Yugoslavya deneyimi ve kaderini tayin hakkı

Yugoslavya deneyimini tarihsel olarak incelemek aslında Mesafe dergisinin, güncel politik olaylara dair çözümlemeler yapma ve somut politikalar üretme amacının dışında kalmaktadır. Fakat Yugoslavya deneyimi Türkiye sosyalistleri tarafından bile yeterince bilinmemekte, buna rağmen ulusal sorun bağlamında sıkça örnek olarak gösterilmektedir.

Bu yazının temel hedefi, Yugoslavya deneyimi çerçevesinde ulusların kendi kaderini tayin hakkını tanımak ile siyasal demokrasi arasındaki ilişkiyi incelemek olacaktır.

Yazının tarihsel olarak bizleri ilgilendiren üç bölümünden birincisi, Titoculuk ile Kremlin arasındaki husumete değinmektir. İkincisi ise, günümüzde dahi tamamlanmamış olan Yugoslavya’nın parçalanma sürecini değerlendirmektir. Son olarak ise, Yugoslavya’nın parçalanması sürecinin devrimci Marksistler arasında yarattığı ayrışmanın incelenmesidir. 

Umuyoruz ki Yugoslavya deneyimini ele almak pek çok güncel konuya da açıklık getirmeyi kolaylaştıracaktır. Kosova’nın bağımsızlığını yakın dönemde kazanmış olması dünya solunu, bağımsızlığı destekleyenler ve desteklemeyenler olarak ikiye böldü. Bunun yanı sıra Yugoslavya coğrafyasında ulusal sorun tüketilmiş ve çözüme ulaşmış bir sorun değildir ve yeni sıkıntılara gebedir. Birleşmiş Milletler’in (BM) dünyadaki pek çok katliamı ısrarla tanımayıp, Yugoslavya’da işlenmiş onlarca insanlık suçuna rağmen Temmuz ayında yeniden Strebrenitza katliamını -ama yalnızca onu- kınamak için bir araya gelmesi ve tam da bu dönemde bazı sosyalist araştırmacıların Strebrenitza’nın bu boyutta yaşanmamış olabileceğine dair kimi araştırmaları yayımlanması(1) bizi Yugoslavya deneyimini incelemeye iten bir başka etmendir.

İkinci Yugoslavya Deneyimi: Boşlukta Sallanan Adam(2)

Birinci Yugoslavya’nın (1919-1941) kurulmasında üç temel etkenin varlığından bahsedilebilir:

1- Hırvatistan, Avusturya-Macaristan’ın baskısı; Slovenya ise, Alman emperyalizminin sürekli tehdidi altında idi. Bunlara Makedonya ve Sırbistan’ın diğer Balkan ülkelerinden aldıkları tehditleri de ekleyecek olursak Yugoslav halklarının bir devlette federatif olarak birleşmesi esasında dış güçlerden korunma anlamına gelecekti.

2- Bu ufak Balkan ülkelerinin az gelişmiş ekonomileri böylesi bir dayanışmaya muhtaçtı.

3- İngiliz ve ABD emperyalizmi tarafından “Sloven, Sırp ve Hırvatların” devleti olarak bir Yugoslavya’nın ilan edilişi gelecekteki olası bir Alman, Rus ve İtalyan basıncını engelleyecek ve de emperyalizm adına denetimi kolaylaştıracaktı.

Sonuç olarak ise, I. Yugoslavya deneyimi, Sırp krallığının diğer halklar üzerindeki otokratik basıncını perçinlemeye çabaladığı bir dönem olarak tarihe geçecekti. 

Rejim Sırp, Sloven ve Hırvatların dışındaki tüm hakların (Arnavut, Makedon, Boşnak, Karadağlı, Çingene, Türk…) varlığını yadsıyordu. Bu koşullar altında, komünist partinin bir federasyon etrafında devrimci bir birleşme ile yeni bir Yugoslavya fikrini savunması, komünist hareketin güçlenmesi için bir temel oluşturacaktı. Öyle ki, daha 1920 yılına gelindiğinde Yugoslavya Komünist Partisi Avrupa’nın en güçlü komünist partilerinden biri haline gelmişti. Ancak bu dönemde dünya devrimci durumundaki geri çekiliş Yugoslavya’ya da yansımış, YKP yasaklanmış ve yeraltına çekilmişti. 1929 yılına gelindiğinde yapılan darbe ise, partinin şehirlerdeki üstün gücünün erimesi ve küçük burjuvazinin rejime bağlanması sonucunu doğurmuştu.

Ancak YKP’ye en ağır darbeyi vuran yine burjuvazi olmadı. Stalin’in kontrolündeki III. Enternasyonal o sıralarda aşırı sol bir çizgi izlemeye başlamıştı. Bunun üzerine YKP, 1929’da sendikaların ve meclisin yasaklandığı, anayasanın lağvedildiği ve YKP’nin gücünün eridiği bir dönemde, ayaklanmacı bir çizgiye geçerek partinin uzun bir süre politika sahnesinden geri çekilmesine yol açacaktı.

Bu geri çekiliş sürecinde ise, parti genel sekreteri Gorkiç Rusya’ya yerleşecek ve de parti tamamıyla Kremlin bürokrasisinin kontrolüne girecektir. Yugoslavya içerisinde ise, bir Stalin yetişiyor yarışmasında bayrağı örgütlenme sekreterliğine atanan Tito üstlenecektir. 

Tito’ya verilen ilk görev İspanya’da faşistlerle çarpışmak üzere Yugoslavya’dan bir tugay örgütlemek olur. 500 devrimciden oluşan bu tugayın yarısı İspanya’da kahramanca çarpışıp canlarını verirken, kalan yarısı SSCB’ye geri gönderilir. İspanya deneyiminin tugaya kattığı antisalinist ruh, Stalin tarafından YKP içerisindeki muhalefeti susturmak için en iyi şekilde değerlendirilir. Öncelikle tugaylar, sonrasında da YKP içerisindeki tüm muhalifler (hatta MK’nın Tito haricindeki tüm üyeleri) partiden tasfiye edilirler. Bu süreçte Tito da Stalin’in eleştirilerine maruz kalmasına rağmen gelen tüm emirleri harfiyen uygulayıp, Stalinizme duyduğu sadakati ilan eder.

Bu inişli çıkışlı süreçler 1941’e kadar sürer. 1941’de İtalyanlar ve Almanlar Yugoslavya’yı işgal ederek Nazi yanlısı sömürge hükümetleri kurarlar. Bu işgale karşı ise Yugoslavya’da iki karşı koyuş odağı oluşur. Birincisi Sırp hanedanlarına bağlı General Mihayloviç’in ırkçı Çetnikleri, ikincisi ise Tito’nun çok uluslu Partizanlarıdır.

Bu sırada, Stalin Hitler ile imzaladığı saldırmazlık paktından ötürü, Partizanları değil, Nazi yanlısı Hırvat Krallığını destekler. Kremlin’in desteğini yitiren Tito ise tam da bu dönemde, Stalinist burjuva demokratik devrim tezinin yerine, işçi sınıfının iktidarı doğrudan ele geçirebileceği tezini savunmaya başlar. Ancak dünya arenasında kartlar yeniden dağılır, Hitler SSCB’ye savaş açar. Buradan hareketle yüzünü yeniden Yugoslavya’ya dönen Stalin’in basıncıyla Tito, kurduğu özel proleter tugayları ve “işçi devleti inşası” fikrindense, “öncelikli görev” olarak Nazileri yenmek ve bu uğurda İngiliz desteğini kazanmak için halk cephesi politikalarına geçiş yapar.

Bundan sonra Partizanların temel uğraşı, İngilizlerin önerisi doğrultusunda faşist Çetnikler ile birleşerek Nazilere karşı bir direniş hattı oluşturmak olur. Ancak Çetniklerin bu öneriye karşı gösterdikleri “ilkeli tavır” Stalinist halk cephesi politikasının hayata geçişini engeller ve Çetnikler bu kez Naziler ile birleşerek Partizanlara saldırmaya başlarlar.

Güçleri artık 300.000 silahlı milise ulaşan Partizanlar, geleceğin Yugoslavya’sının temeli olan Antifaşist Ulusal Kurtuluş Konseyi’ni kurarlar (AVNOJ). Demokratik oylamalarla oluşmuş olan bu konseyin yönetimi YKP’nin MK’sından oluşur. Buna ek olarak, ülkedeki tüm burjuvaların topyekun Nazileri desteklemeye geçişi, AVNOJ içerisinde burjuvazi ile iş birliği halindeki bir halk cephesi ihtimalini dışlar. Bu dönemde silahlı Partizanların sayısı 800.000’e kadar çıkmıştır.

Ekim 1945’te ise, Nazilerin nihai yenilgisi ile beraber tüm Nazi destekçilerinin mallarına el konulmuş, bu da ülkede burjuvazinin mülksüzleştirilmesini, bankaların ulusallaştırılmasını, mecburi dış ticaret tekeli konmasını ve de tüm iktidarın AVNOJ’da toplanmasını sağlamıştır. Bu bağlamıyla Yugoslavya deneyiminin önderliğinin değil ama tarihin zorlamasıyla bir sürekli devrim niteliği kazandığını söylemek hiç de abartılı olmaz.

Moreno’nun terminolojisi ile konuşacak olursak, tam bir “Şubat devrimi” yaşanmış ve Yugoslavya Federatif Halk Cumhuriyeti ilan edilmiştir. Ancak bu durum Yalta Antlaşması’na aykırı olduğundan (Yalta’ya göre Belgrat’ın batısının kapitalizme bırakılması gerekirdi) Tito’nun Ekim ayında Belgrat sokaklarında Stalin resimleri ile kutladığı ve SSCB ile birleşmek amacı ile yapıldığını söylediği devrim, Stalin tarafından kınanacak ve yalnız bırakılacaktır.

Bu durum karşısında küçük ekonomisi ile ayakta duramayacağını anlayan Tito, SSCB ile birleşme hayalleri suya düşünce; içerisinde Yugoslavya, Yunanistan, Romanya ve Bulgaristan’ı barındıran bir Balkan Sosyalist Devletler Federasyonu’ndan yana tavır alır. Ancak bu tavır da, Yunanistan’da Yalta uyarınca devrimin boğazlanması ve diğer Balkan devletlerinin Doğu Bloğu’na kesin katılımı ile hayata geçemez.

Sonuç olarak Yugoslavya, başta Sırp, Hırvat, Sloven, Makedon, Boşnak ve Arnavut olmak üzere çok sayıda halk ve aynı halklar içerisinde dahi var olan pek çok farklı din ve mezhep ile beraber kendi kaderine terk edilir. 1950’li yılların sonundan itibaren ise, piyasa sosyalizmi uygulamaları ile “özyönetim”in gücü kısılır, adım adım kapitalist restorasyon başlar.

Yugoslavya Deneyimi ve Sonrası: Benim Hüzünlü Halklarım

Burada ayrıntısı ile değinemeyeceğimiz savaş sonrası Yugoslavya konusunda, son derece kısa şeklinde şunları aktarmak önemli olacaktır:

Kuruluşu sonrasında da Yugoslavya ve Kremlin arasındaki ilişkiler iniş çıkışlar yaşamış, ancak Kremlin sonunda Yugoslavya’yı faşist ilan ederek tüm ilişkilerini kesmiştir. 1950 yılında Yugoslavya’da İşçi Özyönetimi Kanunu geçmiştir. Özyönetim deneyimi hiçbir zaman adının çağrıştırdığı karşılığa ulaşmamış olsa da, yine de planlı ekonominin bürokrasice denetlenen garantisi olmuştur. 1953 yılına gelindiğinde ise, toprakların %80’i özel mülkiyete açılmış, piyasa sosyalizmi çalışmalarına girişilmiştir. 1965’te ise piyasa yasalarında ciddi genişlemeler yaşanmıştır. Bunun bilançosu olarak Yugoslav işçi sınıfının unuttuğu bir kâbus geri döner, kitlesel işsizlik ve enflasyon baş gösterir. 1968’de de dünya ile paralel olarak, ancak bu kez kapitalist restorasyona karşı, işçi grevleri ve öğrenci direnişleri başlamış, ama bunların tamamı bastırılmıştır. Bu yıl Kosova sorunun da çıktığı yıldır. Bu sorun ise, Tito’nun bir manevrası ile Kosova’nın Özerk Bölge olarak tanınmasıyla birlikte kısa süreliğine de olsa çözülecektir. 1980’li yıllara gelindiğinde ise Kosova’da ulusal sorun yeniden hortlar.(3)

Tito YKP’sinin ulusal soruna yaklaşımı iki gereksinimden kaynaklanıyordu. Birincisi, YKP’nin giriştiği ulusallaştırmalar bir işçi devletinin inşasının yolunu açmış ve bu durum bölgedeki çeşitli uluslara dahil proleterlerin desteğini gerektirmiş, dolayısıyla da sağlam bir federal sistemin inşası için temel ulusal haklar (4 resmi dil, cumhuriyet hakkı, anadilde eğitim hakkı vs.) tanınmış; böylece halklar arasındaki eski sömüren-sömürülen ilişkisinin zemini yok edilmişti; öyle ki, Makedon, Boşnak ve Arnavut gibi en yoksul halklar bile, böylesi bir birlikten ekonomik olarak oldukça olumlu bir şekilde etkilenmekteydi. Ama öte yandan bürokrasinin başından beri inşa ettiği sorgulanamaz üstünlüğü ve dünya kapitalizmi ile oluşturduğu ittifaklar (bağlantısızlar hareketi), işçi sınıfının dizginlenmesi ve baskı altında tutulması sonucunu doğuruyordu. Bu bağlamda, halkların ve işçi sınıfının (herhangi bir burjuva demokrasisine göre çok geniş olsa da) kısıtlanmış haklarından da ödünler verilmeye başlanıyordu.

Bu durum Yugoslavya’nın devlet yapısında kendini gösteren bir karakterdi. Sammary bu durumu şöyle özetler: “Yani çok uluslu Yugoslavya bazı bakımlardan federalist (Cumhuriyetlere kendini dayatan bir merkezin yasaları) bazı bakımlardansa konfederalist (veto hakkı) bir devletti.”

Yugoslavya’da ulusal sorunun böylesine büyük olmasının sebebi aslında hiçbir cumhuriyetin ulusal olarak homojen bir yapıya sahip olmamasıdır. Bunu rakamların yardımı ile kısaca açıklayacak olursak; en homojen bileşim Slovenya’dadır ve Slovenler nüfusun %87,6’sını oluşturur. Hırvatistan’ın %77,9’u Hırvat’tır. Karadağ’da Karadağlılar %68, Makedonya’da Makedonlar %67, Sırbistan’da Sırplar %70’lere ancak dayanır. Bosna-Hersek’te ise nüfusun ancak %43,7’si Boşnaklardan oluşmaktadır.(4)

Ancak bu somut durum ulusal sorunu çözümsüz kılmaz. Zira İkinci Yugoslavya deneyimi halkların bir arada yaşamasının, hatta nasıl birlikte mücadele edebileceklerinin en iyi göstergesidir.

Hal böyle ise, Yugoslavya’nın parçalanması nasıl gerçekleşmiştir? Yoksa Yugoslavya’da tüm halkları bir arada tutan tek harç karizmatik lider Tito mudur? Ya da katil Miloşeviç tek başına Büyük Sırbistan hayali ile tüm Yugoslavya’yı kana mı boğmuştur? Yoksa (en yaygın safsataya gelecek olursak) hazır Sırp yapımcılarla arasından su sızmıyorken Sırplığını ilan eden Boşnak asıllı yönetmen Emir Custurica’nın filmlerinde anlattığı gibi: Savaş ve bölünme bu topakların geleneğinde mi vardır?

Parçalanan Yugoslavya: Bombalar Kimin İçin Düşüyor?

Parçalanan Yugoslavya’yı ve yaşanan katliamları en kısa şekliyle açıklayacak olursak kullanacağımız deyim “kapitalist restorasyon” olacaktır.

Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecine girişiyle, emperyalizm dünya pazarını yeniden paylaşmaya girişti. Burjuvazinin hala yeterince mülk sahibi olamadığı coğrafyalara, uluslararası sermaye ve bürokrasi artığı mafyalar hücum etmekte idi. Ancak Yugoslavya’ya, uzun soluklu bir piyasa sosyalizmi (yani karşıdevrim) sürecinden sonra nihai darbe ancak katliamlar ve de bitmez tükenmez savaşlarla vurulabildi.(5) 

Yugoslavya sürecinin böyle işlemesinin iki temel nedeni vardır. Yugoslav halklarının bir arada kalabilmesinin tek garantisinin, bürokrasinin denetimi altında da olsa bir işçi devletinin varlığı olduğu açıktı. Bunun yanı sıra piyasa sosyalizmi süreciyle serpilmiş ulusal burjuvazilerin gelişim düzeyleri birbirinden farklı olmuş ve bazıları (özellikle Slovenya ve Hırvatistan) diğerlerinden daha zengin oldukları için, yoksul cumhuriyetlerin yükünü çekmek istememişlerdi. İkincisi ise, bölgede tek odaklı bir emperyalist çıkar yoktu. Yugoslavya dünya burjuvazisinin çeşitli manevralarla bir diğerinden koparmaya çalıştığı bir pazar halini almıştı.

Yugoslavya’daki burjuva ve küçük burjuva önderliklerinin çözmesi gereken bir başka sorun daha vardı: Kapitalist restorasyonun kitleleri sürüklediği işsizlik ve enflasyon sonucu kitlelerdeki yaygın hoşnutsuzluk. Bu hoşnutsuzluk, enternasyonalist bir partinin olmadığı ve sınıf mücadelesinin bastırıldığı koşullar altında aşırı milliyetçi kanallara sevk edilebilirdi.

Yugoslavya’da nüfus olarak en kalabalık olan halk Sırplardı. Ve yaygın kanının aksine, 1990’lı yıllara değin Yugoslavya’nın yönetiminde Sırplar büyük bir rol oynamamıştır. Ayrıca bu yıllarda Sırbistan’ın milli geliri Slovenya veya Hırvatistan’ın milli gelirlerinin ancak yarısına denk gelmektedir. Buna rağmen ABD açısından nüfusun ve federal ordunun büyük çoğunluğunu elinde bulunduran Sırplar ile işbirliği yapmak ve onların önderliğinde Yugoslavya’da kapitalist restorasyonu gerçekleştirmek en mantıklı çözüm idi. Ancak kapitalist restorasyonun kitleleri sürüklediği hoşnutsuzluk kısa sürede Kosova sorunu da bahane edilerek (1989 yılında Kosova’nın cumhuriyet olma hakkı elinden alınmış ve Kosova’da anadilde [Arnavutça] eğitim  yasaklanmıştı) milliyetçi bir kanala akıtılmıştı.

Alman emperyalizmi ise II. Dünya Savaşı sonrasında kaybettiği gücü telafi etmek için boş durmadı ve Hırvatistan ile Slovenya’nın bağımsızlığını açıktan destekledi. Hırvatistan ve Slovenya’daki burjuvalar, Avrupa ile ekonomik yakınlaşma olanaklarını görerek bağımsızlıklarını ilan ettiler. 

Karşılık olarak hoşnutsuz Sırp kitlelerinin bir cevaba ihtiyacı vardı ve bu cevap Miloşeviç’in ağzından net bir biçimde çıkmıştı: “Hırvatlar ayrılmaktan yana özgürdürler, fakat Sırpları hiçbir yere götüremezler”. Bu cümle Yugoslavya’da savaşın başladığının habercisiydi.

Gelelim ABD emperyalizmine. Onun yozlaşmış işçi devletlerinin kapitalizme entegrasyonu sürecinde önlemesi gereken iki büyük tehlike vardı. Birincisi -ve en korkutucusu- işçi sınıfının seferberliği idi. Ancak bu konuda emperyalizm Polonya’daki seferberliği sonlandırarak inisiyatifi ele geçirmişti. Şimdi sıra ikinci tehlikeden sakınmakta idi: geniş pazar boşluklarından faydalanarak kendisi ile rekabet edebilecek güçte yeni bir emperyalist kutbun yaratılmasını engellemek!

Slovenya ve Hırvatistan’ın ayrılması sürecinde kontrolü yitiren ABD için Sırpların başlattığı savaş yeni bir fırsat sunmuş oldu. ABD için NATO en önemli araçtı. NATO’nun asker gücü ve etkinliğinin artması demek, ABD’nin askeri ve politik olarak baskın olduğu bu kurum aracılığı ile ipleri tam olarak elinde tutması anlamına gelecekti. Bu durumda ABD emperyalizminin ihtiyaç duyduğu şey, Yugoslavya savaşının uzaması ve bu süreçte NATO’nun müdahalesini meşrulaştırmak oldu.

Müdahaleyi meşrulaştırmak için bir Hitler imajı hazırdı. O güne değin ABD ile ilişkileri iyi olan Miloşeviç bu konuda en uygun figürdü. Ancak savaşın Hırvatistan ile Sırplar arasında geçmesine müsaade edilemezdi, çünkü bu yatırımların yara alması sonucunu doğuracaktı ve taraflar yenişemiyordu. Yeni kurban ise çok çabuk bulundu: Kendi nüfus yapısı ile bir küçük Yugoslavya olan Bosna-Hersek.

Birdenbire(!) olan oldu ve Bosna-Hersek’teki Sırp Cumhuriyeti’ni koruma amacıyla Miloşeviç Bosna-Hersek’e saldırıya geçti. Çok geçmeden Hırvatlar da Hırvat nüfusunu koruma gerekçesiyle Bosna-Hersek’e saldırdı. Bu süreç savaşın dört yıl uzamasına sebep olacaktı.

Milliyetçi önderlikler, ulusal sorunun çözümünü ulusal olarak homojen ülkeler yaratmakta görüyorlardı. Özellikle Miloşeviç’in Büyük Sırbistan olarak adlandırılan fikri bu temelde inşa edilebilirdi. Milliyetçi önderlikler için homojen uluslar oluşturmanınsa yalnızca iki yöntemi olabilirdi: Katliamlar ve tecavüz… Bu katliamlar ve tecavüzlerin emperyalizm için çok iyi bir anlamı vardı: NATO müdahalesinin meşrulaşması, askeri gücün arttırılması ve sonuç olarak da kapitalist restorasyonun garantörlüğü…

LIT-CI saflarında ayrışma: Babalar ve Oğullar

Yugoslavya’nın parçalanması sürecinde dünya Sol hareketi içinde pek çok tartışma ve ayrılık yaşandı. Biz bu tartışmalara daha çok ortodoks Troçkist hareket cenahından katıldık, o açıdan izledik. Bu bağlamda Uluslararası İşçi Birliği-Dördüncü Enternasyonal (LIT-CI) içinde gelişen tartışma oldukça öğreticidir. LIT-CI’nin V. Dünya Kongresi sırasında CITO (Ortodoks Troçkizm Uluslararası Merkezi) diye bilinen bir kanat Yugoslavya politikaları üzerinden LIT-CI’den kopmuştu. Kuşkusuz bu kopmanın ardında yatan ve o dönemde LIT-Ci’nin içinden geçmekte olduğu krizin pek çok öznel ve nesnel nedeni vardı. Bununla birlikte bir şekilde Yugoslavya sorunu üzerinden kendini somutlayan bu tarihsel kopuş, sadece Yugoslavya bağlamında da olsa incelenmeye değerdir.(6)

İçerisine girdiği kriz ve güçsüzlük döneminde LIT-CI Yugoslavya sorununu, emperyalizmin yeni dünya düzeni içerisinde kendisine kapitalist restorasyonlar aracılığıyla yeni sömürge devletleri yaratmasına paralel olarak okudu. Emperyalizm bu doğrultuda çeşitli demokratik gericilik yöntemleri uyguladığı gibi NATO aracılığıyla yapılan askeri müdahaleleri de sürdürmekteydi. LIT-CI bu saiklerle Yugoslavya’da NATO müdahalesine karşı çıkan devrimci bir çizgiyi izledi. Ancak LIT-CI’nin çizgisini devrimci yapan şey yalnızca Yugoslavya halklarının NATO müdahalesine karşı desteklenmesi değil, süregiden iç savaşlara karşı da kaderini tayin hakkını savunarak halkların gönüllü birliğinden ve seferberliğinden yana olması idi.(7) LIT-CI’nin, “Bosna’ya İşçi Yardımı” kampanyası da bu amaçla gerçekleşmişti. Bu kampanya, Bosnalılar ile dayanışmak ve emperyalizmin tahakkümü yerine Bosna halkını tanımak amacını taşıyordu. Bu çerçevede LIT’in İspanya seksiyonun başını çektiği girişimlerle Bosna’ya çeşitli yardım konvoyları ulaştırılmıştı.

Asıl konumuza geçecek olursak, CITO’nun dediğine göre ise LIT önderliği bu süreçte revizyonist bir çizgiye sapmıştı. CITO’nun önceliği, bürokratik işçi devleti Yugoslavya’yı savunmak üzerine kurulu idi. Yani CITO, NATO müdahalesine de, ulusal önderliklerin ayrılma hakkını tercih etmesine de karşı çıktı. Buna ek olarak LIT-CI’nin, emperyalizmle işbirliği içerisine girdiğini ve revizyonistleştiğini söyledi.

CITO’nun çizgisini, yalnızca sekter değil, aynı zamanda da zaman dışı kılan şuydu ki; Slovenya ve Hırvatistan’ın ayrılması ve de Bosna savaşının başlaması ile beraber geride bir Yugoslavya kalmamıştı. Yani CITO var olmamasına rağmen yine de bir Yugoslavya’yı desteklemekte ısrarcı idi.

Ancak politika, var olmayan devletlerin ya da seferberliklerin savunusu ile yaratılan boşlukları doldurur: CITO’nun Yugoslavya’nın savunusu çizgisinin somut karşılığı Miloşeviç kontrolünde kalan (Üçüncü) Yugoslavya’nın savunulması haline gelir.

Miloşeviç destekçiliği ise, uzun yıllar sol içerisinde çokça yankı buldu. Bir kısım solcular, CITO ile aynı sebeplerle desteğini sunarken, bazı “solcular” ise Miloşeviç’in NATO karşısındaki konumunu kahramanca bir antiemperyalist direniş olarak niteleyerek Miloşeviç’e koşulsuz desteklerini sundular (Türkiye’de İşçi Partisi için Miloşeviç hâlâ bir kahramandır)

Bu konuya nokta koymadan önce, LIT-CI’nin “Bosna’ya İşçi Yardımı” kampanyasına dair 2004 yılında bir özeleştiri yaptığını da eklemekte fayda var. LIT-CI kendi bilançosunda uluslararası bir kampanya olan bu kampanyanın, ulusal parti inşaları için bir araç olarak kullanıldığını ve bu yöntemin yanlış olduğunu belirten bir bilanço çıkarmıştır.(8)

Kosova Savaşları ve Bağımsızlığı: Körleşme

Bosna savaşı sırasında Makedonya da Yugoslavya’dan  ayrılmış ve Yunanistan’ın tacizlerine terk edilmişti. Uzayıp giden savaşın sonunda da, ABD yeterli dengeleri tutturduğu ve silah tacirlerini doyurduğu anda, NATO müdahalede bulunmuş, nihayet Bosna-Hersek’in bağımsızlığı da tanınmıştı.

Bosna-Hersek yeni kurulan hükümetlerin sömürge karakterlerini en iyi açıklayabilecek örnektir. Bosna-Hersek’in anayasası parlamento tarafından oluşturulmamış, bizzat BM tarafından ihsan edilmiştir. Merkez Bankası’nın başkanı IMF tarafından atanır. Bosna’da hâlâ parlamentonun yetkileri sınırlıdır ve hızlı kararlar alabilmesini engelleyecek çok büyük bir bürokrasiye sahiptir. Asker sayısı da sınırlıdır ve ülkede NATO’nun kalıcı “barış” birlikleri yer almaktadır.

Bu dönemde bir şekilde paylaşılmamış olan tek ülke ise Üçüncü Yugoslavya idi. Yugoslavya’da ikincisinden geriye Sırbistan, Karadağ ve Kosova kalmıştı ve bu coğrafya henüz emperyalizmin doğrudan denetimi altında değildi.

Üçüncü Yugoslavya’nın da emperyalizmin denetimine geçebilmesi bir başka ulusal sorunun ayyuka çıkması ile mümkün oldu. Bu kez etnik katliamlar Kosova’da gerçekleşiyordu.

1988’de Yugoslavya’da Kosova’ya yapılan baskılara karşın (Arnavutça yasaklanmış, özerklik statüsü kalkmıştı), çoğunluğu Arnavut sosyalistlerinden oluşan gruplar tarafından Kaçanak Anayasası hazırlanmış ve Kosova’nın bağımsızlığı ilan edilmişti. Ancak çok geçmeden bu hareketlilik Sırplar tarafından bastırılacaktı.(9)

Bu dönemde Arnavut sosyalistlerinin temel perspektifi “sosyalist” Arnavutluk ile birleşerek “Büyük Arnavutluk”u kurmaktı. Ancak Yugoslavya’nın parçalanış süreci ve de Kosova Kurtuluş Ordusu’nun (UÇK) içerisindeki üç kanattan ulusalcı ve ABD ile yakın ittifak halinde olan kanadın UÇK içerisindeki tüm kontrolü eline alışı ile beraber, bu perspektif terk edilmişti. Bunun sonrasında UÇK tam olarak ABD ile işbirliği içinde hareket etmeyi sürdürdü.(10)

Sadece Kosova’da değil, aynı zamanda Yugoslavya üzerindeki denetimini de arttırmak isteyen ABD, artan etnik çatışmaları fırsat bilerek (hatta açıktan destekleyerek) Fransa’da bir uluslararası toplantı düzenlendi. Rambouillet Şatosu’nda yapılan görüşmelerde, Yugoslavya ile UÇK aynı düzeyde kabul görmüştür. Hazırlanan anlaşma metninin seksene yakın maddesi Kosova’yı değil, doğrudan doğruya Yugoslavya’yı ilgilendirmektedir. Anlaşmadaki Ek B maddesi, NATO’nun Karadağ dâhil Sırbistan’da ne gibi haklara sahip olduğunu karara bağlamaktadır. Bunların arasındaki Ek B Nokta 8, tüm NATO donanımının, araçlarının, gemilerinin, uçaklarının ve personelinin Yugoslavya’nın her köşesinde ülkenin tüm olanaklarından yararlanmasını karara bağlamaktadır. Nokta 2’de ülkenin tüm yollarının, demiryollarının, limanlarının, havaalanlarının hiçbir ödeme yapılmaksızın NATO tarafından kullanılabileceği yazılmıştır. Nokta 15’de, Yugoslavya’nın tüm iletişim ve haberleşme araçlarının NATO tarafından karşılıksız kullanılabileceği ve kontrol edileceği kaydedilmiştir. Söz konusu kontrole ülkedeki tüm radyo yayınları da dâhildir. Anlaşma taslağı ayrıca üç yıl içinde tarafların Kosova’nın nihai statüsünü görüşmek üzere yeniden bir araya gelmesini önermiştir. Yugoslav yönetimi, Kosova’ya üç yıllık bir geçiş döneminden sonra bağımsızlık imkânı sağlamayı öngören ve NATO güçlerine sadece Kosova’da değil, bütün Yugoslavya’da ayrıcalıklar tanıyan bu anlaşma taslağı metnini reddeder.(11)

Rambouillet görüşmelerinin olumsuz sonuçlanması burjuva basın tarafından Sırpların soykırım kararlığı olarak sunulmuş böylece de bir NATO müdahalesinin daha önü açılmıştır. Bu dönemde yapılan NATO müdahalesi uluslararası anlamda ve NATO’nun niteliksel dönüşümü anlamında en az Yugoslavya’ya yapılan bundan önceki müdahale kadar önemlidir. Çünkü bu müdahale bir devletin (Üçüncü Yugoslavya) egemenliğinin silahlı ihlalini içerdiği için BM antlaşmasının çiğnenmesi anlamına gelmekteydi. Ancak bu küçük sorun da, İkinci Kosova Savaşı’nın “meşruiyeti” sayesinde, BM’nin 50. kuruluş yıl dönümünde çözülür. NATO “Yeni Stratejik Konsept” ile yeni bir işlev kazanır. Yeni Stratejik Konsept uyarınca NATO bundan sonra “görev alanı dışı” olarak tanımlanan bölgelere de askeri harekât düzenleme hakkına sahip olacaktır. Bahsi geçen Yeni Stratejik Konsept daha sonra Afganistan müdahalesi için de bir dayanak sağlayacaktır.(12)

NATO’nun Yugoslavya’ya yaptığı hava bombardımanı ise, Yugoslavya’nın yenilip 1999’da Rambouillet’in tüm maddelerini kabul etmesi sonucunu doğurur. Böylece Yugoslavya da ABD’nin kontrolünde bir ülke haline gelecek, kısa bir süre sonra da birkaç bin kişilik bir seferberlik ile Miloşeviç “devrilecektir”. Ancak müdahalenin bir başka uluslararası sonucu daha olmuştur. Rusya’nın Yugoslavya ile yakınlaşma çabası ile BM içerisindeki etkisini arttırma denemesi boşa çıkartılmış ve tüm bu süreç ABD’nin inisiyatifi elinde bulundurması ile tamamlanmıştır.

Kosova ise, üç yıllığına resmen Yugoslavya toprağı olmayı sürdürmüş, ancak BM’nin hukuki ve fiili “koruması” altında bulunmuştur. Üç yılın sonunda da Rambouillet’e dayanarak Kosova bağımsızlığını ilan etmiştir.

Kosova’nın bağımsızlığı, bir elinde Kosova bir elinde ise ABD bayrağı olan kutlamacılarla simgeselleşecekti. Bu durum da dünya solunu yine ikiye bölmüştü. Kaderini tayin hakkı çerçevesinde Kosova bağımsızlığını tanıyanlar ve esas düşman emperyalizmdir deyip, ayrılmaya karşı çıkanlar…

Bu soruna da kısaca değinecek olursak, kaderini tayin hakkının ezilen ulusun bir hakkı olduğu ve de bu hakkın ezilen ulus tarafından nasıl kullanılacağına karışılamayacağını söylemek dahi Kosova’nın bağımsızlığını tanımayı gerekli kılacaktır. Peki, buna karşı emperyalizm ile aynı safta kaldığımızı iddia eden saf dillilerin ufacık da olsa haklı oldukları bir nokta yok mudur?

Maalesef yoktur. Çünkü Kosova’nın bağımsızlığını tanımamak, Sırp şovenizmine destek sunmak anlamına gelecektir. Ayrıca Sırp şovenizminin desteklenmemesin tek sebebi sadece ulusalcı bir gericilik taşıması değildir. Aynı zamanda her ulusalcılık emperyalizmle sıkı ilişkileri şart koşar. Çünkü çağımız emperyalist kapitalizmin çağıdır. Sözgelimi bugün Kosova’nın Sırbistan’a bağlı kalmasını istemek, yalnızca Arnavut halkını büyük yoksullukların yanı sıra Sırp kıyımına teslim etmek anlamına gelmeyecektir. Dahası, Sırp ulusalcıları (ve hatta faşizan partiler dahi) emperyalizm ile ilişki içerisindedir ve yarısömürge konumunu kabullenmişlerdir. (Hatırlayalım Rambouillet’i tanıyan ve bir yarısömürge pozisyonunu kabullenen kişi Miloşeviç’in kendisi idi). Sonuç olarak da Kosova’nın bağımsızlığını tanımamak onu bir nebze dahi olsa emperyalizmden bağımsızlaştırmayacaktı.  

Öte yandan Yugoslavya müdahalesini kitleler gözünde “meşru” kılan şey, yine Kosova sorunu idi. Kosova’da bir uluslararası sömürgenin kurulabilmemsini sağlayan şey de yine Sırplar’ın bölge üzerindeki baskısı/kıyımı idi. Bu durumda Kosova’nın kaderini tayin hakkının tanıması, esasında antiemperyalist bir mücadele için de temel oluşturacak bir adım olabilecekti. Baskıcı Sırp rejiminin de temel dayanağını sarsacaktı. Kaldı ki, bir Balkan Birleşik Sosyalist Devletler Federasyonu da ancak böylesi bir harç ile birbirine tutturulabilir. Tıpkı, YKP’nin Avrupa’daki en güçlü KP haline gelirken izlediği yol gibi…

Kaderini Tayin Hakkı: Gün Olur 20. Yüzyıla Bedel

Tüm bu tarihsel süreç içerisinde esas olarak varmaya çalıştığımız nokta kaderini tayin hakkının tanınmasının Bonapartist ve diğer baskı rejimlerine karşı ne kadar önemli bir silah olduğunu hatırlatmak, aynı zamanda içerebileceği antiemperyalist dinamiklere işaret etmektir. Umut ederiz ki IV. Enternasyonal’in yeniden inşası yolunda kaderini tayin hakkının programatik-pratik değerinin bir nebze olsun bu gözle okunabilmesine katkı sunabilmişizdir.

Öte yandan, bölgede ulusal sorun çözülmemiştir. Yugoslavya coğrafyasının parçalanma süreci ise halen tamamlanmış değildir. Bugün emperyalizm tarafından dönem dönem Bosna-Hersek dâhil, daha başka pek çok Balkan ülkesinin, yeni küçük ülkeciklere bölünmesinin ne kadar işlevsel olacağı tartışılmakta. Ayrıca bağımsızlığına kavuşmuş olan Kosova’da yaşamakta olan yaklaşık 110.000 Sırp’ın yaşam koşulları yeni “çözümsüz” sorunların habercisi olmaktadır. Bu bağlamda güncel olarak da, Yugoslavya coğrafyası ve bir bütün olarak Balkanlarda antiemperyalist mücadele ve gönüllü birlikteliğin tek formülü hâlâ yaşlı Lenin’in ilkesel olarak tanımladığı ve koşulsuz desteklenmelidir dediği kaderini tayin hakkından geçmektedir.

Yazı süresince özetlemeye çalıştığımız Yugoslavya deneyimi, 20. yüzyıl içerisinde devrimin en verimli fırsatlarının önderliklerin tüm ihanetlerine ve beceriksizliklerine rağmen, nasıl da inatla yeniden ve yeniden yeşerdiğini bizlere göstermekte.

20. yüzyıl parti inşası ve kitlelerin devrimci seferberliği açısından Balkanlar’a oldukça eli açık davranmıştı. Ancak 21. yüzyılda, tüm seferberliklerin geri çekilişi ve tüm yenilgilerin ardından, emperyalist-kapitalizmin ektiği nefret tohumları, parti inşası için yeni imkânlar ve seferberliklerin olanakları olarak yeniden yeşeriyor.

Benim olan ve hiç bilmediğim topraklarımda da bir günümüzün, geçen asırda harcanmış tüm olanaklara ve kaçan fırsatları gösterircesine yaşanmış acılara bedel olacağının inancıyla… 

Eylül-Ekim 2010

Dipnotlar:

1.)
Bkz: “15 yıl sonra Serebrenitza: ‘Soykırım’ın politikleştirilmesi” – Edward S. Herman; internetten ulaşmak için: http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=31879.

2.) Bu bölümdeki tüm tarihsel veriler için bkz: Catherine Sammary, Parçalanan Yugoslavya ve Bosna’da Etnik Savaş, Yazın Yayıncılık, s.149-164 ve 167-174; Cenk Ötkünç, “Düğün ve Cenaze”, Sınıf Bilinci, 23-24. sayı içinde, s.86-116; Sungur Savran, “Balkanlar ve Bayraklar; Uluslararasılaşma Çağında Milliyetçilik”, Sınıf Bilinci 12. Sayı içerisinde, s.7-38; R. Craig Nation, Balkan Wars in 1991-2002, Agust 2003; “Global Security, Yugoslavia And Wold Wars”, internetten ulaşmak için: http://www.globalsecurity.org/military/world/war/yugo-hist1.htm; Paul Shoup, “Yugoslavia’s National Minorities Under Communism”, Michel Pablo, ”Evolution of Yugoslav Centrism”, 1949, internetten ulaşmak için: http://www.marxists.org/archive/pablo/1949/10/yugoslav.htm.

3.) Catherine Sammary, a.g.e.

4.) Bu verilere ilişkin olarak farklı kaynaklarda farklı rakamlara rastlamak mümkündür. Ülkelerdeki nüfus sayınları arasındaki tarih farkları ya da araştırmacıların önemsediği sayım yılları bu farklılıkların temel sebebini oluşturur. Ben 1981 ve 90’lı yıllar arasındakli verilere sahip olan aşağıdaki çalışmaları bu yazıda alıntılamak üzere kabul ettim: Tanıl Bora, Milliyetçiliğin Provokasyonu, Birikim Yayınları; R. Craig Nation, a.g.e.

5.) Yugoslavya’daki piyasa sosyalizminin bilançosunu ayrıntılı olarak incelemek için bkz: Sungur Savran, “Piyasa Sosyalizminin Yükselişi ve Düşüşü”, 11. Tez Kitap Dizisi, 11. sayı içerisinde, s. 9-56.

6.) CITO’nun LIT’ten kopuşunu temellendirdiği ve içerisinde Yugoslavya sorunundan da çokça bahsettiği temel metin için bak: “Nos fuimos de la LIT (CI) porque el revisionismo rompió con el trotskismo ortodoxo”, internetten ulaşım için: http://www.oocities.com/obreros.geo/docs/citru05.htm.

7.) LIT-CI’nin Yugoslavya sorununa yaklaşımı ve parçalanma sonrasındaki değerlendirmesini incelemek için bkz: “Conculusions on the World Situation as From the NATO War Against Yugoslavia”.

8.) “Dünyada ve LIT’te Yeni Bir Gerçeklik”, 2004.

9.) Numan Baş, Kosova Sorununun Ortaya Çıkışı ve Balkanlardaki Etkileri, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, Isparta 2009, s. 21-23.

10.) Kosova sorununu ayrıntılandırmak ve UÇK’nın bileşimini inceleyerek, nasıl da ABD emperyalizminin denetimine girdiğini işlemek maalesef bu yazının sınırlarını fazlasıyla aşmakta. Ancak Yusuf Küpeli’den şu kısa alıntıyı yaparak açığımızı kapatmaya çalışabiliriz: “UÇK içinde farklı emirler veren iki askeri komutanlık ve üç politik Hizip vardır. Haşim Thaci’nin liderliğindeki grubu kesinlikle ABD kontrol etmektedir. Sayıları oldukça kabarık olan Pandeli Mayko grubu Arnavutluktaki sosyalist Fatos Nano Hükümetine yakındır. Fatos Nano ise Sırbistan’ı destekleyen Grek hükümeti ile sıkı bağlar içindedir. Bir de Rugova yanlıları vardır ve Arnavutluğun eski Cumhurbaşkanı Salih Berişa bu gurubu desteklemektedir.” Yusuf Küpeli, Tarihin İzinde Balkanlar ve ABD, s. 104.

11.) Numan Baş, a.g.e., s. 35-36.

12.) Numan Baş, a.g.e, s. 30 ayrıca Kosova Savaşı ile ilgili daha ayrıntılı bilgi için bak.: Sungur Savran, “İkinci Kosova Savaşı”, Sınıf Bilinci 23-24. sayı içerisinde, s. 114-190.