Irak’ta ayaklanma: Dersler ve politikalar

Irak kapitalizmi Temmuz ayında zor günler geçirdi. Çapı, etkisi, şiddeti ve radikalliği açısından geçmiş dönemlerde yaşanan seferberliklerden derhal ayrışan bir ayaklanma, ülkenin bütün güney bölümünü etkisi altına aldı. Temel ticari ve ulaşım araçları olan limanlar ile havayolları yoksullar tarafından kapatıldı. Hükümet binaları kuşatıldı. Baştaki İslamcı Şii partinin yerel merkezleri ve hükümet işbirlikçisi silahlı birimler saldırılara uğradı. Söz konusu olan; bölgenin egemen sınıflarını, onların siyasal gardiyanlığını üstlenen elit politikacılarını, burjuva devlet aygıtını ve onun daimi ordusunu karşısına almış olan devrimci bir ayaklanmadır. Güney Iraklıların “eskisi gibi yönetilmek istemedikleri” açık. 

Yoksul sınıfların bu açık meydan okuması, Irak kapitalizmini tehdit eden unsurlar arasında kendine özgü bir niteliğe sahip. Geçtiğimiz senelerde, bir zamanlar ülkenin üçte birini kontrol eden IŞİD’e karşı askeri zaferler kazanarak onu haritadan silen ve kuzeyde Kürt halkının bağımsızlık referandumunda sergilediği iradeyi tanklarla yerle bir eden Irak kapitalizmi, bu sefer yumuşak karnı olan bir dinamikle baş başa: Şii proleterlerin ayaklanması. Güneyin isyancı kentleri, hâkim partinin seçmen tabanını oluşturan kritik bir bölge. Bu durum, 2017’nin son aylarında vuku bulup, 2018’in geneli boyunca farklı ritimlerle süren İran seferberliklerine benziyor: İran’da da mollalar, kaleleri olarak görülen muhafazakâr bölgelerin rejime karşı fiziksel bir mücadeleye atılmalarıyla sarsılmıştı. Bu, liberal solun “popülizm” olarak adlandırdığı “rejim-yoksul işbirliği” yönündeki hatalı çıkarımın, sınıflar mücadelelerinin yasaları altında bir kere daha geçersizliğinin kanıtlanmış olduğunun bir göstergesi. 

Bugünün burjuva Şii liderleri, Britanya emperyalizmine karşı başlayan büyük 1920 Irak Devrimi’nin, isyan ateşi ülkenin ortasındaki Şii bölgeleri ve Fırat’ın güneyini etkisi altına alınca bir alternatif olarak ulus çapında var olduğunu biliyorlar. 1920’de Sünni ve Şii işçiler birleşmiş, onlara kır emekçileri eşlik etmiş ve ardından erler de devrime dahil olmuştu. 1920 Irak Devrimi sürerken kuzeyde Kürt halkı ayaklanmış ve onlar da, Britanya emperyalizminin kovulmasını isteyerek bağımsızlık talep etmişlerdi (ayaklanmanın önderi Mahmud Berzenci, Lenin’e bir mektup yazacak ve şöyle diyecekti: “Güney Kürdistan’daki devrimimizin kime karşı olduğu sizce bilinmektedir. Komşu ülkelerin bu konudaki karşıt tutumları bellidir. Yaptıklarımızın tümünün size iletilmediği bir gerçektir. Zira çok güvenip saygı duyduğumuz Sovyetler Birliği ile diplomatik ilişkilerimiz henüz yoktur. Ama şunu açıkça söyleyebilirim ki, tüm Kürt halkı Sovyetler Birliği’nin, Doğu halklarını özgürlüklerine kavuşturduklarının bilincindedir. Biz kaderimizi sizinle paylaşmak istiyoruz.”) Devrimler kısmi kazanımlar elde edecek olsalar da, işgalciler tarafından şiddetle bastırılacaktı. 

ABD’nin 2003 işgalinin yarattığı “savaş lordları”, şu anda ülkenin petrol gelirlerinin 800 milyar dolarını kontrol ediyor. Bu yerli egemen sınıflar, yeni kolonyal-kurumsal yapılanış sırasında, bir sömürge valiliği olarak iş gören Irak hükümetlerinin sosyal tabanlarını oluşturan istihdam alanlarına sahipler. “Savaş lordları” yerel devlet dairelerinde gölge işler açıyorlar, emeklilik maaşlarını kontrol ediyorlar, tazminatlar benzeri ödemeleri yönetiyorlar ve bütün bunlarla rejimin toplumsal sacayaklarını bina ediyorlar. Birkaç milyon hane halkından oluşan bu sosyal taban güney bölgelerinde ve kuzeydeki Kürt bölgelerinde daha geniş ve yoğun. Bunun sebebi Bağdat’la birlikte diğer merkezi yerleşim bölgelerinin, 2003 ila 2010 arasında işgal karşıtı direnişin en güçlü olduğu bölgeler olması ve ardından iç savaş ve IŞİD barbarlığı gibi etkenlerle merkezi şehirlerin neredeyse yerle bir olmaları. 

Kitleler ABD’nin askeri olarak kısmi geri çekilişine, IŞİD’in defedilmesine, ülkenin büyük petrol zenginliğine rağmen işgalin ve neoliberal tekelleşmenin etkileriyle paramparça olan hayat şartlarının öfkesiyle sokaklara çıktılar. Petrol rezervlerine çöreklenmiş durumdaki ABD-İran-Irak monopollerinin oluşturduğu “Troika”, ulusal ekonominin bütün kaynaklarını sömürür bir konumda. Zira isyanın kıvılcımını yakan, bütçede kendisine 40 milyar dolar ayrılmış da olsa elektrik enerjisinin nüfusun genelince neredeyse hiç kullanılamaması ve kullanım suyunun kirli olması oldu. Bu ilksel taleplerin ardından yolsuzluğa, sanayiye, tarıma, ulaşıma, eğitime, sağlığa ve en önemlisi ülkenin yönetimine dokunan talepler geldi. Iraklı yoksullar elektriksiz ve susuz geçen haftalarının, aylarının, yıllarının sorumluları olarak doğrudan doğruya siyasal rejimi işaret ettiler.

Seferberlikler sırasında hükümet binaları ateşe verildi, egemen siyasal partilerin büroları yerle bir edildi. Göstericiler, neredeyse bütün Irak petrolünün ihraç edildiği yolları kapadı: Necef Havaalanı, Um Kasr petrol limanı ve Basra’dan Basra Körfezi’ne giden anayol işgal edildi. Aynı zamanda güneyin en önemli iki gümrüğü, Kuveyt’le olan Safwan ve İran’la olan Shalamcheh sınır kentleri de göstericiler tarafından işgal edildi. Iraklı işçi ve emekçi kitleler bununla da kalmayarak, uluslararası petrol monopollerinin üretim alanlarına girmek ve rezervleri de işgal etmek istediler. Exxon Mobil’in kontrolündeki Batı Kurne – 1 isimli petrol alanı ve Rus bir firma Lukoil ile Irak kökenli Rumaila’nın kontrolündeki Batı Kurne – 2 isimli petrol sahası bu işgal çabalarının hedefi oldular. Göstericiler bu petrol sahalarına girişi blokladılar ve ardından uluslararası bir petro-kimya devi olan Siba’nın Basra’daki doğalgaz tesislerinin ana girişini kapattılar. 

El-Muthanna eyaletinde protestocular hükümet binalarını ve parti ofislerini işgal etti. İl belediye meclislerine saldıran 15 kişi öldürüldü. Eylemci işçiler ayrıca, iki ana Şii burjuva partisinin, Virtue ve Dawa’nın ve en güçlü Şii milis grubu olan Badr Örgütü’nün ve Badr el-Samawa TV istasyonunun da merkezini yaktılar.

İslami Davet Partisi’nden Irak başbakanı Haydar el-İbadi, bir NATO görüşmesi için gittiği Brüksel’den hızla ayrılarak Basra’ya geldi; kendisi elektrik, su ve 10.000 yeni istihdam sözü vermiş olsa da, işçiler tarafından yuhalanarak sahneden indirildi. Basra’da kaldığı otel isyancı kitleler tarafından basıldı ve korumaları tarafından zorlukla otelden kaçırılabildi. O günden beri el-İbadi orduyu ve polisi göstericilerin üzerine sürmekte bir çekince görmedi. Onlarca yoksul katledilmişken, 700’ü aşkın kişi de yaralanmış vaziyette.

Son devrimci dalga, Irak kapitalizminin 2003 ABD işgalinden bu yana yüzleşmek zorunda kaldığı en ciddi varoluşsal krizin kendisini oluşturuyor. Proleterlerin sokaklara dökülmesinin sebebi, yalnızca basit bir kamu hizmetleri ve işleri eksikliği değil; onlar 2003’ten bu yana defalarca kereler iflasını açıklamış olan politik yönetim aygıtının artık miadını doldurduğu düşüncesindeler. Ülkenin Şii yoğunluklu nüfusa sahip bölgelerinin ezilenleri, burjuva Şii partilere karşı ayaklanmış durumda. Özellikle 12 Mayıs genel seçimlerinde Iraklıların %55’inden fazlasının seçimi boykot etmesi, ardından yeni bir hükümet kurulamaması, Şii burjuvazinin Sünni ve Kürt burjuvaziyle hükümet üzerine bir anlaşmaya varamamış olması ve burjuva Şii fraksiyonların kendi aralarındaki çatışmaların varlığı da, bütün bu kapitalist üstyapıyı kronik bir buhrana mahkum eden etmenlerden. 

Seferberlikler hızla Maysan, Kerbela, Necef, Babil, Wassit, El-Kadıya ve Dhi Qar kentlerine de yayıldı ve sonunda başkent Bağdat’a ulaştı. Bağdat, özellikle kuzeyindeki Diyala ve Selahaddin vilayetlerindeki ayaklanmalarla sarsıldı. 2003 işgali sırasında ABD’ye karşı savaşan Şii grup Mehdi Ordusu’nun lideri olan Mukteda es-Sadr, ayaklanmalar sırasında Bağdat burjuvazisinin can yeleği görevini gördü. Bunu, Twitter’da mevcut ayaklanmayı “açların devrimi” olarak gördüğünü ilan etmesine rağmen yaptı. Görevi, sistem dışı Şii emekçi seferberliklerini sistem içi mevzilere çekmek olan Sadrist hareket, Bağdat ayaklanmaları sırasında en işbirlikçi ve oportünist karakterini ifşa ederek, onlara karşı konum aldı. Bu, ezilenlerin gözünde alternatif bir siyasal Şii merkezinin kalmaması yönünde önemli bir bilinç sıçraması oldu. Sadrist hareket şu anda, ABD emperyalizmi destekli Irak ordusunun basit bir kuklası ve daha fazlası değil. 2015 seferberlikleri sırasında, es-Sadr’ın kendi birlikleriyle birlikte, Bağdat’ın merkezinde kurulmuş bulunan ve Yeşil Bölge olarak anılan, ABD’li ve diğer yabancı askeri güçlerin ve devlet adamlarının bulunduğu bölgeye saldırmış olduğunu hatırlatalım. İşte 2018 devrimci ayaklanmasının, 2015 seferberliklerinden nitel bir farkının olması buradan kaynaklanıyor; o, bütün karşıdevrimci güçleri tek bir cephede buluşturdu bile! Zira Sadrist hareketin kadroları bugünlerde ABD Büyükelçiliği’nin en gözde ziyaretçilerinden; son seçimlerden en büyük parlamenter blok olarak çıktıkları için olabilir… 

Irak nüfusunun %75’i 30 yaşından, %60’ı da 24 yaşından daha genç. Bu kuşaklar Baas diktatörlüğünün siyasal ve iktisadi zulmüne dair canlı anılara sahip değiller ancak ABD işgali ile onun işbirlikçiliğini üstlenen burjuva Şii yapılanmasının sömürgeci ve yağmacı uygulamalarına fazlasıyla aşinalar. Bu kuşaklar giderek artan sıcaklıklarda, petrol monopollerinin kirlettiği su kaynaklarının kullanım eksikliğinde, televizyonlarından Şii liderlerin klimalı saraylarda ülke kaynaklarını ABD ve İran merkezli çokuluslu firmalara peşkeş çekerken verdikleri basın açıklamalarını izleyerek büyüdü (bir bilgilendirme notu olarak şunu geçelim; seferberliklerin başladığı gün olan 8 Temmuz’da, Irak’ın güneyinde hissedilen hava sıcaklığı 50 santigrattı). 

Arap devrimleri esnasında monarşist rejimlerin ve Bonapartist diktatörlüklerin tarafında yer almış olan İran, Lübnan, Irak merkezli burjuva Şii fraksiyonlar, bölge işçi sınıflarına karşı hayata geçirdikleri yayılmacı politikaların sonuçları ile boğuşuyorlar. Basra’da Iraklı emekçiler yerel hükümet binalarını ateşe verirken, arabayla iki saat mesafedeki Hürremşehr ve Abadan isimli İran kentlerinde, protestocular ile kolluk kuvvetleri arasında şiddetli çatışmalar yaşanıyordu. Hürremşehr’de daha 30 Haziran günü dört işçi, molla rejiminin gardiyanları tarafından vurularak öldürülmüştü. Bu, Ortadoğu kapitalizminin kaptan kamarasına geçmeye dönük savaşçı çizgisiyle yol alan gerici bir fraksiyonun, işçiler tarafından hangi tepkiyle karşılandığına sadece bir örnek. Irak ve İran seferberliklerinin göz ardı edilmesi mümkün olmayan bir benzerlik taşımaları da buradan kaynaklanıyor. Irak’ın isyancı kitleleri, ayaklanma boyunca Hashd al-Shaabi ile; yani İran’ın ülkede konuşlandırmış olduğu ve İran’dan emir alan paramiliter çetelerle de kanlı çatışmalara girdi. Hashd al-Shaabi milislerinden olan Asa’ib Ahl al-Haq, Harakat Hezbollah al-Nujaba ve Kata’ib Hezbollah ayaklanmanın kanla ve mermiyle bastırılması için karşıdevrim kuvvetlerine katıldı. Bu, yağmacı hükümet kadrolarının ve Sadrist hareketin Bağdat’ta sergilediği teslimiyetçi ve devletçi tutumun ardından, Şii yoksullarının, burjuva Şii odaklardan almış olduğu üçüncü darbe oldu. Seferberlikler sırasında birçok isyancı, Irak’ı yöneten politik partileri “İranlı” olmakla suçladı. 

Iraklı proleterlerin şiddetli eylemleri yalnızca yerel ve bölgesel egemen blokları değil, emperyalist merkezleri de korkuttu. 2003 işgaliyle Irak’ı bir sömürgeye çevirmiş olan emperyalizmin Basra’yla birlikte güneyin petrol sahalarından elde ettiği ultra kârlar söz konusu. Zira Reuters, eylemler karşısındaki endişesini hemen ifade etti ve aşağıdaki satırları kaleme aldı:

Yerel yetkililer, gösterilerin Irak’ın devlet gelirinin yüzde 95’inden fazlasına sahip olan Basra’daki petrol üretimini ve taşımacılığını etkilemeyeceğini ve herhangi bir kesintinin ülkenin zayıflayan ekonomisi için ciddi sonuçları olabileceğini söyledi. Ulusal ve küresel petrol fiyatları artabilir.

İş dünyasının dergisi Bloomberg ise piyasaları rahatlatmak için şöyle yazdı:

Protestoların güney bölgelere yayıldığı şu sıralarda bile Irak, petrolü normal seviyelerde pompalıyor; ki ikinci en büyük OPEC üreticisi, onun ham petrolünün en büyük bölümünü ihraç ediyor.

Irak’ın güney nüfusu, petrol tröstlerinin talancı pazar politikalarının en ağır sonuçlarına maruz kalıyor. İlk olarak, bölgenin su kaynakları olan nehirler Türkiye, İran ve Suriye’den geçerek orada sonlandıkları için, bu ülkelerin kendi ulusal pazarlarını merkeze alan liberal su politikalarından dolayı, susuzluk çekiliyor. İkinci olarak, bu üç ülkeden geri kalan suyun büyük bir kısmı petrol şirketleri tarafından kullanılıyor; kullanılmadığında ise onlar tarafından kirletiliyor. İşçi ve emekçi sınıfların, susuzluğa sebep olan ultra tröst kârlarından kırıntılar dahi alamadığını belirtmeye ise gerek yok. Bölge işçilerinin sömürülmesiyle bölgeden çıkartılan zenginlik ya Bağdat’ın saraylarına, ya Tahran’ın borsalarına ya da Batılı metropollere akıyor. 

Irak’ın ABD, İran ve kendi burjuvazisi tarafından uluslararası bir manda olarak ilan edilmesinin etkileri henüz bitmiş değil. Ülke son 23 senedir sürekli bir savaş ve iç savaş halinde. Bu ayaklanma kendi mantıksal sonuçlarına henüz varamadı; bunun önündeki engeller karşıdevrimci güçler ve devrimci önderliğin yokluğuydu. Buna rağmen büyük Irak ayaklanmasından dersler çıkarmak ve gelecek için politik hazırlıklara girişmek mümkün: 

  • 18 vilayetten 12’sine yayılmış bulunan devrimci seferberliklerin mevcut durumda bir siyasal önderlikleri yok. Bu, hem radikal İslamcı-Sünni çetelerin, hem de alternatif Şii öğretisi yorumlamalarının kitlelerin nezdinde yaşadığı prestij düşüşünü ve sosyal iflası gösteriyor. Rejimi yöneten burjuva fraksiyon Bağdat’ta merkezileşmiş olsa da, vilayetlere, şehirlere ve kasabalara indikçe bu fraksiyon da bölünüyor. Devlet aygıtı, daimi ordu, polis teşkilatı ve yargı gibi alanlar parsel parsel satılmış durumda; bu da burjuva devletin gündelik işleyişinde farklı çıkar gruplarının birbirleriyle çatışmasından kaynaklanan krizler yaratıyor. Özetle, ne resmi ne de resmi olmayan karşıdevrimci dinsel yargılar, işçiler ile emekçiler arasında eskisi kadar karşılık buluyor. Bu dinamiğin üstüne, Irak kapitalizminin kırdaki feodal ilişkileri koruyup kollaması, onları savunması da eklenince, önderliksiz yaşanmış olan bu ayaklanmaların ilk ideolojik zemini Arap milliyetçiliği oldu. Protesto dalgaları, bazı siyasiler tarafından yeni bir Irak ulusalcılığı yaratabilmek için kullanılmak istendi. Bu milliyetçi dışavurumun en önemli kaynaklarından birisinin, dünya solunun sırtını çevirdiği ve yenik düşmüş, hedeflediğini kazanamamış veya iç savaşa dönüşmüş Arap devrimlerinin olumsuz akıbeti olduğu asla akıllardan çıkarılmamalı. Hiç şüphesiz Tunuslu, Mısırlı ve Suriyeli kardeşlerinin başarılarıyla övünmeyi dileyecek olan Irak işçi sınıfı, bu karşıdevrimci cendereye hapsedilmemiş olsaydı, kendi enternasyonalist önderliğine çok daha hızlı bir şekilde kavuşabilirdi. Iraklı işçilerin milliyetçilikleri, ülkelerindeki yabancı askeri varlığa karşı görece ilerici nüveler taşıyabilecek olsa da, nihayetinde onları Irak kapitalizminin sınırları içine yeniden çekecek teslimiyetçi bir işlev görecektir. 
  • Bu denli çapı geniş ve radikalliği derin olan bir seferberliğin, ulus çapında devrimci bir altüst oluşa ve hükümet değişikliği ile rejim yıkımına dek ilerleyememiş olması, bölgede sürmekte olan devrim ve karşıdevrim mücadelesiyle yakından ilgili. Halep, İdlip ve benzeri isyancı kentlerin monarşist Esad rejimi ve yayılmacı Pers kapitalizmi aracılığıyla, emperyalizmin hava bombardımanı destekleriyle yerle bir edilmiş olması, bölge proletaryasının hafızasına doğrudan doğruya bir tehdit olarak yerleşti. Artık Ortadoğulu bütün işçiler – soykırımcı İsrail’in sömürge Filistin’de uygulamaya koyduğu kıyım politikasının da bilinciyle – hükümet binalarını ve parti bürolarını ateşe vermenin kurtuluş için yeterli olmadığını, kelimenin devrimci anlamıyla bir orduya ihtiyaçları olduklarını biliyor.
  • Seferberlikler, Şii rejimin kültürel-ideolojik tabanını oluşturan kentlerde son derece güçlüydü. Buna rağmen başkent Bağdat gibi merkezi yönetimin ve emperyalizmin konumlandığı yereller, asker-polis gücü tarafından daha iyi korundu. Bu, İran’da da bu şekilde yaşanmıştı ve yaşanıyor. Bunun anlamı, Arap devrimlerinin izlediği çizgi dolayısıyla, yoksulların iktidarın merkezinden ziyade kolluk kuvvetlerinin daha seyrek olduğu alanlarda ayaklanma eğilimi gösterdikleridir. Bu Tunus (ülkesiyle aynı isme sahip olan başkent), Tahran, Kahire, Şam şeklinde aklımıza kazınmış olan geçmiş dönemin isyanlarından farklı bir gerçekliğe tekabül ediyor. Bu eğilimi, yeniden iktidarın ve rejimlerin merkezine doğru yöneltmek, enternasyonalistlerin önlerindeki görevden sadece birisi.
  • Son seferberlik sırasında neo-Stalinizm tarafından ortaya üç teori atıldı: 1) Bu ayaklanma, hakim partiler, ordu fraksiyonları ve feodal kabileler arasındaki güç ilişkisinde öne çıkmaya çalışmak isteyenler tarafından başlatıldı. 2) Bu ayaklanma, İran-ABD çekişmesinden dolayı, İran eliyle Irak petrol şirketlerine karşı bir koz olarak başlatıldı. 3) Bu ayaklanma, anti-İrancı karakterinden anladığımız kadarıyla Suudiler ve ABD emperyalizmi tarafından başlatıldı. Evet, bir zamanların sarı sendikalarının ve yozlaşmış işçi devletlerinin başındaki ihanetçi akım için en uygun ölüm, onun bu tarz komplocu, mistik, idealist ve işçi düşmanı safsatalarla sayıklaması olurdu – ki öyle de oldu. Ortada dönen emperyal veya yayılmacı bir komplo yok. Iraklı yoksullar susuz kaldıkları için, geceleri karanlığa mahkûm edildikleri için, karınlarının gurultusu monopollere ait petrol rafinerilerinin seslerini bastırdığı için ayaklandı. Bölge Stalinizmi ise, ortaya attıkları hayali komploların içeriğine göre, şu veya bu burjuva gerici kampın kuyruğuna eklemlenmiş durumda. Bu, ABD emperyalizminin emriyle işgal hükümetinde Kültür Bakanlığı koltuğuna yerleşen Irak Komünist Partisi’nin rezil ve aşağılık çizgisinin doğrudan bir devamıdır. 
  • Irak ayaklanması, bölge kapitalizminin ve siyasi-askeri burjuva yapılanmalarının hiçbir biçimde istikrara kavuşmamış olduklarını bir kere daha ispat etti. Trump’ın önderliğindeki emperyalizm bu “istikrarsız” gidişatı öngörerek bir “İslami NATO’nun”, bir “Arap Beyaz Ordusu’nun” yaratılmasını talep etmiş ve darbeci Sisi ile Suudi monarşisi de bu görev için aday olmuşlardı. Birleşik Arap ordusu, hiç şüphe yok ki, Ortadoğu proletaryasının ve yoksul halklarının devrimlerini ezmek için anlaşan farklı ülkelerden ve dinlerden karşıdevrimcilerin birleşik ordusu olacak. Bu girişimi engellemek hayati önemde. 
  • Filistinlilerin, Kürt ve Suriye halklarının süreklileşen mücadeleleriyle, Irak, İran, Tunus, Mısır işçi sınıflarının devrimci atılımları, bir Enternasyonal’in ve onun Ortadoğu Sekreteryası’nın komünist inşasına dönük ihtiyacın yakıcılığını vurguluyor. Bölge işçi sınıfının tek düşmanı sadece Sünni ve Şii aidiyetli yabancı sınıf önderlikleri, daimi ordular, emperyalizm ve burjuva-monarşist rejimler değil; aynı zamanda onların politik eylemliliklerini ulusal sınırlara hapseden ve eylemleri bu sınırlarla yorumlamaya kalkan sol içi revizyonistler de kitlelerin kurtuluşunu “erteleyici” bir yanlış politikaya sahipler.
  • İsyanın merkezi Basra, günde ortalama 3,2 milyon varil petrol üretmekte. Irak ise, işçilerin işgal edip kullanıma kapadığı güney limanı üzerinden günde 4,6 milyon varil petrol ihracatı yapmakta. Rumaila tarlası, 340 petrol kuyusu ile dünyanın en büyük ve zengin petrol yataklarından birini oluşturuyor. Bu bolluğa ve zenginliğe rağmen, Irak nüfusunun ezici bir çoğunluğu yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Irak proletaryası bir 20. yüzyıl kazanımı olan günde üç öğün yemek hakkından dahi edilmiş durumda. Zenginlik ile yoksulluk arasındaki bu uçurumun sebebi enerji kaynaklarını elinde tutan emperyalist ve ulusal tekeller, tröstler, monopoller, devletler ve işgalciler. Irak proletaryası ancak bütün zenginliklere ve devlet iktidarına el koyarak ve emperyalizm ile onun yerli işbirlikçilerini ülkeden kovarak kendi kurtuluşunu toplumsal olarak örgütleyebilir. Bağdat merkezli iktidarı ve yeraltı zenginliklerini Iraklı işçilerin ellerinde tutabilmeleri için ise Ortadoğu Sosyalist Cumhuriyetler Federasyonu’nun bina edilmesi şarttır.