hastanelerdeki izdihamı düzene soktu. El-Kassam Tugayları içinde de görev bölüşümüne gidildi. Bazıları yeraltına çekilerek Siyonist kara birliklerine karşı mücadeleye önderlik ettiler, roket atışlarını sürdürdüler. Diğerleri İsrail uçaklarını izleyerek radyo aracılığıyla uyarı duyurularını yayınladılar. Bir diğer bölümü de ikişer üçerli, yaya veya motosikletli birimler halinde sokakları denetledi. Komuta ve koordinasyon birimleri, özel konutlarda ve yeraltında faaliyet gösterdi. 

Siyonist düşmanın planı, Gazze halkının Hamas’a karşı ayaklanması anında El Fetih’in iktidarı ele geçirmesiydi; bu amaçla Mısır sınırına 400 kadar El Fetih militanının konuşlandırıldığı ve bu kuvvetlerin belirli bir anda sınırdan giriş yaparak Gazze’deki Mahmud Abbas yanlılarıyla birlikte darbe gerçekleştirmeye hazırlandıkları söyleniyordu.(12) Ama Hamas güvenlik birimleri, Gazze’deki El Fetih yanlılarını derhal yakın takibe aldı; düşmanla işbirliği yaptığı tespit edilenlerden bazıları konutlarında göz hapsinde tutuldu. Bazı Batılı basın organlarının iddialarının aksine, Hamas’ın El Fetih yanlılarını infaz etmekte olduğuna ilişkin iddialardan hiçbiri herhangi bir tarafsız kuruluş tarafından kanıtlanamadı. Öte yandan, Siyonist Devlet ile Mahmud Abbas yönetiminin bel bağladığı Gazzeli El Fetih yanlısı aile ve aşiretlerden hiçbirisi ayaklanma girişiminde bulunmadı. Tam tersine, bu kesimlerin İsrail ile birlikte Mısır ve Abbas yönetimine karşı tepki geliştirdikleri, hatta bazılarının direnişe katıldığı gözlendi. Siyonizmin giriştiği kitle katliamının sadece Hamas’ı değil, tüm Filistin halkını ve onun haklarını hedef aldığı son derece açıktı. 

Böylece, ne Gazze direnişi ezilebildi, ne Hamas Gazze’den kovulabildi; sonuçta Siyonist birlikler, Barack Obama’nın yemin töreninin arifesinde geri çekildiler. Siyonist saldırının sonucunu Suriye devlet başkanı Beşşar Esad Lübnan televizyonuna şöyle özetliyordu: “Lübnan’a veya Gazze’ye karşı savaşın hede binaların yıkılması idiyse, evleri barkları tahrip eden düşman galip gelmiştir. Eğer amaç sivillerin öldürülmesi idiyse, bu durumda da galip gelen düşmandır. Ama eğer amaç Direniş’i ezmek, direnme ve ayakta kalma anlayışını yok etmek, veya Direniş’i bir bütün olarak ortadan kaldırmak idiyse, bu durumda yenilmiş olan düşmandır.”(13) 

Hamas, nereye kadar? 

Siyonist işgal birliklerinin yüzlerce Gazzeliyi öldürüp, binlerce konutu ve bölgenin cılız ekonomisini ve altyapı tesislerini tahrip etmenin dışında asıl politik hedeflerine (Hamas ve diğer direniş örgütlerinin ezilmesi, Gazze’nin yönetiminin Mısır’a ya da Mahmud Abbas’a devredilmesi…) ulaşamadan geri çekilmesi, kuşkusuz Hamas’ın Filistinli kitlelerin gözündeki prestijinin artmasına neden oldu. El Fetih içinde bile Abbas’ın politikalarının eleştirilmeye başlandığı bir noktada, bu durum Hamas’ın kendisini hem Siyonist düşman, hem de onun Filistinli işbirlikçileri karşısında daha güçlü hissetmesine neden olmuş durumda. 

Bununla birlikte, Filistin halkının direniş ruhu bir yandan Hamas’a İsrail karşısında güç kazandırırken, bir yandan da üzerinde etkiyen müthiş bir baskıya dönüşmekte. Zira, Hamas kitlelerin önderliğini Yaser Arafat yönetiminin FKÖ’nün temel kuruluş amacı olan Siyonist Devlet’in yıkılması hedefini terk etmeye başladığı bir süreçte üstlenmiş, Birinci İntifada’da (1987-1993) önemli bir rol oynadıktan sonra, 1993’te FKÖ’nün İsrail Devleti’ni resmen tanıdığı Oslo Antlaşması’na karşı çıkmıştı. Oslo Antlaşması’nı tanımamak, onun yarattığı kurumları da tanımamak anlamına geldiğinden Hamas, 1996’daki Filistin Özerk Yönetimi seçimlerine katılmamış, ancak bu kurumların dışında kabul ettiği yerel seçimlere katılarak, pek çok bölgede belediyelerin yönetimini üstlenmişti. Ama bir yandan belediye yönetimlerinin idare ve ekonomik açılardan FUY’a bağımlı olması, öte yandan 2004 sonunda Arafat’ın ölümüyle FUY’u üstlenen Mahmud Abbas’ın Hamas’ı Oslo düzenine entegre etme politikaları ve nihayet, Filistin burjuvazisinin Hamas’tan İsrail ile sürekli çatışma haline son verecek bir “çıkış yolu” talep etmeye başlaması, İslamcı hareketin önce FKÖ ile bir ateşkes ve pazarlık sürecine (2005) girmesinde etkili olmuş, ardından da 26 Ocak 2006’daki FUY yasama organı seçimlerine katılarak, kendisinin de beklemediği bir biçimde (yüzde 50’nin üzerinde bir oy oranıyla) iktidar olmasına yol açmıştı.(14) Bütün bu süreç, hatta Hamas’ın 2007’de FKÖ’nün darbe girişimine karşı koyup Gazze’de tek başına iktidarı ele geçirmesi bile, onun kabul etmediğini söylediği Oslo ürünü “Filistin Devleti” kurumlarına katılmış ve hatta onun meşruiyetini savunmakta olduğuna işaret ediyor. 

Tam da bu nedenle Hamas, 2006 seçimlerinde iktidar olduktan hemen sonra, İsrail Devleti’nin yıkılması kriterini “uzun vadeli bir hedef” haline dönüştürmüş; ne zaman ve hangi araçlarla gerçekleşeceği belli olmayan bu hedefinin hayata geçmesine kadar geçecek süre için de, Siyonist Devlet’e “uzun vadeli bir ateşkes” önerisinde bulunmuştu. Bu ateşkes önerisinin koşulları da, İsrail’in 1967 öncesi sınırlara çekilmesi, Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olması ve mültecilere yurtlarına dönüş hakkının tanınması gibi FKÖ’nün de savunduğu bir dizi Birleşmis Milletler kararının uygulanmasından oluşuyordu. Üstelik, Hamas lideri Halid Meşal, örgütünün FKÖ’nün imzaladığı “anlaşmalara sadık kalacağı”nı belirterek Oslo Antlaşması’nı tanıdıklarını açıkça beyan ediyordu.(15) Ama bunların hiçbiri, hatta Hamas’ın 2007 başında El Fetih ile Mekke’de anlaşarak, İsmail Haniye başbakanlığı altında bir “ulusal uzlaşma hükümetini” kabul etmesi bile Siyonist Devlet’i ikna etmedi. Etmedi, çünkü Hamas hâlâ Filistin halkının, FKÖ’nün kuruluş amacı (demokratik, laik ve ırkçı olmayan tek bir Filistin devleti) doğrultundaki direniş iradesini temsil ediyordu, dolayısıyla da Siyonizm, Büyük İsrail Yahudi Devleti idealinin önündeki bu engeli yıkmak durumundaydı. Hamas’ın Siyonist Devlet’le birlikte yaşamayı kabul etmesi, İsrail Yahudi devletinin yıkılması kriterini bir hayale dönüştürmesi yetmiyordu, zira bu hayal Filistin halkının varoluş kaynağıydı. Dolayısıyla, Hamas’ın kimliğinde, Filistin halkının gelecek umudunu öldürmek için önce ambargo cezalandırması, ardından 27 Aralık 2008’de başlatılan katliam geldi. 

Hamas için temel sorun, bir yandan kendisini iktidara getiren Filistinli kitlelerin direniş azmine sadık kaldığını gösterebilmek, diğer yandan da burjuva yönetim organları çerçevesinde iktidar olabilmek ve uluslararası kabul görmek. Siyonist Devlet’in ve ABD emperyalizminin baskıları bu iki hedefin bir araya getirilmesini olanaksız kıldıkça Hamas –tıpkı Lübnan’da Hizbullah’ın yaptığı gibi- çıkışı, kendisine meşruiyet sağlayacak bir “ulusal birlik hükümetinin” oluşturulmasında aramakta, bu da onu FKÖ’nün yeni programını (Siyonist Devlet’in kabulü ve Oslo Antlaşması koşulları) zımnen de olsa kabule sürüklemekte. Gazze direnişinden güçlenmiş olarak çıkmakla birlikte, Mısır’ın önderliğinde tekrar El Fetih ile Kahire’de barış görüşmelerine oturması bu sürecin açık bir göstergesi. Aslında, Hamas daha saldırı başlangıcında, 27 Aralık günü bu niyetini belli etmişti. El Cezire televizyonuna çıkan Halid Meşal, Filistin halkını İsrail’e karşı üçüncü İntifada’ya çağırırken, bunun Abbas yönetimini “rahatsız” etmemesi için çağrısını “İçeride de barışçıl İntifada’ya çağırıyorum” diyerek sınırlamış, ardından da Filistin Yönetimi’ne seslenerek “ciddi diyalog için girişim” talebinde bulunmuştu.(16) Hamas, İslami bir akım olarak Ortadoğu’da tüm halkların (Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi) Siyonizme ve emperyalizme karşı devrimci seferberliğini öneremeyeceği için, onun Siyonist Devlet’in yıkılması şiarı giderek belirsizleşen hayali ve sekter bir hedef haline dönüşecek, onun de bir kesimini temsil ettiği Filistin burjuvazisinin “düşmanla barış” talebi belirleyici olmaya başlayacaktır. 

Batı Şeria’da durum 

Siyonist Devlet’in Gazze saldırısından asıl yenik çıkan ise Mahmud Abbas yönetimi ve El Fetih oldu. Batı Şeria’ya hapsolmuş Filistin Ulusal Yönetimi şu anda Filistin halkının değil, Siyonist Devlet, emperyalizm ve işbirlikçi Arap rejimlerinin sunduğu destekle ayakta durabilmekte. Mahmud Abbas’ın Siyonizmin Gazze saldırısı sırasındaki tutumu, onun Hamas’ı Gazze’den uzaklaştırabilmek için düşmanla açık işbirliği yapmakta olduğunu berrak biçimde açığa vurdu. Öyle ki, onun bu işbirliği FUY ve FKÖ içinde bile çatlaklara neden oldu. 

Abbas 28 Aralık’ta Kahire’de verdiği demeçte, “Hamas’ı uyardık. Gelebilecek olan tehlikenin kuvvetli olacağını anlattık. İsrail’in potansiyel saldırısını önlemenin yollarını aradık ama maalesef olan oldu. Bu katliam önlenebilirdi… Ateşkesin kesilmemesi için elimizden geleni yaptık” diyerek Siyonist saldırının sorumluluğunu Hamas’a yükledi.(17) Saldırının bilançosu yüzlerce ölüye ulaştığı dördüncü günde, Abbas’ın yardımcılarından biri daha da açık konuşuyordu: “Katliamın sorumlusu Hamas’tır, Siyonistler değil; onlar Filistin roketlerine karşı harekete geçtiklerini söylüyorlar”(18). Oysa onlar bu demeçleri verirken Kahire ve Ramallah sokaklarında kitleler Siyonist katliamı kınayarak Gazze direnişini destekliyorlardı. Nitekim sokağın bu basıncı bazı El Fetih kadroları üzerinde etkili oldu ve 29 Aralık’ta FKÖ Yürütme Komitesi “İsrail ile görüşmelerin geleceği saldırının durdurulmasına bağlı olacaktır” biçimindeki muğlak bir ifadeyle saldırı karşıtı bir deklarasyon yayımladı. Sonunda Abbas, “Hamas’a karşı Siyonist silahla mücadele eden başkan” suçlamasından kurtulabilmek için 1 Ocak’ta yeni bir demeç vererek, “[İsrail ile] görüşmelere neden devam edelim? Saldırılarının kılıfı olacaksa, görüşmeleri kesmekte tereddüt etmeyiz” demek zorunda kaldı.(19) 

Siyonist Devlet’in saldırı haberi duyulduğunda Batı Şeria’nın hemen her yerinde kendiliğinden sokak gösterileri patlak verdi. Özellikle Ramallah’taki gösteriler, Hamas dahil bir dizi örgütün ve sivil toplum kuruluşunun katılmasıyla kitlesellik kazandı. Gruplar aralarında sadece Filistin bayrakları taşımak doğrultusunda anlaşmaya varmışlardı. Polis ilk günlerde gösteriler karşısında fazlaca sert davranmamaya, ama özellikle Hamas taraftarlarını gözetim ve denetim altında tutmaya çalışıyordu. Hamas bayrağı açmakla suçladığı yedi Filistinliyi bir süre tutukladıktan sonra, gösteri organizatörlerinin ısrarı sonucunda serbest bırakmıştı. İkinci hafta gösterilerinde ise polisin bütün baskısına rağmen kitleler işgal güçlerine saldırmayı başardı ve açılan ateş sonucunda 5 Filistinli öldü; öldürülenlerin El Fetih taraftarı olması, kitle gösterilerinin sadece Hamas sempatizanlarıyla sınırlı kalmadığına işaret ediyordu. Hebron’daki gösteriler daha da gergin gerçekleşiyordu. FUY güvenlik güçleri sadece farklı örgüt bayraklarının taşınmasına izin vermemekle kalmıyor, bizzat gösterilerin yasal olmadığını ileri sürerek göstericileri dağıtmaya yöneliyordu. İlk hafta gösterilerinde güvenlik güçlerinin açtığı ateş sonucunda bazı göstericiler yaralandı. İkinci hafta gösterilerinde ise yüzlerce Hamas taraftarı ile polis arasında sokak çatışmaları yaşandı.(20) Nablus’taki mülteci kamplarında sıkı bir denetim kuran polis, 2 Ocak’ta El-Ain kampında İsrail askerleriyle birlikte operasyon düzenleyerek altı FHKC militanını tutukladı. 

FUY güvenlik görevlilerinin başlıca amacı, gösterilerin Yönetime ya da İsrail’e karşı direniş eylemlerine ya da yeni bir İntifada’ya dönüşmesini engellemekti. Bu amaçla aldıkları bir dizi önlemle gösterilerin çapını sınırlamaya ve onları kontrol noktalarındaki (check-point) İsrail askerlerinden uzak tutmaya çalışıyorlardı. Mahmud Abbas sürekli olarak “eski şiddet dolu günlere dönülmesine izin vermeyeceğiz” diyerek, Yönetim’inin Batı Şeria’da Siyonist saldırganlığa karşı herhangi bir mücadele girişimini engelleyeceğini beyan ediyor, bir anlamda İsrail saldırganlığının önünü açıyordu. Ama Batı Şeria’da gösteriler Siyonizme karşı yeni bir İntifada’ya dönüşmediyse, bunun nedeni Abbas diktatörlüğünün baskısı değil, Hamas’ın kitleleri, böylesi bir yeni mücadele aşamasının önünde engel olarak duran kukla FUY hükümetine karşı ayaklanmaya çağırmaktan dikkatle uzak durmasıydı. 

Ramallah’ta İsrail askerlerince vurulan göstericilerin El Fetih yandaşı olması, Batı Şerialıların Gazze çatışmasını sadece İsrail-Hamas çekişmesi olarak değil, Siyonizmin Filistin halkına yönelik saldırısı olarak algıladıklarının kanıtıydı. Bu açıdan, Abbas Yönetimi sadece Hamas karşısında değil, kendi evinin içinde de sorunlar yaşıyordu. Aslında El Fetih içindeki huzursuzluk daha Siyonizmin 2008 Aralık saldırısı başlamadan önce patlak vermişti. Abbas Yönetimi ABD ve İsrail ile gerçekleştirdiği anlaşmalar çerçevesinde Batı Şeria’da tam bir baskı düzeni kurmuş, El Fetih’e bağlı El Aksa Şehitleri Tugayı’nı dağıtmış, Direniş cephesinin tüm örgütlerini sokağa çıkmaktan men etmiş, yüzlerce Hamas militanını tutuklamış, hatta bazılarını İsrail’e teslim etmişti; ama bunca tavize rağmen kendilerine vaat edilen “iki devlet çözümü” doğrultusunda hiçbir adımın atılmaması, İsrail’in sürekli olarak yeni yerleşim merkezleri kurması, Siyonist faşistlerin Arap kökenliler üzerindeki sistematik baskısı ve saldırıları, uzlaşmacı çizginin El Fetih yöneticileri arasında tartışılır hale gelmesine neden olmuştu. Eylül ayı ortalarında Filistin “barış koalisyonu” ve El Fetih liderlerinden Kadura Fares, Tel Aviv’de düzenlenen Cenevre Girişimi konferansında Abbas’ı İsrail ile görüşmeleri kesmeye davet etmiş, İsrail’in Batı Şeria’daki yerleşim alanlarını geliştirmekte olduğu bir süreçte bu görüşmelerin anlamsız olduğunu söylemişti. Balata mülteci kampının yöneticilerinden ve her iki İntifada’da önemli rol oynamış El Fetih liderlerinden Hüsam Kader de, İsrail ile çatışmanın yaklaşmakta olduğunu bildirerek, üçüncü İntifada’ya hazırlıklı olunmasını istemişti.(21) 

Gazze katliamı ise, El Fetih içindeki muhali erin seslerini daha da yükseltmesine zemin sağladı. Bunlardan El Aksa Şehitleri kurucularından ve 24 kez hapsedilip en son Eylül 2008’de tahliye olan Hüssam Kader “son yıllarda Filistin mücadelesine Hamas’ın öncülük ettiğini kabul etmemiz gerekir” derken FUY’a eleştirilerini, “bunca yıldır çile çekmemiz neye yaradı, dolandırıcıların zengin olmasına mı?” diye dile getiriyordu. El Fetih’in bir başka tarihsel önderi ve 1990’larda bakanlık yapmış olan Kaddura Fares ise, “İsrail’in işbirlikçisi haline geldik, ama hâlâ ortada bir devlet yok” diyerek bir gerçeğe işaret ediyor ve İsrail’le görüşmelerin hemen kesilmesini istiyordu.(22) 

Öte yandan El Fetih içindeki pek çok Abbas muhali, Gazze saldırısının hemen ardından İsrail eliyle Hamas’ın ve diğer direniş örgütlerinin yok edilmesi politikasına karşı çıkarak Filistinliler arasında uzlaşma talep etmeye başladı. Bu kesimler, İsrail saldırılarının derhal kesilmesi, Batı Şeria’daki tutuklu Hamas taraftarlarının serbest bırakılması ve tüm örgütlerle Filistin birliği yolunda görüşmelerin başlatılmasını istiyorlar. Liderleri Mahmud Abbas’ın sorunun parçası olmaktan çıkıp çözümün unsuru haline gelebilmesinin yegane yolunun bu olduğunu düşünüyorlar. 

9 Ocak 2009’da devlet başkanlığı süresi dolmuş olan ve yapılması gereken seçimlerde, değil Gazze’de, Batı Şeria’da bile Filistin halkının onayını alması son derece zor olan Mahmud Abbas, kendi örgütü içinden gelen bu baskıların da etkisiyle, Şubat ayında Hamas ile görüşmelere girişilmesini onayladı. Ama El Fetih ile Hamas arasında ulusal bir koalisyonun oluşabilmesi için halledilmesi gereken pek çok sorun bulunuyor. 

Yeni bir “uzlaşma hükümeti” mi? 

Mart başında Mısır hükümetinin girişimiyle Kahire’de bir araya gelen El Fetih ve Hamas yetkilileri 22 Mart’ta uzlaşma görüşmelerine başlamaya karar verdiler. Hamas’ı önce İsrail’in eliyle yok etmeyi tasarlayan Mahmud Abbas’ın şimdi Hamas ile görüşmeye oturmasının bir dizi anlaşılır nedeni var. Birincisi, Siyonist Devlet’in Gazze saldırısından başarıyla çıkan ve Filistin halkının gözündeki itibarı yükselen Hamas’ın olası bir seçimde, El Fetih’i sadece Gazze’de değil ama, Batı Şeria’da da yenilgiye uğratacağı çok açık. Abbas’ın başkanlık süresi 9 Ocak’ta dolmuş ve politik meşruiyeti ile birlikte yasallığı da sona ermiş durumda. Abbas ve El Fetih yeni bir başkanlık seçimine Hamas ile düşmanlık ilişkileri içinde gitmek istemeyecek, bir tür uzlaşma yolu arayacaktır. İkincisi, Mart başında 75 ülke temsilcisinin aldığı 4,5 milyar dolarlık Gazze yardımı kararı, Hamas’ın dışlanması ve yardımın FUY aracılığıyla gerçekleştirilmesi koşuluna bağlanmış olmakla birlikte, kimse bunun gerçekçi bir yaklaşım olduğuna inanmıyor. Abbas yönetiminin, salt Hamas’a zarar vermek için bu yöntemde ısrar etmesi Gazze halkını cezalandırma girişimi olarak anlaşılacağından, El Fetih’in bu ek ihaneti göze alabilmesi çok zor. Kaldı ki, yozlaşmış FUY eliti, milyarlarca doların söz konusu olduğu bir ekonomik çevrimde, kendi payına düşeni kapabilmek için Mahmud Abbas’ı uzlaşma masasına iteceği çok açık. Öte yandan El Fetih’in masada elinde bulunduracağı yegane koz, İsrail’in Filistinliler ile yapacağı pazarlıkta muhatap olarak sadece Abbas yönetimini kabul ediyor olması. 

Hamas’ın, verili stratejisi uyarınca (İsrail ile uzun vadeli bir ateşkes çerçevesinde barış içinde birlikte yaşama) böyle bir koza gereksinimi var. Hamas daha başından beri, “bırakın yönetelim” diyor, ama bunu kitlelerin nezdindeki direniş örgütü olma sıfatını yitirmeden başarmak istiyor. Bunun yolu ise, kendisinin kazandığı ya da kazanacağı Filistin Yasama Konseyi (Filistin parlamentosu) seçim sonuçlarının uluslararası güçlerce kabulünden geçiyor. İşte tam bu noktada, en azından FKÖ şemsiyesine gereksinim duyuyor, bu nedenle de bir yandan yönetimini haklı olarak yozlaşmış ve hain olarak tanımladığı örgütün çatısı altına girmeye çalışıyor. Bu anlamda Hamas herkesle uzlaşmaya hazır. Örgütün Batı Şeria’daki parlamenterlerinden Mahmud Muslah, Gazze saldırısından sonra Şubat ayında basınla yaptığı bir görüşmede bunu, “Önemli olan ilkelerdir, Siyonist işgale karşı uygulanacak stratejinin temelleridir. Bu açıdan kişisel sorunlar önemli değildir. Önemli olan bu ilkeler üzerinde bir anlaşmaya varmaktır”(23) diyerek, belirli koşullarda Abbas ve onun polis şe , Siyonist Devlet’in Filistin içindeki adamı Muhammed Dahlan ile uzlaşabileceklerini açıkça dile getiriyor. İslami hareketin FKÖ’ye bakışını da, “FKÖ hem içerde hem dışarıda bütün Filistinlilerin ortak evidir, ve Hamas da bu grupların bir parçasıdır. Önemli olan bu evin içinde demokratik ilkeler uyarınca nasıl ortak olarak yaşanacağını belirleyebilmemizdir”(24) olarak belirtiyor. 

Şubat 2007’de, Suudi Arabistan’ın koruyuculuğu altında gerçekleştirilen Mekke Anlaşması, “Arap ulusunun ve uluslararası topluluğun almış olduğu meşru kararların ve FKÖ’nün imzaladığı anlaşmaların kabulü” temeline dayanıyordu. Yeni uzlaşma da kaçınılmaz olarak bu temelden hareket edecek ve böylece Hamas, zımnen de olsa Oslo kararlarını bir kez daha teyit etmiş olacak. Buradan hareketle, El Fetih ve Hamas, Gazze ve Batı Şeria’da geçerli olacak tek bir hükümetin kurulması üzerinde anlaşmaya varabilirler mi? Büyük olasılıkla Abbas, gene bir “teknokratlar hükümeti” talep ederek, Hamas’ı tamamen hükümet dışında tutmaya çalışacak ve bunu başta ABD ve Suudi Arabistan’ın milyarlık yardımlarını bağladıkları koşullandırmaya dayandıracak; Hamas ise Hizbullah’ın Lübnan’da gerçekleştirdiğine benzer bir formüle yönelecektir (hükümette muhalif kimliklerini zahiri olarak koruyan bir iki İslamcı bakanın bulunması). Bulunacak çözüm ne olursa olsun, bu “çözüm” Siyonizmin ve emperyalizmin onayını almakla koşullandırıldığı sürece ortaya çıkacak olan “ulusal uzlaşma hükümeti” onca İntifada’ya ve direnişe rağmen Oslo Antlaşması’nın Filistin halkının gündemine tekrar sokulmasından başka bir anlam taşımayacaktır. Böylece Hamas, kitlelerin sokakta kazandığı zaferi, kendi yönetici elitinin ve Filistin burjuvazisinin çıkarları uğruna “barış masasında” düşmana teslim etmiş olacaktır. 

Hükümet üzerine anlaşma, sanırız, diğer noktalardaki ayrılıkların giderilmesinden daha kolay olacaktır. Zira Hamas, artık bir parçasını oluşturduğu iktidarın içinde elde ettiği mevzileri yitirmek istemeyecektir. Bunun başında da güvenlik güçlerinin yeniden yapılandırılması ve profesyonelleştirilmesi geliyor. Hamas, FUY yıllık bütçesinin yüzde 25’inden fazlasını tüketen ve 58 bin görevliden oluşan güvenlik güçlerinin görevleri ve bileşimi konusunda değişiklik talep ediyor. El Fetih de bu kuvvetlerin tarafsız olmasını, herhangi bir partinin silahlı kolu gibi davranmamasını ve yasalara dayalı olarak etkinlik göstermesini kabul ediyor. Ne var ki, anlaşmazlık noktası bu güçlerin Siyonist Devlet karşısındaki tutumu üzerinde yoğunlaşıyor. El Fetih güvenlik birimlerinin İsrail ile imzalanan anlaşmaların uygulanmasında görev üstlenmesini isterken, Hamas bunların askeri direnişin bir parçası olmasını talep ediyor. Öte yandan El Fetih, İzzeddin el-Kassam dahil tüm silahlı direniş örgütlerinin silahsızlandırılıp dağıtılmasını ve Gazze’de güvenlik güçlerinin yeniden yapılandırılmasına kadar, güvenliğin Arap ülkeleri ya da Mısır tarafından üstlenilmesinde ısrar ediyor(25); buna karşılık Hamas, yeniden yapılandırmanın Batı Şeria’yı da içermesini (dolayısıyla FUY birimlerinin ABD uzmanlarınca eğitimine son verilmesini), bir direniş örgütü olarak el-Kassam Tugaylarına dokunulmamasını istiyor ve Filistin içinde Arap dahil herhangi bir yabancı ülke askerinin bulunmasına karşı çıkıyor. Bu farklı tutumlar arasında uzlaşma noktaları bulmak bir hayli zor. 

El Fetih ile Hamas’ın üzerinde pazarlık ettikleri bir başka konu da FUY kurumları. Mart 2008’de Dünya Bankası hazırladığı bir raporda Hamas’ı 2007’de 10 binden fazla yeni memur tayin etmekle eleştiriyordu.(26) Bunlardan 5,500’ü güvenlik birimlerine, 3,500’ü eğitim ve sağlık bakanlıklarının kadrolarına, 1,000 kadarı da çeşitli bakanlıkların üst düzey yönetimlerine atanmıştı. Hamas’ın politikası, El Fetih’in kurumlardaki ağırlığını yok edene değin kendi adamlarını devlet kadrolarına yerleştirmek; kuşkusuz Abbas yönetimi buna direniyor ve kadrolardaki bu şişkinliğin Filistin ekonomisini tahrip ettiğini iddia ediyor (oysa 2006’da parlamento seçimlerini yitirdiğinde Dünya Bankası’nın tüm itirazlarına karşı binlerce taraftarına atama emri çıkartmıştı). 

Ve nihayet FKÖ’nün yeniden düzenlenmesi sorunu geliyor. 2005’te Kahire’de bir araya gelen 13 örgüt FKÖ üyeliğinin tüm Filistin partilerine ve hareketlerine açılması üzerinde anlaşmaya varmışlardı. Ancak girişim bunun ötesine geçmedi, zira El Fetih önderliği FKÖ üyesi olabilmek için onun bugüne değin imzaladığı bütün anlaşmaların kabul edilip savunulmasını şart koşuyor; Hamas ise böyle bir koşulun dayatılmasına karşı. Hamas, FKÖ programının “halkın talepleri” doğrultusunda yeniden düzenlenebileceğini söylüyor, ve ayrıca FKÖ’nün imzalayacağı bir anlaşmanın Filistin Ulusal Konseyi’nce ya da bir referandum aracılığıyla (Lübnan, Suriye, Ürdün ve diğer ülkelerdeki Filistin mültecilerinin de katılmasıyla) onaylanması gerektiğini savunuyor. Bu talepler elbette El Fetih’in FKÖ içindeki üstünlüğüne son vermeye yönelik ve Abbas yönetimince “FKÖ’ye katılmak değil, onu teslim almaya çalışmak” olduğu eleştirisiyle reddediliyor. 

Bütün bu sorunların aşılması ya da El Fetih ile Hamas arasında daha ileri düzeydeki çatışmalara yol açıp açmayacağı, bir bakıma iki örgüt içindeki farklı eğilim ve fraksiyonların verili gücüne de bağlı. Siyonist Devlet’in son Gazze saldırısına değin El Fetih içinde ağır basan kesim, Ulusal Güvenlik Konseyi sekreteri Muhammed Dahlan önderliğindeki şiddetli Hamas düşmanlarıydı. El Fetih Devrimci Konseyi’nin Saeb Erekat, Nebil Amr ve Azzam el-Ahmed gibi üyelerini de içeren bu fraksiyon, Ortadoğu Dörtlüsünün (ABD, AB, BM ve Rusya) oluşturduğu koşulların Hamas’a mutlaka kabul ettirilmesini savunuyor ve son Siyonist saldırının FUY tarafından desteklenmesinin ardında bu kesimin ağırlığı yatıyor. El Fetih içindeki, Hamas ile anlaşma yanlılarının başını ise İsrail’de hapiste bulunan Mervan Berguti çekiyor. Birçok eski tüfek El Fetih Merkez Komite üyesince desteklenen Berguti, gerek örgüt içinde ve gerekse Filistin halkı arasında büyük prestije sahip olmakla birlikte, Abbas yönetimince uzakta tutuluyor. Gazze saldırısından Hamas’ın muzaffer olarak çıkması, Dahlan’ın FKÖ içindeki durumunu tehlikeye sokmuş olduğu kesin, ancak bu fraksiyon hala işbaşında ve “ulusal birlik hükümeti” ve kurumların yeniden düzenlenmesi tartışmalarında ipleri elinden kolay kolay bırakmayacaktır. 

Bunun tersine, Hamas içindeki “radikal” kesim Gazze direnişinden güç almış olarak çıktı. Hamas içinde başlıca üç fraksiyon bulunmakta. Bunlardan Gazze’de başbakan İsmail Haniye’nin önderliğindeki “pragmatik” kesim, Hamas’ın iktidar olduktan sonra bir “muhalefet partisi” gibi davranamayacağını söylüyor. Bu kesim, başında bulunduğu belediyelerde, örneğin Kalkiya’da halkın su ve elektrik gereksinimini karşılayabilmek için İsrail ile işbirliği yapılmasında bir sakınca görmüyor ve hükümet düzeyinde de uzlaşmalara gidilebileceğini söylüyor. Haniye ekibi, El Fetih ile yakınlaşmadan ve bir ulusal uzlaşma hükümetinin kurulmasından yana. İsrail ve ABD ile uzlaşmalara gidilebileceğini savunan bu kesimin önderlerinden Ahmed Yusuf, Annapolis görüşmeleri sırasında ABD Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice’a gönderdiği mektupta, “Pek çok kişi bizim ideolojik nedenlerle barıştan yana olmadığımızı düşünerek hata yapıyor. Tam tersine, biz her zaman ABD ve AB’ye diyalog çağrısında bulunarak bugün sizlerin Annapolis’te ele almaya çalıştığınız sorunların çözümünü önermişizdir” diyordu.(27) 

Hamas içindeki ikinci kesimi ise, Haniye’nin pragmatik tutumu ile “sertlik yanlıları” arasında yer alan, Şam merkezli Halid Meşal önderliği oluşturuyor. Hamas’ı Filistin ulusal hareketinin en büyük örgütü durumuna getirmeye uğraşan Meşal ekibi bütün ağırlığını olası bir parçalanmanın engellenmesi doğrultusunda kullanıyor. Bir yandan, Haniye’nin esir İsrail askeri Gilad Şalit’in İsrail’e iadesine karşı çıkarken, bir yandan da “Bizler gerçekçiyiz, İsrail denen bir varlık mevcuttur” diyerek ve Siyonist Devletle “uzun erimli ateşkesi” destekleyerek pragmatistlere destek veriyor.(28) 

Şu anda Hamas içinde ağırlığı artan “şahinler” fraksiyonunun başında ise Mahmud Zehar ve Said Seyam gibi, Mekke anlaşmasına karşı çıkan önderler geliyor. Bunlar, 1967 öncesi sınırlara çekilmediği sürece İsrail ile ateşkes yapılmasına; geçici sınırlar içinde bir Filistin devletini onaylamakla birlikte, İsrail’in kabulü anlamına geleceğinden, 1967 öncesi sınırlarda kalıcı bir devlet yapısının kabul edilmesine; tüm Filistin örgütlerini (Hamas ve İslami Cihad dahil) içermediği sürece FKÖ’ye İsrail ile görüşme yetkisinin tanınmasına kesinlikle karşı çıkıyorlar. İslami hareketin çizgisinin El Fetih’in yok edilmesi doğrultusunda kurgulayan bu fraksiyon, Gazze’de Şeriat kurallarının hayata geçirilmesi, internet kafelerin bombalanması, oruç tutmayanların cezalandırılması gibi uygulamaların da savunucusu. Bu kesimin ağırlığındaki bir Hamas’ın, ihaneti sonucunda iyiden iyiye prestij yitirmiş olan Mahmud Abbas önderliğiyle uzlaşmaya varabilmesi neredeyse olanaksız. Dolayısıyla, El Fetih ile Hamas arasında doğabilecek olası bir “birlik”, Filistin ulusal hareketinde yeni bölünmelere ve farklı ittifakların oluşmasına yol açabilir. 

Olasılıklar 

Siyonist Devlet’in Gazze saldırısından sonra Filistin’de hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Gazze direnişi üçüncü bir İntifada’ya dönüşmedi, ama Filistin halkının ulusal hakları için mücadele azmini bir kez daha açığa vurdu, çektiği onca acıya karşılık iradesini güçlendirdi, kendine güvenini artırdı. Bu Filistin halkı adına bir zaferdir; ve şimdi sadece Siyonist ve emperyalist düşman kamp değil, Filistin örgütleri ve fraksiyonları da bu zafer çerçevesinde yeni tutumlara yöneleceklerdir. Bir anlamda, Filistin devriminde yeni ve pek çok olasılığa gebe bir aşamaya girilmekte. Ortadoğu’nun devrimci dönüşüme uğratılması için mücadele eden güçlerin bir dizi varsayımı göz önünde bulundurması gerekecek. 

İsrail birlikleri Gazze’den çekilmiş olmakla birlikte, Gazze yönetimi ile İsrail hükümeti arasında henüz bir ateşkes imzalanmış değil. İsrail’de seçimleri aşırı sağın kazanması ve hükümeti olasılıkla Netanyahu’nun faşist İsrail Evimiz partisi lideri Avigdor Liberman’ın desteğiyle kuracak olması, Siyonist Devlet’in ateşkes koşullarını sadece Gilad Şalit’in iadesi, roket atışlarının durdurulması ve Hamas’ın silahlanmaktan vazgeçmesi koşullarıyla sınırlı kalmayacağına işaret etmekte. Netanyahu, tüm seçim kampanyası boyunca Batı Şeria ve Gazze’deki İsrail yerleşimlerinden sadece vazgeçilmeyeceğini açıklamakla kalmadı, aynı zamanda yeni yerleşim alanlarının oluşturulması için çalışılacağını da duyurdu. ABD ve AB emperyalizmlerinin Filistin politikaları ne olursa olsun (parçalanmış ve geriye kalmış topraklarda bir kukla Filistin devletçiği), Siyonizm kendi gündemini uygulamakta, kendilerine bırakılan bir avuç toprakta bile Filistinlilerin devlet kurumlaşmasına gitmelerini engellemeye çalışmakta. Bölgede nükleer bir İran’a karşı yegane vurucu güç olma özelliğini elinde tutarak da bu gündemini emperyalist kamp içinde savunmakta ve koruyabilmekte. Bu koşullarda İsrail’in Hamas ile bir ateşkes imzalaması zor, hele hele Hamas’ın önerdiği “uzun erimli ateşkesi” kabul etmesi olanaksız gözükmekte. Siyonist Devlet Netanyahu önderliğinde, ana hede olan Büyük İsrail doğrultusunda yeni adımlar atmaya, bunun için yeni kışkırtmalar düzenlemeye girişecektir. 

Hamas Gazze direnişinden güçlenmiş olarak çıktı. Merkezi Ramallah’ta bulunan Filistin Siyaset ve Kamuoyu Araştırma Merkezi (PCPSR) tarafından yapılan ankette(29), bugün Filistin’de başkanlık seçimler yapılsa İsmail Haniye yüzde 47 oyla Abbas’ın iki puan önünde galip gelebilecek. Hamas’ın popülerliği de Aralık 2008’deki yüzde 28 oranından yüzde 33’e yükselmiş durumda (El Fetih ise yüzde 42’den 40’a gerilemekle birlikte hâlâ Hamas’ın önünde; bu durum, Abbas’ın tüm prestij kabına karşın, Mervan Berguti’nin halen korumakta olduğu ve yüzde 59’a varan popülerliğiyle açıklanabilir). Hamas’ın Gazze zaferini kendinde pekiştirebilmesi için mutlaka ana amacına, Gazze üzerindeki İsrail ambargosunun kalkmasına ve sınır kapılarının açılmasına gereksinimi var. Bu koşul gerçekleşmediği sürece İsrail ile yapacağı bir ateşkes sadece örgüt içindeki fraksiyonlar arası çatışmaları sertleştirip parçalanmalara yol açmakla kalmayacak, aynı zamanda Gazze halkına çektiği acıların neye yaradığının anlatılabilmesini olanaksız kılacaktır. Tüm sınırları denetleyen Siyonist düşmanla imzalanacak bir ateşkes, Hamas’ın direnişin koruyucusu örgüt olma ayrıcalığını yitirmesine yol açacaktır. Hizbullah’ın tüm söylemine rağmen, Hamas’a ili destek verme doğrultusunda hiçbir adım atmamış olduğu ve Hamas’ın başarısızlığını dört gözle bekleyen bir dizi Arap devletinin bulunduğu koşullarda, direnen Filistin kitlelerinin desteğini yitirmesi Hamas için sonun başlangıcı olabilir. Bu gerçeği büyük olasılıkla Hamas içi tüm hizipler görmekte ve düşmanla ateşkes doğrultusunda acele edilmemesi noktasında birleşmekteler. 

Bu çok bileşenli sahnede en güç durumda bulunan kuşkusuz Mahmud Abbas yönetimi. El Fetih’in Merkez Komitesi içinde Hamas’la işbirliği yapılması doğrultusunda basınçların arttığı bir dönemde Abbas, Siyonist düşmanın eliyle Hamas’tan kurtulma politikasını sürdürebilecek durumda değil. Filistinli kitlelerin gözünde yitirdiği prestijini tamir edebilmek için elinde bulundurduğu tek koz şimdilik, başta Suudi Arabistan ve ABD olmak üzere 75 ülkenin kararlaştırdığı 4,5 milyar dolarlık yardımın Gazze’ye ancak FUY aracılığıyla akıtılması koşulu. Hamas bu koşulun kabul edilemez olduğunu söylese de, Gazze’nin yeniden imarının ve halkın açlıktan kurtulmasının bu yardımın bölgeye girmesine bağlı olduğunu biliyor. Dolayısıyla Abbas’ın, kurulması şimdilik çok zor görülen bir “ulusal birlik hükümeti” olmasa bile, Hamas’ın da kabul edebileceği bir tarihte başkanlık seçimi ya da Yasama Konseyi seçimlerinin düzenlenmesi doğrultusunda adım atması, Hamas’ı ekonomik yardımın FUY ya da Mısır tarafından yönetilmesi konusunda uzlaşmaya itebilir. 

Ancak elbette bu milyarların Gazze’ye girmesi Hamas ile Siyonist Devlet arasındaki gerginliğin düzeyine bağlı. Tam da bu nedenle Hamas şimdi İsrail’e hudna (ateşkes) yerine tahdiyye (sükûnet) öneriyor. Örgütün önderlerinden Ebu Musa Marzuk, İngiliz gazetesi Daily Telegraph’a verdiği demeçte “Bu saldırı sırasında yıkılan binaları yeniden inşa etmemiz, yaralıları iyileştirmemiz, ailelerin gıda ve konut gereksinimini karşılamamız gerekir… Bütün bunların gerçekleştirilebilmesi için iki taraf arasında bir sükûnetin sağlanması gerekir” diyerek Hamas’ın niyetini açığa vurmuştu. Ama Marzuk tahdiyye’nin de ötesinde geçip barıştan söz etmişti: “(Barack Obama’nın Ortadoğu özel temsilcisi) George Mitchell, İsrail’in yerleşim alanlarını genişletmesini durdurmasını isteyen ilk Amerikalı yetkili oldu. İrlanda’da Cumhuriyetçilerin asırlık düşlerini gerçekleştirerek barışı sağladı”.(30) Hamas önderliğinden beklenecek doğal açıklamalar olmayan bu sözler, örgütün kitlelerin gözünde prestij yitirmeden İsrail ve Abbas yönetimiyle bir uzlaşma arayışı içinde olduğuna işaret ediyor. 

Bütün bu değişkenler içinde, verili politik durum ve kitlelere önderlik eden akımların niteliği de dikkate alındığında, henüz ufukta görülmeyen yegane seçenek, Filistin halkının esaret ve zulümden kurtulmasının yegane çözümü olan Siyonist İsrail devletinin yıkılması olasılığı. Politik hedeflerine ulaşamamış olsa bile Siyonist Devlet devasa bir yıkım makinesine sahip olduğunu sergiledi. Üstelik Gazze’ye saldırı anketlere göre İsrail nüfusunun yüzde 80’ini aşkın bir kesim tarafından desteklendi. Bu askeri ve psikolojik (ideolojik) makineyi Hamas roketlerinin ya da bombalı intihar fedailerinin parçalaması olanaklı değil. Geriye iki seçenek kalıyor; birincisi, olası bir devrimci savaş. Ne var ki, Arap ulusunun parçalanmışlığı, var olan Arap rejimlerinin gerici niteliği (buna Türkiye, İran ve Kürdistan yönetimleri de eklenebilir) ve emperyalizmin Siyonist Devlete verdiği destek, bu olasılığı gündem dışına itiyor. 

Geriye tek bir seçenek kalıyor: Ortadoğu’nun Müslüman, Musevi, Hıristiyan vs tüm dinlerden (ya da Arap, Yahudi, Acem, Kürt, Asuri, Türk vs tüm etnik kökenlerden) topluluklarını, Siyonizmin bölgeden kovularak halkların barış içinde birlikte yaşayabilecekleri demokratik, laik ve ırkçı olmayan tek bir Filistin Devletinin kurulması doğrultusunda bir araya getirilmesi. Bu hedefi , dinsel ya da ulusçu ideolojiler ve politik akımlar gerçekleştiremez.

***

Dipnotlar: 

1.) Colectivo Nacional para una Paz Justa y Permanente; bak. http://www.rebelion.org noticia.php?id=81239. El País, 3 Mart 2009.

2.) Bak. http://www.youtube.com/watch?v=CK0gkHX3crI; 10 Şubat 2009.

3.) Barak Ravid, “Disinformation, secrecy and lies: How the Gaza offensive came about”, Haaretz, 31 Aralık 2008; bak. http://www.haaretz.com/hasen/spages/1050426.html.

4.) Jarulsalem Post, 1 Ocak 2009. Daha sonra enkazların altından 100 kadar daha ceset çıkarılacaktı.

5.) “Press Releases”, İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF), 27-31 Aralık 2008; bak. http://www idf.il.

6.) The New York Times, 2 Ocak 2009.

7.) Gazze Sağlık Bakanlığı, 3 Ocak 2009.

8.) Haaretz, agy.

9.) Tayyip Erdoğan’ın İsrail’e sinirlenmesinin nedeni, onun tarafından “arabulucu” gibi kullanılıp Hamas’ın aldatılmasına alet edilmesiydi. Üstelik saldırı kararı Hüsnü Mübarek’e bildirilmiş, ama Erdoğan bu bilginin dışında tutulmuştu. Eğer Erdoğan Siyonist Devletin bu dezenformasyon çabasına dahil edilseydi belki de bu kadar kızmayacaktı. Türk İslamcılar belli ki Siyonizme, Siyonistlerin onlara duyduğundan daha fazla güven duyuyorlardı.

10.) Yaakov Gatz, Jerulsalem Post, 29 Aralık 2008, s.1. İsrail savunma bakanlığı Haziran 2006?da Lübnan’ı işgal ettiğinde de, bir hafta sonra Hizbullah’ın roket kapasitesini yarıya indirdiğini iddia etmiş, ama sonda ağır bir yenilgi alarak geri çekilmek zorunda kalmıştı. 

11.) Durum Raporu, Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinasyon Bürosu, 2 Ocak 2009, bak. http://www.ochaopt.org/documents/ocha_opt_gaza_situation_ report_2009_01_02_english.pdf. 

12.) As-Sa r (Lübnan), 4 Ocak 2009. 

13.) 26 Ocak 2009, Lübnan al-Manar TV kanalının Beşşar Esad ile mülakatı, bak. http:// www.almanar.com.lb/NewsSite/NewsDetails.aspx?id=71641&searchText=Intervie w%20assad&language=en. 

14.) Hamas’ın bu seçim başarısını ABD ve İsrail de beklemiyordu, aksi takdirde “terörist” olarak kabul ettikleri bu örgütü seçimlere katılmaktan menedecekleri açıktı. 

15.) Der Spiegel, 28 Ocak 2006.
16.) Gazeteler, 27 Aralık 2008; bak. http://www.guncel.net/gundem/dunya/2008/12/27/mesal-den-ucuncu-intifada-cagrisi.htm; http://www.islamidavet.com/halid-mesalden-3intifada-cagrisi.html
17.) “Abbas saldırılardan Hamas’ı sorumlu tuttu”, Timeturk, 28 Aralık 2008, bak. http:// www.timeturk.com/Abbas-saldirilardan-Hamasi-sorumlu-tuttu-42833-haberi.html. 
18.) The Washington Post, 31 Aralık 2008.
19.) Globe and Mail, 1 Ocak 2009.
20.) Associated Press, 2 Ocak 2009.
21.) Haaretz, 29 Eylül 2008.

22.) Gara (İspanya), 15 Şubat 2009.

23.) Gara, 20 Şubat 2009.
24.) Ibid.

25.) Mahmud Abbas’ın 28 Ağustos 2008’de El-Arabiye televizyonuyla yaptığı görüşme.

26.) Bak. http://www.wds.worldbank.org/external/default/WDSContentServer/WDSP/IB/2007/08/16/000020439_20070816102251/Rendered/PDF/382071GZ0v1.pdf 

27.) 7 Aralık 2007, bak. http://caliber.ucpress.net/doi/abs/10.1525/.

28.) La Vanguardia, 6 Şubat 2006.

29.) PCPSR, bak. http://www.pcpsr.org/survey/polls/2009/p31epressrelease.html. 30. Daily Telegraph, 9 Şubat 2009.