Türkiye’de politik durum – Ocak 2011

1.Türkiye Cumhuriyeti sahip olduğu sınırlı sermaye birikimi ile emperyalist devletlere mali ve diplomatik açıdan bağımlı kapitalist bir ülkedir. 1980’den bu yana başa gelen hükümetler tarafından ekonomik anlamda liberal, siyasal anlamda gittikçe muhafazakâr politikalar bütünü ile emperyalist dünya sistemine uyum sürecini idame ettirmektedir.

2. Devletin ekonomik faaliyetlerden çekilmesi anlamında küçülmesine karşılık gelen bu neoliberal politikalar, bir yandan eğitimden sağlığa her türlü hizmetin özelleştirilme yolu ile piyasalaştırılması ve sosyal hakların gaspı gibi sonuçlar doğururken, bir yandan da üretim sürecinin esnekleşmesi, güvencesizleşmesi ve üretenlerin örgütsüzleşmesi sonuçlarını beraberinde getirmiştir.

3. AKP hükümeti ilk dört yıllık iktidarı boyunca bu politikaların hızlı ve istikrarlı uygulayıcılarından biri olarak, egemen burjuvazinin, özellikle Özal’ın ölümünden sonra ve derin ekonomik bunalımla birlikte yaşamaya başladığı önderlik krizini aşmasına katkı sunarken; arkasına aldığı kitle desteği ile birlikte emperyalizm yanlısı mali ve sınai sermayenin temsiline aday tek parti olduğunu 2007 Genel Seçimleri, 2009 Yerel Seçimleri ve son olarak Referandum sonuçları ile birlikte kabul ettirmiştir.

4. AKP hükümetinin sekiz yıllık iktidarı boyunca burjuvazi tarafından belirleyici politikaları iki başlıkta özetlenebilir; 1) neoliberal ekonomi politikalarının uygulanması, 2) bu politikaların uygulanması önünde engel teşkil eden niteliklerinden arındırarak devlet erkinin yeniden yapılandırılması.

5. Devlet erkinin yeniden yapılandırılması süreci Anadolu sanayi ve ticaret burjuvazisinin kendi gelişmesi önünde bir engel olarak gördüğü askeri ve sivil bürokrasinin ayrıcalıklarını törpüleme, yasama ve yargı organlarındaki nüfuzlarını engelleme yoluyla rejimin çok başlılığından kaynaklı krize bir son verme çabasını da beraberinde getirir. Tekelci sermaye ve Anadolu sermayesinin emperyalist sistemle entegrasyon ve gelişimleri önündeki engellerin kaldırılması gayesinin bir sonucu olan bu yeniden yapılandırma politikaları AKP hükümeti tarafından “ceberut devlet” imajını kırmaya yönelik bir dil ve üslupla “demokratikleşme” tartışmaları etrafında gündeme getirilmekte ve bu yanılsama etrafında bir kamuoyu desteği yaratılmaya çalışılmaktadır.

6. Oysa Türkiye’deki demokratik dönüşüm ancak asker-polis rejiminin lağvedilmesi; Kürt halkına kendi kaderinin tayin hakkının tanınması; tarım devriminin gerçekleştirilmesi ve emperyalizmden kopulması yoluyla olanaklıdır. Ulusal ve tekelci burjuvazi ve bugünkü temsilcisi AKP hükümeti bu dönüşümün ne programına, ne de önderlik kapasitesine ve isteğine sahiptir. Bürokrasinin kendi gelişimini engelleyen çıkarlarını törpülemek istemekle birlikte halk kitlelerinin tepkisi karşısında duyduğu korku onu baskı rejimini muhafaza etmeye ve emekçi halk yığınları üzerindeki kontrolünü ABD ve Avrupa’dakine paralel bir süreçle dinî ideolojinin muhafazakârlaştırıcı etkisiyle kurmaya yöneltmektedir.

7. Bu etki, aynı zamanda, rejimin erkek-egemen yapısını da kuvvetlendirme eğilimi göstermektedir. Emeğin muhafazakârlaştırılması kadınının emek piyasasındaki ikincil konumunu daha da kötüleştirirken, aynı anda, “analık” üzerinden kadına biçilen toplumsal rol de pekiştirilmektedir. Erkek-egemen yapının bir diğer yönü ise lgbtt bireylere yönelik saldırı ve kısıtlamalarla açığa vurulmaktadır. Bizzat hükümet temsilcileri tarafından bir tür hastalık olarak mahkûm edilen cinsel yönelim, nefret suçlarının toplumsal zeminini oluştururken, LGBTT bireylerin var olma koşullarını doğrudan tehdit etmektedir.

Sınıf Mücadelesinin Durumu

8. Burjuvazi AKP hükümeti ile birlikte siyasal istikrarını tesis etmeye çalışırken, süre giden ekonomik saldırı politikaları, krizin sonuçları karşısında “bedeli işçilere ödetme” çözümleri ile birleşmiştir. Çeşitli sosyal ve sendikal hak kayıplarını, çalışma hakkını fiilen kaybetme süreci izlemiş; esnek, sendikasız, düşük ücretli çalışma düzeni krizle bir kez daha meşrulaştırılmıştır. Ayrıca dünya ve Türkiye’deki eğilim, krizle yeniden meşrulaştırılan bu uygulamaların yeni çalışma düzeninin kurallarını belirleyeceğini göstermektedir.

9. İşçi sınıfı, bu koşullara karşılık sendikalı ve sendikasız işyerlerinde mücadeleler örgütlemektedir ancak bu mücadeleler savunma hattını geçememektedir. Sendikalı olmayan işyerlerinde direnişin geleceği işçilerin dayanma gücünün sınırına tabi olurken, sendikalı işyerlerinde ise süreç sendika bürokrasisinin uzlaşma/işbirliği yaklaşımı ile çoğunlukla işçilerin aleyhine sonuçlanmaktadır. Bu savunma hattı çizgisini aşabilen ve görece daha uzun soluklu direnişler ise sendikal faaliyet-örgütlenme nedeniyle işten çıkarımların olduğu işyerlerinde görülebilmektedir. Bu mücadelenin akıbeti ise bir yandan işçilerin işyerindeki örgütlülük düzeyi bir yandan da sendikanın kararlılığı ile belirlenmektedir. sendikalı-sendikalı olmayan-sendikalılaşan işyerleri olsun süre giden her mücadelenin ileriye gitme dinamiğini oluşturacak sınıf birliği ve dayanışmasındaki zayıflık, saldırılar karşısındaki savunma gücünün de niteliğini ortaya koymaktadır. Var olan savunma gücü, sınıfın örgütsüz; direnişlerin parçalı yapısı nedeni ile oldukça zayıf kalmaktadır.

10. Bu zayıflık, AKP hükümetinin işçi ve emekçi yığınlar üzerinde kullandığı “ikna” ve yetmediğinde “zor” araçlarının etkisi ile birleştiğinde işçi sınıfı aleyhine bir durumu güçlendirmektedir.

11. Dünyada ve Türkiye’de sendikalılaşma oranları gittikçe düşmektedir. Aynı zamanda hükümetler tarafından çıkarılan yeni yasalarla sendikalar işlevsiz hale getirilmektedir. Bunun son örneklerinden biri, Türkiye’deki anayasa kısmi değişiklik paketinde görülmüştür. Sendikalı oldukları için işten atılan yüzlerce örnek yokmuş gibi işçiye birden fazla sendikaya üye olma hakkı verdiğini iddia eden hükümet, özünde var olan sendikal örgütlülüğü de kırma-bölme ve mücadeleci sendikaları sarı sendikalarla frenleme yolunda önemli bir adım atmıştır.

12. Diğer yandan, sınıfın az sayıda örgütlü kesimine karşılık gelen sendikalarsa, sendikal bürokrasilerin sınıf uzlaşmacı tavrı yüzünden başlayan az sayıda mücadelenin de önünde durabilmekte ya da taban basıncı ve/ya bizzat kendi varoluş kaygıları nedeniyle başlattıkları/destekledikleri direnişleri belli bir aşamada yavaşlatma, yalnızlaştırma ve sonuç olarak sönümlendirme işlevi görebilmektedirler.

13. Sol parti ve grupların çoğunluğu sınıfın bilinci ve hareketinin mevcut durumunu zaman zaman izlenimci zaman zaman hareketçi bir anlayışla yorumlayarak sınıfın süre giden önderlik krizine çözüm yaratmaktan uzak durmaktadırlar. Kimi sekter tutumlar direnişlerin bir araya gelmesini engeller hatta kendi içinde bölünmesine bile neden olurken, kimi uyarlanmacı eğilimler de anti-partici tutumları ile birlikte işçi sınıfını mücadelenin öznesi olma konumundan uzaklaştırmakta, işçi sınıfının iktidar hedefini ihmal etmektedir.

14. İşçi sınıfının iktidar hedefini ihmal eden siyasi kurumların karşı karşıya kaldığı bir diğer sorun ise mevcut toplumsal hareketlerin taleplerini ve bunun sınıf mücadelesi ile bağlarını kurma yetisini gösterememektir. Bunun iki temel sonucu vardır: Birincisi, Sol’un çoğu kesimi bu hareketlerle ilişkisini kendi güncel duyarlılığı oranınca bir “dayanışma” olarak ortaya koymakta ve eylem birliklerine yönelik bir çabaya girişmemektedir. İkincisi, Sol’un belli kesimleri tüm mücadele alanlarını ve inşa perspektiflerini bu hareketlerin içinden kendilerince taktiksel gördükleri bazılarının -genellikle birinin- mücadelesine indirgemektedir. Neticede, kadın hareketi, LGBTT hareketi, öğrenci hareketi, çevre hareketi, hepsi ayrı öznelerce ayrı birer mücadele alanı olarak tarif edilmekte, göreli yükselişlerine göre değer biçilmekte ve daha önemlisi bu sorunların her biri programsızlaştırılmaktadır.

Kürt ulusal mücadelesi

15. Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi günümüzde gittikçe yaygınlaşarak bir demokratikleşme sorunu olarak sunulmakta, çözümü, rejimin demokratikleşmesi yolu ile gösterilmektedir. Oysa tüm açılım projesi ile birlikte ortaya koyulan, kültürel haklara işaret eden rejim içi bir çözümden öteye geçmemektedir. Kürt ulusal sorununun en belirleyici talebi “kendi kaderini tayin” hakkı çözüm tartışmalarında söz konusu bile edilmezken, rejimin çizdiği bu çözümün sınırlarını zorlayanlar baskı ve zor ile sindirilmektedir.

16. Mevcut önderlik, silahlı-reformist karakteri gereğince bu süreç karşısında da uyarlanmacı bir çizgi izlemekte, Türk burjuvazisi ve AKP hükümeti ile işbirliği çabalarını sürdürmektedir. Referandum süreci bunun en güncel örneğidir ve genel seçimleri işaret eden söylemler son olmayacağının da kanıtıdır.

17. Oysa rejimin dönüştürücü gücü olabilecek ve tarım devriminin yolunu açacak bir Kürt ulusal mücadelesi, ancak kaderini tayin hakkı etrafında örülebilir ve böylesi bir mücadelenin tek ittifakçısı işçi sınıfıdır. Hükümetin rejimi dayatan çözümü ve önderliğin bu çözüme uyarlanan çizgisi Kürt burjuvazisi ve Kürt işçi sınıfı arasında -önümüzdeki dönem Sol ile eylem birlikleri açısından belirleyici olacak- ciddi bir ayrışma potansiyeli içermektedir.

Sonuçlar ve olasılıklar

18. Burjuvazinin siyasi istikrarı bunun karşısında işçi sınıfının mevcut sınıf bilinci ve örgütlülüğü değerlendirildiğinde Türkiye’de devrimci olmayan bir durum yaşanmaktadır. Ancak mevcut neoliberal saldırılar ve emekçi yığınlar üzerindeki baskıcı politikalar karşısında dağınık ve parçalı da olsa sürdürülen savunma mücadeleleri, hak kayıplarının ağırlaşıp yaygınlaşacağı önümüzdeki dönem için -ki bu dönem, kronikleşen krizlerin etkisi ile ekonomik büyüme grafiklerinin aniden ters yüz olabileceği, beraberinde daha derin ve yaygın toplumsal sorunları getireceği kırılgan bir dönemdir- önemli bir potansiyel taşımaktadır.

19. Bugün işçi sınıfının genç kuşak büyük çoğunluğu için sendika, sigorta gibi haklar çalışma yaşamı boyunca ya çok kısa süreli ya da hiç elde etmediği haklardır. Bu nedenle, yaşanan hak kayıpları bu kesimleri doğrudan etkilememekte ve bir şekilde bu koşulların normalleştiği bu kesimler toplu işten çıkarma gibi süreçlerle karşı karşıya kalmadıkları sürece mücadeleye geçme konusunda daha pasif durabilmektedir. Bu dönemde, özellikle -geçtiğimiz yıl TEKEL direnişinde tanık olduğumuz gibi- göreli kayıpların, yoksulluğun yaşandığı yani koşulların göreli olarak daha çok kötüleştiği emekçi kesimlerde, direnişler, daha örgütlü ve uzun soluklu olma dinamiğine sahiptir.

20. Sınıfın öncüsüne düşen görev ekonomik saldırılara, asker-polis rejiminin anti-demokratik baskıcı uygulamalarına, cinsiyetçiliğe, ezilen Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının reddedilmesine, işsizliğe ve yoksulluğa karşı oluşturulacak eylem programı ile toplumun tüm sömürülen ve ezilen kesimlerine yol göstermesidir.

21. Kitlelerin bağımsız sınıf seferberliklerini amaçlayan böyle bir eylem programı ise öncelikle bugün yaratılan suni yarılmayı aşarak mümkün olabilir. Bu yarılma, kendini hem asker-polis rejimine karşı mücadelede, hem de sınıf mücadelesi ekseninde gösteren “eski-yeni”, “statüko-değişim” ayrışmasına karşılık gelmektedir. AKP hükümeti, temsilcisi olduğu tekelci sermaye ve Anadolu sermayesinin ekonominin ve devlet yapısının emperyalist sistemle uyum içinde yeniden yapılandırılması programının uygulayıcısı olarak, kitlelerin mücadelesinin önünü kesecek bir kırılma noktası yaratmaya çabalamıştır. “Eskiden/eskilerden kopuş” söylemiyle süre giden saldırı programını ‘vesayet rejimi ile hesaplaşma’, ‘demokratikleşme’, ‘milletin iradesini hâkim kılma’ olarak meşrulaştırmaya çalışmış, bu meşrulaştırmayı yaparken dünyadaki eğilime paralel olarak Yürütme’nin güçlenmesinin önünü açmış; ve referandum maddeleri dâhil tüm uygulamalarını ‘değişim’ ve eskilerin yarattığı sorunlara ‘çözüm’ olarak yansıtmıştır.

22. Yaygınlaştırılmaya çalışan değişim yanılsaması ve buna eşlik eden dil ve söylem çeşitli “açılım” projelerini de beraberinde getirmiştir, ancak oluşturulan bu dil ve söylemin sınırını yine bu dilin kendisi açığa sermektedir. Bu ‘değişim’in sınırı bizzat rejimin kendisidir. İşçi sınıfı ve Kürt halkının mücadeleci kesimlerine yönelik baskı araçlarını elden bırakmayan hükümet, tüm kesimlere rejim içi çözümler dayatırken, bu sınırlara uymayan kesimleri ise polisiye vaka haline getirmektedir. Ceberut devletin yıkıldığı imajını güçlendiren bu eskilerin (uygulamaların) tasfiyesi dili, sıra emek mücadelesine, Kürt halkının kaderini tayin hakkı mücadelesine ve kadının özgürlük mücadelesine geldiğinde, değişmez dil ve söylemle devletin sömürücü, baskıcı ve erkek-egemen yapısından zerre taviz vermemektedir.

23. Bu nedenle, eski ve yeni ayrışması ve bunun yarattığı yarılma suni ve aşılması gereken bir durumdur. Aşılması gerekir çünkü rejimin özünü koruyarak yarattığı bu ayrışma muhalif kesimlerin sürece uyarlanmasından öte bir amaç taşımamaktadır. Sınıfın öncüsüne düşen görev, yaratılmaya çalışılan bu uyarlanmacı çizgi karşısında mücadeleci bir çizgiyi ilerletmektir. Bunun içinse kalkış noktası, işçi sınıfı ve kitle seferberlikleri içinde devrimci bir işçi partisinin inşası referanslarımızı bu uyarlanmacı eğilimler karşısında geçiş taleplerimiz ve acil ekonomik ve demokratik taleplerimizle birlikte örgütleme mücadelemize devam etmektir.

İşçi Cephesi, Ocak 2011