Türkiye “alt emperyalist” mi?

Kapitalizmin “küreselleşmesi”, bir başka deyişle emperyalist sermayenin birikimi ve dolaşımı, malların dünya ölçeğinde üretimi ve pazarlanması önündeki tüm “ulusal” duvarların ABD’nin ekonomik, politik ve askeri gücüyle yıkılması, emperyalizmin ve dünya kapitalist sisteminin tahlili ve tanımı konularında yeni kuramsal ve politik tartışmalara yol açmış durumda. Sovyet sisteminin dağılarak başta Rusya olmak üzere pek çok yeni burjuva devletin inşası, Çin’in hızla kapitalist ekonomiye geçişi ve bu yolda dev adımlarla ilerlemesi, bu arada Brezilya, Hindistan benzeri yeni “gelişmekte olan güçlerin” sahneye çıkması, hatta Avrupa Birliği’nin (AB) kendisini (umarsız bir biçimde) yekpare bir emperyalist güç haline dönüştürmeye çabalaması, bu tartışmaları şiddetlendiriyor.

2008’de başlayan büyük yapısal kapitalist kriz(1) de ABD emperyalizminin artık eski niteliğini yitirdiği ve dünya ölçeğinde yeni bir emperyal sistemin kurulduğu yolunda tezlerin geliştirilmesine fırsat sağladı. Ama bir anlamda bu tezlerin ardında ya da temelinde 1970’lerde ortaya atılan “alt emperyalizm” kavramı yatmakta. Alt emperyalizm, Brelizyalı ekonomist Ruy Mauro Marini’nin ülkesinin dış sermaye yatırımları yardımıyla giderek artan sanayileşmesini ve ekonomik açıdan yayılmacı dış politikalarını incelemekte kullandığı bir kavram.(2) Marini’nin bu kavram çerçevesinde geliştirdiği kuram, gelişmiş ülkeler ile azgelişmiş ülkeler arasında yeni bir ülke kategorisi yaratır. Bu yeni kategoriye yerleştirdiği Brezilya, devasa coğrafi ve nüfus büyüklüğü ve çeşitlenmiş  ekonomik yapısıyla, dış ilişkilerinde temel egemen güçten, ABD’den görece bağımsız, yarı otonom biçimde davranabilmektedir; buna karşılık ülkenin yabancı sermayeye bağımlılığı sürmektedir ve bir bütün olarak etkinliğinin ana hattı emperyalist merkezle olan ilişkilerince belirlenmektedir.(3) 

Bu tezi ve onun çerçevesinde Türkiye’nin konumunu aşağıda incelemeye çalışacağız. Ama bir noktaya dikkat çekelim: alt emperyalizm kavramı, özellikle 1990’lardan itibaren yerini daha farklı anlayışlara bırakmaya ya da onlara dönüşmeye başlamıştır. Alt emperyalizm kavramı, bağımlı ülkelerin emperyalizmle ilişkisini incelerken, “küresel burjuvazi” oluşumuna ilişkin yeni tezler, hatta teoriler, alt emperyalizm kategorisinin emperyalist sistem içinde erimekte olduğunu iddia etmektedir. Zira alt emperyalizm tahlilinde, emperyalizmle işbirliği içindeki “yerel” burjuvaziler söz konusyken, “küreselleşmeci” tezlerde artık ulusal ölçekli burjuvaziler (en azından bunların en ileri gelen kesimleri) tek bir sınıf halinde bütünleşmiştir ve tek bir devlete olan aidiyetlerini yitirmiştir.

Bu yeni tezler bir başka yazının konusudur; biz burada, onların temelinde yattığını düşündüğümüz alt emperyalizm kavramını ve o bağlamda Türkiye’yi inceleyeceğiz. Türkiye, çünkü son on beş yılın gelişmeleri, uygulanan neokapitalist politikaların ülke ekonomisini küresel sisteme entegre etmiş olması, 2000’li yıllarda yakalanan yüksek büyüme ornları, artan ticaret hacimleri, vb. içerde ve dışarda Türkiye’nin bölgesel bir güç olarak gelişmekte olduğuna ilişkin yorumlara yol açıyor. Bunlar, inkâr edilemeyecek gerçekler, ama bunlar Türkiye’nin emperyalist dünya sistemi içindeki konumunda ve ülke olarak (Marksist tahlil açısından) niteliğinde bir değişikliğe yol açıyor mu? Açıyorsa bunun politik sonuçları ne olabilir?

Soruna ağırlıklı olarak ekonomik açıdan yaklaşacağız. Zira alt emperylizm kavramı da, bu tip ülkelerin ekonomik gelişmişlik düzeyinden ve niteliğinden hareketle geliştiriliyor. Ama elbette bu ve benzeri tanımların politik ifadeleri de vardır ve sonuç itibariyle her politik tutum kendini bir programda somutlar. Çabamiz, devrimci Marksizmin programatik inşasına yardımcı olmaktır.

Alt emperyalizm Kavramı

Tanımın kurucusu Marini, II. Dünya Savaşı’nın ardından emperyalist sermayenin yoğunlaşmasında ve uluslararasılaşmasında gerçekleşen yeni atılıma dikkat çeker. Savaş sonrasında, 1944’te Bretton Woods konferansının ardından Dünya Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası’nın kurulması ve  1947’de Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması’nın (GATT) imzalanmasıyla birlikte ABD sermayesi dünya ölçeğinde yayılma atılımı başlatır. 1949-68 arasında ABD dışında dolaşımda olan dolar miktarı 6,4 milyardan 35,7 milyara yükselir.  Öte yandan bu muazzam para kütlesinin denetimi giderek özel bankaların eline geçer; yurtdışı acentelikleri olan ABD merkezli banka sayısı 1964’te 11’den 1974’te 125’e çıkar, bunların aktifleri ise aynı dönemde 7 milyardan 155 milyar dolar düzeyine ulaşır. Böylece ABD özel sermayesi birikim çapını giderek genişletir ve diğer ulusal üretim aygıtlarını denetimi altına alır. Bu anlamda Britanya’nın dünya egemenliği dönemi dünya pazarının yaratılması ve sağlamlaştırılması iken, ABD emperyalizminin egemenlik dönemi uluslararası üretim sistemlerinin entegrasyonuna tekabül eder.(4)

Kuşkusuz sermaye ihracı emperyalist çağın klasik özelliğidir, yeni bir olgu değildir. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde yeni olan ise, Marini’ye göre, sermaye yatırımlarının kaynak ülke dışında ulaştığı boyutlar; bunların içinde doğrudan yatırımların ve daha sonra da borçlandırmanın ve finansman kredilerinin ağırlık kazanması; yatırımların coğrafi alanının giderek genişlemesi; ve üretim sanayisine aktarılan payın giderek büyümesidir. Bu gelişmeler, yeni dönem kapitalizmin özelliklerine yanıt verebilmeleri amacıyla işletmelerin ve şirketlerin yapısında değişiklere neden olmuş ve sonuçta dünyanın farklı yerlerinde, tarım ve sanayiden ticaret ve hizmet sektörlerine kadar yayılan geniş bir alanda faaliyet gösteren bağlı şirketlere sahip çokuluslu şirketler ortaya çıkmış; birleşmeler, ortaklıklar ve karşılıklı anlaşmalarla, sermayeler ulusal köklerini yitirmeye başlamıştır. 

Bu sürecin diğer bir sonucu da, farklı ülkelere parçalanmış olan sermayenin yeniden değerlenmesinin artık ulusal değil uluslararası ölçekte gerçekleşmesidir. Bu dönemde farklı sermaye birikimlerinin kârlılık sorunu, sermayenin ve malların dolanımı için oluşan dünya pazarında çözümlenmektedir. Pazarın bu biçimde uluslararasılaşması malların  değerlenmesinin de kaynak ve/veya hedef ülkeden bağımsız olarak doğrudan dünya pazarında gerçekleşmesine yol açmıştır.

Öte yandan teknolojik gelişmeler sadece üretken sermayenin değil ama aynı zamanda para sermayenin de dolanımında yenilikler yaratmıştır. Teknolojik yeniliklerin dolanımdaki sermayenin çevrim süresinin kısaltması ve üretkenliği artırması sonucunda, toplam sermayenin önemlice bölümü üretim süreci için (üretimin ölçeği genişlemediği sürece) gereksiz hale gelmiş ve ondan bağımsızlaşmıştır. Ancak, üretim sermayesinin yörüngesinden ayrılan bu fazla sermaye değerlenme arayışlarından uzaklaşmamış ve mali piyasalar aracılığıyla üretim alanına dönmenin yollarını aramayı sürdürmüştür. Bu durum, bankaların yaygınlaşmasıyla birlikte para piyasasının büyümesini ve sermaye ihraçlarının yaygınlaşmasını açıklar.

Sermaye ihracının bu biçimde dünya ölçeğinde yaygınlaşması, hiyerarşik biçimde entegre olmuş birikim merkezlerinin oluşmasına yol açar. Üretici sermayenin olduğu kadar para sermayenin de dolanımının yaygınlaşması ve hızlanması, öncesinden daha farklı bir uluslararası işbölümüne dayalı yeni bir dünya kapitalist sisteminin doğmasına yol açmıştır. Artık, mamul madde karşılığında tarım ürünleri ve hammadde değiş tokuşuna dayalı yalın merkez-çevre modeli aşılmıştır. Yeni ekonomik gerçeklik, sanayinin giderek kazandığı önem üzerine kuruludur. Kapitalist ülkelerin bu biçimde hiyerarşik yapı kazanması orta ölçekli birikim merkezlerinin oluşmasını sağlar. Bunla aynı zamanda orta ölçekli kapitalist güçlerdir. Buradan hareketle de Marini alt emperyalizm tanımını geliştirir.(5) Alt emperyalist ülkeler, uluslararası kapitalist ekonomide gerçekleşen dönüşüm sonucunda, dünya sermaye birikimi hiyerarşisinde orta yerlerde konumlanan, sanayileşme atılımı gerçekleştiren ve kendi bölgesinde ekonomik (ve askeri) bir güç haline gelen ülkelerdir.

Marini’nin alt emperyalizm tezinin ekonomik düzlemde iki temel unsuru var. Bunlardan birincisi, alt emperyalist bir ülkenin “sanayileşmiş bağımlılığıdır”. Buna örnek olarak gösterdiği Brezilya, Arjantin ve Meksika gibi ülkelerde sanayi yeni uluslararası ekonomik işbölümü çerçevesinde belirlenen alanlarda gelişmektedir.  Gelişmiş ülkelerin ekonomileri yüksek teknolojili alanlara yönelirken lüks tüketim malları, ara ürünler ve geleneksel sanayi malları üretimi bu tip “yarı çevre” ülkelere bırakılmaktadır. Tezin ikinci unsuru ise, sermayenin gelişmekte olan ülkelere akışının, bu ülkelerde işçi sınıfı üzerindeki aşırı sömürüye (düşük ücretler ve muazzam bir yedek işgücü rezervi) bağlı olması. Bu ülkelerde  uluslararası sermaye ile ulusal sermayenin bütünleşmesi sanayinin ve mali sektörün aşırı derecede tekelleşmesi biçiminde gerçekleşir. Böylece aşırı sömürü altındaki işçi sınıfı ile üst sınıfların tüketim ihtiyaçlarını yanıtlamaya yönelik tekelci üretim arasında yoğunlaşan çelişkiler, gelişmekte olan bir ülkede sermayenin gerçekleşmesinde ya da dolanımında sorunlar doğurur. Yani, yaşam düzeylerinin yüksek olduğu gelişkin ülkelerin tersine, bu ülkelerde üretim kitle tüketiminden kopuktur. Bu tüketim açığını askeri ve/veya sosyal harcamalarla, gelir dağılımı politikalarıyla ve dünya pazarlarına sermaye ihracıyla devlet kapamaya çalışır. Marini’ye göre alt emperyalist şemanın eksenini pazar sorunu oluşturur. Emperyalist ülkelerden akan sermaye sayesinde sanayisi gelişmekte olan ülkeler, sınırlı ve yetersiz tüketim potansiyeline sahip kendi iç pazarlarıyla yetinemezler ve dış pazarlar aramaya zorlanırlar.

1960-80 Türkiyesi

Marini’nin alt emperyalizm kavramı, bu tanım altında toplanabilecek ülkelerin emperyalist ülkelere olan bağımlılığını dışlamaz. Alt emperyalist ülkeler ekonomik ve politik bakımdan egemen kapitalist ülkelere, esas olarak da dünya egemenliğini elinde tutan ABD’ye bağımlı olmaya devam ederken, kazandıkları sermaye birikimi ve üretim kapasitesi sayesinde kendi çevrelerine doğru açılmaya zorlanırlar ve bir anlamda emperyalist egemenlik şemasını kendi bölgelerinde tekrarlamaya koyulurlar. Alt emperyalist kavramının kuramsal tutarlılığına ileride değineceğiz, ama şimdi Marini’nin örnek alt emperyalist ülke olarak gösterdiği Brezilya ve bazı başka Latin Amerika ülkeleri ile Türkiye arasındaki makro ekonomik benzerliklere veya farklılıklara değinelim.

Brezilya’nın askeri diktatörlüğün iktidarı gasp ettiği 1964 yılındaki toplam ihracatı içinde sanayi ürünlerinin ağırlığı 100 milyon dolara ulaşmıyordu ve bu ürünlerin genel ihracatı içindeki payı ancak %7 dolayındaydı. Diktatörlüğün ülke kapılarını yabancı sermayeye açmasının ardından gelen sanayileşme atılımıyla birlikte ülke ihracatı ve onun içindeki sanayi ürünlerinin miktarı hızla yükselir. 1967’de toplam ihracatı 1,65 milyar dolara ulaşır, sanayi ürünlerinin değeri ise 294 milyon dolara dayanır (toplam içindeki payı %17,8). Bu rakamlar 1972’de 4 milyar dolar ve 374 milyon dolar olacaktır; sanayi ürünlerinin toplam ihracat içindeki payı %26’ya yükselir. Bu rakamların içínde Mozambik önemli bir yer tutar; Brezilya’nın bu ülkeye yaptığı sanayi ürünleri ihracatı 1968-70 arasında on kat artar, 92 milyondan 968 milyon dolara sıçrar. 

Bütün bu gelişmeler içinde Brezilya’ya yerleşen çokuluslu şirketlerin (özellikle ABD kökenli) önemi dikkat çeker. 1967’de Brezilya’daki her dört yabancı şirketten biri sanayi ürünü ihrac ederken, iki yıl sonra bu oran yabancı şirketlerin %43’ü haline gelir; makine ve taşıt sektöründe ise bunların payı %75’tir (Marini, 1977). Bu şemaya, farklı gelişmişlik düzeyinde olmak kaydıyla, Meksika ve Arjantin gibi diğer Latin Amerika ülkelerinde de rastlanır.  

Türkiye’de ise 1950’lerde sözü edilmeye başlayan “planlı ekonomi” uygulaması, 1960 askeri darbesinin ardından uygulamaya konulur. Bu dönemin diş ticaret politikası ithal ikamecidir ve esas olarak yerli sanayiyi geliştirip korumaya yöneliktir. Yabancı sanayi mallarına karşı yürürlüğe giren yüksek gümrük tarifeleri sanayi burjuvazisinin hızla güçlenmesine olanak verir. Ürünlerin ana hedefi ise Türkiye’dir, yani iç pazardır. Dolayısıyla da sanayi ürünlerinin ihracat içindeki payı daha da azalır ve tarım ürünlerinin payı %80’lere dayanır. 

1970’lerde vergi iadesi uygulaması ile sanayi ürünlerinin ihracatı özendirilmek istenir, ne var ki aynı dönemde dünya ekonomisinin petrol kriziyle birlikte içine sürüklendiği genel durgunluk bu politikanın istenen sonucun elde edilmesini engeller. Öte yandan sabit kur uygulaması, iç talebin genişlemesi ve bazı malların arzındaki yetersizlikler ihraç ürünlerinin çeşitliliğinde azalmaya yol açar ve Türkiye’nin dünya ihracatı içindeki payı daha da azalır. Dönem sonlarında sanayi ürünlerinin toplam ihracat içindeki payının büyümesi, Brezilya örneğine yaklaşır gibi görünse de, bu ürünler içindeki en büyük pay dayanıklı mallardan çok tekstil sektörüne aittir. Gerçekte imalat sektörünün gayri safi yurtiçi hasıladaki (GSYH) payı Marini’nin alt emperyalizm kavramı altında toplamak için öngördüğü %25 düzeyi üstü ülkelerin çok uzağındadır:

Bu sürecin bir diğer sonucu da ithalat ile ihracat arasındaki açığın büyümesidir. İhracatta büyük sıkıntılar yaşanırken mal darlığı, ayrıca yeni sanayi kuruluşlarının üretim malları talebi, ithalatın hızlı tempolarda artmasına neden olur. 1977’ye gelindiğinde cari açık 4 milyar dolara, GSYH’nın %5’i düzeyine ulaşmıştır.

Cari hesapta doğan açık, aynı dönemde Avrupa ülkelerinde yaşanan dolar bolluğu etkisiyle borçlanma biçiminde kapatılır ve krizin ulusal gelirde düşüşlere yansıması 1977 yılına değin ertelenir. Bunun sonucunda Türkiye’nin dış borç stoku 1980’de 16,2 milyar dolara ulaşır; bunun GSYH içindeki payı %23’e dayanır. Bu arada gayri safi milli hasılada (GSMH) büyük düşüşler yaşanır ve ülke ekonomisi 1979 ve 1980 yıllarında -%0,5 ve -%2,8 oranlarında gerileme sürecine girer. 81 milyar dolar GSMH’sı ile Brezilya, Hindistan, Meksika, Suudi Arabistan, İran, Arjantin gibi ülkelerin gerisinde yer alır. Borçlarının faizlerini bile ödeyemeyecek duruma gelen ve IMF anlaşmalarına ihtiyaç duyan Türkiye, Marini’nin alt emperyalist kavramının çok uzağındadır.

İhracata Yönelik Ekonomi

Alt emperyalizm kavramının tanımlanmasında en önemli iki unsur, yukarıda da değindiğimiz gibi, ihracatta imalat sanayi mallarının ağırlık kazanması ve burjuvazinin ülke sınırları dışında yeni pazarlar arayışlarıdır. Bu anlamda Türkiye 1980’e değin belirli bir sanayileşme hamlesi gerçekleştirmekle birlikte, korumacı ve iç pazara yönelik ekonomi politikalarıyla ekonomik anlamda yayılmacı eğilimler göstermemiştir. Bu politikaların 1977’den itibaren ülkeyi ciddi bir krize ve ağır dış borçlanmaya sürüklemesi, mali ve sanayi burjuvazisinin yeni temsilcisi Turgut Özal’ın 1980 Şubat kararnamesiyle birlikte yeni bir dönemin açılmasının koşullarını yaratır. Ağır IMF borçlanması ve koşulları çerçevesinde oluşturulan bu yeni politika Türkiye ekonomisini dünya kapitalizminin içine tam entegrasyonunu hedefleyen “ihracata yönelik üretim” çizgisidir. Bu politikaların uygulanması burjuvazi için elbette sermayenin organik bileşiminin ve sermaye birikimi için gerekli kâr oranlarının, işçi ücretlerinin maliyetler içindeki payının düşürülmesi yoluyla artırilmasında geçmekteydi. Bunun önündeki en büyük engel olan sınıf mücadelesi ve örgütlü militan işçi direnişi 12 Eylül 1980 darbesiyle aşılacaktı. Bonapartist devlet, askeri diktatörlük yoluyla bir kez daha mali ve sınai burjuvazinin yardımına koşmuştu. 

Askeri diktatörlük ve onun ardından gelen Turgut Özal hükümetlerinin en büyük atılımı, ekonominin küreselleşmekte olan dünya kapitalist sistemine katılımı için gerekli olan tüm kapıları açmak oldu. Bu politikalar ilk yansımasını ülkenin dış ticaretini onun önündeki tüm önemli yasal engelleri kaldırarak liberalleştirmek olacak ve bu durum ihracat rakamlarına yansıyacaktı.

Yukarıdaki şekilden de görüleceği üzere 1980’lerin hazırlık yıllarından sonra ihracat sistematik bir biçimde artmaya başlar, özellikle 2001 yılından sonra AKP hükümetleriyle birlikte büyük bir çıkış yakalar. 2000 yılında 27,7 milyar dolar olan toplam ihracat tutarı on yıl sonra %400 oranında artarak 113,8 milyar dolara, 2012’de de  152,5 milyar dolar düzeyine ulaşır. Bu ihracatın içinde imalat mallarının artan oranı dikkat çekicidir. 1980’de toplam ihracat içinde %36’lık bir orana sahip olan imalat sanayi bu payını onu izleyen 20 yıl içinde artırır ve 2012’de toplam ihracatın %93,5’lik bölümünü oluşturur hale gelir. “İhracata yönelik üretim” stratejisinin sonucudur bu. Ama dikkat edilmesi gereken bir nokta da ithalat malları ithalatı içinde imalat ürünlerinin (yatırım malları ve ara mallar toplamı) değeridir (%88,6). Yani Türkiye ihraç ettiğinden fazla imalat ürünü ithal etmektedir. Bu da Türk sanayinin teknolojik ve ara malları açısından dışa bağımlılık derecesine işaret eder.

Dolayısıyla bütün bu veriler Türkiye’nin, Marini ve savunucularının kavramlaştırdıkları, sanayileşmiş bir alt emperyalist ülke olduğu anlamına gelmediğine işaret eder. Son on yıl içinde belirli kesintilere karşın oldukça yüksek büyüme oranlarına ulaşılmış olsa bile sanayinin ülke içi üretimdeki payı (GSYH) %25 düzeyini fazlaca aşmaz, hatta belirli bir gerileme yaşar:

Öte yandan gene son on yıl içinde dış ticaret yukarıya doğru sürekli bir ivme kazanmış olmakla birlikte ithalat ile ihracat arasındaki makas açılmayı sürdürmüştür:

Mutlak rakamlar büyüktür: Mal ihracatı 152,2 milyar dolar, ithalatı ise 236,5 milyar dolara ulaşmıştır. Elbette bu göreli, kendine göre bir büyümedir. Aynı zaman diliminde (2011 yılı rakamlarıyla) Brezilya, Şili, Meksika gibi ülkeler Türkiye’nin iki katı oranında mal ihracı yapmışlardır.  Daha da önemlisi, Türkiye’nin ihracatının ithalatını karşılama oranının benzer kategoride yer alabilecek pek çok başka ülkenin çok gerisinde olmasıdır:

Bu haliyle Türkiye, dış ticaretinde sistematik olarak açık veren bir ülke durumundadır. Üstelik mutlak rakamlar büyüdüğünde açığın miktarı da büyümekte ve bu ülkenin daha fazla dış borca girmesine neden olmakta. 

Yabancı Sermaye Yatırımları

Türkiye’ye gelen yabancı sermaye yatırımları ülkenin II. Dünya Savaşı sonrasında oluşan yeni emperyalist sisteme daha derinden entegrasyonu açısından önem kazanmıştır. Savaş sonrası dönemde Türkiye, daha önceki sömürgelerini yitirmekte olan İngiliz ve yenik Alman emperyalizmlerinin yörüngesinden uzaklaşarak, yeni dünya egemeni ABD’nin yörüngesine yerleşme sürecine girer. 1950’ler esas olarak ABD şirketlerinin dünyaya açılma dönemidir. 1944’te Bretton Woods anlaşmalarıyla doların uluslararası kabul edilmesiyle birlikte ABD çokuluslu şirketleri dünya ölçeğinde yatırımlara yönelirler. Bu yatırımların büyük bölümü, o dönemde teknoloji ve altyapı unsurlarının etkisiyle kârlılık oranlarının daha yüksek olduğu gelişmiş Avrupa ülkelerine yöneliktir, bununla birlikte pek çok azgelişmiş ülke ABD şirketlerine çeşitli vergi istisnası, muafiyet ve teşviklerin yanı sıra pazar ön­celikleri, altyapı hizmetleri ve hatta tekel hakları tanıyarak yabancı yatırımları çekmeye çalışır. Öyle ki, ABD kökenli çokuluslu şirketlerin yurt dışındaki üretimleri ABD ihracatının 1960 yılında yaklaşık olarak 3 katına, 1971’de ise 4 katına ulaşır. 1970’lere kadar gelişmiş ülkelerin toplam dış yatırımlarının yarıya yakın bölümü ABD’ye aittir. 

II. Dünya Savaşı sonrasından 1980’lerin sonlarına değin dünya nüfusunun yaklaşık üçte biri, bürokratik işçi devletlerin varlığı nedeniyle uluslararası kapitalist sistemin dışındadır. Öte yandan, sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki ulusal kurtuluş savaşları ve bu mücadelelerin sonunda kurulan ulusalcı hükümetler yabancı yatırımlara karşı kuşkulu tutum alırlar, kendi yerli burjuva sektörlerini çeşitli korumacı politikalarla desteklemeyi yeğlerler. Bu dönemde bu tip ülkelere akan yabancı yatırımlar esas olarak dış borçlar biçiminde gerçekleşir. Bu durum 1990’lardan itibaren, bir yandan bürokratik işçi devletlerinin ilgası ve kapitalist sisteme entegrasyonu, öbür yandan neoliberalizmin küreselleşme politikalarıyla ülkeleri dünya kapitalizminin içine çekmesi sonucunda değişmeye başlar. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin birçoğu çeşitli düzenlemeler yoluyla uluslararası yabancı sermaye hareketlerinden daha fazla pay alma gayreti içine girerler. Birleşmiş Milletler tarafından yapılan bir araştırmaya göre, 1990’lı yıllarda gelişmekte olan ülkelerde yatırım iklimiyle ilgili düzenlemelerin %94,2’si doğrudan yabancı sermaye lehine olmuş­tur.  Sadece 2001 yılında 71 ülkenin doğrudan yabancı yatırım kanunlarında 208 değişiklik yapılır ve bunların % 93’ü daha fazla doğrudan yabancı yatırım çe­kebilmek için gerçekleştirilir. Bu politika değişikliğinde bu ülkelerin birçoğunun aldıkları dış borç ve kredilerin faizlerini bile ödeyememeleri etkili olur.

Türkiye’de ise doğrudan yabancı yatırım faaliyetleri 1954’te kabul edilen 6224 sayılı “Ya­bancı Sermaye Kanunu” ile resmî bir çerçeveye oturtulur.  Bu yasayla, yabancı yatırımlara mali konularda da birçok kolaylıklar tanın­ır, en önemlisi, kâr transferlerindeki kısıtlamalar kaldırılır. Faaliyet sonucun­da elde edilecek kâra vergi payı çıkarıldıktan sonra herhangi bir sınırlama olmaksızın transfer olanağı sağlanır. Hisse senetlerinin temettüleri ya da hisse senedi satışı sonucu elde edilecek gelirin de transferi olanaklı kılınır. Bu yasal değişiklik oldukça liberal olmakla birlikte, ülkenin diğer altyapı ve üretken emek eksikliği gibi sorunlarının yanı sıra, yasadaki “yabancı sermayenin ülkenin ekonomik kalkınmasına yararlı olması” ifadesi devlet bürokrasisi ile burjuvazi arasında farklı yorumlara neden olur, emperyalist yatırımcılar açısından güvensiz bir ortamın doğmasına yol açar. 1960 darbesini izleyen ve ulusalcı kalkınma amacıyla ithal ikameci planlı ekonominin uygulandığı dönemde de, bazı liberal kararlar alınmakla birlikte, yabancı sermayenin ihtiyaç duyduğu “güvenli ortam” yaratılamaz. 1967’de DİSK’in kurulmasıyla özellikle özel sektörde yükselen işçi militanlığı, ülkedeki kâr oranlarını emperyalizm açısından cazip kılmaktan uzaktır.

1970’li yıllar da ülkede sendikal mücadelenin ve genel olarak sınıf mücadelelerinin şiddetlendiği bir dönemdir. 1971 askeri darbesi, ardından 1974 Kıbrıs işgali yabancı yatırımcılar açısından “istikrarsızlık” belirtileridir. “Halkçı Ecevit” hükümetleri yabancı yatırımcıları tereddütte bırakırken, Süleyman Demirel başbakanlığındaki “Milli Cephe” hükümetleri emperyalizmin beklediği “barış ve düzen” ortamını sağlamaya yetmez. Bütün bu dönem boyunca, uluslararası kapitalist  terminolojide yer alan “gelişmekte olan ülkelere” giden doğrudan dış yatırımlar içinde Türkiye’nin payı %0,3 ile %0,6 arasında değişir. 1980 Şubat kararları ve onu izleyen askeri diktatörlük emperyalist sermayeyi çekebilmenin tün koşullarını hazırlamakla birlikte, bu neoliberal politikalar ancak 1990’lardan itibaren sonuç vermeye başlar.

a Avustralya, Kanada, Fransa, Federal Alman Cumhuriyeti, İtalya, Japonya, Hollanda, İspanya, İngiltere ve ABD; hep birlikte bu ülkeler 1990’da giren toplam doğrudan yabancı yatırım stokunun yaklaşık yüzde 72’sini oluştururlar.

b Arjantin, Brezilya, Şili, Çin, Kolombiya, Hong Kong, Endonezya, Malezya, Meksika, Nijerya, Filipinler, Güney Kore, Singapur, Tayvan, ve Venezüella. Bu ülkeler hep birlikte gelişmekte olan ülkelere giden doğrudan yabancı yatırımların yaklaşık yüzde 68’ini oluştururlar.

cBirincil sektör: Tarım, ormancılık, balıkçılık, madencilik, petrol ve doğal gaz çıkarımı.

dİkincil sektör: İmalat sanayi.

eÜçüncül sektör: Hizmetler.

2000’li yıllar emperyalist sermayenin “küreselleşme” bağlamında tüm ülkeleri dünya kapitalist sistemin uyumlandırma atılımıyla belirlenir. Hedef, bütün üretim, tüketim ve sermaye alanlarının serbestleştirilerek emperyalist sermayeye açılmasıdır.  Nitekim 2004’e gelindiğinde 9.800 yeni yatırımın 5.800’ü gelişmekte olan ve eski Sovyet bloğu ülkelerine yapılır. Bu yeni projelerde aslan payını 1.529 adetle Çin elde eder. Hindistan’da 685, Rusya’da 377, Brezilya’da 258, Singapur’da 173, Birleşik Arap Emirlikleri’nde 156, Meksika’da 154, Malezya’da 125, Hong Kong’da 122, Tayland’da 121, Kore’de 100 yeni proje gerçekleştirilirken, Türkiye’de bu sayı 64 gibi çok düşük bir düzeyde kalır. Buna karşılık 2006 yılına gelindiğinde Türkiye, 20,1 milyar dolar ile en çok aşama kaydeden ülke­lerdendir. Bu arada 2008 dünya krizinin pek çok ülkeyi, bu arada özellikle gelişmiş ekonomileri vurarak gerilemeye sürüklemesi, Türkiye’nin 2012 yılında cari fiyatlarla 786.3 milyar dolarlık GSYH’sıyla dünya  sıralamasında 17’nci sıraya yükselmesini ve gelişmekte olan ülkeler sıralamasında beşinci sırada yer almasını sağlar. Bu dönemde gelişmekte olan ülkeler arasında birinci sırada yer alan Çin ise 70 milyar dolarlık doğrudan yabancı sermaye yatırımı alır. Yabancı sermaye yatırımı girişi açısından sıralamada en çok sıçrama yapan ülkeler ise Avustralya, İsviçre, Lüksemburg ve İsveç olur.

Dünya genelinde, 2008 yılında % 14 oranında sınırlı bir daralma görülen küresel doğ­rudan yabancı yatırım akışlarına, krizin etkileri 2009 yılında daha derinden yansıır. UNCTAD’ın verilerine göre, 2009 yılında %39 oranında düşüşle 1 trilyon do­lar civarında küresel doğrudan yabancı yatırım akışı gerçekleşr. Gelişmekte olan ülkelere ve geçiş ekonomilerine girişlerde 2008 yılında düşüş değil yaklaşık %35 dü­zeyinde artış görülürken, 6 yıllık kesintisiz büyümenin ardından 2009 yılında bu grup ülkelere doğrudan yabancı yatırım girişlerinde %39 oranında düşüş görülür. Ge­lişmiş ülkeler arasında, İngiltere, İsveç, İspanya, ABD ve Japonya’ya doğrudan yabancı yatırım girişlerinde % 50’nin üzerinde düşüş gözlenir. 

Emperyalist sermayenin beklediği “güven ortamını” 2002’de iktidara gelen AKP hükümeti sağlar. Ama, AB ile üyelik müzakerelerinin başlamış olmasının yanı sıra yürütülen neoliberal saldırı politikalarına rağmen, daha fazla doğrudan yabancı yatırım çekilmesi noktasında yetersiz kalınır, bu durum yaygın özelleştirmeler kanalıyla aşılmaya çalışılır. 2000’lerin sonlarına doğru gözlemlenen artışa karşın, Türkiye’ye gelen doğrudan yabancı yatırım girişi kı­sıtlı kalır ve yalnızca hizmet sektöründe mevcut olan işletmeleri edinmek üzerinde odaklanır. Türkiye’deki uluslararası doğrudan yatırım akışı 2006 yılında 20 milyar doları aşan (GSYİH’nın % 5’i) bir seviyeye yükselir. Doğrudan yatırım girişi 2007 yılında 22 milyar doları aşarken, 2009 yılında küresel krizin etkisiyle keskin bir düşüş yaşanır ve girişler 8 milyar dolara düşer.

Şekil 4’ten de anlaşılacağı gibi 2008 büyük kriziyle birlikte düşen doğrudan yabancı sermaye yatırımları (DYSY)  2010’dan itibaren yeni bir yükselişe girmekle beraber kriz öncesi miktarlara ulaşamaz. Üstelik 2012’de, krizden en fazla etkilenen gelişmmiş ülkelerden kaçan sermaye yatırımları ilk kez ağırlıklı olarak gelişmekte olan ülkelere yönelir. Türkiye de bu dalgalanmalardan etkilenir, ancak mutlak rakamlara bakıldığında, Türkiye’nin aldığı DYSY’nın gelişmekte olan ülkelere yönelen yatırımlara oranı da azalır, 2011’de biraz toparlama eğilimine girer ama kriz öncesi miktarlara dönemez.

Bütün verilerin gösterdiği, Türkiye’nin ne emperyalist blok ülkeleri düzeyinde, ne de bağımlı ama alt emperyalizm kuramcılarınca öyle tanımlanabilecek ülkeler düzeyinde sermaye çekebildiğidir. Türkiye’ye giren DYSY’nın gelişmekte olan ülkelere yönelik yatırımlar içindeki payı 2012’de %1,8 düzeyine kalır (Türkiye 12,6 milyar dolar, GOÜ toplamı 703 milyar dolar). Kaldı ki, Marini taraftarlarının bağımlı ülkeleri alt emperyalist kategoriye yükseltecek ekonomik entegrasyon unsurları içinde en önemli etmenlerden biri olarak gördüğü imalata yönelik DYSY’nın Türkiye’deki karakteri de bu kritere uymamaktadır:

Tablo 6’dan da anlaşılacağı üzere Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin neredeyse beşte ikisi finans sektörüne, özellikle portföy yatırımlarına; beşte bire yakın bölümü ise gayrı menkul alımlarına yönelmekte. Bu sermaye yatırımlarının “üretken” olduğunu söylemek olanaklı değil, daha çok onu “rantçı” olarak tanımlamak gerekiyor. Öte yandan yatırımların dörtte biri de hizmet sektörüne akıp imalat sanayinin dışında kalmaktadır.

Yabancı sermaye yatırımlarının Türkiye dışına taşıdıkları kâr transferleri dikkate alındığında ise, bu yatırımların ne türlü bir artık değer sömürüsüne karşılık geldiği anlaşılabilir. Sadece AKP iktidarı dönemi dikkate alındığında, tablo verileri çarpıcıdır:

Dünya krizinin en ağır etkilerinin yaşandığı 2009 ve 2010 yıllarında sömürü oranlarının %40’ların üzerinde seyretmesi emperyalist sermayenin Türkiye’de aradığını fazlasıyla bulmuş olduğunu gösterir. Dönemin ortalama kâr transferi giren sermayeye göre beşte bir düzeyindedir. Tüm dünyada kapitalist kâr oranlarının düştüğü bir dönemde uluslararası sermaye Türkiye’de son derece yüksek oranlar elde edebilme olanağı yakalar. Giren sermayenin ülke hazinesine bıraktığı vergiler de düşünülecek olursa, Türkiyeli emekçilerin sırtından elde edilen artık değer oranlarının yüksekliği tahmin edilebilir. AKP hükümetlerinin “emperyal vizyonu” yarı sömürge bir Türkiye gerçeğinden başka bir şey değildir.

Dış Borçlar

Az gelişmiş, bağımlı ve yarı sömürge ülkelerin diğer devletlerden, uluslararası emperyalist kuruluşlardan (IMF, Dünya Bankası, vb.) ve/veya finans merkezlerinden edindikleri dış borçlar, bir yandan bu ülkelerdeki dış ticaret açıklarını kapatmaya ve burjuvazilerin çok ihtiyaç duydukları sermaye birikimine hizmet ederken, diğer yandan da uluslararası kapitalizmin onların üzerindeki bağımlılık ilişkisini güçlendirme ve bu ülkelerin ekonomilerini küresel kapitalizme entegre etme işlevini görür. Nitekim kapitalizmin genişletilmiş yeniden üretim süreci içinde geri ülkelerin dış borçları, faiz ödemeleriyle birlikte, giderek artar ve sonuçta borç ödeme yükü yatırımları ve sermaye birikimini kısıtlamaya başlar. Ülke kaynaklarının getirisi ve ihracat gelirleri borç ödemelerine harcanır; borç ödeyebilmek ve giderek büyüyen cari açıkları ötelemek amacıyla üretim üzerine konan yeni vergiler bizzat burjuvaziyi yeni yatırımlar yapmaktan uzaklaştırır; ve bütün bunlar ekonomik büyümeyi olumsuz biçimde etkiler. Artan borçların para basılarak karşılanmaya çalışılması sonucunda da bu ülkelerde sıkça rastlanan yüksek enflayon dönemlerine tanık olunur. Emperyalist finans ve “izleme” kuruluşları söz konusu ülkenin “kredi notunu” düşürür ve onları uluslararası piyasalardan sıcak para bulmak için faiz oranlarını yükseltmeye zorlar. Böylece, bağımlı ülkelerin dış borçları, ülkede yaratılan artı değerin emperyalist ülkelere sistematik aktarım mekanizması olarak bir kısır döngü biçiminde işler.

1925 Paris Konferansı, ardından 1933 Paris Antlaşması uyarınca savaş galibi emperyalist ülkelerin kendisine devrettiği 107,5 milyon altın tutarındaki Osmanlı borçlarını 1954’e değin ödeyen  Türkiye Cumhuriyeti hükümetlerinin asıl dış borç girdabına çekilmesi, planlı ekonomi uygulamalarıyla sanayi atılımının gerçekleştirilmeye çalışıldığı 1960 ve 70’li yıllarla başlar. 1923-1960 döneminde çeşitli alt yapı projelerinin finansmanı  ve bütçe açıklarının kapatılması amacıyla ABD’den ve bazı başka mali merkezlerden alınan toplam 558 milyon dolarlık dış borç miktarı, izleyen yirmi yıl içinde neredeyse on altı kat artarak 16,2 milyar dolara yükselir. “Sınai kalkınma” döneminde artan kredi ihtiyaçları, IMF ile yapılan stand-by anlaşmalarıyla karşılanmaya çalışılır. 1970’te gerçekleştirilen devalüasyon, 1973’teki petrol krizi sonuçta enerji fiyatlarının yükselmesi, 1974 Kıbrıs işgali ve özellikle 1970’lerin ikinci yarısında (yukarıdaki Şekil 1’den de izlenebileceği gibi) artan kamu açıkları, hükümetleri ardı ardına IMF anlaşmaları yapmaya ve dış borçlanmayı derinleştirmeye yöneltir. 

Sınıf mücadelelerinin şiddetlendiği ve sendika eylemliliğinin yoğunlaştığı 1975-80 döneminde, ülkeye giren doğrudan sermaye yatırımlarında kaçışlar yaşanır ve dönemin hükümetleri cari açıkları daha yoğun borçlanmalarla kapatmaya çalışır (dış borç stoku sekiz kat artar). Reel büyüme oranları eksiye dönüşür, borç servisinin (borç yükünün, normal [vadesi geldiğinde mevcut faiziyle geri ödeme] ya da normal dışı yollara başvurarak hafifletilmesi) ihracata ve GSMH’ya olan oranlarında büyük artışlar gerçekleşir. 

1980 sonrası neoliberal dönemin sermaye birikiminin temel kaynağı da dış borçlardır. Özal hükümetlerinin ihracata yönelik ekonomi politikalarıyla Türkiye ekonomisini dünya kapitalizmine hızla entegre çabaları dış borç miktarının GSMH’ya oranını %40 düzeylerine çıkarır. Dönemin neoliberal politikalarının ana hedefi özellikle özelleştirmeler yoluyla cari açıkları kapatmak, işçi ücretlerini düşürerek kâr oranlarını yükseltmek ve bu politikalarla emperyalist sermayeye “istikrarlı” bir ekonomik alan açmaktır. Ama bu giderek yükselen sendikal mücadelenin üstesinden gelinebilmesini zorunlu kılar. İşçi sınıfının 1989 Bahar eylemlilikleri, ardından gelen kamu emekçilerinin sendikal hak mücadeleleri, burjuvazinin yeni planları önündeki en büyük engellerdir. 1990-91’deki Zonguldak kömür madenlerinin kapatılması girişimine karşı direnen maden işçilerinin mücadelesi, Özal’ın devlet başkanlığı altındaki ANAP hükümetleri için bir dönüm noktası olur. 1980’lerin ilk yarısında Reagan’ın ABD’li hava kontrol emekçilerinin grevini, Thatcher’ın ise İngiliz maden işçilerinin bir yıla yakın süren direnişlerini kırmasına benzer bir biçimde Zonguldak madencilerinin mücadelesini ezmeye yönelen hükümet, Türk-İş bürokrasisinin uzlaşmacılığı sayesinde sınıf direnişinin üstesinden geldiğine inanır. Ancak burjuvazinin politik temsil güçlerinin bölünmüşlüğü, emekçilerin hak arayışlarının sürmesi, koalisyon hükümetlerinin neoliberal politikaları uygulamaya koymaktaki kararsızlıkları ve nihayet 2000’lerin başında yaşanan ekonomik ve mali kriz, cari açıkla birlikte dış borçların sistematik bir biçimde artmasının nedenleri haline gelir. 2000’de 26,7 milyar dolara ulaşan cari açığı kapamak için gene dış borçlanmaya başvurulur ve toplam borç stokunun GSMH’ya oranı %60 düzeyine ulaşır. Ülkede banka krizinin yaşandığı ertesi yıl bu rakam %71’e yükselir.

Bu rakamlar Türkiye’nin bizzat kendi burjuvazisi eliyle ne türlü bir sömürü çarkına mahkûm edildiğini ve ne türlü bir borç çemberine sıkıştırıldığına işaret eder. Çember AKP iktidarı altında daha da sıkılaşır. Bir önceki dönem ile AKP iktidarı dönemi arasında bazı farklar vardı. Birincisi, 2001 mali krizinin etkisi altında ve ülkedeki mali sermaye ile yerel sermaye gruplarının baskısıyla (tabii IMF’nin yol gösterimiyle) DSP-ANAP-MHP koalisyon hükümeti “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ilan ederek bankacılık sektöründe yoğunlaşmanın koşullarını hazırlamış ve sermaye birikimi modelini uluslararası piyasa normlarınca yeniden düzenlemeye girişmişti. İkinci etmen ise daha önemlidir ve sınıf mücadelesiyle ilgilidir. Burjuvazi emek hareketini geriletmenin yolunu, bizzat kendi önderlik krizini çözerek aşmakta bulur. 2002’de AKP, ekonomik krizden ve politik seçeneksizlikten yorulmuş milyonlarca seçmenin oylarını alarak iktidara gelir. Halkın duymak ve görmek istediği “eşitlikçi, adil ve dürüst” yönetim ilkelerini İslami söylemle birleştirerek propaganda eden AKP, bir yandan da politik gündemi askeri bürokrasinin gücünün kırılması hedefinde yoğunlaştırarak kitlelerde ekonomik ve demokratik beklentiler yaratır. Ve nihayet üçüncü etmen, kapitalist çevrimler dinamiğinin AKP’ye ve burjuvaziye yarattığı fırsattır: her çevrimsel krizden sonra olduğu gibi yeni bir çevrimsel büyüme süreci açılır. 2011’de -%5,7 (gerileme) olan büyüme oranı onu izleyen yıllarda %5 ve %6 düzeylerinde seyreder. Kuşkusuz bu ortam emek hareketinde durgunluğun en önemli nedenidir. Bu durgunluktan burjuvazi, gerçek ücretleri geriletmekte yararlanır; öyle ki, gerçek ücretler ancak dört yıl sonra kriz öncesi düzeyine ulaşabilecektir.

AKP kitle muhalefetinin “demokratik” yollarla geriletildiği bu dönemde “ekonomik istikrar program¡” uygulama şansını elde eder. Sosyal harcamnalarda kesintiler yaparak “mali disiplin” sağlar, özelleşirmelerı hızlandırarak sermaye birikimini yoğunlaştırmaya yönelir, kamu borç stokunun GSMH içindeki payını azaltmaya çalışır ve büyümenin de etkisiyle enflasyonu geriletmeyi hedefler. Bu dönemin AKP ideologlarınca propaganda edilen başarısı, dış borç stokunun GSYH içindeki payının 2001’deki %78 düzeyinden %40 dolaylarına geriletilmesidir (2012’de %43,1). Ekonominin “borçalanabilirlik” düzeyine işaret eden bu rakamlar doğru olmakla birlikte, bu “iyileşme” dış borç yükünün azaldığı anlamına gelmez. AKP döneminde artan cari açıkları kapatmak için borçlanma süreci aynen sürdürülmüştür:

Bu konuda uluslararası yatırımcılar, Türk hükümet yetkililerinden daha gerçekçidirler. Black Rock Emerging Europe Investement eş yöneticisi David Reid geçtiğimiz aylarda, yatırımcıların Türk ekonomisine hangi gözle baktıklarının işaretini verir:

Şimdiye kadar, Türkiye’de bizim fonlarımızın ağırlığı karşılaştırmalı olarak bakıldığında daha azdı, fakat piyasaların Mayıs ayı zirve seviyelerine göre, dolar açısından neredeyse üçte bir oranında kayıp yaşaması, yatırımcılara burada değişik alım fırsatları doğurdu. Türkiye’nin en büyük yapısal problemi, ülkenin büyüme modelinde haddinden fazla yabancı sermayeye bağlı olması. Bu, ülkenin sürdürülebilir bir büyüme yakalamasını zorlaştırıyor. Öte yandan uluslararası para fonu IMF’nin Türkiye’nin yurtiçi tasarruf oranından duyduğu endişenin belki bir kez daha altını çizmek gerekir. Bu oran 1990 yılından günümüze kadar yüzde 25’ten yüzde 15’e düştü. Haziran ayında, son 12 ay için, Türkiye’nin cari hesabının yüzde 80’i dışarıdan gelen portföyler tarafından finanse ediliyor.(6)

AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında Türkiye’nin brüt borç stoğu 130 milyar dolardır. Bu rakam izleyen on yıl içinde %100 oranında artarak 2013’ün üçüncü çeyreğinde 367,4 milyar dolara yükselir. Bu dönemde toplam borç ödemeleri 480.892 milyar dolardır, bunun 94 milyarı ise faiz ödemelerine gider.

Türkiye’nin dış borçlanmasının neredeyse %20 olan faiz düzeyinin dehşet verici miktarı, bugünlerde Avrupa Merkez Bankası’nın bankalara verdiği kredilerin faiz düzeyinin %0,5 olduğu düşünülecek olursa daha iyi anlaşılır. Uluslararası mali sermaye, bankalar ve finans kuruluşları aracılığıyla elde ettiği ucuz kredilerden yararlanarak, Türkiyeli emekçi yığınlarını durmaksızın sömürmektedir. AKP iktidarı ve onun temsil ettiği Türkiye mali ve sınai burjuvazisi için ülke ekonomisinin dünya “serbest piyasasına” entegrasyonu bu anlama gelmektedir.

Sermaye İhracı

Türkiye’deki neoliberal ekonomik dönüşümün en önemli sonuçlarından birisi de, Türk burjuva ideologların ülkenin gelişmiş ekonomiler arasına katılmakta olduğunun işareti olarak gösterdikleri, dış ülkelere yönelik sermaye ihraçlarıdır (YDY, yurtdışına doğrudan yatırımlar). Bu olgudan hareketle bazı “Marksist” yazarlar da Türkiye’nin yarı sömürge olmaktan kurtulup gelişmiş ülkeler ligine yükseldiğine ilişkin görüşler geliştirmekteler. Onlara göre Türkiye artık, emperyalist olmasa bile, “alt emperyalist” bir ülkedir, zira sermaye ihraç etmektedir. Sermaye ihracı kuşkusuz ülkedeki mali burjuvazinin belirli bir sermaye birikimi düzeyine eriştiğinin işaretidir. Ama bu birikim hangi kanallardan oluşmakta ve sermayenin yeniden üretimine ne yönde katkıda bulunmaktadır? Bu ve benzeri başka sorulara verilecek yanıtlar, ülke ekonomisinin karakterizasyonunda önemli olacaktır.

Türkiye, 1980’lere kadar da bazı dış yatırımlarda bulunmuş olmakla birlikte, bunlar önemsiz miktarlardır ve aslında yurt dışına sermaye aktarımları, iç pazara yönelik üretim biçimi çerçevesinde yasalarla son derece sınırlandırılmıştır. Bu alandaki ilk açılım 1980’li yıllarda uyulanmaya başlayan neoliberal ekonomi politikalarıyla birlikte gerçekleşir. 1983 ve 1984 yıllarında çıkarılan kararnamelerlke yurt dışına 3 milyar dolara kadar ayni ve/veya nakdi sermaye ihracı Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın (HDTM) iznine tabi kılınır; bunu aşan miktarlar için ise Bakanlar Kurulunun onayı gerekir. Yeni Kararlarla kambiyo kontrolleri gevşetilir, izin prosedürü kolaylaştırılır, bürokratik işlemler azaltılır ve Bakanlar Kurulunun yetkisi daraltılır. Bu kararlar sonucunsa dış ülkelere sermaye ihracı, neredeyse sıfır noktasından 170 milyon dolara yükselir. Yatırımların hemen tamamı, Türk göçmenlerin yaşadığı Batı Avrupa ülkelerindeki bankacılık sektörüne yöneliktir.

Türk sermaye ihracının bir diğer dönüm noktası, 1989 yılıdır. Sovyet blokunun yıkılıp bir dizi bağımsız “Türki” devletin ortaya çıkması, Turgut Özal önderliğindeki Türkiye burjuvazisini bu ülkelere yönelik bir ekonomik saldırı stratejesine iter. O yıl yayımlanan 32 Sayılı Kararnameyle kambiyo mevzuatı liberalleştirilir, uluslararası sermaye hareketleri serbest bırakılır; döviz alımı ve yurt dışına çıkarılması serbest hale getirilir, yurt dışına sermaye ihracına ilişkin mevzuat liberalleştirilerek, dış yatırımın önündeki engeller büyük ölçüde kaldırılır. Bu dönemde de Türk firmalarının yatırım için en fazla tercih ettiği bölge geleneksel olarak Batı Avrupa ülkeleri olurken, yatırımların da çoğunluğu yine bankacılık sektöründe yoğunlaşır. Ama aynı zamanda ilk kez Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkelerine giden firma sayısı Batı Avrupa’ya yatırım yapan Türk firması sayısını aşar ve böylece Birleşik Devletler Topluluğu ülkeleri yatırımcılarının yeni ilgi alanı haline gelir. Bu arada 1994 ekonomik krizi de burjuvaziyi ülke dışı pazarlar aramaya iten bir unsur oluşturur. Bu dönemde YDY miktarı neredeyse on kat artarak 1,4 milyar dolar düzeyine ulaşır.

Ama bunlar daha henüz küçük rakamlardır. 1996’da Türkiye’nin AB Gümrük Birliği’ne katılması, yerli şirketleri iç pazarda yabancı şirketlerle rekabet etmek zorunda bırakır ve Türk sermayesi iç piyasalardan kaçarak daha yüksek kâr ornalarına ulaşabileceği yeni pazar arayışlarına yönelir. 2001 mali krizi de yerli sermayenin dışarı yönelik kaçışına itki sağlar. Aynı yıl 1,5 milyar dolar dış yatırım yapılır ve yurt dışı sermaye stoğu 5,2 milyar dolara yükselir. Krizin etkileri ise onu izleyen yıllarda açığa çıkar. Krizle birlikte ülke ekonomisinde yaşanan daralma, makroekonomik istikrarsızlık ve belirsizliğin artması, firmaların dışarıya yatırım yapma olanaklarını etkiler. Türk lirasının dolar karşısında devalüe edilmesi, yatırımlarını finanse etmek için yabancı para cinsinden borçlu olan firmaların etkilenmesine yol açar, yatırımların azalmasına neden olur. Krizinin özellikle Türk bankacılık sektörünü derinden sarsması ve krizle birlikte birçok bankanın batması ya da el değiştirmesi, dış yatırımların azalmasında önemli rol oynar.

Ve nihayet 2002’de AKP hükümeti iktidara gelir ve Türkiye ekonomisini küresel kapitalizme entegre etmenin son darbelerini gerçekleştirir. Haziran 2003’de yürürlüğe giren 4875 sayılı yasayla Türkiye’nin kapıları yabancı sermayeye tamamen açılır ve bunun sonucunda dışardan firma akınına uğrayan piyasada müthiş bir rekabet başlar. 2006 yılı sonunda, AB’ye tam üyelik ve uyum süreci çerçevesinde YDY mevzuatında önemli bir değişiklik yapılarak, Türk firmaları üzerinde sınırlayıcı etkide bulunan izin sistemi tamamen ortadan kaldırılır, böylece yurt dışına sermaye ihracı tümüyle serbest hale getirilir. Öte yandan 2001 krizinden sonra pek çok firmanın yeni yatırımnlardan çok birleşme ve satın alma yatırımlarına yönelmesi sermaye ihracının artmasına neden olur. Türk şirketler büyüme stratejilerini yurt dışı firma satın almalarında aramaya başlar. 2002-2012 döneminde yurt dışında yatırım yapan firma sayısı 4.826’ya, dış yatırım stoku ise 30,5 milyar dolara dayanır.

Bunlar, Türkiye ekonomisi için tarihsel büyüklükte rakamlardır. Bu tip hızlı bir sermaye birkiminin ve ihracının hangi temellerde yapıldığı araştırıldığında, yurt dışı sermaye yatırımlarının dış borç ve içeri yönelik sermaye akımıyla karşılaştırılması ilginç sonuçlar verir:

Şekil 8’den de grafik biçimde anlaşılacağı üzere yurt dışına yönelik sermaye yatırımlarının (YDY dışarı stok) eğrisi içeri yönelik yabancı sermaye yatırımları (YDY içeriye stok) ile dış borçlanmadaki artışla birlikte yükselmektedir. Bu da, dışarı yönelen Türkiye sermayesinin ana kaynağının dış borçlar yoluyla elde edilen krediler ve yabancı firmalarla birleşmeler olduğuna işaret eder. Türk sermayesinin dış yatırımlar stoğunun dış borçlanma içindeki payı 2000 yılındaki %3,1 düzeyinden 2012 yılında %9’a yükselmiştir; yani borç stoğunun giderek artan bölümleri, dış yatırımları için firmaların hizmetine sunulmaktadır. 

Öte yandan, dışardan gelen sermayenin artış hızı, yurt dışına çıkan Türk sermayesinin akım hızından daha yüksektir; dışarı yatırımların içeri gelen sermayeye oranı 2012 yılı için 1:6 düzeyindedir. Elimizde firmalara ilişkin resmi olarak yayımlanmış veriler olmadığından, dışardan gelen sermayenin hangi bölümlerinin Türk şirketlerini atlama taşı olarak kullanarak Türkiye’nin “etki alanı” içindeki ülkelere yöneldiğini belirlememiz olanaklı değil. Ama Tablo 10’u incelediğimizde, hangi şirketlerin “çok uluslu” niteliği kazandığını kestirebiliriz:

Dışa sermaye yatırımı yapan bu 19 en büyük şirket içinde sadece TPAO henüz daha “kamu kuruluşu” olma niteliğini korumaktadır. Bütün öbür şirketler özel sermaye niteliklidir ve hepsinin toplam 396 yabancı iştiraki (şube, alt kuruluş, vb.) bulunmaktadır. Yurt dışında çalışanlarının sayısı 90 bin dolayındadır. Bu 19 şirketin 31,4 milyar dolar düzeyinde yabancı varlığı vardır ve 15 milyar dolar civarında dış satışlar gerçekleştirmektedirler. Şirketlerin yabancı iştiraklerinin %70’i Batı ve Doğu Avrupa ülkelerinde, %17’si ise Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde bulunuyor. Yatırım stoku açısından bakıldığında ise, “Türk çokuluslu” şirketlerinin Avrupa’daki ekonomik krizle birlikte yatırımlarını daha çok Asya ve Ortadoğu ülkelerine kaydırdıkları gözlenmektedir. 

Bu arada Avrupa’ya yönelik sermaye ihracında önde gelen Hollanda’nın hemen ardında Malta’nın yer alması (2010 rakamlarına göre dış yatırımların yaklaşık %10’u), bu “ihracatın” esasında vergi kaçakçılığına ilişkin olduğuna işaret etmekte. “Vergi cennetlerini” oluşturan off-shore merkezlerine akan paranın %87’si Malta’ya, %8’i Virjin, Cayman ve Bahama Adaları’na, %3’ü Bahreyn’e ve %2’si Monako ve Cebelitarık’a gitmiştir. Nitekim Transparency International (Uluslararası Şeffaflık) örgütünün 2013 yılı listesinde Türkiye’nin, Bahamalar, Şeysel Adaları, Kosta Rika, Bruney, Ruanda, Bruney gibi ülkelerin bile altında 54. sırada yer alması, ülkedeki yolsuzluğun, kara para aklamacılığın ve vergi kaçakçılığının düzeyine işaret etmektedir. Bu tip bölgelere giden doğrudan sermaye esas olarak finans sektörüne aittir. Tablo 11’den de izlenebileceği gibi, yurt dışına yatırımlarda enerji (%27,4) ve imalat sanayisi (%14,9) sektörlerinin hemen ardından %13,7’lik payla bankacılık sektörü gelmektedir ve bu pay ilerleyen yıllarda giderek artmıştır.

Özetle, Türkiye’nin yurt dışına sermaye ihracının mutlak rakamları ne denli büyük görünse de esas itibariyle onu “sermaye ihraç eden” değil, yabancı sermaye ithal eden ve hızla borçlanan, yani emperyalist sermaye yatırımlarının ve dış borçlanma sömürüsünün altında olan bir ülke olarak tanımlamamız gerekiyor. Türkiye’yi sermaye ihracı açısından dünya ölçeğinde gözlediğimizde, bu durum daha da netlik kazanır.

UNCTAD’ın yayınladığı 2013 Yabancı Doğrudan Yatırımlar raporuna(7) göre 2012 yılında küresel ölçekte 171 ülke toplam 23,6 trilyon dolar tutarında yurt dışı yatırım yapmıştır. Bunların başını %22’lik payla ABD çekmektedir; onu İngiltere (%7,66), Almanya (%6,56), Fransa (%6,34), Hong Kong (%5,55), İsviçre (%4,79) ve Japonya (%4,47) izler. İçlerinde Belçika, Hollanda, Kanada, İspanya, İtalya, Çin, İngiliz Virgin Adaları ve Avustralya’nın da bulunduğu ilk on beş ülkenin dünya yurt dışı yatırımlarındaki payı %80’dir. Geri kalan bölüm diğer 166 ülke arasında paylaşılmıştır. Bu listede Türkiye’nin yeri %0,13 ile 45. sıradır. Türkiye’nin bu durumunu daha da aydınlatabilmek amacıyla, kapitalist ekonomistlerin “gelişmekte olan ülkeler” başlığı altında topladıkları ve/veya “alt emperyalizm” savunucularının bu kavram çerçevesinde seçebilecekleri çeşitli ülkelerden oluşan bir tablo hazırlayabiliriz; buna göre:

Seçtiğimiz bu on yedi ülkenin, dünya dış yatırımlarındaki payı %7,25’tir (toplam 1,7 trilyon dolar). Türkiye bu grubun da en altlarındadır (15. sıra); grup içindeki payı da sadece1,78’dir. Grup üyelerinin dış yatırımlarının ulusal gelirlerine oranı dikkate alındığında ise, Türkiye %3,8 ile en alt sıraya inmektedir. “Sermaye ihraç ediyoruz” sevinç çığlıklarının gerçek yüzü budur.

Türkiye Nerede?

Dünya ekonomik ve politik konjonktrürü içinde emperyalist ülkeler ile bağımlı ülkelerin konumunu ve karşılıklı ilişkilerini tanımlayabilmek açısından yeni kavramların geliştirilmesine Marksistler olarak karşı olamayız. Nitekim, alt emperyalizm kavramını da bu çerçevede değerlendirmeye çalıştık. Önce belirtmek isteriz ki, bu kavramın kurucusu Mauro Marini yaklaşımını bir kuram haline dönüştürmekten uzak durmuş, daha ziyade onu Marksist yaklaşıma bir katkı olarak değerlendırmiştir. Ama aynı şeyi onun izleyicileri için söylemek olanaklı değil. Hatta, belirli bir mali sermaye sektörünün oluştuğu, imalat ürünleri ihraç etmeye ve dış yatırımlar yapmaya başlayan Güney Afrika, Brezilya gibi ülkeleri emperyalist olarak tanımlayanlar bile bulunmakta(8). Alt emperyalizm kavramı giderek Lenin’in temellerini attığı Marksist emperyalizm kuramından uzaklaşarak, 1970’ler ve sonrası dünya gerçekliğini açıklamaya yönelik bağımsız, politik sonuçları farklı bir kuram haline gelmeye başlamıştır. Kavrama itirazımızın temelinde de bu olgu yatmaktadır.

Marini ve ona sadık kalan izleyicileri açısından alt emperyalizm kavramı, bağımlı ülkeler grubunda, imalat sanayisindeki ilerlemeler, finans kapital oluşumu ve sanayi malları ihracatı açılarından öne çıkan, “sıralamada üstlere yükselen” ülkeler için kullanılmaktadır. Bu ülkeler hâlâ emperyalizme bağımlıdır, ama Lenin’in tanımladığı emperyalist, yarı sömürge ve sömürge ülkeler kategorilerinde bir yer değişimine uğramakta mıdırlar? Başka bir deyişle alt emnperyalizm bir yeni ülke kategorisi midir? Eğer öyleyse, emperyalist dünya sisteminde yeni bir niteliksel dönüşüm söz konusudur ve alt emperyalizm yaklaşımı kuramsallaştırılıyor demektir. Yok eğer bu kavram sadece bağımlı ülkenin kendi benzerleri arasındaki derecesine işaret ediyorsa, sadece ilgili ülkenin diğerlerinden farkını belirten bir gazetecilik terimi ya da popüler bir deyiş olarak kabul edilebilir. Hatta, emperyalist kuruluşların “gelişmekte olan ülkeler” veya “geçiş ekonomileri” benzeri tanımlarına karşı çıkan bir seçenek bile oluşturabilir. Ama o zaman da, “alt emperyalist” yerine, bu ülkelerin emperyalist dünya sistemi içindeki yerlerine vurgu yapan bir başka terim, örneğin “üst sömürge” ya da “süper sömürge” kavramını kullanmak çok daha doğru olmaz mıydı?

Bu kavramlarda ısrar ediyoruz, zira Lenin’in geliştirdiği Marksist kuramın temelinde herhangi bir değişikliğin olduğunu söyleyemeyiz: bugün belki de Afganistan, Haiti ve benzeri birkaç ülkenin dışında doğrudan sömürge olarak tanımlayabileceğimiz pek başka ülke kalmamış olsa bile, diplomatik bağımsızlıklarını kazanmış sömürgeler olan yarı sömürge ülkelerden emperyalist ülkelere yönelik sistematik bir artı değer aktarımı söz konusudur. Bunun mekanizması elbette Lenin’in zamanında olduğunun aynısı değildir; emperyalizm, sermaye ihraçlarının dışında, dış borçlar, eşit olmayan değişim, çokuluslu şirket yapıları gibi yeni sömürü yöntemler geliştirmiştir. Bu bağlamlarda Türkiye’nin durumuna yukarıda değinmiştik. Bizim kestirimlerimize göre Türkiye ulusal gelirinin %15-20 arasında değişen bir bölümü, doğrudan (yerinde) artı değer sömürüsü, dış borç faizleri, mali ve sanayi kâr transferleri, eşit olmayan ticari değişim gibi mekanizmalarla emperyalist ülkelere akmaktadır.

Bu demek değildir ki dünya ekonomisi ve ona bağlı olarak ülke ekonomileri büyümemektedir. Tersine, doğal afetlerin ve kapitalist üretim tarzının neden olduğu doğal yıkımların dışında, bizzat kapitalist üretim süreçleri krizlerinin yol açtığı ekonomik yıkımlara karşın, dünya ekonomisi (barbarlık ya da sosyalizm çelişkisini şiddetlendirerek) bir bütün olarak büyümektedir. Nitekim, 2002-2102 yılları arasında kişi başına gerçek GSMH dünya ölçeğinde %2,58, “gelişmekte olan ülkelerde” %6,6, Türkiye’de ise %4,6 oranında artmıştır.(9) Ama bilinen gerçek, bu gelişmenin toplumların genel refah düzeyini bir bütün olarak artırmadığıdır. Tam tersine, artı değerin kapitalist mülk edinişi toplumlardaki eşitsizlikleri derinleştirmekte ve sınıf çelişkilerini şiddetlendirmektedir. Örneğin, AKP hükümetlerinin ve burjuva basının tüm sevinç çığlıklarına ve övgülerine karşın “büyüyen Türkiye’de” emeğin ulusal gelirden aldığı pay son on iki yıl içinde azalmıştır. Türkiye emekçilerinin ulusal gelirdeki payı 1999’da %52 iken, bu rakam 2012’de 22 puanlık bir gerileyişle %30’a düşmüştür.(10) Bu durumun işaret ettiği artan sömürü oranlarının, sadece ulusal burjuvazinin değil, ama aynı zamanda emperyalist sermayenin birikim süreçlerini beslediği açıktır.

Marini tezini geliştirirken, Brezilya’nın bir “alt emperyalist” ülke olarak ABD emperyalizminin bölgedeki aracısı, vekili (proxy) olduğuna işaret etmiştir. Gerçekten de gerek 1970’li yılların askeri diktatörlükleri, gerekse onu izleyen “demokratik” iktidarlar, ardından Lula ve sonrası “sol” hükümetler bu görevi sadakatle yerine getirmişlerdir. Brezilya’nın Haiti işgaline aktif olarak katılımı ya da Venezüella’daki Chavez hükümetinin Güney Amerika pazarlarını birleştirme doğrultusundaki çabalarını baltalaması bunun son örnekleri olmuştur. Aynı durumu, gene alt emperyalizm savunucularının gösterdikleri gibi, Güney Afrika’da da gözlemleyebilmekteyiz. Bir zamanların “komünist” Afrika Ulusal Kongresi (ve onun önderi Mandela) yönetimi altında bu ülke, eski ırkçı rejimin bölgedeki “emperyalizm vekilliği” görevini bu kez kendi yöntemleriyle sürdürmektedir. Bu ülkenin Afrika’nın “kızgın noktaları” olan Güney Sudan, Büyük Göller, Orta Afrika Cumhuriyeti gibi bölgelerine “istikrar sağlayıcı” güç olarak müdahaleleri, ABD emperyalizminin buralardaki politikasının hayata geçirilmesi yönünde olmuştur.

Ama, alt emperyalist ülkeleri tanımlamakta bir kriter olarak kullanılan “emperyalizm vekilliği”, tezin savunucuları tarafından hep birlikte alt emperyalist olarak sınıflandırılan BRICS’in (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) diğer üyeleri için geçerli mi? Bu ülkelerin hepsi egemen sermaye güçleri ve küresel kapitalizmin çıkarları açısından kendi bölgelerinde “istikrar” peşinde koşmakla birlikte, bölgelerinde kendileri için aradıkları “istikrar”, ABD ve Avrupa emperyalizmlerinin kurmaya çalıştıkları düzenle çelişkiye, hatta çatışmaya girebilmektedir. Rusya’nın Gürcistan ve Ukrayna, Çin’in ise Doğu Çin Denizi’ndeki hava sahası konularında ABD ve AB ile ciddi sürtüşmelere sürüklenmesi, bu “çatışmalı birliğin” emperyalizmin vekilliğinden farklı olduğunu gösteren son örneklerdir. Bu ülkelerdeki yerel burjuvazilerin (mali sermaye ve sanayi ve ticaret burjuvazileri) küresel kapitalizm çerçevesinde ve çokuluslu şirketler bağlamında emperyalist sermaye ile kaynaşmakta oldukları bir gerçektir; ne var ki, ortaya yekpare bir dünya burjuvazisi (bu tezin savunucularına göre “küresel burjuvazi”) çıkmış değildir ve farklı ulusal ya da yerel burjuvaziler “kendi” devlet aygıtlarına ihtiyaç duymayı sürdürmektedirler.

Türkiye’de de mali sermayenin ve giderek sanayi sermayesinin emperyalist sermayeyle bütünleşmekte olduğu gözlemlenmektedir; bir dizi Türk firmasının “çokuluslu” nitelik kazanması bunun belirtisidir. Hatta, AKP iktidarları altında güçlenen Anadolu burjuvazisinin üst katmanları da bu sürece dahil olmaktadır. Bu süreç, Türkiye devletinin emperyalizmin “vekilliği” niteliğini güçlendirmekte midir? Kuşkusuz Türkiye burjuvazisi kendi bölgesinde kapitalist üretim, değişim ve birikim süreçlerinin “istikrar” içinde işlemesinden yanadır ve bu doğrultuda ABD emperyalizmi ile bir “stratejik dostluk” kurmuştur ve hatta AB emperyalistler grubuna katılmak istemektedir. Aslında Türk devletinin “vekillik” özelliği, daha NATO’ya katıldığı dönemden beri süregelmektedir. Kore savaşında ABD saflarında yer almasından başlayıp Afganistan’ın işgalinde rol üstlenmeye kadar uzanan bir süreçte, Ankara hükümetleri özellikle ABD emperyalizminin hizmetinde olmuştur. 

Ama özellikle son on yıl içinde ilginç gelişmelere tanık olunmaktadır. Türkiye burjuvazisi küresel sermayeye katıldığı oranda “otonom” özellikler göstermeye başlamıştır. Onun kendi bölgesinde kurmaya çalıştığı “istikrar” ve bunun için izlediği politikalar aslında “kendi” sermaye gruplarının çıkarlarını gözetmekte ve bu nedenle de zaman zaman diğer “küresel güçlerle” çelişkiye girebilmektedir: Irak işgali sırasında Meclis’in takındığı ikircikli tutumlar; Gazze ve Hamas konularında ABD’nin gerçek jandarması İsrail ile yaşanan sürtüşmeler; Mısır’daki askeri darbe karşısında Washington’dan farklı tutum alış; nükleer enerji konusunda İran’a ilişkin politikalarda ABD’den farklı bir çizginin izlenmesi; Çin’den füze alımı konusunda NATO’yla yaşanan pürüz, vb. Bu olgular Türkiye devletinin “vekillik” görevinin çelişkilerden arınmış olmadığını gösteriyor. Kaldı ki, sermaye bölgesel ya da küresel düzeylerde ne denli bütünleşirse bütünleşsin, kapitalizmin temelinde yatan kâr oranlarının düşme eğilimi ve rekabet unsurları iç çatışmaları yeniden ve yeniden gündeme getirmektedir. Üstelik, bağımlı ülkelerin burjuvazisi uluslararası rakipleri veya ortakları karşısında ya da onlara oranla ne denli güçlenirse, çelişkiler ve çatışma olasılıkları da o denli artmaktadır.

Küreselleşen kapitalizm içinde bir dizi yarı sömürge ülkede mali sermayenin oluşumu, sermaye birikimi ve yoğunlaşma süreçleri, dünya ticaretine katılım güçlenmektedir. Bu süreçlerin bileşik ve eşitsiz niteliği, ilgili ülkelerin hepsini tek bir “alt emperyalizm” tanımı altında toplamayı olanaksız kılıyor. Bize göre bu kavram Lenin’in tanımladığı ülke tiplerinden daha farklı karakterde bir oluşuma işaret etmiyor. Sadece yarı sömürge ülkeler arasında ekonomisi ve burjuvazisi görece daha güçlü olanları belirliyor. Kaldı ki Türkiye, yukarıda da incelemeye çalıştığımız gibi, bu kategoriye dahi giremiyor ya da bu kavramın taraftarlarınca çizilebilecek bir “alt emperyalizm” sınırının çevresinde salınıyor.

Politik Tutum Sorunu

Bütün bu tartışma kuşkusuz sadece akademik veya kuramsal bir nitelik taşımıyor, zira politik sonuçları var. Her şeyden önce, devrimci Marksizm uluslararası süreçlere ve çelişkilere sınıf perspektifiyle yaklaşır ve ülkeler arasındaki gerilimlerde ve/veya sıcak çatışmalarda ülkelerin niteliğine göre tutum alır ve o doğrultuda enternasyonal mücadele sürdürür. Örneğin emperyalist ülkeler ile bağımlı (sömürge ya da yarı sömürge) ülkeler arasındaki çatışmalarda, bağımlı ülkenin yanında ve emperyalizmin karşısında yer alır. Bu tutum, bağımlı ülke iktidarının rejiminden ya hükümetinin niteliğinden ve saldırgan tarafın hangisi olduğundan bağımsızdır. Örneğin,  Arjantin’de askeri cunta döneminde İngiltere’nin Malvinas’ı (1982) işgali sırasında devrimci hareket İngiliz emperyalizmine karşı tutum almış ve bu yüzden de bazı “sol” akımlarca askeri diktatörlüğü desteklemekle suçlanmıştı. Aynı polemik ABD’nin 2003’teki Irak işgali sırasında da yaşanmıştı. Devrimci Marksizm, Saddam rejiminin tüm gerici karakterine karşın, “ne ABD ne Saddam” türünden sonunda emperyalizmin çıkarına hizmet eden sözde üçüncü yolcuların tersine, tüm gücüyle işgalin karşısında mücadeleye atılmıştı. Buna benzer pek çok örnek verilebilir.

Alt emperyalizm tanımının, emperyalist, yarı sömürge ve sömürge ülkelerinden ayrı, başlı başına bir ülke kategorisi olarak kabul edilmesi durumunda, özellikle sıcak çatışmalarda devrimci enternasyonalizmin tutumu ne olacaktır? Kuşkusuz hemen “emperyalizmin karşısında olunur” diye yanıt verilebilir. Ama “alt emperyalist” diye tanımlanan bir ülke ile “kapitalist gelişmenin daha alt basamaklarına” yerleştirilen bir başka ülkenin çatışması durumunda izlenecek politika konusunda hangi tutum üstlenilecek, bu ülkelerin devrimcileri hangi kampta mücadele edeceklerdir? Örneğin, Pakistan ile Hindistan Keşmir konusunda sık sık savaşın eşiğine gelmektedir; böyle bir durumda devrimciler hangi saflarda savaşacaktır? Alt emperyalizm savunucularına göre Hindistan’ın “alt emperyalist” olarak tanımlandığı, Pakistan’ın da bu kategoriye yükselememiş bir ülke olarak kabul edildiği göz önünde tutulacak olursa, Pakistan’ın yanında Hindistan’a karşı mücadele çizgisi önerilebilir. Ama ya saldırgan taraf Pakistan ise, tutum ne olacaktır? Devrimci Marksizm bu iki ülkeyi de bağımlı, yarı sömürge olarak tanımlamaktadır ve bu tip iki ülke arasındaki çatışmalardaki tutumu saldırganın karşısında mücadele etmektir. Dolayısıyla, Pakistan’ın Hindistan’a saldırması durumunda, devrimci Marksizm ile alt emperyalizm taraftarları birbirlerine karşıt cephelerde konumlanacaklardır. Bu farklılık, enternasyonalist politikalarda son derece ayırıcı, kritik bir çizgidir.

Alt emperyalizm tartışmasının önemli politik sonuçlarından biri de bağımlı ülkelerdeki anti-emperyalist mücadeleye ilişkindir. Bağımlı sömürge ya da yarı sömürge ülkelerde, emperyalizmin egemenliğine karşı mücadele önemli bir politik ve programatik noktayı oluşturur. Devrimci Marksizm, geçiş talepleri yöntemiyle, kitleleri emperyalizme karşı mücadeleye davet eder ve bu doğrultuda oluşacak seferberlikler içinde emperyalizmden bağımsızlığı ülkedeki kapitalist sistemin sona erdirilmesi çağırısına bağlar. Demokratik bir talebe sosyalist içerik kazandırmak için mücadele eder. Ama eğer alt emperyalizm sadece emperyalist aşamanın eşiği ise, bu kavramın savunucularının da “emperyalizmden bağımsızlığı” küçümsemeleri, dolayısıyla demokratik taleplere ve/veya o noktadan hareket eden geçiş taleplerine sırt çevirmeleri mümkün olur. Oysa geri ülkelerde demokratik görevlerin önemini anlayamamak, bu görevleri sistematik olarak işçi-emekçi hükümeti formülüne bağlamamak, devrimci hareketi kitlelerin uzağındaki bir sol sekterlik konumuna iter.

Aslında bu konu, kapitalizmin ilgili ülkelerdeki gelişimi ve demokratik devrimlerin tarihsel sorunlarıyla da ilintilidir. Sömürge ve yarı sömürgeler kapitalizme gecikmiş olarak katılan, geçmişinde burjuvazisi cılız ve emperyalist çağla birlikte demokratik devrimin sorunlarını (tarım reformu/devrimi, ulusal sorun, vb.) çözebilmekten aciz olan ülkelerdir. Dolayısıyla da devrimci Marksizm bu sorunlar çerçevesindeki mücadeleleri programına alır ve demokratik devrimin çözülmeden kalmış tarihsel görevlerinin proleter devrimi tarafından sırtlanılması gerektiğini anlatır. İncelediğimiz alt emperyalizm literatüründe bu konuya ilişkin herhangi bir incelemeye rastlayamadık. “Alt emperyalist aşamaya” sıçradığı kabul edilen ülkelerde demokratik devrimin tarihsel sorunlarının aşıldığı düşünülüyorsa, Lenin ve Troçki’nin inşa ettikleri emperyalist çağ ve proleter devrimi kuramından (sürekli devrim) köklü bir kopuş söz konusu olacaktır. Böyle bir tutumu aşamalı devrim strajisine inanan Stalinist hareketin “azamici sol” kesimlerinin kabullenmesi beklenebilir. Ama kendini devrimci Marksizm saflarında gören akımlarca bu tip bir anlayışın kabulü bizim için ciddi bir ayırım çizgisi oluşturur.

Ama eğer alt emperyalist ülkelerde de demokratik devrimin tarihsel sorunlarının hâlâ çözümsüz olarak kalmaya devam ettiği söylenirse, o zaman bu bağlamda kavramın kendisi bütün önemini yitirir ve önce de söylediğimiz gibi, bağımlı ülkelerin “daha fazla gelişmiş” olanlarını tanımlamakta kullanılan bir gazetecilik tabiri haline indirgenmiş olur. Bu kavrama, Marini gibi ciddi bir Marksistin çabalarına saygıda kusur etmeksizin, bundan başka bir önem atfetmek de pek mümkün görünmüyor.

Aralık 2013

Dipnotlar:

1.) 2008 krizine ilişkin Mesafe’nin analizleri, derginin 2009 tarihli İkinci sayısında bulanabilir.

2.) Marini, Ruy Mauro, Subdesarrollo y revolución, Siglo XXI yayınları, Meksika, 1974, 5. baskı; “Brazilian subimperialism”, Monthly Review, Londra, 1972, sayı 23(9), s. 14-24. 

3.) Bu tezin Türkiye’deki bizim bildiğimiz en önemli savunucusu Marksist Tutum dergisidir. Bak.: http://marksisttutum.org/alt_emperyalizm_uzerine_bolgesel_guc_turkiye_1.htm.

4.) Marini, Ruy Mauro, “La acumulación capitalista mundial y el subimperialismo”, Cuadernos Políticos, Meksika, 1977, sayı 12. 

5.) ibid.

6.) Aktaran: Daniel Dombey, “Reliance on foreign capital inflows raises concern”, 30 Eylül 2013, bak.: http://www.ft.com/intl/cms/s/0/e29f6794-1eb0-11e3-b80b-00144feab7de.html#axzz2mFypifrX.

7.) Bak.: http://unctadstat.unctad.org/temp/us_fdistock_fdi_16686605420833.xls.

8.) Örneğin Ishmael Lesufi, “Toward a Critique of the Political Economy of NEPAD”, Beyond the ‘African Tragedy’, Ashgate Publishing, 2006, Hampshire, İngiltere.

9.) Bak.: http://unctadstat.unctad.org/TableViewer/tableView.aspx?ReportId=109.

10.) Kaynak: AMECO veri tabanı. Aktaran: Serkan Öngel/Kurtar Tanyılmaz, DİSK-AR dergisi, Güz 2013 sayısı, İstanbul.